KUR'AN MEDENİYETİ
Son birkaç yüzyılda gelişen bilim, garip bir medeniyet anlayışını dünyaya kabul ettirdi. Medeniyet, bilmek ve yapabilmek demekti. Bilim metoduyla bilenler ve bilimin uzantısı olan teknolojiyle yapabilenler, medenî idi. Medeniyet, sürekli ilerliyordu. Medenî olmayanlar, gittikçe daha geride kalıyordu. İşin ilginç yanı, bu anlayışa göre medenî olmayanlar da aynı medeniyet anlayışını benimsedi. Bu anlayış çerçevesinde, bilenler ve yapabilenler, sadece medenî değil, aynı zamanda üstün insan kabul ediliyordu. Medenîler kendini üstün görüyor, medenî olmayanlar kendini aşağı görüyordu. Yeni dünya nizamı kurulmuştu. Medenî ve üstün olanların ekonomik, askerî ve siyasî gücü vardı. Kararı onlar verecek ve herkes uygulayacaktı. Güç, bu demekti.
Geri kalmış olanların perişanlığını artıran yeni dünya nizamı, bir bakıma üstün olanlara da yaramadı. Ruhî tatminsizlik ve sosyal rahatsızlıklar, gençleri berbat etti. Medeniyet dairesi dışında kaldığı için aşağı gördükleri insan topluluklarına zulüm, sömürü, adaletsizlik, ayrımcılık, acımasızlık ile muamele eden medenîler, sadece o zavall ı toplulukların kaderini değil, kendi kaderlerini de tayin etmiş oluyorlardı. Çünkü o medenî ve üstün insanlar, başka insanlara yaptıkları zulmün, adaletsizliğin, ayrımcılığın tortularını ruhlarında taşıyorlar ve kendi medenî hayatlarını o tortuların ağırlığı altında yaşamaya mahkûm oluyorlardı. Bencilliği, başarma hırsını, başkalarını altetme dürtüsünü, menfaat kaygısını, içgüdüsel hazları "motivasyon" kaynağı sayanlar, o motivasyonla yalnız ilkel ve geri olanları acımasızca sömürmediler; aynı acımasızlıkla kendî aile hayatlarını ve sosyal ilişkilerini yürütmeye çalıştılar. Bir insan başkalarına yaptığı muamele ile kendi ruhunu ve karakterini inşa eder. Bir insanın ruhu ve karakteri, ancak onun ilişkilerinde görülebilir. İnsanın ruhu ve karakteri ne ise odur; bir ilişkide bir türlü, başka bir ilişkide başka türlü olmaz. İlişkilerin görünüşü değişebilir; fakat öz hep aynı kalır. Ruh ve karakter, nasıl teşekkül etmişse öylece her türlü ilişkiye yansır. Acımasızlık yapan, o duygunun kurbanı olarak yaşayacaktır. Acımasız insana, kendi çocuğu bile yalvarsa, o insan merhamete gelmez; bilakis öfkelenir. Çünkü ruhundaki acımasızlığı, o yalvarma, ona büsbütün hissettirir; bu da onu kendinden nefret etmeye sevk eder. Bu durumdaki bir insan, kendine duyduğu nefreti, karşısındakine yönelttiği öfkeye çevirerek, kendi sevimsizliğinden duyduğu ıstırabı yok etmeye çalışır. Böylece, sevimsizliğini kendi nazarında örter; fakat, o arada, ilişkilerini berbat eder; ruhunu gerginleştirir. Bozulan ilişkilerin endişesini bastırmak ve ruhundaki gerginliği gidermek, yani kendini unutmak için içkiye, uyuşturucuya, gayrımeşru ilişkilerin içgüdüsel hazlarına sığınır. Ya da daha büyük başarılar kazanarak değerli olduğuna inanmak ister. Bununla birlikte, daha büyük başarılar kazanma yolundaki her türlü engeli aşmak için daha da acımasız olmak gerekecektir. Bu içinden çıkılmaz süreç, bütün hayatı etkisi altına alarak feci sonuçlar doğurur.
Bugün yalnız gerilik ve sefalet içinde yaşayan insanların değil, kendini medenî ve üstün gören insanların da kurtuluşa ihtiyacı vardır. Önce insanların ruhu selâmete çıkacak, ancak ondan sonra toplumlarda ve bütün dünyada huzur mümkün olacaktır. İnsanlık bir bütündür. Paylaşılan değerlerle insanlığın bütününü kapsamayan hiçbir nizam, dünyaya huzur getiremez. Çünkü huzur ancak paylaşılırsa vardır. Bir taraf zulüm görüyor, sömürülüyor ve adaletsizliğe maruz kalıyorsa, her iki tarafın da huzuru yoktur. Taraflardan biri daha zengin, daha güçlü, daha bilgili olsa ve daha konforlu bir hayat yaşasa, öyle bir durumda, her iki taraf da huzursuzdur. Eğer bir insan başkalarıyla ilişki içinde yaşıyorsa, onun huzuru, o ilişkilerin niteliğinden bağımsız olamaz. Huzuru doğuran nitelik, ilişkiye girenlerin birbirinden razı olmasıdır.
İlişki içindeki insanların birbirinden razı olması için onlar, hayatlarını nasıl bir nizama göre tanzim etmelidir? İnsanın koyduğu bütün nizamlar, demokratik kurallara göre konulanlar da dahil, daima insanların bir kısmının iradesinin ağır basmasıyla ortaya çıkmıştır. Kanun uygulanıyor, fakat rıza temin edilemiyorsa, huzur olmaz. Allah insanlara iyiliği, adaleti, insafı, merhameti, yardımlaşmayı öğretmiş ve tavsiye etmiştir. İnsanlar Allah'a iman ediyorsa, hayatlarına nizam verecek kanunları Allah'ın öğütlediği bu değerlere göre yapar. Fertleri ve zümreleri mutlak birimler olarak kabul edip, onların kendi bencilliklerinin çarpışmasından, toplumun bütünü için en iyi sonucun çıkacağını ummak ve bu ümide "demokrasi" demek, demokrasiyi akıldışı bir zemine oturtmaktır. Aile hayatında, toplum ilişkilerinde ve toplumlararası düzenlemelerde az önce sayılan değerler hâkim olmazsa huzur sağlanamaz. Bu değerlerin ruhlarda kök salması ve davranışlara yansıması ise ancak Allah'a iman ile mümkündür.
Gerçi imanın teminatı yoktur ve benimsenen değerlerin davranışlara yansıması insanın zaafları yüzünden aksayabilir. Fakat böyle olduğu için hiçbir toplum, evlâtlarını mümin ve Allah'ın öğütlediği değerlere göre yaşayan insanlar olarak yetiştirmekten geri durmamalıdır. Toplumun her türlü ilişki yapısında, davranışları o güzel değerlere göre şekillendiren terbiye takviye edilmelidir. Çünkü kanun, terbiyenin yerine geçemez; sadece, kanuna uyulmadığı zaman uygulanacak yaptırımı belirler. Terbiyeyle desteklenmeyen kanun, içtimaî işlevini kaybeder. Terbiye ve onun ruhen benimsettiği değerler yoksa, kendi bencillikleri, menfaatleri ve içgüdüsel eğilimleri ile başbaşa kalan fertlerin kanuna uyma duygusu zayıftır. İmansız akıl, bencilliğin, menfaatin ve içgüdüsel eğilimlerin hizmetine kolayca girebildiğinden, kanuna uyma duygusunun yerini, yaptırımından etkilenmeden kanunu aşma yönelişi alır. Allah'a imandan kaynaklanan helâl-haram fikri yoksa, haksız kazancı engelleyen kanun, ancak kanunu çiğneyene verilecek ceza yüzünden engelleyicidir. Helâl haram farkı gözetmeyen bir fert, yakalanma ve cezalandırılma ihtimalini bertaraf ettiğine kani olursa gayrımeşru kazanç yoluna sapabilir. Bu bakımdan, bilinçli bir imanla ruhlara yerleşen İslâm terbiyesi, kanun yerine geçmese de, kanundan beklenen içtimaî faydanın doğmasına yardımcı olur. Dünya çapında gerçekleşecek böyle bir terbiye, insanlığın ihtiyacı olan huzurun temelidir.
Bu bir hayal olabilir. Fakat insan, ancak inandığını hayal etmeli ve hayalinin gerçek olması için çalışmalıdır. Said Nursî bunu yapan adamdır. Said Nursî ne bir bilim adamıdır, ne de bir felsefeci ya da ilâhiyatçıdır; o, bir terbiyecidir. Esaslarını açıkladığı terbiye, Kur'an'a dayanır. Bu terbiyede dünya saadeti, ahiret selâmetini temine çalışırken elde edilir. Her şey Allah'a dönecektir; fakat dünyadan geçerek dönecektir. Son ve ebediyyen geçerli hüküm orada, fakat dünyadayken erişilen iman ve yapılan iyi işler ölçüsüne göre verilecektir. Bu ölçüye göre Allah'ın razı olacağı kullar selâmete erecek, yüz çevireceği kullar azap çekecektir. Bir mümin için önemli olan, dünyadayken Allah'ın rızasını kazanmaktır. Mümine saadet veren, Allah'ın rızasını elde etme umududur. İnsanın hayatı esnasında kavuşacağı imkânları ve başına gelecekleri Allah bilir. Mümin, kadere ve Allah'ın her kaderi bir hikmete göre takdir ettiğine inanır. Bu bakımdan onun hayat hakkında bir şartı yoktur. Mümin her şartta Allah'a inanmaya ve güvenmeye devam eder. Onun gayesi, şartlar ne olursa olsun, Allah'ın razı olacağı fiili yapmaktır. Bu fiil, müminin nefsi için de iyidir, başka insanlar için de iyidir. Allah'ın razı olacağı her fiilde, bu denge vardır.
Bugün bütün dünyanın Batı medeniyetinin etkisine girdiği, bir sosyolojik olgu olarak tespit ediliyor. Batı medeniyetinin, eski medeniyetlerin mirasını devraldığı ve rakip tanımadan ilerlediği düşünülüyor. Sürekli ilerleyen ve etkileme gücü büyük olan Batı medeniyetinin, evrensel nitelik kazandığı iddia ediliyor. Bu iddia, bütün insanlığın Batı medeniyetinin hayat tarzına girmekte olduğu gözlemine dayandırılıyor. Said Nursî, Kur'an terbiyesini bu iddianın karşısına çıkarır. Batı medeniyetinin kötü taraflarının iyi taraflarına galip geldiğini ve bu yüzden, insanlık için bir gelecek vadetmediğini ileri sürer. Kur'an terbiyesine dayanan hayat nizamının insanlığın ümit ışığı olduğunu söyler. Said Nursî'nin bu görüşünü bilimsel zeminde değerlendirmek için önce "medeniyet" kavramını incelemek istiyorum.
Her insan topluluğunun bir kültürü vardır. İnsanın genetik yoldan yapısında getirdiği refleks ve içgüdü donanımı, insan hayatının devamı için yeterli değildir. İnsanda sembolik düşünme kapasitesi vardır. Deneyimleri üzerinde düşünen ve hükümler veren insan, fiillerini bir imkânlar alanında kararlaştırır ve yapar. Eserler meydana getirir. Fertlerin, fiillerini yapış tarzı ve meydana getirdiği eserler, toplumun kültürüdür. Her toplumun bir kültürü, yani bir hayat tarzı vardır. Toplum hayatı, ilişkilerin istikrarını sağlayan kurallara dayanır. Şu halde, fiiller ve eserler bir imkânlar alanından seçmeler olmakla birlikte, seçim rastgele değil, birtakım kurallara göredir. Kültüre bütünlüğünü ve istikrarını veren, kurallardır. Kuralların kaynağı, daima bir inanç ve ona bağlı bir ahlâk nizamıdır.
İnanç, sadece doğa karşısındaki duygu ve heyecan tepkileriyle şekillenmişse, fiilleri kalıplaştırır ve kısıtlar. "İlkel" denilen kültürlerde, fiiller, bir inanca göre en ince ayrıntısına kadar belirlenmiştir. Bu kalıplara aynen uyulur. Fiiller, aynen tekrarlanarak yapılmazsa, işlerin aksayacağına inanılır. Doğa ve doğaüstü ile fiiller arasında kurulan dengenin bozulacağı korkusuyla kimse kalıbın dışına çıkmaya cesaret edemez. Kültürün değişmesi, müthiş yaptırımlarla önlenir. Kültür donmuştur.
Duygu ve heyecan akislerinin olması tabiî olan inanç, aklî yoldan bir kavramlaştırmayı da içeriyorsa, böyle bir inancın muhakeme planında sonuçları çıkarılabilir. Fiiller, dondurulmak yerine, bir ölçüye ve şartların gereğine göre şeçilir, tadil edilir, değiştirilir. Önemli olan, kalıp halindeki fiillerin aynen tekrarlanması değil, fiille inanç arasında muhakeme ile kurulmuş olan bağın muhafaza edilmesi ve fiille inanç arasında bağdaşmazlık olmamasıdır. İşte böyle bir durumda fiil ve eserlerin çeşitlenmesi ve gelişmesi, inancın, kavramsal düzeyde aklî esaslarının olmasındandır. Bu nitelikteki bir inanç, muhakemeye ve yeni sonuçlar çıkarmaya insanı sevk eder. Geçmişte kalmış ve bugün var olan her medeniyetin temelinde bu tür bir inanç ve ona bağlı bir ahlâk nizamı vardır. Şu halde duygu ve heyecan tepkileri düzeyinde fiilleri sınırlayan ve kalıpl aştıran ilkel kültür düzeyindeki bir inanç ile kavramsal düzeyde aklî esasları olan medeniyet kurucu inanç, bu teorik yaklaşımda ayırt ediliyor.
Her insan topluluğu, düzen ve istikrar sağlayan bir inanç ve ahlâk nizamına dayanır. Fakat ancak, insanın kendi zihninin bir imkânlar kaynağı olduğunu fark ettiği toplumlarda, az önce açıklanan anlamda medeniyet ortaya çıkar. Kavramsal düzeyde aklî bir inanç ve ahlâk nizamına göre bilinçli olarak fiiller yapan ve eserler meydana getiren toplumlarda medeniyetten söz edilebilir. Bu teorik yaklaşımda iki esas unsur vardır. Birinci olarak, toplum hayatı, ancak belirsizlikleri gideren, fiillere istikamet vererek ve kurallar koyarak istikrarı sağlayan bir inanç ve ahlâk nizamı ile mümkündür. Her toplumun belli bir kültür bütünlüğünün olması bu olguya bağlıdır. İkinci olarak, inanç ve ahlâk nizamı kavramsal düzeyde aklî esaslara dayandığı zaman, insan zihni, muhakemeyle yeni sonuçlar çıkararak fiillerini ve eserleri bilinçli olarak seçer, kararlaştırır; böylece kültür çeşitlenir ve gelişir. Medeniyetleri kuran, bu ikinciniteliğide haiz olaninançveahlâk nizamlarıdır.Medeniyetten kaynaklanan kültürler, değişmeye açıktır. Bu nitelikteki kültürler, bozulmaması için hiç değişmeden aynen muhafaza edilmesi gereken duygu ve heyecan yüklü bir denge değil, kavramsal ve aklî esasları olan inanç ve ahlâk nizamı çerçevesindeki her türlü fiil ve eserdir. Onun içindir ki, ilkel kültür değişmeden aynen tekrarlandığı halde, bir medeniyetten kaynaklanan kültür, kendi inanç ve ahlâk nizamıyla bağdaşan her türlü değişikliğe açık olarak gelişir ve zenginleşir.
Medeniyet kuran inanç, biyolojik ihtiyaçlarla bağlantılı duygu ve heyecan yüklü tepki düzeyini aşar ve aklî düzeyde bir kavram olur. Bu düzeydeki bir inancın işlevi, biyolojik ihtiyaçları tatmin çabalarını, büyü tarzındaki akıldışı bir nedensellikle desteklemek değildir. Tam aksine, aklî inanç, başlı başına bir değerdir ve kültür eserlerinin ilhamını verir. Medeniyet kurucu aklî inanç, muhakemeyle sonuçları çıkarılan bağımsız bir tasarım olduğu için, kültürü ilerleten, zenginleştiren, genişleten, derinleştiren bir kaynaktır. Bir medeniyet çerçevesinde ne gibi eserlerin meydana getirildiği, o eserlerin tarzı ve üslûbu, muhakkak ki toplumun yaşadığı coğrafyadan, iktisadî imkânlardan, toplumun tarihinden intikal eden özelliklerden etkilenir. Fakat medeniyetin, her şartta uyguladığı nihaî ölçü, kültür eserlerinin, inanç ve ahlâk nizamının vazgeçilmez esaslarıyla bağdaşmasıdır. Ortaya konulan medeniyet teorisine göre medeniyetin esası, bir inanç ve ahlâk nizamıdır. Medeniyet, kültür eserlerinin meydana geldiği içtimaî ortamı hazırlayan, o eserleri tasarımlamak için gerekli ruhî yönelişi ve enerjiyi sağlayan kaynaktır. Böylece teori, aynı anda, kültür ve medeniyeti hem kavramsal olarak ayırt eder, hem de ikisi arasındaki bağı gösterir.
Teori ışığında, kültür ve medeniyetle ilgili olgulardaki düzeni görmek mümkündür. Şaşırtıcı görünen bazı tezahürler, onları ortaya çıkaran şartlar aydınlanınca, anlaşılır hale gelir. Batı medeniyetinin evrensel bir medeniyet olduğu iddiası, teori açısından nasıl görünüyor? Bir kere teori, Batı medeniyetinin bilim ve teknolojiye dayandığı görüşünün bir yanılgı olduğunu söyler. Eğer medeniyet, bir inanç ve ahlâk nizamı ise, Batı medeniyetinin esası bilim ve teknolojidir denilemez. Çünkü bilim ve teknoloji, Batı medeniyeti kültürlerinde çok önemli bir yer tutmakla birlikte, yine de kültür unsurlarıdır. Bir inanç ve ahlâk nizamı olan medeniyet, kültürü doğuran kaynak olduğuna göre, Batı medeniyetinin esasını anlamak için, Batı medeniyeti kültürlerini doğuran, çeşitlendiren, zenginleştiren inanç ve ahlâk nizamının ne olduğunu teşhis etmek gerekir. Bilim, doğa olayları üzerinde gözlem ve muhakeme yaparak, o olayları doğuran süreçleri tasarımlar. Bilimin asıl ayırt edici niteliği, ulaştığı açıklama mahiyetindeki tasarımları, yeni birtakım gözlem ve muhakemelerle tahkik etmesidir. Yani bilim, gözlenebilir olayların tahkik edilebilir bilgisidir. Bilimin metodolojik mantığı gereği, tahkik işlemleri hiçbir safhada kesin bilgi vermez. Çünkü bilim, doğa olaylarını doğuran süreçlere ilişkin genel ve soyut prensipleri, somut gözlemler üzerindeki muhakemenin sağladığı kanıtlara göre kurar. Doğadaki gözlemler ise tüketilemez. Bunun için bilim varsayımsal bilgi veri r. Bilimde "teori" denilen açıklamalardan başka bir şey olmayan varsayımsal bilgiler, gözlem kanıtlarıyla desteklendiği sürece muhafaza edilir. Fakat, gelecekte yapılacak gözlemlerin o bilgileri yanlışlaması imkânı mantıken ortadan kaldırılamayacağı için, bilim, ortaya koyduğu bilgilerin varsayımsal konumda kalacağını kabul eder. Bilimin bu tutumu dolayısıyladır ki, her bilimsel bilgi sürekli sorgulanır ve yeni muhakemelere göre yapılan deneylerle tahkik edilir. Bilimin donup kalmaması, sürekli ilerleme sağlaması bu nedenledir. Yani bilim ancak varsayımsal bilgilerin eksiklerini tamamlamak ve yanlışlıklarını düzeltmek suretiyle ilerler. Zaten bilimin bu suretle ilerlemesi, bilimin ortaya koyduğu bilgilerin kesin olmadığını gösterir. Bilimsel bilginin ancak bir ihtimaliyet derecesiyle doğru olduğu ve daima varsayım konumunda kalacağını kabul etme, bilimsel araştırmaların sürekliliğini ve bilimin ilerlemesini sağlar.
Eğer bilim bu nitelikte bir bilgi türü ise, nasıl olur da Batı toplumlarının düzen ve istikrarı, ihtimalî ve varsayımsal konumda olan ve sürekli değişmeye uğrayan bilime dayanır? Bir toplumun pek az sayıdaki ferdinin uzmanca uğraştığı, nüfusun büyük çoğunluğunun mahiyetini anlamadığı soyut bilgilerin, bir toplumun yapısını meydana getiren ili şkiler nizamının temeli olabileceğini düşünmek, sosyolojik mantığa sığar mı? Açıkça anlaşılıyor ki, bilim Batı medeniyetinin esası olamaz. Medeniyet, toplumun temelindeki inanç ve ahlâk nizamını temsil eden sosyolojik bir kavram olarak tasarımlanmadığı için, bilimin göz kamaştıran teknolojik uzantıları somut olarak fark ediliyor ve insanlığın ilerlemesi olarak değerlendiriliyor. Teknolojik ilerleme, taş devrinden beri görülen bir hâdisedir. Fakat Hint medeniyetinin, Çin medeniyetinin, Türk medeniyetinin, Mezopotamya medeniyetinin, Mısır medeniyetinin, Yunan medeniyetinin, Roma medeniyetinin, o medeniyetlerin her birine özgü ayrı bir teknolojik düzeye dayandığını hiçbir bilim adamı iddia etmemiştir. Bu medeniyetlerin hepsi, bir inanç ve ahlâk nizamına, bir dünya görüşüne dayanmıştır. Eğer, medeniyetin inanç ve ahlâk nizamı olarak teorik düzeyde kavramlaştırılması bilimsel bir değer taşıyacaksa, Batı medeniyetinin de bir inanç ve ahlâk nizamına dayandığı gösterilmelidir.
Batı medeniyeti, Roma medeniyetinin zulmüne ve çöküş devrindeki ahlâk düşkünlüğüne bir ilâç olarak gelen Hristiyanlık inancından kaynaklandı. Fakat hiyerarşik bir teşkilât haline gelen Kilise'nin bin yıllık tahakkümüne tepki olarak ortaya çıkan Rönesans düşüncesi, hümanist yönelişi doğurdu. Hümanizm, vahye dayalı dini reddederek, insan aklının tek bilgi kaynağı olduğunu ileri sürdü. Allah'ın emir ve yasaklarını tanımayarak insanın kendi iradesini, tek yetki kaynağı kabul etti. Zamanla Kilise'nin kendi içinde bile hiyerarşik teşkilâtın tahakkümüne karşı direniş başgösterdi. Protestan mezheplerinin kuruluşuna yol açan Reform hareketleri önceleri hümanist düşünceden destek aldıysa da, vahyi ve Allah'ın iradesini kabul etmeyen eğilimin hümanist yöneliş içinde ağır bastığı iyice anlaşılınca yollar ayrıldı. Bununla birlikte bir içtimaî ve fikrî cereyan olarak hümanizm etkili oldu. Hümanizmin tabiî uzantısı olan bireycilik inancı ruhları sardı. İnsan aklının yegâne otorite olduğuna ve her bireyin kendisi için neyin iyi olduğuna en iyi kendisinin karar vereceğine inanma, bireyin özgürlüğünü en yüce değer mertebesine yükseltti. Roma medeniyeti, Ortaçağ Avrupasını yoğuran Hristiyan medeniyetini idarî teşkilât, devlet yönetimi ve hukuk bakımlarından etkilerken, ona birtakım tutum ve inançlar da aşılamıştı. Bugünkü Batı medeniyetinin ruhuna sinmiş olan eşitsizlik ve ayrımcılık tutumunun ve şiddet eğiliminin kökü Roma'dan gelir. Rönesansta Yunan ve Roma medeniyetinin eserleriyle yeniden temasa gelme, bir taraftan dikkatleri ahiret hayatından bu dünyadaki hayata çevirirken, diğer taraftan güce tapmayı ve başarma ihtirasını bir inanç haline getirdi. Başarma ihtirası ve güce tapma, Yunan ve Roma medeniyetlerinden süzüldü. İnsan aklını ve iradesini, hayatı düzenleyen tek kaynak olarak gören hümanizm ve onun uzantısı olan bireycilik inancı, başarma ihtirası ve güce tapma ile bütünleşti. Bin yıldan fazla ruhlara hükmetmiş ve topluma nizam vermiş olan Hristiyanlık, birkaç yüzyıl süren içtimaî, fikrî, dinî ve siyasî mücadeleler sonucunda, bir vicdan meselesi olarak görüldü ve içtimaî hayatta geri plana çekildi. Fakat geniş halk yığınlarının ruhunda duygusal bakımdan önemli bir yer işgal etmeye devam etti. İnsan aklının ve bireysel özgürlüğün kutsallığına inanma, başarma ihtirası ve güce tapma, içtimaî hayatı yoğuran ruhî kuvvetler oldu. İşte Batı medeniyetinin temeli olan inanç, bir tarihî mücadele süreci içinde çeşitli kaynaklardan beslenerek bir alaşım halinde böyle oluştu. Artık o bir Hristiyan medeniyeti olmadığı gibi Hristiyanlıktan soyutlanmış bir medeniyet de değildir. Bu alaşımdaki Hristiyanlık öğesinin, fertlerin ruhî hayatında oynadığı rol merak edilebilir. Fakat bu rolün niteliği ne olursa olsun, şurası muhakkak ki gözlenebilir davranışlara ve içtimaî ilişkilerin düzenlenmesine yansıyan hâkim öğeler, Yunan ve Roma medeniyetlerinden kaynaklanan başarma ihtirası ve güce tapma öğesi ile insan aklını ve bireyin özgürlüğünü kutsallaştıran hümanist inanç öğesidir. İşte Avrupa ülkelerinin ve Avrupa'nın uzantısı olan Amerika Birleşik Devletleri'nin kültürlerini şekillendiren inanç alaşımı budur. Bu inanç ve ona bağlı ahlâk nizamı Batı medeniyetinin esasıdır.
İslâmiyet gibi bir vahiy kaynağının belirli ve sabit ahlâk nizamı içinden bakanlar, Batı kültürlerinin tâbi olduğu ahlâk nizamı çerçevesindeki birçok davranışları ve ilişki esaslarını "ahlâk" kavramıyla kolay kolay bağdaştıramaz. Fakat sosyolojik açıdan ahlâk, ilişkileri düzenleyerek toplum hayatına istikrar kazandıran kurallardır. Bir toplumun üyelerinin ortaklaşa benimsediği kurallar, başka topl umların gözünde "ahlâksızlık" sayılsa bile, o toplumun ahlâkıdır. Bu teorik yaklaşımda "ahlâk," düzen ve istikrarı sağlayan davranış kuralları olarak, içeriğine göre değil, yerine getirdiği içtimaî işleve göre kavramlaştırılmıştır. Batı medeniyetinin ahlâk nizamında, bireyin başkasına zarar vermemek şartıyla istediği gibi davranma, istediği gibi düşünme özgürlüğü vardır. Bireycilik inancı toplumda benimsenmişse, ortaya çıkan ahlâk kuralı, şu ya da bu biçimde davranma değil, başkalarının hukukunu çiğnememek şartıyla bireyin istediği gibi davranması ve başkalarının da onun davranışını hoşgörü ile karşılamasıdır. Bu gayet geniş çerçevede herkesin davranışı, kişinin kendine ait bir meseledir. Bu inancın kültürü belirlediği ortamlarda, bir kimsenin, talep edilmedikçe başka birine nasihat etmeye kalkışması, muhatabın özel hayatına müdahale anlamı taşır. Nasihat eden, iyi niyetli bir kimse olarak değil, muhatabının şahsiyet sınırlarına tecavüz eden bir kimse olarak algılanır. Bazı kültürlere göre sapıklık ve hayâsızlık sayılabilecek bir sürü davranışlar, bireysel özgürlüğün ifadeleri olarak Batı kültürleri içinde yer bulur. Akla gelebilecek ve hatta bireycilikten uzak toplumlarda akla bile gelmeyecek her türlü düşünce ifade edilir. Çeşit çeşit felsefeler, insan icadı türlü dinler, ideolojiler ortaya konur. Önemli önemsiz amaçlarla, hatta çeşitli kaprisleri tatmin için çeşit çeşit dernekler kurulur. Batı medeniyetinin, bütün bu kültür unsurlarına imkân veren inanç ve ahlâk nizamı, aynı zamanda bilim ve teknolojinin önemli bir kültür unsuru olmasına da yol açmıştır. Çünkü bilmek ve yapabilmek güç ve başarı demektir; güç ve başarı, tapınılacak derecede kutsallaştırılmış bir inanç öğesidir. Ayrıca, bilim ve teknolojinin yol açtığı sürekli değişim, bireysel özgürlüklerin her istikamette ifade imkânı bulması için müsait bir ortam hazırlamaktadır. Gücü ve başarma ihtirasını kutsallaştırma ve insan aklını ve bireyin iradesini yüceltme diye belirlenen bu iki inanç öğesinin verdiği ruh enerjisi, bilime değer verilmesini ve onun teknolojik imkânlarının araştırılmasını teşvik etmektedir.
Batı medeniyetinin inanç ve ahlâk nizamına ilişkin açıklamaların bu noktasında durarak, Said Nursî'nin Batı medeniyetine yaklaşımını tahlil edelim. Nursî, Batı medeniyetinden, "Avrupa medeniyeti," "medeniyet-i hazıra," ve sadece "medeniyet" diye bahsettiği gibi, "vahşî medeniyet," "mimsiz medeniyet," diye de bahsediyor. Nursî'nin Batı medeniyeti karşısında ikili bir tavır aldığı görülüyor. Bir tarafta bilim, fen, sanat faaliyetlerindeki verimlilik, mal ve hizmetlerin üretimindeki büyük artış, etkili teşkilâtlarla hayatın hızlanması ve kolaylaşması olguları, onda müspet bir yaklaşım uyandırıyor. Diğer tarafta sefahet hayatı, nefsanî hevesler, şöhret hırsı, bencillik, Allah'ın koyduğu sınırları tanımadan yaşama ve onun "medeniyet fantaziyeleri" dediği gereksiz lüks ve eğlence vasıtaları, onda menfi bir yaklaşım uyandırıyor. Birinci gruptaki müspet olgular, insanın yüksek ruhî melekelerini geliştirirken, ikinci gruptaki menfi olgular insanın yaratılışındaki asil ve yüce tarafları dumura uğratarak insanı uyuşturuyor. Bu durum karşısında Said Nursî, "iki Avrupa" olduğunu düşünür. Birincisi, İsevîlikten aldığı feyizle insanın içtimaî hayatı için yararlı sanatları ve adalete hizmet eden fenleri takip eden Avrupa'dır. İkincisi, dalâletli bir felsefeyi ve sefahet hayatını besleyen Avrupa'dır.
Bir medeniyet, inanç ve ahlâk nizamı olarak bütünlük gösterir. Ortaya konulan medeniyet teorisi açısından, Avrupa milletlerinin bağlandığı inanç ve ahlâk nizamı, o milletlerin kültürlerinde Said Nursî'nin tespit ettiği iki "Avrupa"yı da doğuruyor. İki Avrupa'yı da ortaya çıkaran bir ve aynı kaynak teşhis edilmezse, gerçekten "iki Avrupa" olduğu görüşünden çıkarılacak sonuçlar yanıltıcı olur. Aslında, var olan, o "iki Avrupa'yı da besleyen bir tek Batı medeniyetidir. İki Avrupa, Avrupa milletlerinin kültürlerindeki farklı içeriklerdir. Kültür unsurları olarak o içerikler, Batı medeniyetinin inanç ve ahlâk nizamının imkân verdiği hayat tarzının tezahürleridir. Ruhların gerisinde bir tiyatro dekoru gibi duran ya da bilinçaltından bir kâbus gibi ruhu tırmalayan, fakat yaşanan hayattaki fiillere istikamet verici bir etkisi olmayan Hristiyanlığın yanısıra güce ve başarıya tapma ile ilâhî sınır tanımayan bireysel özgürlükten oluşan bir inanç ve ahlâk nizamı kaynağı, bilim, teknoloji, sanat, felsefe kadar, ayıp ve günah nedir bilmeyen bedensel haz tutkunluğunu, içki, kumar, uyuşturucu, eğlence sefahetini, lüksü, ihtişamı, konforu, zayıfı ezmeyi, fakire merhametsizliği, acımasız ve hakkaniyetsiz rekabeti, sapkınlıkları, garabetleri, aile hayatının dağılmasını da doğurmaktadır. İnsanların kabiliyetleri, mizaçları, yetişme şartları değişik olduğundan, bireysel özgürlük ekseni etrafında her istikamete gitmeye cevaz veren bir inanç ve ahlâk nizamı çerçevesinde Said Nursî'nin algıladığı birinci Avrupa'nın yanısıra ikinci Avrupa da ortaya çıkmakta ve gelişmektedir. Aslında Avrupalılar iki Avrupa görmüyorlar. Onların nazarında kendi kültürleri bir bütündür. Bağlandıkları inanç ve ahlâk nizamının gereği olarak kültürün bütünlüğü içinde çeşitlenmeler, farklılaşmalar ve hatta zıtlıklar olması tabiîdir.
Said Nursî Batı medeniyetinin kötülüklerinin iyiliklerine galip geldiği görüşündedir. Avrupalıların bu görüşe katılıp katılmadığı meselesi ayrı bir konudur. Fakat bu meseleden bağımsız olarak onlar, Said Nursî’nin kötülük olarak gördüğü kültür unsurlarından bir kısmını kötülük olarak görmüyorlar. Öte yandan, kötülük olarak gördükleri kültür unsurlarının oluşumunu, bireylerin özgürlüğünü sınırlayarak engellemek istemiyorlar. Bunun yerine, yine Batı medeniyetinin inanç ve ahlâk nizamının gereği olarak, o “kötülükler”i kişilerin kendi sorumluluğuna ve idrakine bırakmayı, onlara katlanmayı, onların etkilerini hafifletecek çareler bulmaya çalışmayı, bir aydınlanma ortamı hazırlayarak kişilerin bilinçli olarak fiillerini seçmelerini sağlamayı yeğ tutuyorlar.
Avrupa kültürlerindeki iyi taraflar da kötü taraflar da aynı inanç ve ahlâk nizamından kaynaklanıyor. Her çeşit Avrupa felsefesi de o medeniyetin inanç ve ahlâk nizamının düşünceye belli bir istikamet ve sınır tanımak istemeyen ruhundan kaynaklanmaktadır. Bu felsefelerin içinde samimî dindarane felsefeler ve insanlığı iyiliğe sevk etmek isteyen düşünce sistemleri de vardır. Bu itibarla, Said Nursî Kuran'la barışık felsefeyi mataryalist felsefe bir tutmamıştır. Bununla birlikte, Avrupa medeniyetini ve İslâm medeniyetini, dayandıkları esaslar bakımından mukayese ederken, inanç ve ahlâk nizamı ile ilgili hususlar üzerinde durmuştur. Ona göre, Batı medeniyeti, “kuvvet”i dayanak noktası kabul eder. Hedef olarak “menfaat”i bilir. Batı medeniyetinin hayat prensibi “cidal”dir. Bu medeniyet, toplumları birarada tutan bağ olarak ırkı ve menfi milliyeti görür. Bu medeniyetin gayesi, nefsanî hevesleri tatmin ve ihtiyaçları çoğaltmaktır. Kuvvetin gösterdiği yol, tecavüzdür. Menfaat, her arzuya kâfi gelmediğinden, onun gösterdiği yol, boğuşmaktır. Cidal prensibinin gösterdiği yol, çarpışmaktır. Başkasını yutarak beslenen ırk ve menfi milliyetin gösterdiği yol, tecavüzdür. Kur‘an’ın hikmeti ise, dayanak noktası olarak kuvvet yerine “hakk“ı kabul eder. Gayede, menfaat yerine “fazileti ve rıza-yı İlâhî”yi kabul eder. Hayatta, cidal yerine “yardımlaşma” prensibini esas tutar. Toplumu birarada tutan bağ olarak, ırk ve menfi milliyet yerine “din ve vatan” bağını gözetir. Kur’an hikmetinde gaye, nefsanî heveslerin meşru olmayan tecavüzlerine set çekmek, kişiyi ulvî emellere teşvik etmek ve insanı kemâle eriştirmektir. Hakkın gösterdiği yol, birleşmedir. Faziletin gösterdiği yol, dayanışmadır. Yardımlaşmanın gösterdiği yol, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin gösterdiği yol kardeşliktir. Benliği gemlemenin ve ruhu kemâle erdirmeye çalışmanın gösterdiği yol, dünya ve ahiret saadetidir.
Said Nursî pek çok yerde Batı medeniyetinden, "medeniyet," "medeniyet-i hazıra" diye söz eder. Böylece, Avrupa medeniyetinin bugün medeniyet denince akla gelebilecek yegâne medeniyet olduğu, medeniyetin en ziyade ilerlemiş şekli olarak çağın medeniyetini temsil ettiği ve ondan başka medeniyetlerin değerine gölge düştüğü kanaatinde olduğu izlenimini verir. Bu kanaatin kendi samimi kanaati olmadığı, medeniyet-i hazıra ile Kur'an hikmeti arasında yaptığı mukayeseden bellidir. Öyle anlaşılıyor ki, bu terimlerle Nursî, yaygın kanaate tercüman olmakta, fakat gereken yerlerde medeniyet-i hazıranın aldatıcı ve aslında vahşî bir medeniyet olduğunu açıkça ifade ederek yaygın kanaatin yanlışlığını ve kendisinin başka türlü düşündüğünü göstermektedir.
Bu durum karşısında, İslâm ülkelerinin ve bu arada Türkiye'nin Batı medeniyetiyle ilişkilerinin ne olması gerektiğini mütalâa ederken,Said Nursî, kültürün bir inanç ve ahlâk nizamına bağlı olarak geliştiği görüşünde olduğunu zımnen ifade etmiştir. Onun gözlemlerine göre, şimdiye kadar Batı kültürlerinden hep kötü taraflar girmiştir. Oysa Batının bilimine ve fennine ihtiyaç vardır. Ona göre, kendi inanç ve ahlâk nizamımızın değerine şüphe ile bakılmaya başlandığı için, mukaddesatı feda etmek ve dinin bir kısmından vazgeçmek karşılığında bilim ve fen alınabileceği sanılmıştır. Fakat kültürümüze, içtimaî dokuyu zedeleyen medeniyet fantaziyeleri girmiş, gerçek anlamda bilim ve fen girmemiştir. Said Nursî'nin bu tespitinde şaşacak bir taraf yoktur. Çünkü medeniyet fantaziyeleri, toplumun inanç ve ahlâk nizamını gevşetmekle kolayca girebilir. Buna mukabil, insanların çok çalışmasını, hayatını vakfederek düşünmesini ve araştırmasını gerektiren bilim ve fen gibi ciddî faaliyetleri sürdürebilmek için bilakis, bir inanç ve ahlâk nizamının vereceği ruh ve enerjiye ihtiyaç vardır. Türkiye, kendi inanç ve ahlâk nizamının sarsılmasına göz yummuş, hatta o sarsıntıyı artıran icraat da yapmıştır. Öte yandan, Türkiye, Avrupa'nın inanç ve ahlâk nizamını kavramaktan uzaktır. Ayrıca, onun ne olduğunu tam mânâsıyla anlamış olsa bile onu edinmesi imkânsızdır. Çünkü o inanç ve ahlâk nizamı, tarihî süreç içinde bir sürü mücadeleler, içtimaî, iktisadî, felsefî, dinî boğuşmalar sonucunda, çeşitli kaynakların etkisiyle oluşmuş bir realitedir. Onun için Avrupa medeniyetinin inanç ve ahlâk nizamı, bir kararla benimsenebilecek bir şey değildir. Birinci olarak, bize iyi ve kötü gelen sonuçları olsa da, insanın o inanç ve ahlâk nizamını ruhunda duyması gerekir. İkinci olarak, nizamın gereklerine göre fiillerini tabiî olarak şekillendirmesi için, müsait bir içtimaî yapının meydana gelmesi gerekir. Bu ruh ve içtimaî yapı olmadan, bilim ve fenni değerli görerek alma arzusu ancak yüzeysel taklitten ibaret faaliyetlerden ya da hazır nakledilen bilgiler ve ürünlerden başka bir şey doğurmaz. Said Nursî, kültür ve medeniyet arasındaki bağı bilimsel bir teoriye göre tahlil etmemiş olsa bile, bu bağı sezerek yazmıştır. Türkiye'nin içine düştüğü cehalet, sefahet ve aczden kurtulması için Nursî'nin teklif ettiği yol, "mimsiz medeniyet" dediği Batı medeniyetine özenmeyi bırakarak, Kur'an medeniyetine yeniden dört elle ve sımsıkı sarılmaktır. Nursî şunları idrak ettirmek istiyor: bu milletin ruhunda ancak İslâmiyetin inanç ve ahlâk nizamı feyz kaynağı olabilir. Değerli işler yapma azmini verecek bu kaynağı ruhların derinliklerinden bilinç seviyesine çıkarmadıkça, yarım yamalak işlerle milletin enerjisi ısraf edilmiş olacaktır. Bu kaynağı ihmal ederek Batı medeniyetine özenmenin, o medeniyetin kültürlerindeki kötülükleri almaktan başka bir işe yaramadığını anlamaya iki yüzyıllık tecrübe kâfi gelmiyor mu? Madem ki Avrupa'nın ruhu sende yok, o halde kendi ruhunu kuvvetlendir; İslâmiyetin hikmetini anla. Allah'a kulluk etmek için ibadet et. Fakat ibadet etmekle kalma; Allah'ın verdiği aklı, Allah rızası için, hakikatı araştırma yolunda çalıştır; bulduğun hakikatları insanların hayrına kullan. Böylece Allah'ın öğütlediği istikamette adaleti daha iyi yerine getir; insanların işini kolaylaştır; fakire fukaraya ekmek kapısı aç; içtimaî tesanüdü kuvvetlendir; dünya nimetlerini ve ahiret saadetini elde etmek için azim ve gayretle çalışan insanların huzurlu toplumunu kur. Dünyadaki bütün insanlara da iyilikle ve adaletle yaklaş, onlara örnek ol. Böylece İslâm medeniyetini, bütün insanları imrendirecek evrensel boyutuyla sergile. Said Nursî'nin söylediği, öz olarak budur.
Demek oluyor ki, ancak bir medeniyetin inanç ve ahlâk nizamının telkin edebileceği ruh olmadan, bilim ve fen gibi derin faaliyetler başarılamaz. Batı medeniyetinin ruhu, bilim ve fenne de ahlâk düşkünlüklerine de, yüce duygulara da sefahete de yolu aynı derecede açıyor. Fakat o medeniyete mensup milletlerin, bilimde, fende ve iktisadî hayatta, teşkilâtta, siyasette, silâhlı güçte ilerlemeleri, onların ruhî ve içtimaî hayatındaki feci manzaraların üstünü örtüyor ve o milletler Batı medeniyeti çerçevesinde yola devam etmeyi hâlâ başarıyorlar. Bu daha ne kadar devam eder? Bu soruya cevap verilemez. Medeniyetlere ömür biçmek, bilim ve muhakeme işi değildir; kehânete girer. Bugünkü hayatımız bakımından önemli olan husus, Batı medeniyetinin yaşayan bir medeniyet olduğunu kabul etmek, onun niteliklerini bilmek ve onunla ilişkilerimizi iyi tayin etmektir. Batı ile siyasî ve iktisadî ilişkiler kurabiliriz; kültür alışverişi de yapabiliriz. Fakat ilişkilerin ve alışverişin sağlıklı olması için meseleye kendi medeniyetimizin penceresinden bakmak lâzımdır. Milletin hayatı demek olan kültürde kötülüklerin önlenmesi ve iyiliklerin teşvik edilmesi isteniyorsa, İslâmiyetin inanç ve ahlâk nizamını etkili bir terbiye ile çocuklarımıza kazandırmalıyız. Said Nursî'nin gayesi, medeniyeti sarsılmış bir toplumda, Kur'an medeniyetini ruhlara yerleştirmek için bir terbiye çabasını başlatmaktan ibarettir. Medeniyetin en yüksek derecesi, ferdin ruhu açısından, Kur'an'ın telkin ettiği imana erişmek ve içtimaî hayat açısından, Kur'an'ın talim ettiği ahlâkı haiz olmaktır. Hakiki medeniyet, fert ve toplum dengesini, dünya ve ahiret dengesini, ruh ve madde dengesini, iman ve akıl dengesini, ubudiyet ve hürriyet dengesini, biyolojik ihtiyaçların tatmini ve ulvî niteliklerin kazanılması dengesini kurmuş olan İslâm medeniyetidir. Bu medeniyet, Allah'ın insanlara ihsan ettiği yaşanabilir bir hayat tarzıdır. Yaşanabilir olduğunu, "ben de sizin gibi bir insanım" diyen sevgili peygamberimiz Hazreti Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem kendi mübarek hayatıyla göstermiştir. İslâm medeniyeti, o mübarek hayatı şekillendiren ruhtur. İnsan ne kadar akıllı olursa olsun hayat, insanın kendi akl ıyla çözümleyemeyeceği belirsizliklerle doludur. Allah, bu belirsizlikler ortasında yolunu şaşırmaması için insana Kur'an'la istikamet vermiştir. İman edenler için ne büyük bahtiyarlıktır ki Resul-ü ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, Kur'an'ın öğütlerine göre nasıl yaşanacağını apaçık bir örnek olarak kendi hayatıyla göstermiştir.
Sonradan işler iyi gitmemişse, Kur'an'ın gösterdiği istikametten sapıldığı ve âlemlere rahmet olan Peygamberimiz Hazreti Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemin hayat örneğinden uzaklaşıldığı içindir. İslâm ülkelerinin bugünkü haline işaret ederek İslâm medeniyetine gölge düşürme gayreti yanlış bir mantığa dayanıyor. İslâm ülkelerinin durumu, sadece, düşünceleri, duyguları ve fiilleriyle Müslümanların, İslâm medeniyetinin inanç ve ahlâk nizamından ne kadar uzakta olduğunu gösterir. Bugün İslâm medeniyetini ihya davası, Müslümanların, İslâm medeniyetinin inanç ve ahlâk nizamının bilincine varması ve kendilerini düzeltmesi davasıdır. İslâm medeniyeti, bir inanç ve ahlâk nizamı olarak diri ve tazedir. Bu müstesna medeniyet, bu ilk ve tek hakiki medeniyet, Allah'ın vahyettiği bu inanç ve ahlâk nizamı, bütün insanlar içindir. İslâmiyet hiçbir kavmin dini değildir; Allah'ın bütün insanlar için seçtiği dindir. Bu din, kendini ıslah etmek, dünya ve ahiret saadetini elde etmek isteyen herkesin muhtaç olduğu bir rahmet ve hikmet kaynağı olarak kıyamete kadar muhafaza olunacaktır. Onun koruyucusu Allah'tır. Öyleyse, İslâm'da reform olmaz; gerekli olan şey, İslâm medeniyetinin esası olan inanç ve ahlâk nizamına göre, Müslümanların, kendi ruhlarında ve kendi hayatlarında yapacakları restorasyondur.
* * *
Prof. Dr. Yılmaz ÖZAKPINAR
1934 yılında Boyabat'ta doğdu. İlk-orta-lise eğitimini İstanbul'da tamamladı. 1975 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi. 1960 yılında Cambridge Üniversitesi Biyoloji Fakültesi Psikoloji Bölümünden mezun oldu. 1964 yılında doktor, 1978 yılında profesor oldu. Halen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi olarak görevini sürdürmektedir.
Eseleri:
- Psikolojinin Temel Mefhumları
- Öğrenmede Dikkat Problemi
- Hatırlama ve Tanıma Prosesleri
- Mümtaz Turhan ve Batılılaşma Meselesi