Küreselleşmenin Eşiğinde İslâm-Hıristiyan Diyaloğu
Batı kaynaklı bir kavram olan "küreselleşme" Batı dillerinde -kelime olarak- globalization;mondialization; globalizacion, globalisierung olarak adlandırılmıştır. Kelime lügatte "bütün dünyayı içine alan" ya da "bütün dünya için geçerli olan" anlamında kullanılmaktadır. Bu anlamda bu gün Küreselleşme, hayatın hemen her alanıyla ilgili dikkate alınması gereken, bir kavram olarak önümüzde durmaktadır.
Bu çalışmada yapmak istediğimiz şey, İslam-Hristiyan diyaloğu bağlamında Bediüzzaman Said Nursi'nin küreselleşmeye dair görüşlerini anlamaya ve bu çerçeve de İslam-Hristiyan diyaloğunu irdelemeye çalışmaktır.
* * *
İslâmiyet, kişilerin hak ve hürriyetleri ile topluluğun dirlik ve düzenini dengeye oturtan ve koruyan bir düzendir.
İslâm kelimesinin kökü "silm"dir. Silm çobanların azıklarını hayvanların yemesinden korumaları için koydukları yüksek kayadır ve insanlar oraya merdivenlerle çıkabilirler. Süllem de bu kayalığa çıkmak için ağaçları bağlayarak yaptıkları merdivendir.
Sonraları selamette olmak anlamında bu kelime selamlaşmak için kullanılmaya başlandı. İki bedevi karşı karşıya gelir de birbirleri ile selâmlaşırlarsa, artık aralarında kan da olsa birbirlerine dokunmazlar.
Kur'ân herkese selâm verilmesini ve verilen selâmın alınmasını emrederek tüm insanları genel barış içine sokmuştur. Eskiden savaş asıl barış istisna idi. İslâmiyet barışı asıl, savaşı istisna haline getirdi. Yani eskiden insanlar sebep varsa barışır, yoksa savaşırlardı. İslâmiyet'te ise, sebep varsa savaşılır, yoksa barış içinde yaşanılır.
Bilindiği gibi canlılar arasında iki temel kanun vardır: Bunlardan biri "çatışma kanunu"dur. Buna göre canlılar devamlı olarak birbirleri ile çatışma halindedir. Kim zayıf ise o yenilir. Yenen ise yenilenin bedeninden beslenir, semirir ve yaşar. Burada denge çıkar çatışması üzerine kurulmuştur. Buna "kuvvet düzeni" denir.
Diğer taraftan birçok canlı arasında dayanışma vardır. Mesela, insanın hücreleri ayrı ayrı canlı oldukları halde birbirleriyle çekişmezler, tam tersine birbirlerine dayanarak hayatlarını sürdürürler. Buna "hak düzeni" diyoruz. Yani çatışmadan herkes kendi hakkını alır. Ortaklaşa yaşama ise gelişmeye ve korunmaya sebep olur. Bunlar arasında "çıkar paralelliği" ilkesi geçerlidir.
İslâmiyet tüm insanların dayanışma içine girmelerini, çıkar çatışması içinde olmamalarını; ancak bu düzeni kabul etmeyip çatışma içinde olanlara karşı da kuvvetli olunmasını ve misli ile mukabele edilmesini ister.
İslâmiyet kişilerin hak ve hürriyetleri ile topluluğun dirlik ve düzeni arasındaki dengenin sağlanabilmesi için dört mekanizma getirmiştir: Bunlar içtihat, akit, hakemlik ve emirlik müesseseleridir.
Diğer canlılar ya kendilerini tamamen topluluklarına adamışlardır. -Topluluk da onların tüm ihtiyaçlarını karşılamak durumundadır. Arılarda durum böyledir. Marks insanlar için bu tür bir düzen önermiştir.- Ya da her canlı tek başına kendi hayatını kendi insiyakları ile düzenler ve kendi yaşamının çaresine kendisi bakar. Adam Smith de insanlara bu hayatı önermiştir.
İslâmiyet ise bu iki hayatın uygun bir sentezi olan bir düzeni önermektedir. Yani bir taraftan ayrı ve hür yaşayan hayvanlarda olduğu gibi kişinin hak ve hürriyetlerini korumakta, diğer taraftan topluca yaşayan hayvanlar gibi topluluğun dirlik ve düzenini sağlamaktadır. Bu şekilde yaşayan başka canlı da yoktur.
Bunu sağlayabilmek için İslâmiyet içtihat müessesesi, serbest sözleşme müessesesi, hakemlik müessesesi ve başkanlık müessesesi olmak üzere dört temel müessese getirmiştir. Hayvanlarda içtihat, sözleşme ve hakemlik yoktur. Hayvan topluluklarında gerçi bir başkan vardır. Ancak onların başkanı ile insanların başkanları arasında fark vardır. İnsan başkanını değiştirebilmektedir. Başkanın kararlarından zarara uğrarsa, hakemlere giderek zararlarını telafi etmektedir.
İnsana "sen hürsün" demekle insan hür olmaz, tam tersine onu fiilen hür kılmakla hür olur. Bunun için de ona hürriyetini yaşama imkânı verilmelidir. Bunu da topluluk sağlar. Yani İslâmiyet'te topluluk kişinin hürriyetini kısmak için değil, hürriyetini yaşayabilecek imkânları sağlamak için vardır. Bundan dolayıdır ki devlet "hâkim" değil "hâdim"dir.
Sözleşme yapılırken taraflar tamamen serbesttirler. Sözleşme yapıldıktan sonra artık söz sözleşmenindir. Sözleşme ne derse, tarafların ona uyma zorunluluğu vardır. Ancak sözleşmenin delalet ettiği mânâ da kesin değildir. O da içtihada bağlıdır. Uygularken her uygulayıcı sözleşmeleri kendine göre yorumlayıp uygular. Burada da içtihat kuralı geçerlidir. Kimse kimsenin amiri değildir ve kimse başka birinin anlayışına uymak zorunda değildir. Yalnız bu yorum ve anlayıştan mağdur olanlar olmaktadır. Ayrıca insanın sözleşme dışında da hakları ve görevleri vardır ve bunlar sözleşmeden doğan hakların yanında var olan tabii haklardır. Yakınlıktan doğan haklar, komşuluktan doğan haklar, emekten doğan haklar vardır. Bunların da sınırı belirlenmelidir. Çıkacak her türlü nizalarda taraflar birer hakem seçerler. Bunların verdikleri kararlara taraflar uyarlar. Hakemleri taraflar seçtikleri için kişinin hak ve hürriyetleri korunmuş olmaktadır. Hakem kararlarına uyma zorunlu olduğu için de topluluğun dirlik ve düzeni korunmaktadır. Batılılar buna yargı üstünlüğü diyorlar. Onlar da esasta yargının bağımsız ve tarafsız olması gerektiği kanaatindedirler. Ancak bunun mekanizmasını hâkimlerin vicdanlarına bırakmaktadırlar. İslâmiyet ise bunu hakemler sistemi ile çözmüştür.
Nihayet, gerek kişilerin hak ve hürriyetlerini korumak, gerekse topluluğun dirlik ve düzenini sağlamak için de birtakım ortak işlerin yapılması gerekmektedir. Bu işlerin başında, hakem kararlarına uymayanları hakem kararlarına uymağa zorlama gelmektedir. Bunun için halk ocakta (aşirette), bucakta (kabilede) birer başkan seçerler. Bu aşiret ve bucakta kalanlar buranın icması ile sabit olan ortak sözleşmelere uymak zorundadırlar. Burada kalanlar, kaldıkları müddetçe başkanın verdiği kararlara uyarlar. Başkan gelecekle ilgili uygulama kararlarını alır. Hakemler geçmişle ilgili mağduriyetleri gideren kararları alırlar. Kişiler aşiret ve kabilelerini kendileri seçerler. Yani hiçbir mağduriyete uğramadan ocak veya bucaklarını her zaman değiştirirler. Ama orada oturduklarında oranın dirlik ve düzenine uyarlar ve başkanlarının verdiği kararları dinlerler. Gerek hakemlerin gerekse başkanların kararlarını adil bulmayanlar o yerden göç ederler. Demokrasi böylece oluşur. Bu başkanlık kurallarında yeni sitelerin oluşması, halkın kendi istedikleri siteleri kurması veya kişinin istediği sitelere taşınması hakkı bulunmaktadır. Böylece demokrasi beş yılda yapılan seçimle değil, istendiği zaman yer değiştirmekle sağlanacaktır.
İman, sorumluluk duygusudur. Kişinin kendisini yaptıklarından sorumlu hissetmesi ve tüm davranışları ile hesap gününe hazırlanmasıdır. Bu sorumluluk duygusu kendisini var eden Allah'a karşıdır. O'na yani Allah'a er geç hesap verecektir. Ancak Allah kendi haklarını topluluğa bırakmıştır. Kişiler topluluğa karşı yükümlü ve sorumlu olurlar. Bu Allah'a karşı yükümlü ve sorumlu olmak demektir. Bununla beraber herkes Allah'a karşı sorumlu olup kişilere karşı sorumlu değildir. Bunun başka mânâsı, herkes topluluğa karşı sorumlu olup, başkan da olsa kişilere karşı sorumlu değildir.
İslâm, diğer insanlarla barış içinde yaşamaktır. Çıkacak ihtilafları hakemler yoluyla çözmektir. "Çıkar çatışması" yerine "çıkar paralelliği" içine girmektir. Kişilerin birbirine karışmamasıdır. İnsanlar ayrı ayrı yaşayacak şekilde yaratılmış olsalardı bu yeterli olurdu. Oysa insanlar kişiliklerini koruyarak topluluk içinde yaşayacak şekilde yaratılmışlardır. Kişi topluluk içinde doğar ve topluluk içinde yaşar. Anne babası olmasa, kişinin varlığı da söz konusu olmaz. Bitkilerde, birçok hayvanlarda ve insanlarda çiftleşme vardır. Yavru kendisi yumurtadan çıkar ve kendisi büyür. Ancak kuşlarda ve memelilerde yavrularına bakma ve büyütme mekanizması çalışmaktadır. İnsanlar için bu tamamen farklıdır. Bir defa anne ve baba on beş - yirmi yıl çocuklarına birlikte bakar ve büyütürler. Erginlik çağlarında ve hastalık gibi durumlarda birbirlerine yardım ederler. Yaşlanınca da çocukları tarafından bakılırlar. Tüm hayatları boyunca yakınları ile yardımlaşma ve dayanışma içindedirler.
Toplu bir durumda yaşamak zorunda olan insanlar için birçok hallerde birbirleri ile yardımlaşma zorunluluğu vardır. Ayrıca korunmak için de bir arada yaşama ihtiyacı vardır. Dayanışma, birine gelecek olan bir sıkıntıyı yardımlaşarak tümünün def etmesidir. Biri hasta olursa onun kalan işlerini diğer ortaklar yaparlar. Böylece hasta olan sigortalanmış olur. Primli sigorta yerine dayanışma sigortası. Bu hastalıkta böyle olduğu gibi savaş gibi afetlerin karşılanması da bu ilkeye dayanır. Bugün seni öldüren yarın beni de öldürür. O halde bugün ben bu mağdura yardım etmeliyim ki yarın da başkası bana yardım etsin. Bu dayanışma mantığı topluluğu ayakta tutacaktır.
Toplulukta dirlik ve düzen olması için topluluk içinde kişilerin adil davranması gerekmektedir. Adalette herkese ehliyetine göre görev, göreve göre yetki, yetkiye göre sorumluluk ve sorumluluğa göre de hak verilir. Görülüyor ki burada hak emeğe göre değil, sorumluluğa göre doğmaktadır. Kamu hizmetleri emeğe değil sorumluluğa dayanır.
Siyasette iman tamamen vatandaşlık hukuku ile ilgilidir. Bir topluluğa girmek, o topluluğa güvenmek yani ona iman etmekle olur. İslâmiyet'in kabul ettiği vatandaşlık ise tamamen beyana dayanmaktadır. Kim ben neyim derse o olur. "Türküm" derse Türk, "Ermeniyim" derse Ermeni olur. "Ben Müslümanım" diyen Müslüman olur, "Budistim" diyen Budist olur. İnsan olarak herkesin kişiliği vardır. Hukuku korunur. Muhatap alınır ve davalı ve davacı olur. Sosyal grupların içinde haklardan yararlanması için kendi beyanı yeterlidir. Davranışları aksini gösteriyorsa bunu yargı belirler. Geçici olarak da başkanlar belirlerler. Asıl olan kendi beyanıdır. Aksini iddia eden ispatlamak zorundadır. Sağlık bakımından kişi hangi topluluğa katılırsa oradaki sağlık haklarından yararlanır ve yükümlülüğü yüklenmiş olur.
Yeryüzünü imar karşılığında yeryüzü insanlığın mülkü olmuştur. İmar demek, daha çok sayıdaki insanın daha uzun ömür içinde yaşama imkanının sağlanması demektir. İmar sayesinde insanlar toprağa yerleşmişler ve medeni olmuşlardır. Medeniyet beşeri olup ilim, din, ekonomi ve yönetim müesseselerinden oluşur. Bugün yeryüzünde altı milyar insan yaşıyor. Bu ancak insanlığın tarih boyunca yaptığı imar sayesinde mümkün olmaktadır.
Yeryüzü yüze yakın ülkeye ayrılmıştır. Her ülkede aynı kültüre sahip insanlar bir arada yaşarlar. Dayanışma içinde ülkelerini dış düşmanlardan ve başka kavimlerin saldırılarından korurlar. Canlılar arasında bir taraftan dayanışma, diğer taraftan çatışma vardır. Hayat dengesi böyle kurulur. Diğer canlılarda ayrı türler arasında çatışma, aynı tür içinde dayanışma vardır. Varlık dengesi böyle korunur. Bundan dolayı aynı tür varlıklar arasında daha çok dayanışma vardır. Oysa insan türü çok güçlü olduğu için onu dengede tutan başka canlı yoktur. İnsanlar uluslara ayrılmıştır. Uluslar arasında çatışma vardır. Ulus içinde ise dayanışma vardır. Bununla beraber eğer uluslar hukuk düzenine uyarlarsa, yargı üstünlüğünü kabul ederlerse, yeryüzü ve kâinat geniştir. Aralarında çatışmaya gerek kalmadan da yaşayabilirler. Çünkü yeryüzü ve kâinat geniştir. Oraları doldurmaya neslin ömrü yetmez. İşte uluslar dış savunmayı sağladıkları için ülkeler onlara temlik edilmiştir.
* * *
Küreselleşme, bu gün temel tartışma konularından birini teşkil etmekte ve yeni 'bin yıl'ın arifesinde bugünü ve geleceği açıklama iddiasına sahip tartışmalarda küresellik, küreselcilik ve küreselleşme kavramları birbirine karıştırılmaktadır.31 Halbuki konunun öncelikle kelimeler dünyasında doğru bir zemine oturtulması gerekmektedir.32
Küreselleşme, son yıllarda içinde yaşadığımız devri ifade etmek için bolca kullanılan post, turbo, ultra, ileri, geç, gelişmiş, ötesi gibi kavramlardan33 farklı olarak mevcut toplumsal tanımlamalara atıfta bulunmayan yeni bir kavramdır. Aslını söylemek gerekirse üzerinde herkesin mutabık olduğu bir tarifi de yoktur. Bu durum, kavramın hem mevcut durumu hem de belli bir süreci ifade etme iddiasında olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında küreselleşme kavramı kredi araçlarının temini, dağıtımı ve kullanımının merkezileşmesi ve buna bağlı olarak finansmanın üretim üzerindeki hâkimiyetinin artması; Bilgi yapısının ve uzmanlık sistemlerinin öneminin artması; Global oligopollerin öneminin gittikçe artması; Transnasyonel bir işadamı sınıfının ortaya çıkması ve Millî devlet gücünün küreselleşmesi ve transnasyonal bir ekonomik diplomasinin ortaya çıkması gibi beş süreçle ifade edilebilir.36
Bu nedenle küreselleşmeyi, "dünya insanlarının tek bir dünya toplumunda bütünleştirilme süreçleriyle ilgili" görenler yanında "Tüm dünyanın tek bir mekân olarak kristalleşmesi, global insan şartlarının açığa çıkışı ve dünya bilinçliliği" ile izaha çalışanlar da vardır.37
Sosyolojik anlamda ise küreselleşme mahallî kültürlerin ve geleneksel sosyal bağların çözüldüğü, millî devletlerin belirleyiciliğinin azaldığı, gruplar ve kişiler arasındaki her türlü ilişkinin kolaylaşıp yaygınlaştığı, üretimin ve bölüşümün yeni bir dönüşüm içine girdiği, gerek toplumlar arasında gerekse aynı toplum içindeki sürtüşmelerin yayılma tehlikesinin her zamankinden daha çok olduğu, sınırların ve geleneksel aktörlerin öneminin azaldığı, farklı bir bireyselciliğin geçerli olduğu, geleneksel sosyal kurumların fonksiyonlarını yitirdiği, dayanışmanın azaldığı, değerler sistemi henüz ortaya konulamamış bir süreç olarak tanımlanabilir.38
Gelişen ulaşım ve iletişim imkânları ile artan mobilizasyon, fertlerin birbirlerine, aile ve akrabaya, toprak ve vatana olan bağlılıklarını azaltmaktadır. Önemli olan evrensel homojen kültürün değerleridir. Millî kültürlerle ilgili saplantılar, tek pazar hâline gelen dünyada anlaşılmayı zorlaştırmaktadır. Sosyal sistemlerin sınırları millî devletlerin sınırları ile örtüşmemektedir. Bu durumda sosyolojik analizlerde Türk toplumu denildiğinde Türkiye sınırları içindeki insanların oluşturdukları sosyal yapının kastedilmesi artık mümkün olmamaktadır.45
Küreselleşme, beraberinde getirdiği bireyselcilik ve sosyal normlara bağlı olmama özellikleriyle bireylerin toplumsal kurumlara olan inanç ve bağlılığının kopmasına yol açmaktadır. Bütün toplumsal kurumların ağırlıkları azalmaktadır. Çünkü küreselleşme kurumların yerine atomize bireylerin ikame edilmesini gerektirmektedir. Bu nedenle de gelecekte otoriter düzenlerin toplumsal birliği koruyup, devam ettirme şanslarının daha fazla olacağı öngörülmektedir.46
Erol Güngör'ün "bir cemiyetin kendi problemlerini çözmenin bir tarzı olarak benimsemiş olup kullandığı her türlü davranış sistemleri ve maddi vasıtaların bir terkibi"47 olarak gördüğü kültürü en basit bir şekilde "toplumların tarihlerinden devraldıkları maddi ve manevi mirasların toplamı" olarak tarif etmek mümkündür.
Küreselleşmenin, hayat tarzları ve hedeflerde aynılaşma sağlayarak, millî kültürleri aşındırıp yok edeceği, bu kültürlerin "yüksek değerler"i temelinde yeni bir "dünya kültürünün" ortaya çıkacağı ve bu kültürün de dünya barışının garantisi olacağı ileri sürülmektedir.48 Eldeki bazı veriler farklı dünyaların kültürel difüzyon boyutlarını çok aşan bir benzeşme süreciyle karşı karşıya olduklarına dair, açık ipuçları vermektedir. Kitle haberleşme araçları, turizm hareketleri, dünya ticaretindeki hareketlilik, kültür taşıyıcılarının sirkülasyonu, batı kültürü temelinde bir evrensel homojen kültür yapısına gidişe işaret etmektedir. Bu süreç içinde insaniyetçilik, ırk ayrımına muhalefet, temel hak ve hürriyetler, siyasî katılım, demokrasi gibi Batının ürettiği ve genel kabul gören ortak değerler ortaya çıkmıştır.49
Bu süreçte dayatmacı, değerlerden bağımsız yeni bir kültürün, hatta dinin empoze edilmek istendiği hissedilmektedir. Yedeğine kitle iletişim araçlarını, teknolojiyi ve sermayenin imkânlarını alarak milli kültürleri yerle bir etme niyetinde olan, üstelik bu niyetinin insanlığın hayrına olduğunu, insanlığın böyle bir dönüşüme, tektipleşmeye ve aynılaşmaya mahkûm olduğunu söyleyen bu kültür (global mono-kültür), tüketimin artırılması esasına dayanmaktadır.
Teknolojideki gelişmeler sayesinde kültür yeni vasıtalar kazanmakta; bu vasıtalar bir taraftan kültürün ifade gücünü artırırken bir taraftan da kültürün daha geniş kitlelere yayılmasını sağlamaktadır. Eğer bu durum dengelenemezse gayelerin yerine vasıtalar geçmekte, hatta gerçek kültürde gaye olan birçok şey vasıtaların vasıtası hâline dönüşmektedir.50 Modern birey, bilgiyi bizzat kendi tecrübelerinden ve iç serüveninden değil aktarma yoluyla elde etmektedir. Bu aktarım işi, kitle iletişim araçlarının şekillendirmesiyle gerçekleşmektedir.
Küresel kültürün özelliklerinden birisi de bilimin ve kültürün sponsorlar eliyle yayılmasıdır. Sponsorluk gücünü elinde tutan uluslararası sermaye, tabii olarak tüketimin artırılmasına ve Batı kültürünün yayılmasına yönelik faaliyetleri desteklemektedir. Bilim ve kültür alanında çalışanlar bu şirketlerin proje, program, yayın, ödül, teşvik vb. isimler altında aktardıkları kaynaklara bağımlı hâle gelmektedir. Bu duruma gönüllü intibak edenlerle, bu durumdan istifade etmek isteyenler bir müddet sonra birbirlerinden farksız hâle gelmektedir. İnsanlar inandıkları gibi yaşamazlarsa, yaşadıkları gibi inanmaya başlamaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında ülkemizde düzenlenen pek çok büyük organizasyonun altından Coca-Cola veya Camel gibi kökleri dışarıda birçok dev şirketin çıkmasına şaşırmamak gerekir. Bu sebeple de ülkemizdeki mevcut sponsorluk faaliyetlerinin yakından takip edilmesi, devletin ve Türk insanının meydana getirdiği ekonomik müesseselerin Türk kültür unsurlarının işlenmesi ve yaşatılmasına destek vermeleri gerekmektedir. Türk kültürüne gönül verenlerin de yapacakları faaliyetlerde esas sâikleri sponsorlardan alacakları maddî ve manevî ödüller değil, kendi millî duyguları olmalıdır.
Küreselleşme konusunda ülkemiz insanının genel bir kabulünün var olduğu gözlenmektedir. Yaygın kanaate göre, izolasyon, kervana katılma ya da batılılaşmadan modernleşmeye çalışmak şeklinde özetlenebilecek üç yol vardır. Bazı istisnalar dışında ikinci yolun öne çıktığı görülmektedir. Halbuki tarihe bakıldığında doğrusal ve determinist tarih anlayışının aksine horizontal bir tarih anlayışının daha geçerli olduğu ortaya çıkmaktadır. O bakımdan tarihin iyi analiz edilmesi hâlinde belki de birden fazla yol mümkün olacaktır.
Küreselleşme sürecinden Amerika, İngiltere, Hollanda ve hatta Çin gibi geçmişte "dünya imparatorluğu" tecrübesine sahip olanların kazançlı çıkacaklarını, Almanya ve Balkan ülkeleri gibi sadece ulus devlet olarak var olmuş, ya da yakın geçmişte dünya sahnesine çıkan devletlerin ise bu yeni sürece intibak etmelerinin zor olacağı anlaşılmaktadır. Türk toplumu "imparatorluk" değil "dünya devleti" tecrübesiyle bu sayılanlardan daha avantajlıdır.
İnsanlığın ortak kıymetleri sayılmaya layık beşerî hasletleri, Türk kültürü kadar geliştirmiş ve yaymış başka bir kültürün olmadığı tezinden51 hareketle dünyanın bizim kültürümüzün teşkilatçılık, idarecilik, hakimiyet duygusu, adalet, şefkat, vakar, yiğitlik, fedakârlık, feragat ve manevî derinlik gibi mümeyyiz vasıflarına52 muhtaç olduğu düşünülebilir. Mesela, yeni dönemin en önemli özelliklerinden birisi de dünyanın ekolojik tahribat sebebiyle intihar noktasına yaklaşması ve bu konudaki tehdit ve tehlikelerin global bir mahiyet kazanmasıdır. Bu tehlikenin azaltılması için yeni değerler oluşturulmaya çalışılmaktadır. Ancak, zorlama, suni programlar başarıya ulaşmamaktadır. Türk kültürü göçebe-çadır yaşantısı, İslâm dini, dünya görüşü gibi kaynaklardan ve bizzat kendisinde mevcut (tasarruf, sadelik, az tüketim, kalıcı olmayan mimari, tabiatla iç içelik, dünya telâkkisi gibi...) özellikleriyle ekolojik tehdide en güzel cevaplara sahip bir kültürdür.
Küreselleşme, kapitalizmin toplumu kutuplaşmaya ve kamplaşmaya götüren etkilerinin "sosyalleştirilmesi" için getirilen kurumsal düzenlemeleri geçersiz hâle getirmektedir. Sosyal güvenlik kurumları ve sosyal devlet yük olarak telâkki edilmektedir. Batı toplumları bu gidişat karşısında yeni çözümler bulamazken, Türk kültürü yardımlaşma, hayır duygusu, ana-baba hakkı, vakıf müessesesi, intibak kabiliyeti ve böylesine kurumların etkin olmamasından kaynaklanan yeni durumlara hazırlıklı olma özelliğiyle toplumun devamını sağlayacak unsurlarla doludur.
Türk kültürünün küreselleşme bakımından önem taşıyan bu özelliklerini belirttikten sonra yaşanılan süreçle ilgili şu tespitler yapılabilir:
Aydınlarla halk arasındaki kopukluk Türk kültürünün küreselleşme bakımından üzerinde durulması gerekli en hayatî meselelerinden birisidir. Kılık kıyafet, sanat, gıda, yemek gibi hususlarda yabancı kültür unsurlarının Türk kültürü içine girme hızı ve miktarı fazla olsa da, halkın temsil ettiği yerli kültür büyük ölçüde ayaktadır. Türk insanı kültürünü koruma ve devam ettirme konusunda şaşırtıcı reflekslere sahiptir. O, bilmese bile sezerek bir çok tahribata müsaade etmemektedir. Dışarıya giden işçilerimizde bile yabancıya karşı bir üstünlük duygusu vardır. Buna mukabil aydın geçinen elitlerimiz tıpkı A'raf sakinleri gibi yerli kültür ile batılı kültür arasında marjinal bir varlık durumundadırlar.53 Hem Türk kültürünün evrenselleştirilmesi, hem de evrensel değerlerin içselleştirilmesi konusunda aydınlarımız maalesef sade vatandaşlarımızın gerisinde kalmıştır. Çünkü adalet, insan hakları ve eşitlik gibi kavramlar aydınların kendi pozisyonlarına hizmet ettiği müddetle ve ölçüde benimsedikleri değerlerdir. Bu açıdan evrensel değerler ve kültür unsurlarının neler olduğunun iyi tespit edilmesi gereklidir. Unutulmamalıdır ki, kültür ve medeniyet birbirinden ayrı hadiseler değildir. Millî kültürler bir medeniyetin çeşitli manzaralarından ibarettir.54
Kültür konusunda şekilde kalan, Türk insanının kabul ve takdirine mazhar olmayan uygulamalar neticesiz kalmaya mahkûmdur. "Bir odanın sıcaklığı artınca termometrenin ibresi yükselir, fakat termometreyi ısıtarak ibreyi yükselttiğimiz takdirde odanın hararetinin hiç değişmeyeceği"55 gerçeğinden hareketle günümüzde moda olan yabancı dille eğitim, bilgisayar seferberlikleri gibi "çağdaşlık" adına getirilen düzenlemeleri bu açıdan değerlendirmekte fayda vardır. Diğer taraftan bu evrensel kültür unsurlarının layıkıyla içselleştirilmesi için Müslüman-Türk kültürünün canlı ve diri bir biçimde mevcudiyetini devam ettiriyor olması şarttır.
Müslüman-Türk kültürü açısından bakıldığı zaman, global düşünmenin bize yabancı ve uzak olmadığı görülecektir. Allah son peygamberi Hz. Muhammed'i sadece Müslümanlar değil, "bütün insanlara sırf bir rahmet vesilesi olması için" göndermiştir.56 Dolayısı ile O'nun getirdiği mesaj yeryüzündeki tüm insanlara yöneliktir. O cesedi ve maddesi ile fiilen vefat ettiğine göre O'nun evrensel mesajını diğer insanlarla diyalog içinde olan ümmeti, ümmetinden de kendilerine peygamberin varisleri olma vasfı ve ünvanı verilen ulema yerine ve muhataplarına ulaştıracaklardır. Bu iş sadece köşesinde oturarak yapılamayacağına göre onlara gidilecek ve onlarla kültürel temas yolları denenecektir.
Aslında veda haccında Hz. Peygamberin son hitabını (Veda Hutbesi) dinleyen 100 binlik Sahabe topluluğunun yaptığı da bundan farklı bir şey olmamıştır. Bu Sahabelerin çok azı bu gün Mekke ve Medine'de medfundur. Diğerleri fetih, irşad, talim ve tebliğ amacıyla dünyanın dört bir yanına dağılmış ve yayılmış vaziyettedirler. Ebu Eyyub el-Ensari Anadolu'da, Ümmü Haram Kıbrıs'ta bu amaçla bulunmaktadırlar. Bu gün Sahabenin bu amaçlarla "bütün milletler için bir ders57, bir öğüt olan Kur'anı"58 ve evrensel mesajını iletmek için dar ve kıt imkanlarla dünyanın en uzak kesimlerinden Çin'e kadar gittikleri bilinmektedir.
Dünyayı tek bir bütün olarak kabul eden Osmanlı padişah-hâlifelerinin "Zıllullâh-i fi'l arz" (Allah'ın yeryüzündeki gölgesi) olmaları Türklere has bir inançtır. Uygur Kağanı da 1027'de Gazneli Mahmud'a gönderdiği bir mektupta "Tanrı yeryüzü ülkelerinin hâkimiyetini bize verdi" demektedir. Selçuklu Sultanı Sancar da aynı şekilde "Allah dünyayı bizim tasarrufumuza tevdi ve emanet etmiştir. Bütün emirler ve hükümdarlar bizim memurlarımızdır." demiştir59 Karacaoğlan ise bunu:
"Ben dünyayı sonsuz evren belledim / Meğer dünya bir sultanlık yer imiş"
şeklinde ifade etmiştir. Başka bir ifadeyle Türk kültürü, diğer yakın zaman içinde ortaya çıkan kültürlerden farklı olarak küresel bir kültürdür. Sorumluluk, bakış, planlama, kavrayış gibi kavramların hepsi küresel düzeydedir.
Çağımızda İslam Dini'nin en büyük şanssızlıklarından biri, bugün yaşamakta olan insanlar, dünya milletleri arasında çok az tanınmış olması, yahut yeterince tanınmamış olması, başka bir ifade ile olduğundan farklı tanıtılmış olmasıdır. İnsanların kafasında oluşan yanlış imajları silmek ve katıksız olarak İslam Dini'ni bütün yönleriyle tanıtmak en önemli hizmetlerden biridir.
İslam, yaratılışının gereğiinsanatüm hakları vermiştir. İnsanlar arasında mal-mülk,kabile, renk, cinsayrımıyoktur. Bunlarinsanıinsan olarak değerlendirmede ölçü olarak kabul edilmemiştir. İnsana verilen bu değer Kur'an'da ifadesini
"Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Millet ve kabileler halinde topluluklar kıldık ki birbirinizi tanıyasınız. Allah katında en üstün olanınız ondan en çok sakınanınızdır."
şeklinde bulmuştur.
Günümüzde dünyaya tek bir medeniyetin hâkim olduğunu söylemek mümkündür.60 Bazılarının, tek bir coğrafi bölgeyle adlandırmaktan kaçınmalarına ve tek bir bölgeye izafe etmek yerine bütün insanlığın ortak bir medeniyeti olarak kabul etme temayülüne rağmen61, genel olarak kabul edilen isimlendirmeyle bu medeniyet, "Batı medeniyeti"dir. Ancak tarihte var olan her medeniyetin kendine özgü bir paradigmaya ve bir hard core sahip olduğu söylenebilir. Bu da, başkalarının o medeniyetin oluşumunda bir etkisinin var olma gerçeğine rağmen, bu hard core'un genel yapıya rengini verdini söylemek mümkündür. Mesele, modern Batı medeniyetine kadar tarihte oluşmuş olan 12-20 medeniyetin tamamı din merkezli medeniyetlerdir. Bunlar ortak noktalarına rağmen, zahiri şekillenmelerinde birbirinden farklıdırlar.
Modern Batı medeniyetinin kendisini din dışı bir medeniyet olarak takdim etmesine rağmen, alt yapısını oluşturan iki esastan birinin din olduğu bugün genel olarak kabul edilir: Bu yüzden, dinin toplum hayatından uzaklaşacağı ve insanların vicdanlarında olması gereken yerini alacağı şeklindeki çağdaş kehanetlerin aksine, dinin kendisini sürekli olarak toplumda hissettirdiği ve onsuz bir gelecek düşünülemeyeceği özellikle 70'li yıllardan sonra net bir şekilde hissedildi. Bu hissediş, Doğu'da, Batı'da ve Uzak Doğu'da da vurgu farkları olmakla birlikte hissedilmeye başlandı.
Din-medeniyet-farklı kültürler ve kültür-din ilişkisinden dolayı, barışın hakim olması beklenen bir dünyada, bu barışın temel unsurlarından biri ve belki de en önemlisi din olduğundan, medeniyetler ve kültürler, zorunlu olarak dinler arası bir diyalogdur. Bu diyalog bir zorunluluk olmakla birlikte, ilk olarak ortak bir kökene sahip olan, benzer kavramları kullanan dinler/kültürler/medeniyetler arasında bir diyaloğun başlaması, bunun arkasından yine ortak kavram çerçevesine sahip olan konular bazında diğerleriyle diyaloğa girmek daha faydalı gibi görünmektedir.
Bu diyaloğun önce tarihsel ve köken itibariyle ortak noktaları diğerlerine kıyasla oldukça fazla olan ve semitik kökenli ya da İbrahimi dinler diye ifade edilenler arasında olması daha uygundur. Aynı yaklaşımın aynı tarihsel kökenlere sahip, aynı kavramsal çerçeveyi kullanan uzak doğu dinlerinden Hinduizm, Budizm, Konfüçyanizm, Taoizm, Zen Budizm ve Şintoizm için de geçerli olduğu söylenebilir.
Kur'an inerken tek düze bir toplum bağlamında inmemiştir. İlahi kitapları Yaratıcının tenezzülen insanlarla konuşması olarak kabul edersek, onu bir monologdan öte bir diyalog olarak görebiliriz. Diyalogdan kastımız, Müslümanların içinde yaşadıkları problemlerin yukarıya arz edilmesidir. Kur'an'ı, böyle bir diyalog sonunda gerçekleşen bir metin olarak düşünebiliriz. İslam tefsir geleneğinde bazı ayetlerin sebeb-i nüzulünden söz edilirken, bir anlamda kastedilen şey bizim anlatmak istediğimiz meseledir. Bu diyaloğun bir sonucu olarak Kur'an kendisinin ve Hz. Peygamberin muhatap olduğu insanları inanan ve inanmayan olmak üzere önce ikiye ayırır. Sonra inananları da Müslümanlar, ehl-i kitap ve müşrikler olmak üzere üçe ayırır. Ehl-i kitap içine ilahi kökene sahip olduklarını zikrettiği grupları dahil eder: Bu gruplar içinde en açık bir şekilde yer alanlar; Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Bunlara hitap ederken, onları ifade etmek için Nasarâ, Yehûd gibi isimleri kullanmakla birlikte ikisine birden özellikle "ehl-i kitab" olarak seslenir. Sabileri de bu gruplarla birlikte andığından62 onu da bu grubun içine katmak mümkündür. Müşrikleri ise Allah'a inanıyor olmalarına rağmen, yukarıdakilerden farklı bir gruba yerleştirir. İnanmayanlar grubu içinde ise, günümüzün materyalistleri olarak isimlendirilebilecek olan dehriyyun yer alır.63
İslam'ın çok kısa bir sürede Arap yarımadasının ve orta doğunun tamamına yayılmasının temel sebeplerinden biri, İslam'ın inanlarına kazandırdığı dini coşku ve Allah'ın dini insanlara ulaştırma isteği ise diğeri de, Bizans ve Sasaniler arasındaki mücadele ve İslam'ın yayıldığı alanlarda bulunan gayr-i Müslimlerin çabaları olmuştur.
Hıristiyanların kendi dindaşlarının aleyhine olarak, Müslümanlara yardım etmelerinin sebebi, inançlarından taviz vermedikleri için onlar tarafından dini baskıya maruz kalmaları olduğu, bizatihi bu kişiler tarafından kaleme alınan eserlerde ifade edilmiştir. İslam toplumu çok dinli ve çok kültürlü bir özelliği sahipti. Bu toplumun içinde orta doğuda bulunan bütün dini gruplar yer almaktaydı. Devletin hâkim unsuru Müslümanlar olmasına rağmen, can, mal, din ve vicdan hürriyeti açısından Müslümanlarla aralarında bir fark yoktu. Zaman zaman yaşanan ve gayr-i Müslimlerin konumlarından kaynaklanan tepkiler dikkate alınmazsa, genel olarak İslam toplumundaki İslam dışı unsurların konumları itibariyle muadil uygulamalara nazaran oldukça iyi durumda olduğu, hem batılılar hem de Müslümanlar tarafından ifade edilir.64
Ancak bütün bunlara rağmen, özellikle Hıristiyanlık ve İslam, misyoner bir özelliğe sahip olmalarından dolayı, aralarındaki tartışma kaçılmazdır. Bu yüzden de, iki din arasında, erken bir dönemden başlamak üzere, tarihi günümüze kadar uzanan bir reddiye geleneği oluşturacak nitelikte bir edebi tür ortaya çıkmıştır. Bu geleneğin en eski belgeleri Hıristiyanlar tarafından kaleme alınanlardır. Müslümanlar tarafından yazılanlar ise, onuncu yüzyılla başlar.65
Müslümanların diğer dini unsurlara özellikle de ehl-i kitaba yönelik eleştirilerinin ilk örneğini bizatihi Kur'an'da görmek mümkündür. Kur'an'da hem onların bir takım inançlarını eleştiren hem de müşrikler ve dehrîlere karşı onların tarafını tutar mahiyette ifadeler de bulunmaktaydı.
Ancak, İslam'ın her alanı, tarihi, sanatı, akidesi ve ruhi hayatını alacak kadar geniş bir alanda çok ciddi çalışmalar yapılmış olmasına rağmen, Descartes'in araştırma konusunu en küçük parçalara ayırma metodunun bir yansıması olarak İslam parçalanmış ancak yeni bir anlayışın oluşturması için gereken sentez çalışması kasti olarak yapılmamıştır. Ya da yapıldığında da anlamaya yönelik olmaktan ziyade, çarpıtmaya yönelik olduğundan yine ortaya objektif bir imaj çıkmamıştır.
"Yüzyıllar boyunca, Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında çekişmeler ve düşmanlıklar hiç de az olmamışsa da, Kutsal Konsil, herkesi, geçmişi unutmaya, karşılıklı anlayış içinde içtenlikle çabalamaya, tüm insanlar için sosyal adaleti ahlaki değerleri, barış ve özgürlüğü beraberce savunmaya ve sağlamaya çağırmaktadır."68
Bu iki metin Hıristiyan dışı dinlerle iyi ilişkiler kurmayı amir bir özelliğe sahip olduğundan bunun bir gereği olarak, "Hıristiyanlık Dışı Dinler Sekretaryası" adında bir birim kurulmuştur (1964). Üst seviyede bir Kardinalin başkanlık ettiği bu Sekretarya, Roma'da bulunmakta ve kendisine bağlı çalışanları ve bölgesel piskoposlar ve konuyla ilgili uzmanlarla işbirliği yaparak faaliyetlerini devam ettirmektedir. İlk başkanlığını Kardinal Marella'nın (1964-1973) yaptığı Sekretaryaya daha sonra Kardinal Pignedoli (1973-1980) ve MonsenyörJeanJadot (1980-1984) başkanlık görevinde bulunmuştur. Daha sonra Papalık Dinlerarası Diyalog Konsili olan Sekretarya'nın bugünkü başkanı, Kardinal Arinzi'dir.69 Bu Sekretarya'nın kuruluşundan itibaren İslam'la ilgili bir bölüm bulunmaktadır (22 Ekim 1974). Bu bölümün ilk başkanlığını, on yıl Afrika Misyonerler Topluluğu'ndan Fr. Coug yapmıştır. Ondan sonra sırayla, Suriyeli Abou Mukh'un başkanlığını yaptığı bölüme Thomas Michael bakmaktadır. Diyalog kararının alındığı 1964 yılından 1969 yılına kadar bu eyleme yönelik hiçbir faaliyet yapılmamış ve Papalık ifade edilen ve diyaloğun alt yapısını oluşturan kurumları oluşturduktan sonra, ancak 1969'dan itibaren fiili olarak diyalog sürecine başlamıştır. Katolik Kilisenin yanı sıra Kotolik olmayan Hıristiyanlardan oluşan 1948'de Hollanda'da Kurulan Dünya Kiliseler Birliği de, en son 1971'de Etiopya Adis Ababa'da yapılan toplantısında diyalog sürecinin alt yapısını tamamlayarak, bu faaliyetteki yerini almaya başlamıştır.
1964'de kabul edilen ve 1969 yılından itibaren başlayan Müslüman-Hıristiyan diyaloğu çalışmaları karşılıklı ziyaretleşmeler, ortak toplantılar, bu ilişkiler ve ya da bu ilişkilerle ilgili kanaatlerin ifade edildiği dergiler çıkarmak ve farklı alanlarda işbirliği yapmanın yollarını arama şeklinde devam etmektedir. Ancak bugün devam eden diyalog çalışmaları, sıkıntısız ve problemsiz değildir. Diyalog çalışmalarının kendi içinde bir takım çıkmazları vardır ve bu çıkmazlar diyalog sürecinin sağlıklı bir şekilde devamını engellemektedir.
Müslümanların Diyalogdan Beklentileri
Müslümanlar, diğer dinlerle, özellikle de Hıristiyanlarla diyaloğa girmek için hem tarihsel tecrübeleri hem de bizatihi kutsal metinlerinden kaynaklanan uygun bir atmosferde bulunmaktadırlar. Çünkü, Kur'an-ı Kerim, insanların birbirinden ayrı gruplar halinde yaratıldıklarını, bundan maksadın da birbirleriyle tearüf olduğunu ifade eder.70 İnsanların, zorla Müslüman yapılmaların yasaklayan metinler; onlarla en güzel şekilde konuşmayı ve tartışmayı tavsiye ederken71 İslam'ı bir din olarak benimsemeyenlere, "sizin dininiz size72; benim dinim bana" diyerek, zimmet ahdi ile İslam toplumunun bir ferdi olarak varlıklarını devam etmelerine izin verir.
Bu Kur'anî temeller, tarihsel uygulamaya da yansımış ve İslam toplumlarında, Müslümanlar hep gayr-i Müslimlerle beraber yaşamışlar ve belki de, -modern anlamda olmasa da- diyaloğun ilk örneklerinin (Timotheus'un Halife Mehdi olan karşılıklı konuşmaları) bu toplumlarda meydana geldiğini söylemek mümkündür.
İki din arasındaki ilişkilere bakıldığında, bu iki dinin tarih boyunca birbirlerine karşı hem teolojik anlamda hem de siyasi anlamda karşı karşıya bulunmalarını sağlayacak bir ortam bulunduğunu söylemek mümkündür. Ancak, İslam dünyası yapı itibariyle kültürel ve dinsel çoğulculuğu reddedemeyeceği bir ortamı miras almıştır. Bu yüzden de, diğer din ve inanç sahiplerine dini, hukuki özgürlük vermiş ve adalet esası üzerine bir sosyal yapı tesis etmeye çalışmıştır.
Hıristiyanlık başlangıçta gerçekten çok büyük zulümler görmüşancak,işingariptarafı,kendisi devlet dini ilan edildikten sonra,aynı şeyi kendidışındaki bütün inançsahiplerine ve tarihininbüyükbirkısmındada kendiiçindeve heretiksaydıklarınayapmaktançekinmemiştir.Buyüzden hakimolduğu bölgelerde,kendisinindışındadin veinançsahibibulunmasınaizinvermemiştir.Buyüzden Hıristiyanlığın diyaloğa yönelik tavrı,bu tarihigeçmiş göz önünde bulundurulduğuzamaninsanlık adınabirdönüm noktasıolarak kabul edilebilir.Gerekçesiher ne olursa olsun butürbir dinlerarasıdiyalogdankaçınmak mümkün değildir.Dinadınadiyalogdankaçınmanın insanlık adına çok büyükbir vebalivardır. Çünküdingittikçe dahaçok gündemegelmekte ve insanlargloballeşen dünyada,benliklerini muhafaza etmeye gayret etmektedirler. Kimlik, tarih vekültürden oluştuğu;tarihinbüyükbirkısmıvekültürü oluşturanunsurlar daağırlıklıolarak diniolduğundan,din belirleyiciözelliğini arttırmaktadır.Bu olgunun altyapısını nelerin oluşturduğuna dair bir çok şey söylemek mümkün: Modern dünyanın insanları bütünüyle maddi şeylerle doyurmaya çalışması; insanları tek düze bir hayat, tek düze bir birey; bireysel farklılıkları ortadan kaldıran bir anlayışı hâkim kılmaya yönelik eğitim, eğlence, tüketim malzemeleri üretimi gibi şeyler insanların tarihten gelen ve kaşiflik kökenlerini oluşturan farklılıklarının ortadan kalması anlamına gelmektedir.
Diyalogdan kaçınmak Müslümanlara gerçekten büyük bir vebal yükler. Çünkü, siyasi ortamın hazırlayıcılarının, insanlığın geleceğini kana ve savaşa boğmak maksadıyla, diyaloğa değil de savaşa, çatışmaya yönelik, medeniyetler çatışması gibi teoriler ürettiği bir ortamda, çok zayıf bir ışık da olsa gelecekte aydınlığın ve barışın hakim olmasına yönelik bu tür çağrılar karşılıksız kalmayacaktır. Bu diyaloğun alt yapısı hazırlanmaz ve gereken önlemler alınmazsa, o zaman Hungtington'un teorisi, meşruluk kazanmış olur.
Diyalog, Müslümanlar İçin Kaçırılmaması Gereken Bir Fırsattır
Bütün bu yaklaşımların temel hareket noktası -Müslüman muadillerinde de olduğu gibi-, oluşturulan imajın sahibinin bu imajın oluşmasında hiçbir katkısının olmamasıdır. Yani, oluşturulan imajlar, nesneller temelleri olmayan, kurgusal imajlardır. Bu imaj oluşturma sürecinde, dini ve siyasi kaygılar da işin içine dahil olduğunda, ortaya çıkan, çarpıtılmış, acayip bir şeye dönüşmektedir. Bu yüzden, -aynı şey Hıristiyanlar için de geçerli olmakla birlikte-, Müslümanların kendilerini, olduklarını düşündükleri şekilde anlatmalarını sağlayacak bir ortamın olması, aranan ancak bu zamana kadar bulunması mümkün olmayan bir imkan ve fırsattır. Böyle bir fırsatın, her ne gerekçe ile olursa olsun elden kaçırılması, sonradan ortaya çıkabilecek olan pişmanlıklara yol açabilir.
İnsanların birbirlerini, dinlemek ve öğrenmek maksadına yönelik böyle bir ortamın oluşturulması, oluşturulan imajların ya hepten ortadan kalkmasına ya değiştirilmesine ya da aralıklarındaki farklıkların daha belirgin hale gelmesine yol açar ki, bu sonuçların her biri kendi içinde ayrı bir değere sahiptir.
Hıristiyan dünyanın, bu faaliyeti bir Hıristiyanlaştırma faaliyeti olarak görmeleri de, vurgulamaya çalıştığımız gibi, zikredilen gerçeği değiştirmez. Gerçek niyet, İslam'ı tebliğ etmek olmasa bile, zımnen bir tebliğin varlığını düşünmekte mümkündür. Çünkü, İslam'ın tebliği çerçevesinde meseleye bakıldığı zaman bile, zaten Müslümanların diğer insanlara dini tebliğ yapma görevleri bundan daha fazla bir şeyi içermez.
Kur'an-ı Kerimde "Ey iman edenler!" diye başlayan ayetler iman edenler için hükümler ifade ederken, Allah Teala bazı ayetlerde topyekün insanlara seslenir. "Ey insanlar!" şeklinde başlayan bu ayetlerde inansın inanmasın bütün insanları ilgilendiren konular ele alınır ve bütün insanlığı ilgilendiren hükümlere varılır. Bunlara örnek olarak aşağıdaki hükümler gösterilebilir.
1- Bütün insanlar doğuştan günahsızdır. Suç ve ceza mefhumları ergenlikten itibaren söz konusudur.2- İnsanlar Hz. Adem'in çocuklarıdırlar ve eşit haklara sahip olarak doğarlar.3- Her doğan canlı yaşama ve özgürlük hakkına sahiptir.4- İnsanların canları, malları ve ırzları koruma altında olup kutsaldır.5- Adalet dünya hayatinin temelidir. Herkes adaletten pay alma hakkına sahiptir.6- İnsanların meskenleri koruma altındadır. İzinsiz girmek yasaktır.7- Başkalarına zarar vermedikçe insanların neyle uğraştıklarıyla ilgilenmek (tecessüs) yasaktır.8- Ferdi sorumluluk esastır. Kimse kimsenin yaptığından dolayı sorumlu tutulamaz.9- Herkes, istediği gibi düşünme ve düşündüğünü açıklama hakkına sahiptir. (Kur'an kendisine karşı çıkanlara her türlü yolu denemeleri için meydan okur)10- İnsanlar, inanç özgürlüğüne sahiptirler.11- Hiç kimsenin malı haksız yollarla gasp edilemez.12- Herkes kazanma hakkına sahiptir. Rantiyecilik yoktur.13- Herkes siyaset yapma hakkına sahiptir.14- Zulmün, işkencenin ve haksızlığın her çeşidi yasaklanmıştır. Zulüm yasak olduğu gibi, zulme karşı çıkmamak da yasaktır.15- Her insan eğitim ve öğretim özgürlüğüne sahiptir. Öğrendiklerini başkalarına öğretme hakkına da sahiptir.16- Hakların korunması için şahitlik yapma ve isteme hakkı vardır.17- Ailede ana-babaya itaat esastır.18- Devlet hizmetinde çalışan ya da özel işlerde çalışanların devlet ya da işverenleri üzerinde günün koşullarında normal şartlarda geçinebilecekleri bir ücret alma hakları vardır.
Bediüzzaman'ın eserlerinde, ulaşım ve iletişimdeki gelişmelere dikkat çekilerek dünyanın tek bir şehir haline geldiği belirtilmekte, ve "Şimdi tekemmül-ü vesait-i nakliye [ulaşım vasıtalarının gelişmesi] ile, âlem bir şehr-i vahid [tek şehir] hükmüne geçtiği gibi, matbuat ve telgraf gibi vesait-i muhabere ve müdavele [iletişim ve ulaşım vasıtaları] ile, ehl-i dünya, bir meclisin ehli hükmündedir."73 denilmektedir. Ulaşımın yerküreyi nasıl küçülttüğü meselesine bu şekilde dikkatlerimizi çeken Bediüzzaman böylece "küre-i arzın bir köy" şekline dönüşmesinden söz eder.74
Bediüzzaman burada bir durum tespiti yapmakta ve bir olgudan bahsetmektedir. Zira İletişim araçlarının akıl almaz gelişmeler göstermesi sonucunda önce telgraf bulunmuş, Bugün ise, televizyon, telefon, internet ve diğer telekomünikasyon araçları ile gündelik hayatımız alt üst olmuş; baş döndürücü bir şekilde değişmiştir. Bu şekilde dünya tarihinde (adına küreselleşme dediğimiz) yeni bir dönem başlamıştır.75 Dışında kalma imkanımızın olmadığı bu olgunun, nimetleri olduğu kadar külfetleri de vardır. Aynı dünyayı paylaşan insanlar olarak, bunu görmezlikten gelmemiz ve sonuçlarından etkilenmemiz imkansızdır. Bu sebeple yaşadığımız bu fiili durumu analiz etmemiz, sonuçları görebilmemiz ve inançlarımıza uygun bir tavır alabilmemiz gerekecektir.
Pek çok konuda olduğu gibi konu etrafında düşünce üreten entelektüellerden bir kısmı bu sürecin yanında yer alırken bir kısmı da karşısında yer almaktadır. Çünkü herkes olaya bulunduğu yerden ve elindeki gözlükle bakıyor ve hakikatin bir ucundan tutuyor. Bediüzzaman ise keskin bir tarafta yer almadan göreceli olarak eserlerinde her iki bakış açısına ve düşünce tarzına yer veriyor. O'na göre Avrupa kaynaklı ortaya çıkan cereyanın biri müsbet, diğeri menfi olmak üzere iki tür sonucu gelişir. Zira kendi benliğiyle uygunluk arz etmeyen, irade kullanımı mümkün olmayan hatta niyetin iyi olmasının bile yararlı sonuçları ortaya çıkarmayan durumlarda Müslümanlar taklitçilik yaparak Batının elinde akılsız malzeme olurlar ki bu meselenin menfi yönüdür. Ya da "dahilden muvafık şeklini giyerek" teknoloji gibi İslam'ın temel ilkeleriyle çatışmayan pratikleri alıp uygulamaktır ki bu da meselenin müsbet yönüdür. Bu durumda Batının, İslam toplumlarını dönüştürecek bir şuuru yoktur. Bunlar zaten İslam'ın men ettiği şeyler de değildir.76 Bu ikili bakış açısıyla olaylara bakılabilirse batı karşısında dengeli değerlendirmeler yapma imkanı bulunmuş olur. Buna göre küreselleşmenin nimetleri niteliğindeki teknoloji alınırken ahlaksızlık, inançsızlık ve hegemonyacı tutumlara karşı da uyanık bulunma imkanı elde edilebilir.
Bu ölçüden hareketle Avrupa medeniyetini tek bir bütün olarak ele almayan, iyi ve kötü yönlerini analiz eden Bediüzzaman,"İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nafi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden birinci Avrupa" ve "Felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalalete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa"7 şeklinde ikili, dengeli, ihatalı bir bakış açısına ulaşır. Dikkat edilirse o, "Birinci Avrupa" tanımlamasında "İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nafi sanatları" [yani teknolojiyi], "adaleti" ve "hakkaniyete hizmet eden fünunları" [yani ilmi araştırma ve çalışmaları] öne çıkarır.77 Bunlar ise zaten İslam'ın özünde var olan değerlerdir. Bunların kimin elinde ortaya çıktığı ise önemli değildir. Çünkü bunlar bizatihi güzel olan değerlerdir. Güzel olan bir şey her yerde güzeldir; İslam dünyasında ya da Batıda olması bu değerlerin hakikatini değiştirmez.
Bediüzzaman burada bir değerler sistemi getirir. Bu değerlerin İslam dünyasında ya da Batı'da olması önemli değildir. Kaldı ki Hz. Peygamber İlahi mesajı belirli bir millete ya da belli bir coğrafyada yaşayan insanlara değil, bütün insanlara getirmiş ve bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiştir. Dolayısıyla bütün insanlık onun ümmeti olmuştur. Ancak davetini, mesajını ve tebliğini kabul edenler ümmet-icabet, reddedip kabul etmeyenler ise ümmet-i davet olarak adlandırılmışlardır.
Bu açıdan bakılınca küreselleşmenin müsbet sonuçları olarak değerlendirilmesi gereken nimet ve araçları, Nebevi tebliğin hizmetinde iş gören vesileleri olarak ele alınabilir. Hz. Peygamberin yaşadığı dönemde tebliğinin karakteri yani alemşumul olması gereğince, yerküre üzerinde yaşayan önemli insan topluluklarına, mesajını ulaştırabilmek için elçiler gönderdiği, sahabe-i kiramın da aynı yoldan giderek cihanın dört bir tarafına yayıldıkları dikkate alınırsa Müslümanların bu anlamda küreselleşmeden yararlanmalarının ne kadar elzem olduğu açıkça anlaşılabilecektir. Bizans kayserine (Heraklius), Habeşistan necaşisine (Ashame), İran kisrasına (Hüsrev Perviz), Mısır firavununa (Mukavkıs), Yemame reisine (Hevze b. Ali) ve Gassani melikine (Münzir b. Haris b. Ebi Şemir) gönderilen elçiler Allah Resulünün mesajını ilettikleri gibi Hz.Peygamberin vefatını müteakip gelişen fetih hareketlerinde en temel amaç tebliğin en uzak insan topluluklarına taşınması olduğu görülür.
Bu düşünce Müslümanları öylesine motive etmiştir ki veda haccında Hz.Peygamber 100 bin civarında bir topluluğa hitap ettiği halde bu gün mukaddes topraklarda kabri bilinen sa habe sayısı en iyimser rakamlarla 5 bini geçmemektedir. 5 binin dışındaki sahabe topluluğu tebliğ faaliyetlerinin itici gücü oluşturduğu fetih hareketlerinde dünyanın her tarafına dağılmış ve oralarda kalmışlardır.
Bunları günümüze taşırsak, küreselleşmenin sağladığı ulaşım ve iletişim araçlarının İslamî tebliğ açısından ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Müslümanlar gelinen bu süreçte el-Emru bi'l-Ma'ruf ve'n-Nehyü ani'l-Münker papmak yani iyiliği yaymak ve kötülükleri engellemek için, tarihi bir fırsat yakalamışlardır. İslamî değerlerin, yaşadığımız dönem ve şartlar dikkate alınarak, günümüz formlarıyla sunulması, daha da önemlisi bütün unsurlarıyla halen ve fiilen yaşanması halinde kitlelerin bu evrensel değerlere sahip çıkarak "İnsanların Allah'ın dinine bölük bölük girmesi"78 müjdesinin bir daha gerçekleşeceği muhakkaktır. Zira Hz. Peygamberin, kısıtlayıcı şartlarla gerçekleştirdiği rolüne rağmen oluşturmaya çalıştığı küresel değerleri yaygınlaştırmak, gelinen noktada elimizde bulunan, basın-yayın, bilişim-iletişim imkanları ile bugün daha kolay görünmektedir.
"Elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyâmet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere'nin Kur'ân'ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika'nın Din-i Hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rûy-i zeminin geniş kıtaları ve büyük hükümetleri, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü, bu hakikat noktasında, katiyen Kur'ân'ın misli yoktur ve olamaz; ve hiçbir şey bu Mu'cize-i Ekberin yerini tutamaz."80
Burada bütün Müslümanlara düşen temel misyon küreselleşmenin sağladığı imkan ve araçlarından en güzel ve verimli bir şekilde yararlanarak, günümüz formlarına uygun bir İslamî yaşama biçimi oluşturmak ve bununla insanlara muhatap olmaktır. Bunu yapamazlarsa yani güzelliklere sahip olarak bunlarla etraflarına tesir edemezlerse etrafta bulunan şeylerin tesirinde kalırlar. Bu ise küreselleşmenin menfi ve arzu edilmeyen yanıdır. Bu şekilde bir küreselleşme olgusunu değerlerimiz bağlamında olumu-müspet bulmak ta mümkün değildir. Zaten eserlerinde bir çok yerde pek çok defa dinden bağımsız felsefenin İslam toplumları için açtığı yaralara işaret eden Bediüzzaman hassas ve titiz bir şekilde dikkatlerimizi çekerek
"Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefiheyle gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır."81 der.
Bunlardan yola çıkarak küreselleşmeyi karşı konulması mümkün olmayan bir süreç ve fiili bir olgu olarak gördüğünü düşündüğümüz Bediüzzaman'ın bunu kabul etmesine karşılık, değerlerimiz doğrultusunda onunla yüzleşmenin dolayı ile parola sorularak bünyemize alınması, iyi ve kötü yönlerinin ciddi ve tutarlı bir şekilde analiz edilerek iyiliklerinden faydalanılması ama kötülüklerinden de uzak kalınması, ama mutlaka uyanık olunması gerektiğini vurguladığı sonucuna gidilebilir.
Dipnotlar:
30 Doç. Dr. Hüdaverdi Adam: 1960 yılında Denizli ili Tavas ilçesi Balkıca köyünde dünyaya geldi. Balkıca köyü ilkokulu, Antalya İmam-Hatip Lisesi ve 9 Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde normal eğitimini tamamladı. Bir süre öğretmenlik (Muş Bulanık İ.H.L) ve gazetecilik (Yeni Meram) yaptıktan sonra Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalına araştırma görevlisi olarak atandı. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde yüksek lisans (1987) ve doktorasını (1991) tamamladı. Halen Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.