NURSÎ'YE GÖRE KUR'ÂN VE KÂİNAT KİTABI

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

Bizlere İslâm nimetini bahşeden, imana eriştiren, okunan Kitab-ı Kur'ân-ı Kerim'de, temâşa edilen kitab-ı kâinatta yerleştirdiği ilim ve bilgi sayesinde hidayetin temel esaslarını muhafaza eden Allah Teâlâ'ya sonsuz hamd-ü senalar, Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e, O'nun âl ve ashâbına salât ve selâm olsun!

İlâhî rahmeti tecelli ettiren rabbanî bir hidayet ve insan hayatının bütün alanlarını düzenleyen ilâhî bir din olması hasebiyle, Kur'ânî hitap, herşeyden önce beşerî aklı, hurâfe ve kuruntulardan kurtarmaya önem vermiş ve onu, insanın fıtratıyla örtüşen ve sağlam temellere oturan bir yöne tevcih etmiştir. Çünkü nassın delaleti ve murad edilen mânânın anlaşılması sağlıklı bir akıl yapısına bağlıdır ve vahiy dediğimiz Kur'ânî hitabın muhatabı sadece akıllı kimsedir, yani, aklî melekeleri, fiilen, fonksiyonunu icra eden kimsedir.

Evet, Kur'ânî hitap, akılları, putprestliğin dayattığı saplantılardan kurtardı, o gün mevcut olan bütün beşerî felsefeleri darmadağın etti ve Müslümanlara inanç ve düşünce özgürlüğünü bahşetti. Bunun sonucunda ilk Müslüman kuşak, kâinat Kitab'ının tercümesi ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakikatlerin anahtarı.. ve zât, sıfat ve esmâ-ı ilâhiyyenin kavl-i şârihi ve bürhân-ı kâtıı.. ve çok şümûllu ve güçlü öğreti ve esaslarıyla kâinatın hâlikı tarafından gönderilen bir Kitap olan 2 Kur'ân'ın öğretilerini öğrenip pratiğe aktardıkları oranda yeryüzünün önderleri oldular...Nitekim Said Nursî bu gerçeği şöyle ifade eder: "Kâinatı böylesine mükemmel bir nizam ve intizam üzere tanzim eden kudret, bu dinî böylesine mükemmel bir şekilde tanzim etmiştir. 3

Diğer taraftan Kur'ân, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hâcât-ı manevîyesine merci olacak, ona dünya ve ahiret mutluluğunu kazandırıcak çok kitapları tazammun eden bir Kitap'dır.

Onun için, değişik boyutları olan insanî hisleri uyarmada Kur'ânî hitabın tesiri çok bariz olmuştur ki, bunları şöyle özetleyebiliriz:

1. Vahiy ile inzâl olan Kitap'ta temsil edilen okunan kitap. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Kur'ân'ı biz indirdik, onu koruyacak olan sadece biziz" 4

2. Bütün kâinatta temsil edilen ve görünür âlemi simgeleyen mahluk kitap. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Biz onlara âyetlerimizi hem hârici (âfâk) hem de dahili (enfüs) âlemde göstereceğiz."5

3. Hz. Peygamber'in (s.a.v) örnek şahsiyetinin ve kavli-amelî sünnetinin temsil ettiği canlı varlık. Yüce Allah şöyle buyurur:

"Ey Habibim! Biz seni âlemlere sadece rahmet olarak gönderdik." 6

Kur'ânî Hitabın Mahiyeti ve Önemi

İlâhî irade, dillerin, renklerin, bakış açılarının ve fikir farklılıklarının yanısıra, insanoğlunun farklı akıl ve idrak seviyelerinde yaratılmasını dilemiştir.

Söz konusu bu tabîi farklılıklar, farklı eğilim ve farklı hükümlerin varolmasını gerektirir, zira eğer farklı dil ve fizikî görüntülere sahip olmak Allah'ın âyetlerinden bir âyet ise, aynı şekilde idraklerimizin, akıllarımızın ve bunların meyveleri olan sonuçların farklı olması da, Allah Teâlâ'nın âyetlerinden bir âyettir ve onun sonsuz kudretine delalet eden bürhanlardan bir bürhandır.

Onun için Bediüzzaman, Kur'ân-ı Kerim'in bütün asırlarda yaşayan her insan tabakasına hitap ettiğini, hem de özellikle o tabakaya hitap ediyormuşcasına kelamını tevcih ettiğini ifade eder. Zira Kur'ân, farklı tabakalardaki insanları, en yüce ve en hassas mesele olan imana, marifetullaha ve bilgiyi en önemli ve en üst düzeyde temsil eden İslâmî hükümlere davet ettiğine göre, onun bu tabakalara tevcih ve telkin ettiği ders, bütün hepsine hitap edecek düzeyde olmasını gerektirmektedir.7 Nitekim Bediüzzaman şöyle der:

"Kur'ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi... âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı... Çok kitapları tazammun eden tek, câmi bir kitab-ı mukaddestir."8

Onun için Bediüzzaman, Kur'ân hitabının kendine has bir hitap olduğunu ve bütün beşerî tabakaları kapsadığını ifade bağlamında şöyle der:

"Ders-i Kur'ân'ın, muhataplarından en kesretli taife olan tabaka-i avâmın basit fehimlerini okşayan zâhirî ve basit mertebesi dahi, en ulvî tabakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asırda ve her tabakaya hitap ederek taze nazil oluyor." 9

Diğer taraftan Bediüzzaman Said Nursî, Kur'ân-ı Kerim'in hitabında yer alan diyalogların tesadüfî ve gelişigüzel serdedilmediğini, tam aksine ferd ve toplumlara yönelik ıslah ve hayır gerçekleştirmeyi hedefleyen Kur'ân'ın temel gaye ve hedeflerini temsil edecek şekilde serdedilmiştir. Onun için Kur'ân-ı Kerim kendi usûl ve fürûunu beslemek için çok sayıda yardımcı araç kullanmıştır.10 Onun için Kur'ân-ı Kerim'de hiçbir esas ve teklif yoktur ki, hemen peşinden, kullandığı çok sayıdaki araçlardan biriyle, onu ispat edecek, pekiştirecek, şayet hayır ise onu teşvik edecek, hayır dışında bir şey ise ondan sakındıracak husus zikredilmiş olmasın.

Buna göre, Kur'ân hitabının tecelli ettiği âyet-i kerimeleri inceleyen kimse, Kur'ân-ı Kerim'in, zengin bir üslûba sahip olduğunu, hem dünya hem ahiret meselelerine birlikte değinip, biri adına diğerini ihmal etme yoluna gitmediği noktasında yukarıda ifade ettiğimiz hususların doğru olduğunu görür.

Onun için Bediüzzaman, öğreti, âdâb ve hükümler noktasında içerdiği düşünce eksenini tevhid etmek için, Kur'ân hitabının, hayatın bütün alanlarına şamil olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır.

Şurası gayet açıktır ki, Kur'ânî hitap insanî tefekkürün temel çatısını ve beşerî aklın güzergâhını, masum diye nitelenen ve Allah Teâlâ'nın okunan ve müşâhede edilen kitabında temsil edilen ilahî vahiy üzerine oturtmuştur; böylece aklı, altından kalkamayacağı ve Kur'ân'ın ifadesiyle gayb meselelerini, felsefî tabiriyle metafizik boyutunu keşfedemeyeceği hususları kendi kendine keşfetmekten kurtarmıştır.

Böylece insanı doğru yola irşad etmek ve kendi aklıyla ulaşamayacağı meseleleri anlama konusunda onu en sağlıklı yola iletmekte Kur'ânî hitabın çok önemli bir rolü olmuştur, çünkü akıl, ulaşacağı sonuçlar noktasında bağlayıcılığı yakalayamaz, dolayısıyla onları pratiğe aktaramaz, bir başka ifadeyle akıl, bağlayıcı yasa ve davranışlarla ilgili hususlar ve kurallar ortaya koyamaz.

Akıl, vardığı hükümlerin uygulama alanını çizer, çerçevesini belirler, metodunu ortaya koyar ve bir takım sonuçlara ulaşabilir, ancak aynı akıl, ister ferdî ister toplumsal boyutuyla, bağlayıcılık unsuruna sahip değildir, dolayısıyla bu olmadan hiçbir başarılı yasanın veya yapıcı bir davranışın olması mümkün değildir, bağlayıcı yasa ve davranışları koyacak olan tek mercîi masum olan ilâhî hitaptır; o, kendisini uygulayacak olana bunları bahşeder. 11

Dolayısıyla Kur'ânî hitap ele aldığı herhangi bir konuyu işlemeye başlayınca onu hem başlangıç, hem dayanak, hem de istimdad noktasında onu vahiy çerçevesinde ele alır ve ulaşacağı sonuçlarda bu çerçevenin dışına çıkmaz.

Kur'âni hitaba has bu meziyet, ona çok önemli bir özellik kazandırmıştır, o özellik de, hiçbir çelişkiye düşmeden genel geçerleri ve değişkenleri ile tabiat ve tabiat ötesi/fizik-metafizik alanına giren çok farklı konuları ele almaya muktedir olmasıdır, eski ve yeni felsefelerle beşerî sistemlerin acze düştüğü özellik de budur, zaten.

İnsanın içinde bulunduğu dünya ile kâinatı, şehadet âlemiyle gayb âlemini, madde ile ruhu temiz, berrak ve nezih İslâm akîdesinin şemsiyesi altında bir arada mütâlâa etme, İslâm düşüncesinin özelliklerinden ve en önemli vasıflarındandır.

Kâinatın yaratılışının İlâhî gayesini ve bu yaratılışın nihaî hedefini açıklayan ilim, insanın dünyadaki görevi, vazifesi ve aynı zamanda ibadetinin ta kendisidir.

Onun için Kur'âni hitap akıl ve dikkatleri bu gayelere yönlendirir ve ilim ve terakki yoluyla insanı bu gerçeklere ulaşmaya teşvik eder. İşte bu noktadan hareketle, Kur'ân'ın ilim eksenli hitabı temelde, Aristo'nun temsil ettiği hareketsiz metodu benimsemediği gibi, Hegel'de gözlemleyebildiğimiz değişkenlik metoduna da uymamaktadır, Kur'ân'ın bu alanda kendine has bir metodu olup bu metot insanın çok sayıdaki kuvve ve idraklerini içine almaktadır. Dolayısıyla İslâmın ilim alanındaki metodu tamamen akla dayalı olmadığı gibi, tümden tecrübî veya idealist veya aşırı somut değildir.

İslâm düşüncesi dışında doğuda ve batıda, geçmişte olduğu gibi bugün de değişik felsefî ekoller tarafından temsil edilen bu metotlar, insan ile içinde yaşadığı kâinat, etkenler ve onu çevreleyen hadiseler şöyle dursun, insanın kendisinde varolan farklı meleke, eğilim ve infialleri uzlaştırmaktan aciz kalmışlardır.

Okunan Kâinat ile Müşahede Edilen Kâinat Arasındaki İrtibatın Delilleri.

Evvela: Kur'âni hitap insanı ilme ve ilim tahsiline davet eden ilk imanî beyandır, bu gayeye ulaşmak için de, insanın maddî, manevî yapısına uygun olan bütün araçları kullanmıştır, bu araçların başında şunlar gelir:

1. Gördüğü ve idrak ettiği her şeyi öğrenme ve ona müttali olma sevgisi gibi, insanda gizli ve nüve halinde olan her şeyi harekete geçirme ve ona dikkat çekme.

2. İnsanın fıtratında ilim ile süslenme, bilim alanında derinleşme ve cehaletten hoşlanmama gibi, insanın fıtratında varolan hususları harekete geçirme.

3. Kendi varlığını sevme, hem cinsinin devamını arzulama ve ihtiyaçlarını gidermeye yönelik gayret etme gibi, fıtratında varolan bu özellikleri harekete geçirme...Kur'ân'ın, üzerinde düşünmesini istediği hususların kendisi için yaratıldığını ve kendisine yarar ve fayda sağlamak üzere hizmet ettirildiğini, tarif etmesi ve bunların asıl yaratılış gayelerinin, insanın ihtiyaçlarını karşılamak olduğunu bildirmesidir.

Birinci Maddenin Kur'ân-ı Kerim'den Delilleri:

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah'ın geceyi gündüze ve gündüzü geceye kattığını, her biri belirli bir süreye kadar hareket edecek olan güneşi ve ayı buyruk altında tuttuğunu; Allah'ın, yaptıklarınızdan haberdar olduğunu bilmez misin?"12

Bir başka âyet-i kerimede ise şöyle buyurur:

"Allah'ın gökten bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur ki sen de onları sapsarı görürsün, sonra da çer çöpe çevirir. Şüphesiz bunlarda, akıl sahipleri için öğüt vardır."13

İkinci Maddenin Kur'ân-ı Kerim'den Delilleri:

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

" De ki: "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar." 14

Bir başka âyet-i kerimede ise şöyle buyurur:

"Allah, içinizden inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah işlediklerinizden haberdardır." 15

Üçüncü Maddenin Kur'ân-ı Kerim'den Delilleri:

Yüce Allah şöyle buyurur:

"İnsan, yiyeceğine bir baksın; doğrusu suyu bol bol indirmekteyiz. Sonra yeryüzünü iyice yarmakta ve orada taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin, hurma ağaçları ve bahçelerde koca koca ağaçlı meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz. Bunlar sizin ve hayvanlarınız için geçimliktir."16

Bir başka âyet-i kerimede ise Yüce Allah şöyle buyurur:

"İşte onlara bir delil: Ölü yeri diriltir ve oradan taneler çıkarırız da ondan yerler. Orada hurmalıklar ve üzüm bağları var ederiz, aralarında pınarlar fışkırtırız. Onun ve elleriyle yaptıklarının ürünlerini yesinler; şükretmezler mi?" 17

İşte buradan hareketle Bediüzzaman insana hitaben şöyle der:

"Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen, Cenâb-ı Hakkın marifetini kazan. Çünkü, bütün hakaik-ı mevcudat, ism-i Hakkın şuââtı ve esmâsının tezâhürâtı ve sıfâtının tecelliyâtıdırlar."18

Onun için Risale-i Nur, imanı tesis ederken, Kur'ân-ı Kerim'in imanı işleyen âyetlerini hareket noktası kabul etmiştir, bunu da, idrak araçlarını bir taraftan fıtrî şeriatla, diğer taraftan da kevnî şeriat ve tabiatla irtibatlandırarak yapmaya çalışmıştır. Bunu da fıtratı ön plana çıkararak, imanî şuuru uyandıracak çağrıda bulunarak ve imanî-amelî sorumluluk dairesi arasında tekamülü sağlama suretiyle mahluku halikiyle irtibatlandırarak yerine getirmeye çalışır.

Risale-i Nur'un bu açık ifadeleri bizi ve okuyucuyu şu sonuca ulaştırmaktadır: Biz fıtratın kanunlarını gerçek anlamda anlamak için, Kur'ân-ı Kerim âyetlerine müracaat etmeliyiz. Risale-i Nur'u okuduğumuz zaman Risale-i Nur'un üzerine bina edildiği temelin, hem kâinat hem de insan üzerinde geçerli olan fıtrat kanunlarını açıklamak olduğunu görürüz, Risale-i Nur Kur'ân'ın hakîkî ve manevî bir tefsiri olması hasebiyle, asıl gayesi kâinat kitabını okumak, fıtratın hedefini ve yaratılışın akîbetini beyan etmektir.

Çünkü Allah Teâlâ bu kâinatı insan için yaratmıştır, insanı da kendisini tanıması ve sevmesi için yaratmıştır.

Bedizzaman Said Nursî imanî hakikatleri beyan ederken, bir taraftan Kur'ân'ın feyzinden ruhun derinliklerine doğru hareket ederken, bir taraftan da aynı Kur'ânî feyzden ve "Allah yerin ve semâvâtın nûrudur.. " 19 penceresinden müşahede edilen ve idrak olunan âfâk âlemine doğru hareket etmiştir.

Buradan hareketle Bediüzzaman Said Nursî, bu dünya memleketine misafir olarak gelen ve dünya misafirhanesinde ikamet etmek üzere gelen herkesin idrakini şu noktada uyarmaktadır: İnsan her gözünü açtığında, etrafa bakıp tefekkür ettiğinde, farklı noktalara açılan pencerelere ve çok sayıda düşünce, his ve duyguları taşıyan iman anahtarlarına ulaşacağı dersini vermeye çalışmıştır, hem de insan nefsinin farklı yönleri arasında hiçbir inkisama yer vermeden bir bütünlük arzeden bir çerçevede... Düşünce, his ve duyguların iç içe olduğu ve birbirlerini destekleyeceği bir şekilde...

Nursî'nin ortaya koyduğu bu gayretler, O'nun, hayatın ve varlığın gerçeklerine ilgi duyan bir ruha; din ve fıtratla örtüşmeyen sığ kavramlara ve peşin fikirlere dalmaktan alıkoyan sorumlu bir zihnî yapıya sahip olmasından kaynaklanmaktadır. 20 Aynı şekilde hakikate olan ilgisi onu bizzat söz konusu hakikati keşfetmeye sevketmiştir, zira hakikat müşahede edilen âlemden ibaret olup okunan kitap Kur'ân-ı Kerim onun bürhanlarını yorumlamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Bu Kitap, hiç şüphe yoktur ki, Allah katındandır ve müttakiler için bir hidayet rehberidir." 21

Yine Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Şüphesiz ki, bu Kur'ân en doğru yola iletir." 22

Dolayısıyla İslâm, hem müşahede edilen hem de okunan kitap olan Kur'ân-ı Kerim'i ihtiva eden ve Alah Teâlâ tarafından insanlara hatime olarak gönderilen ilâhî metodu içermektedir, Allah Teâlâ şöyla buyurur:

"Doğrusu size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap gelmiştir. Allah, rızasını gözetenleri onunla, selamet yollarına eriştirir ve onları, izni ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir." 23

İşte buradan, Bediüzzaman'ın, okunan kitap ile müşahede edilen kitabı birbiriyle irtibatlandırma ve bu ikisinden her birinin, diğerinin anahtarı niteliğinde olduğunu ifade eden bakış açısının ne kadar şümûllü/kapsamlı olduğu anlaşılmaktadır; ona göre gece, gündüz, ay, güneş... gibi sayısız âyetler üzerinde fikir yormanızı emreden Kur'ân-ı Kerim'dir, müşahede edilen kâinatın anahtarı; aynı şekilde Kur'ân-ı Kerim'in anahtarı bizzat insan ve âfâk/müşhede edilen âlemdir.

Bediüzzaman Said Nursî Risale-i Nur külliyatında, kıvrak zekası ve güçlü üslûbuyla İslâm dininin çoğu meselelerine değinmiş ve bunları kevnî şeriat ile Kur'ânî şeriati birbirleriyle irtibatlandırmaya dayanan bir araştırmaya, tetkik ve tahlile tabi tutarak ele almıştır, dinin temel kurallarını işleyen nefis bilgileri içeren Risale-i Nur, dolayısıyla, onun, imanın mahiyeti ile ilgili hususların zihinlere nakşedilmesi noktasındaki sözleri bir ilke imza atıyordu, aşağıdaki soru da bunlardan biridir:

Müslüman, imandan hareketle ilme nasıl ulaşabilir? Veya ilimden hareketle imana nasıl ulaşabilir?

Daha açık bir ifadeyle:

Müslüman imandan ilime nasıl bir giriş yapabilir? İlimden de imana nasıl bir yol bulabilir?

Bu suale cevap, Bediüzzaman'ın çerçevesini çizdiği ve prensiplerini bina ettiği iman eksenli ilmi şu âyet-i kerimeden hareketle vermeye çalışır:

"Onlara, gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz-tâ ki Kur'ân'ın hak olduğu onlara iyice açıklanmış olsun." 24

Bu âyet-i kerime ışığında Bediüzzaman Said Nursî, zihnin uğraş alanına giren her bilginin, ilk esasları ve kuralları itibariyle şu üç bilgi alanından birisine raci olduğunu ifade eder:

1. Kevnî, kâinat eksenli ilimdir ki, bu yer ve gökte mevcut olan her şeyi kapsamaktadır.

2. İnsan eksenli bilgidir ki, bu ister ferd, ister cins düzleminde olsun insan ve insanla ilişkili her şeyi zahirî ve batınî anlamda içeren bilgidir.

3. İlah eksenli bilgidir ki, bu da Allah Teâlâ'nın varlığı, rububiyyeti ve yarattıklar üzerindeki tasarrufu ile ilgilidir.

Bu üç bilgi alanı içiçe olup birbirlerini destekler, birbirlerine delalet ederler ve devamlı bir irtibat halindedirler; şöyleki, mü'min olmam öğrenmemi gerektirir, çünkü bilgi beni güçlendirir ve bana bir takım şeyler öğretir, niçin mü'min olmam gerektiğini bana bildirir.

Hak ve doğruluk ölçüleri içerisinde bir şeyler biliyor olmak, benim bilgi derecemi yükseltir ve en yüce bilgi olan marifetullaha ulaştırır; aynı şekilde insan nevi içerisinde bir insan olmam, insanın problemleriyle, varlığıyla, akîbetiyle ilgilenmem ve cismen küçük olsa da, onun iç dünyasının sırlarını öğrenmeye çalışmam, bütün bunlar sonuçta beni insanın hâlik ve mûcid'ini tanımaya götürecektir.

Kevnî bilgi, insanî bilgi ve ilâhî bilgiden oluşan bu üç bilgi çeşidi, sebep sonuç ilişkisinde olduğu gibi, birbirleriyle sıkı bir ilişki içerisindedirler.

Yani, buna göre insan ve kâinat hakkındaki bilgimiz bizi imana götürmeli veya iman bizi kâinatı ve insanı tanımaya sevk etmelidir.

Aklımız bunlardan hangisiyle bilgi yolculuğuna çıkarsa çıksın, sonuçta mutlaka diğer ikisine ulaşacaktır. Sanki bu bilgi alanları tek bir bilgi gibidir.25 Böylece okunan kitap ile müşahede edilen kitap tek bir hakikatin dışa yansıyan iki suretidir ve ikisi de Allah Teâlâ katındandır. Bu metoduyla Bediüzzaman, sanki her zaman ve mekânda yaşayan insanın dikkatini, Kur'ân'a dayalı bir metot ile kevnî delilin araştırılmasına yönlendirmektedir, bu Kur'ânî metot da birbirlerini destekleyecek şekilde bütün delilleri bir araya getirecek, bütün varlığa genel bir bakışı ortaya koyacak ve onun vahid ve ehad olan Allah'ın yaratması olduğunu tasdik edecek bir Kur'ânî metoddur.

Bu gayeye ulaşmak için Bediüzzaman Said Nursî bir ansiklopedi hükmünde olan Risale-i Nur'un değişik yerlerinde varlıktan ve kâinattan bahseder ve bize şu gerçeği hatırlatır: Kur'ân-ı Kerim kevnî âyetleri dikkatlerimize arzettiği zaman, onları yalnız başına değil, ya önceden zikredilen bir tembih/uyarı veya bilahare gelecek olan bir ta'kip cümlesiyle beraber arzeder ve bu âyetleri kendisiyle boy ölçüşülmeyecek mu'ciz ifadelerle insana takdim eder.

Onun için Bediüzzaman Said Nursî Kur'ânî beyanın, sırat-ı müstakime ulaşmak için tüm akıl ve idraklere hitap edecek ve seviyelerine göre anlatacak şekilde değişik sürelerde yer aldığını ifade etmiştir ve konuyla ilgili Kur'ânî hitabın:

Ya, tefekkürü emreden emir sigasıyla, "bakın, düşünün" veya: "Niçin bakmıyorlar, niçin düşünmezler" gibi sadece tefekkürü teşvik eden ifadelerle dile getirilir.

Veya söz konusu âyetler, tefekkür, tezekkür, tedebbür ve ibret gibi bakma ve düşünme eylemlerinin sonuçları hükmünde olan kavramlarla noktalanır, Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah'ın rahmetinin belirtilerine bir bak, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz ölüleri O diriltir. O her şeye Kadir'dir." 26

Bediüzzaman bu bağlamda Kur'ân-ı Kerim'in yıldızlarına ait nurlardan birine şöyle işaret eder:

"Göz önündeki kâinat kitabı, kendi ayat-ı şuuniyesiyle Kur'anın bu gibi âyetlerini sana tefsir etmektedir. Ve bir çok meşhud nazirelerini; gece ve gündüz ihtilaâfının letâfifinde ve mevsim ve asırlar tahavvülâtının çevrilen yaprakları ve değişen satırlarının zamirleri arasında göstererek fehmine yaklaştırmaktadır." 27

"Kâinat terkiplerindeki intizam, cereyan-ı ahvaldeki nizam, suretlerdeki garabet, nakışlarındaki ziynet, yüksek hikmetler, eşyadaki muhalefet ve mümaselet, câmidattaki muavenet, birbirinden uzak olan şeylerdeki tesanüd, hikmet-i âmme, inayet-i tâmme, rahmet-i vâsia, rızk-ı âmm, hayatlar, tasarruf, tahvil, tağyir, tanzim, imkân, hudus, ihtiyaç, zaaf, mevt, cehil, ibadet, tesbihat, daavat ve hâkezâ, pek çok sıfatlar lisanlarıyla Hâlık-ı Kadîm-i Kadîrin vücub ve vücuduna ve evsaf-ı kemaliyesine şehadet ettikleri gibi; Esmâ-i Hüsnâyı tilâvet ederek, Cenab-ı Hakka tesbih ve Kur'ân-ı Hakîmi tefsir ve Resul-i Ekremin (a.s.m.) ihbaratını tasdik ediyorlar."28

Şimdi yukarıda değindiğimiz misallerin bir kısmını arz etmek istiyoruz:

Birinci olarak: Tefekkürü emreden âyetlerden biri Yunus sûresinde yer alan şu âyet-i kerimedir:

"Göklerde ve yerde neler var, bir bakın"de. İnanmayacak bir millete âyetler ve uyarmalar fayda vermez." 29

Tefekkürü teşvik eden âyet-i kerimeler için de şu âyet-i misal verebiliriz:

"Göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimalini düşünmüyorlar mı? Bundan sonra hangi söze inanacaklar?"30

İkinci olarak: Tefekkürün sonuçlarına dikkat çeken âyetlerden biri de Nahl sûresinde peşpeşe gelen ve yerin ve göğün yaratılması, insan ve hayvanın yaratılışı, gökten yağmurun indirilmesi, gece ve gündüzün, güneş, ay, yıldız.. ve daha sayılamayacak kadar çok olan nimetlerin insanın emrine sunulmasını ifade etmek suretiyle, Allah Teâlâ'nın vahdaniyyet ve kudretini ortaya koyan çok sayıda delilin zikredildiği âyetleri verebiliriz. Allah Teâlâ söz konusu nimetleri andıktan sonra âyet-i kerimeyi şu cümleyle noktalar:

"Bu saydıklarımda düşünen kimseler için ibretler vardır.",

"bunlarda akleden kimseler için ibretler vardır"

"bunda öğüt alan kimseler için ibretler vardır"31

Tefekkürün vesile ve gayesini ibret alıp düşünmenin amacını dile getiren âyetlerden birisi de şudur:

"Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişizdir bir bakmazlar mı? Onda hiçbir çatlak da yoktur. Allah'a yönelen her kula öğüt ve bir belge olarak yeryüzünü yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her güzel türden yetiştirdik. Gökten bereketli bir su indirdik, kullara rızık olmak üzere onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme tomurcukları olan boylu hurma ağaçları yetiştirdik. O su ile ölü yeri dirilttik. İşte insanların diriltilmesi de böyledir."32

"Beyanı su gibi akıyor, yıldızlar gibi parlıyor. Kalbe hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rızık oluyor."33

Yine Bediüzzaman şöyle der:

"'İ'lem' Ey kardeş bil ki; Kur'an-ı Hakîmin ayetleri, nasıl ki bazısı bazısını tefsir ediyor. Öyle de kitab-ı âlemin bazı âyatı dahi, diğeör bazı âyâtını tefsir etmektedir. Meselâ nasıl ki maddî âlem, hakiki bir ihtiyaç ile bir güneşe muhtaçtır. Tâ ki güneşteki Cenab-ı Hakkın envar-ı nîmetinden feyz alsın."34

Bir başka yerde ise şöyle der:

"Bil ey arkadaş! Havass-ı hamse-i insaniyenin san'atında olan kemâl-i hikmet içindeki kemâl-i nimete ve kemâl-i nizam içindeki kemâl-i hikmete ve kemâl-i mizam içindeki kemâl-i nizama bak, gör, ibret al! Zira onların fatırı onları öyle bir vaziyette yaratmış ve onların sanii, onları öyle cihazlarla techiz etmiştir ki; o havas ile insan, umum enva-i semerat ve içekler ve ses ve kokular ve sairenin bütün hususiyatını hissedip zevk ediyor. İşte bu sırdandır ki, insanın câmiiyet-i fıtratı bu nisanı Cenab-ı fâtır-ı hakîmin (C.C.) hadsiz enva-i tecelliyat-ı esmasına mazhar etmiş ve onu Cenab-ı mün'imi kerîmin (Amme nevâlühü) sayısız elvan-ı nîmetlerini tadabilme derecesine iblağ etmiştir."35

İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî hikmete dayalı açıklamalara başvurur ve sözün misalle vuzuha kavuşacağını ifade eder:

"Bir bahçeye girsem iyisin intihab ederim. Koparmasından zahmet çeksem hoşlanırım. Çürüğünü, yetişmemişini görsem 'Huz Mâ Safâ' derim. Muhatablarımı da öyle arzu ederim. Derler: 'Sözlerin iyi anlaşılmıyor.' Bilirim ki kâh minâre başında, kâh kuyu dibinde konuşuyorum. Neyliyeyim zuhurat öyle. 'Şuâat' ve şu kitapta mütekellim âciz kalbimdir. Muhatab âsi nefsimdir. Müstemi' müteharri-i hakikat bir Japon'dur. Temâşa eden bunu düşünmeli."36

Bir başka yerde ise Bediüzzaman şöyle der:

"Semânın yüzündeki mahlûkatın intizamını, dakik mizanlar içinde masnuatın mevzuniyetini gör ve anla ki, onların Sânii ne kadar Kadîr ve ne kadar Hakîm olduğunu bil. Evet, muhtelif ve küçük cirimleri veyahut hayvanları döndüren ve bir vazife için çeviren ve bir mizan-ı mahsusla herbirini muayyen bir yolda sevk eden bir zâtın derece-i iktidar ve hikmetini ve hareket eden cirmlerin ona derece-i itaat ve musahhariyetlerini gösterdikleri gibi, koca semâvat o dehşetli azametiyle, hadsiz yıldızlarıyla ve o yıldızlar da dehşetli büyüklükleriyle ve gayet şiddetli hareketleriyle beraber, zerre miktar ve bir saniyecik kadar hudutlarından tecavüz etmemeleri, bir âşire-i dakika kadar vazifelerinden geri kalmamaları, Sâni-i Zülcelâllerinin ne kadar dakik bir mizan-ı mahsusla rububiyetini icra ettiğini nazar-ı dikkate gösterirler."37

İşte bu açıklamalardan Bediüzzaman Said Nursî'nin ifade ettiği gibi şu mesele gayet vuzuha kavuşmuştur:

"Kâinatın mevcudatı, envâları en muntazam bir fabrika çarkları gibi birbirine muavenet eder, birbirinin vazifesini tekmile çalışır. Öyle bir tesanüd, öyle birbirine muavenet, öyle birbirinin sualine cevap vermek ve birbirinin imdadına koşmak ve birbirine sarılmak, birbiri içine girmek suretiyle öyle bir vahdet-i vücut teşkil ediyorlar ki, bir insanın cesedindeki unsurlar gibi, birbirinden kabil-i tefrik olmaz. Bir unsurun dizginini tutan, umumun dizginlerini tutamazsa, o tek unsurun dizginini zaptedemez." 38

Said Nursî değişik verilerle bu açıklamayı ortaya koyduktan sonra şu şuuru harekete geçirmeye çalışmaktadır: Varlık âleminde tek bir unsurun hakimi olan güç, bütün unsurların hakimidir; çünkü tek bir unsura hakim olamayan bütün unsurlara hakim olamaz. Bediüzzaman şöyle der:

"İşte, kâinatın simasındaki bu teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk, pek parlak bir sikke-i kübrâ-yı vahdettir." 39

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığı üzere, insana yönelik imanî beyan, teklifle gerçekleştiğine göre, insan aklının, hidayeti kabul için yegâne uyarıcı güç olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Abbas Mahmud el-Akkad şöyle der:

"İnsanoğluna teklif, mükellefiyet gibi bir meziyet bahşeden Kitap, akla yönelik hitaplarla dolu olan Kitap'tır; hatta sadece akla değil, aklın haiz olduğu her melekeye, aklın insanlar tarafından bilinen her türlü işlevine hitap eden Kitap'tır, hem de akıl daha araştırmalara konu olmadan..."40

Bu da insan aklının, teklif/mükellefiyetin yapılmasına ve işlenmesine razı olmadığı hususları idrak mahalli olmasından kaynaklanmaktadır, nitekim şöyle meşhur bir söz vardır: Her şeyi ayakta tutan bir şey vardır, insanı ayakta tutan şey de akıldır.

İnsanı ilgilendiren her türlü hususta ve yer ve göğün yaratıcısına karşı sorumluluğunda, akıl merkez noktada yer almaktadır ve teklifin merkez noktasında o vardır.

Onun için akla göndermede bulunan âyet-i kerimeler Kur'ân-ı Kerim'de işaret ve telmih yoluyla zikredilmemiştir, tam aksine bu göndermeler zikredilen her âyette lafız ve mânâ noktasında üzerine vurgu yapılarak zikredilmişlerdir, aklı kullanmaya, yer-gök ve bunlar arasında Allah Teâlâ'nın yarattığı yaratıklar üzerinde düşünüp tefekkür etme yoluyla aklı çalıştırmaya davet eden âyetlerde olduğu gibi... Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerim selim akla ve müstakim tefekküre sahip olanların hislerini ve duygularını, kâinatta müşahede edilen âyet ve bürhanlara yönlendirmiştir.

Bu durum en büyük ulûhiyyet meselesinde aklın hakem olmasını zorunlu kılmıştır, tâ ki iman, kişinin kendi hür kanaatinin bir eseri olarak dışarıya yansısın ve atalardan gelen bir miras ve taklit veya birilerine körü körüne bağlanma sonucunda vücuda gelen bir şey olmasın... Nitekim İslâm imamlarından birisi şöyle der: İman ve tevhid delilleri iki alanla sınırlıdır: Âfâkî deliller ve enfüsî deliller olmak üzere 41

Hikmetli sözlerde aşağıdaki ifadelere yer verilmiştir:

"Gözünü açıp dikkatli bir şekilde yıldızlara bak, onları böylesine ince bir hesapla yerleştireni düşün ve bu esrarengiz şeyleri dikkatli bir şekilde sezmeye çalış, kader gelip seni almadan ve düşünemeyecek zaman bulmadan önce onları böylesine tedbir eden kudretin hikmetini tedebbür etmeye çalış." 42

Şüphesiz ki, âfâk delilleri çok daha kuvvetli ve daha büyüktür, yüce Allah şöyle buyurur: "Göğün ve yerin yaratılışı, insanın yaratılışından daha büyüktür" Çünkü bu delillerin Allah Teâlâ'ya delaleti çok daha etkili ve çok daha büyüktür. 43

İşte buradan hareketle insanoğlundan, Allah Teâlânın müşahade edilen kâinatta yarattığı sahneleri ve ona yerleştirdiği genel-geçer kuralları duyularıyla irtibatlandırması talep edilmiştir, Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır."44

Bu âyet-i kerimeyi teemmül eden kimse, onun, Allah Teâlâ'nın vahdaniyyeti, kudreti ve uluhiyyetini ispat hususunda his, idrak ve şuuru uyarmaya çalışıp, insanların dikkatlerini müşahede edilen kâinattaki âyet ve delillere dikkat çektiği sonucuna ulaşır. Böylece Kur'ân-ı Kerim insanda kâinat eksenli bir şuuru harekete geçirmiştir. Duyuları uyaran iman eksenli bu hitaplar, insanın gözünü ve basiretini, bu kâinattaki esrarengiz oluşumlara açması gâyet tabii bir sonuçtur. Söz konusu esrarengiz oluşumlar, tefekkür edilmediği ve içindeki bir çok öğüt ve ibret sezilmediği için, çoğu insanlar nezdinde alalade hadiseler şeklinde telakki edilmiştir. Hak Teâlâ ne kadar güzel buyurmuştur:

"Göklerde ve yerde nice belgeler vardır ki, yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler."45

Onun için Fahreddin Râzi şöyle der: "Bil ki nimetler iki kısımdır: Dünyevî nimetler ve dinî nimetler ... Söz konusu âyet-i kerimelerin, yerin ve göğün yaratılışı ile ilgili çok sayıda zikrettiği burhanlar, insan hayatında dünyevî nimetler babındandır, şayet bu âyetleri akıllı insan tefekkür eder ve onlardan hareketle yüce yaradanı tanımaya ulaşırsa, bu nimetler dinî nimetler olurlar. Ancak dünyevî nimet olmaları hasebiyle bu nimetlerden yararlanma, ancak duyuların sağlıklı, niyetin de samimi olmasıyla mümkündür.. Aynı şekilde dinî nimetler olmaları hasebiyle onlardan yararlanabilme, ancak insanda bulunan farklı idral ve melekelerin sağlıklı olmasıyla mümkündür, onun için söz konusu âyet-i kerimeler: "Akleden kimseler için..." ifadesiyle noktalanmıştır." 46. Bir başka âyet-i kerime ise: "Akıl sahipleri" şeklinde biter, Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah her şeye Kâdir'dir. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiplerine şüphesiz deliller vardır." 47

Böylece Kur'an-ı Kerim, İslâm medeniyetinin temel esaslarından bir esas olmak üzere, insanî aklın hidayet bulması için, iman eksenli bir hitap ortaya koymuştur. İnsanı, tefekkür ve tefekkürsüzlük doğan her türlü hurâfe ve bâtıldan kurtarmak için böyle bir hitap ortaya koymuştur. Kuran-ı Kerim her insanda kâinat eksenli bir şuur oluşturduğu gibi, yine her insanda ferdî bir şuur meydane getirmiştir; zira her insanı önce kendisine en yakın olan nefsi üzerinde tefekkür ve tedebbüre davet etmiştir, çünkü her nefis eşsiz bir kâinatı temsil etmektedir:

"Kendi içinizde Allah'ın varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?"48

Yani, her insanın başlangıcı ve bir aşamadan diğerine intikali, fıtratında meknuz olan zahirî ve batinî bir çok sırlar, yaratılış harikası olan şeyler ve akılları durduracak nitelikte mevcut olan bir takım mekânizmalar, bütün bunlar, yüce varlığı ispatlayan delillerdir. Sadece aklı düşünelim, onda sayısız idraklar ve envâ-ı çeşit mânâları içermektedir; aynı şekilde dil, onun işlevi olan konuşma, harflerin telâffuzu, birbiri ardınca dizilmesi.. bütün bunlar yüce müdebbirin hikmetine delalet eden âyetlerdir, yaratıcılık mertebelerinin en yücesinde olan en iyisi olan Allah ne yücedir! 49

İnsanın, bizzat kendi varlığı üzerinde düşünmeye davet edilmesi, her ne kadar insanoğlunda kuvve olarak var olan bir şeyi hatırlatma ve ibret almasını sağlama maksadına mâtuf ise de, aynı zamanda bu, Allah Teâlâ'nın insanı ne kadar dakik bir şekilde yarattığı ve yakînî imana ulaşma konusunda onu ne kadar mükemmel bir şekilde vücuda getirdiğine dair bir burhandır. 50 Bu imanî hitap, her insanî nefse, kâinat ve kâinat içinde bulunan varlıklara mukabil, kendi varlığını sezmesine imkan verir ve kendi varlığını değerlendirme konusunda herkesten çok daha önce olduğunu görmesine yardımcı olur; bu his onu, hayata ve canlılara karşı yürüteceği mücadelede yeryüzünün halifesi ve mükerrem varlığı olmaya sevkeder, bu da Kur'ân-ı Kerim'in bütün insanlığa ve yaratıklara gönderilmiş bir kitap olmasından kaynaklanmaktadır, zira Kur'ân-ı Kerim bir tabakayı dışlayıp diğerine hitap etme yoluna gitmemiştir, aynı şekilde o, bir grupla ilgilenmek yerine hepsine aynı ihtimamı göstermiş ve her nefse ferdî şuur aşılama yoluna gitmiştir, hem de bu şuuru, hayatı ve canlıları daha ileriye götürecek şekilde her insanî ferde kazandırmaya çalışmıştır.

Kâinat eksenli şuur ile ferdî şuurun kaynağı, Kur'ân-ı Kerim'in aklı bu yönde uyarmasından zuhur ettiğine göre, Kur'ân-ı Kerim'in insanda uyardığı vicdanî bir şuur da mevcuttur, ta ki insan kalbi ve hisleriyle kâinatttaki cemalin yansımalarını ve ilâhî yaratıklardaki kemali idrak etsin. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Yakın göğü ışıklarla donattık ve bozulmaktan koruduk. İşte bu, bilen, güçlü olan Allah'ın kanunudur." 51

Yani, biz dünya semâsını -size en yakın olan gök boşluğunu- ışık saçan yıldızlarla süsledik ve onu dengesini kaybedip düşmekten koruduk 52 Yine Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"And olsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık."53

Bu âyet-i kerime, ihtiva ettiği içeriğin, üzerinde dikkatle durulması gereken bir içerik olduğunu ifade için yeminle başlamıştır, mânâsı ise şöyledir: Allah'a yemin olsun ki, biz size en yakın olan semâyı/gök boşluğunu ışık saçan yıldızlarla adeta bir kandil gibi süsledik, büyük kudretimiz sayesinde, gökten bilgi çalmaya girişmeleri durumunda, bu yıldızları, şeytanı taşlayan ve yakan bir güç verdik, ve biz bu yıldızları üç şey için yarattık: Semâyı süslemeleri, şeytanı taşlamaları ve yön tayini. 54

Onun için Kur'ân-ı Kerim, bütün insanların dikkatlerini, dünya ve âhiret nimetlerine çekmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın kulları için yarattığı zinet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?" "Bunlar, dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir" de. Bilen kimseler için âyetlerimizi böylece uzun uzun açıklıyoruz." 55

Bu âyet-i kerime mükemmel bir hayat metodunu içermektedir, insanı Allah Teâlâ'nın kendisi için yarattığı nimetlerden istifade etmesini mümkün kılmıştır, ancak israfa ve şımarıklığa meydan vermeden.. Onun için, Allah Teâlâ, kendisinin bol bol dağıttığı nimetleri kısıtlamaya çalışanları bu anlamda tasvip etmemiştir.

Âyet-i kerimede yer alan istifham/soru, dine ve fıtrata aykırı davranışta bulunanları yadırgayan bir sorudur, onun için Resûl'üne, söz konusu kimselere şu karşılığı vermesini istemiştir:

"Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamette de yalnız onlar içindir" Mânâsı şudur ki: Ey Allah'ın Resûlü ümmetine şunu telkin et: Rızık adına verilen bu zinet ve nimetler, dünya hayatında mü'minlere ait olduğu kesindir, ancak müşrikler de onlara o rızıkta ortak olurlar, âhirette ise bu nimetler sadece mü'minlere has olup Allah'a ortak koşan kimseler bu nimetleri onlarla paylaşamayacaklardır. 56

İlâhî yaratma alanında cemâl yansımalarından biri de gayrı nâtık olan hayvan da girmektedir:

"Getirirken de gönderirken de onlarda sizler için bir haz ve cemâl vardır."57

Bu beyan-ı ilâhîde Allah Teâlânın bütün insanlara bahşettiği nimetlerden biri anılmakta ve hayvanların insanlara yönelik faydalarından biri dile getirilmektedir.

Allah Teâlâ: Getirirken de gönderirken de... fiillerini tekrar ve yenilenme mânâsı ifade etsin diye geniş (muzari) zaman kipi ile ifade buyurmuştur, bu ifade şekli insanın hayvanlardan aldığı maddî ve manevî hazzın devamlı yenilenen bir şey olduğunu ifade ediyor ve bol nimet ve ihsanından dolayı Allah Teâlâ'ya şükretmeye sevkediyor.

Yukarıda anlatılanlardan şunu anlıyoruz: Kur'ân-ı Kerim, Allah'a ve imana giden yolda fıtrî bir metot tesis etmiştir ve bu metot içerisinde, temel prensipler, ferdî, kevnî ve vicdanî şuura sahip olan insanın vicdanî ve aklî bütün özellikleri tecelli etmektedir. Bu akîdenin insan hayatında büyük bir tesiri olması hasebiyle, Yüce Yaradan, bu hususta insandan bir gevşeklik veya pazarlığı kabul etmemektedir, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur."58

Buradan, Kur'ân-ı Kerim'in, insanın imanı, fıtrata aykırı olan kulluktan kurtarılması ve kulluğun sadece Allah'a ait olduğu ilân etmesi yönündeki ısrarını açık ve net bir şekilde anlamış oluyoruz.

Bediüzzaman şöyle der:

"Bu Kur'ân-ı Azîm-i Kâinatın her bir âyet-i tekvîniyesi, o âyetin noktaları ve hurufu adedince mucizeler gösterirler... İsm-i Hakemin tecellî-i âzamı şu kâinatı öyle bir kitap hükmüne getirmiş ki, her sayfasında yüzer kitap yazılmış... Kâinattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve suhuletle ve kolaylıkla, gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i ferdiyeti bilbedâhe gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelâlin san'atı olduğunu ispat ediyor. Risale-I Nur Külliyatı, s. 802, 808." 59

Bütün bu anlatılanlardan, kıyamete kadar yaşayacak olan ve her asırda yenilenen Kur'ân mucizesinin ayrılmaz bir parçası olması hasebiyle, Kur'ânî hitabın, bizi, ilim ve kâinatla ilgili olarak, imanî hakikat ve bürhanların künhüne vâkıf kılan bilgilere ulaşmış bulunuyoruz. Aynı şekilde Kur'ânî hitabın, öznel kudretlere ilişkin içerdiği esasları ve okunan ve müşahede edilen kitaplarda temsil edilen bütün alanlara hitap etmeye muktedir aktif bir güce sahip olduğunu anlamış bulunuyoruz.

Tevfik Allah'tandır...

Dipnotlar:

** Dr. Sâmi Afîfî Hicâzî: 1949 yılında Mısır'ın Menufiyye şehrinde doğdu. Halen Ezher Üniversitesi Usuluddin Fakültesinde Akaid ve Felsefe Bölümünde öğretim üyesidir. Aynı zamanda Mısır Felsefe Cemiyeti üyesidir. Birçok eseri yayınlanmıştır. Eserlerinden bazıları şunlardır:

- John Lock'un Bilgi Teorisini Tenkit
- Kelâm İlmine Giriş
- İnanç ve Ahlâk İlişkisi

2 Risale-i Nur külliyâti, İşârâtü'l-İ'câz cüz'ü, c. 5, s. 22
3 A.g.e; ayrica bk, Mektubât ve Lâhikalar'a
4 Hicr, 9
5 Fussilet, âyet 53
6 Enbiyâ, âyet 107
7 Bk. Risale-i Nur Külliyatı
8 Bk. Risale-i Nur Külliyatı, s. 161.
9 Bk. Risale-i Nur Külliyatı, s. 972.
10 Bu vasitalardan bazıları şunlardır, yemine başvurması, istidlal ve hükümlerde bulunması, emsallere başvurması, pekiştirme, tekrar, hükümlerin gerekçelendirilmesi, değişik üslûblara başvurması ve daha başka i'câz alanları kullanması gibi
11 Dr. Din Muhammed Mîra, Mefhûmu'l-Fikri'l-İslâmî
12 Lokman, âyet 29.
13 Zümer, âyet 21.
14 Zümer 9.
15 Mücadele, 11
16 Abese, 24-32
17 Yasin, 33-35
18 Risale-i Nur Külliyatı, s. 209.
19 Nûr, âyet 35, bk. 3. Uluslararası Sempozyum, Said Nursî düşüncesinde tevhid gerçeşine bakış, Dr. Sami Hicazî, s.70, 1.baskı 1996
20 Bk., Edip İbrahim ed-Debbaş, Mutarahat fi marifeti'l-imaniyye inde'n-Nursî, s. 7, 1. baskı, 1997
21 Bakara, 2.
22 İsra, 9
23 Maide, 16
24 Fussilet, 53.
25 Bk. Bediüzzaman Said Nursî, Kelimat; Edip İbrahim ed-Debbağ, Bediüzzaman Said Nusi ve bilgi teorisi
26 Rum, 50.
27 Mesnevi-i Nuriye (Envar Neşriyat), s. 568.
28 Risale-i Nur Külliyatı, s. 1298.
29 Yunus, âyet 101.
30 A'raf, âyet 185; bir başka âyet-i kerime ise, Sebe' süresinde yer alan: " Önlerinde ve ardlarında olan göşü ve yeri görmezler mi?" cümlesidir, Sebe, âyet, 9.
31 Nahl, 11,12ve 13. âyetler
32 Kâf, 6,11; ayrıca Lokman sûresi: ".. " âyetine bakınız.
33 Risale-i Nur Külliyatı, s. 170.
34 Mesnevi-i Nuriye (Envar Neşriyat), s. 277.
35 Mesnevi-i Nuriye (Envar Neşriyat), s. 346.
36 Mesnevi-i Nuriye (Envar Neşriyat), s. 618.
37 Risale-i Nur Külliyatı, s. 274.
38 Risale-i Nur Külliyatı, s. 806.
39 Risale-i Nur Külliyatı, s. 806.
40 Dr. AhmedEs-Sâyih, Felsefetü'l-Hadara, s. 103, baskı 89.
41 Bk. Fahreddin er-Razi Tefsiri c. 9, s. 110; ve Said Nursî Külliyatına bk.
42 Bk. Keşaf Tefsiri, c. 1, s. 348, et-Tefsiru'l-Vasit, Muhammed es-Seyyid Tantavi, c. 2, s. 487, 3. baskı, 1990'dan naklen.
43 Fahreddin Razi, A.g.e
44 Bakara, âyet 164
45 45. Yusuf, 105.
46 Bk Fahreddin Râzi Tefsiri, c.3, s.229; et-Tefsîru'l-Vasît li'l-Kur'âni'l-Kerim, c1, s.425, 1989,baskısından naklen
47 Al-i İmrân, 120
48 Zâriyât, 21
49 Bk. Keşşaf Tefsiri, c.4, s. 399
50 Bk. Said Nursî,Risale-i Nur Külliyatı, Saykalü'l-İslâm
51 Fussilet, 12
52 Bk Dr. Muhammed Seyyid Tantavî, a.g.e, c.12, s. 436, 2. Baskı, 1989
53 Mülk, 5
54 A.g.e, c.15, s.15.
55 A'râf, 32
56 A.g.e
57 Nahl, 6
58 Nisâ, 8
59 Bk, Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, Lem'alar, c. 3, s.540,546.
Kategorileri:
Okunma sayısı : 8.449
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...