RİSALE-İ NUR'UN DÜNYA GÖRÜŞÜ BATI'DA MÜSLÜMAN HAYATI İÇİN BİR NÛMUNE OLACAK
20. asır boyunca, İslâm dünyası çok dramatik tecrübeler yaşadı. Söz konusu tecrübeler, bazılarına göre Batının amansız saldırıları ve onun 3. dünya ülkelerine, medeni milletler safına doğru yürümenin ilk adımı olarak takdim ettiği Üniversel değerleri'nden dolayı yaşanmıştır. İslâm dünyasına karşı başlatılan bu kampanyaya, Moğol, Safevi, Osmanlı gibi imparatorlukların 19. asrın sonlarındaki gözle görülür zayıflıkları ve Avrupa'nın, koloniçi milletlerin menfaatine olarak, onları üstesinden gelinebilir milli devletlere bölme planına karşı duramamaları yol açmıştır. Batılı değerler, İslâmiyete saldıran, onu ortaçağ zihniyetinin devamı olarak gören, Müslümanların zayıf durumunun sorumlusu kabul eden, kendilerine önerilen modernizm, sekülarizm, sosyalizm, materyalizm, liberalizm ve bilimsel devrim gibi Batılı ideolojileri kabul etmedikçe kendilerine gelemeyeceklerine inanan sömürgeciler, Oryantalistler ve Hıristiyan misyonerler tarafından yayıldı.
İslâmı Müdafaa Etmek
Bu meydan okumalara, birçok Müslüman entellektüel İslâm cemiyetinin pek çok esasına yönelik tehditten toplumu korumak için savunma hatları kurma sorumluluğu olarak cevap verdi. Bazıları, Batılıları kendi sözleri ile yakalayarak Müslümanları, Batı ile eşit olmayı başarma ümidinden vazgeçirmeye çalıştı. Diğer bir kısmı bir yandan İslâma bir din, bir medeniyet olarak bağlanırken, öte yandan ömür boyu kimlik meseleleri, modern dünyaya uygun düşen bir dünya görüşünün rahatlıkla ifade edilmesi teşebbüsünün yaşama şansı ve sıhhatliliği gibi meselelerle uğraştılar. Onlar, İslâm ümmetini yaşaması için bir alan oluşturmak ve hızlı değişen politik sosyal ve ekonomik ortamda fert olarak Müslümanın sıhhat ve selameti için teşebbüste bulundular.
Bediüzzaman Said Nursi'nin hayatı ve eserleri, sadece İslâm dünyasındaki değil, artan bir şekilde Batıdaki Müslümanların da dikkatlerini, İslâmın günümüzde tartışılan meselelerini anlamada çok önemli bir katkı sağladı. Artan sayıda Müslüman nüfus göç yoluyla Avrupa ve Kuzey Amerika'ya yerleşince aynı mücadele ile karşı karşıya geldiler. Onlar, Batı ortamında İslâmı ekme, besleme ve yaşatma ümidine sıkıca sarıldılar. Batı gibi cazip bir çevrede doğan ve büyüyen ikinci nesle İslâm inancının kabul ettirilmesi ve bunun ebedîleştirmesi endişesi, bazılarını, İslâmın, Batıdaki hayata uygun yorumlarını yapmaya sevketti.
Bu makalede, Müslümanların herşeyden mahrum bırakılarak güçlüklerle boğuşmak zorunda kalarak varlıklarını sürdürdükleri modern dünyada, bir numune olarak Bediüzzaman Said Nursi ve onun tefekkürü üzerinde durulacaktır. Eserlerinin ilgi odağı, amansız, acımasız Batılılar ve onların yerli işbirlikçileri tarafından hazırlanan plan gereği Müslümanları İslâmdan arındırmak; inançlarını etkisiz hale getirmek, Batılılaşma ve aşırı lâikleşme gayretlerine karşı İslâmi direnci pekiştirmektir.
Onun hayat tecrübesi de fikri mücadelesi eşsiz, benzersiz olmayabilir; ancak hayatının fikri ve ruhî olarak ikinci döneminde oluşan fikirleri, Batı'da yaşayan bir Müslümanın hayatı için numune oluşturmuştur
Batıda, Müslümanlar arasında popüler olan diğer iki yazar, Mısırlı Muhammed Abdul ve Seyyit Kutup da benzer tecrübeler yaşamakla birlikte, Müslümanlar için alternatif numuneler sundular. Bu, onların ilgilerinin mücadelesi ile paralel olduğu bir gerçektir. Onların ilgi alanını en iyi şekilde onların mücadelesi gösterir. Günaha teşvik eden, kendine meftun eden ve vaatlerde bulunan Batı zihniyetinin boş olduğunun farkına varma ve talebelerine uygulanan İslâmi alternatif yaşama biçiminin dayandığı vazgeçilmez gerçeğin tutarlılığını göstermek onların mücadelesinin özünü oluşturuyordu. Adı geçen yazarlar, neden söz ettiklerini biliyorlar ve bunları bizzat yaşadılar. Onlar, ecnebi bir çevrede Müslüman olmanın ağır bir bedeli olduğunun farkındaydılar.
Her ne kadar üçünün de hayata bakış açısında ve İslâmın toplumu yeniden şekle sokması konusundaki görüşlerinde dramatik dönemler yaşanmışsa da; üçü de fikirlerinden ve inançlarından dolayı, hapsedilme ve sürülme de dahil olmak üzere, ızdırap çektiler. Üçü de Batılı bilgi ve güç tarafından teşvik edildiler ve kısa sürelerle Batıda dolaştılar, sömürgeci Batının akınlarına karşı silahlı mücadelenin meşruiyetine inandılar ve İslâm toplumunu yeniden şekle sokacak ve ihya edecek bir İnkılaba sempatiyle baktılar. Üçü de, yeni bir başlangıç vadeden, ümmetin yararına olmayan bozuk sistemlerin sökülüp atılması için bir şans, taze başlangıçların göstergesi olan inkılap dönemlerinde yaşadılar.
Bu üç entelektüel, kendi çevrelerinin ve dönemlerine hâkim olan düşüncenin ortaya çıkardığı insanlardır. Onların ızdırabı ve mücadelesi sadece Batı ile değil, aynı zamanda akranlarının İslâmın kurtuluşu için önerdikleri elemeci Batılılaşma anlayışı ile idi. Yaşadıkları benzer tecrübelere rağmen, İslâm ümmetini muhafaza etmek için başvurulacak vasıtalarla ilgili fikirleri birbirinden çok farklıydı. Gayr-ı Müslim bir çevrede Müslümanca bir hayat sürdürebilmesi için farklı alanlara başvurarak üç ayrı tercih sundukları görülüyor.
Hem Abduh hem Nursi, değişimin vasıtası olarak siyasi güç ve ihtilalden kaçınırken Kutup, bunun için siyasi kontrolün ele geçirilmesinde ısrar etti.
Muhammed Abduh, sonuçta hayatını eğitim vasıtasıyla gerçekleşecek ferdi plandaki, barışçı bir değişime adadı. O, amacını gerçekleştirmek için eğitimli, Batının bilim ve teknolojisine, ilmine aşina, İslâmı modern dünyayı idare edebilecek şekilde akılcı, hayati öneme sahip bir şekilde yeniden yorumlayabilecek bir toplum oluşturmanın yollarını araştırdı.
Öte yandan Seyyid Kutup, kurtuluşun ancak, sosyal problemlerin çözümünde başka sistemlere ihtiyaç bırakmayan başka alternatiflere müsamaha etmeyen İslâmi bir sistemin yerleştirilmesi ile gerçekleşebileceğine inanıyordu. Bu sistem, ancak İslâmın doğru yorumundan çıkarılan, doktrin haline getirilmiş akideye kişilerin ittifakla bağlanması ve iktidarı Müslümanlardan gasbeden Allah'sızlardan siyasi gücü almak için arzulu olması ile gerçekleşebilir. Ancak o zaman, onlar adaleti ve fazileti yeniden tesis edebilir ve gündemlerindeki dünyayı İslâmlaştırma projesini tatbik edebilir.
Said Nursi, ferdi Kur'an ve Hadisin emrettiği yere oturtmak istedi. Eğitimin hayati önemine inandığı için, metodu kişiyi iman ve teslimiyete dayalı bir hayatın merkezine yerleştirmeye dayanıyordu. Bu, Allah'ın varlığını hayatın her noktasında idrak etmeğe dayalı, disiplinli bir İslâmi hayatın telkini anlamına geliyordu. Kurtuluş için reçetesi oldukça sade idi, bir devirde bir kişi. Onun sürgündeki hayatı, çağının meydan okumalarına, devletin baskılarına, kendisinin bertaraf, inançlarının değiştirilmesi gayretlerine karşı direnmenin bir modeli oldu.
Üçü de modern hayat için İslâmın yeniden yorumlanması meselesinde yoğunlaştılar. Bu süreçte, dünya hayatının itiraz kabul etmez kaynağı, alternatifi olmayan bütün hakikatlerin hazinesi olduğuna inandıkları Kur'an üzerinde düşüncelerini yazmanın bir gereklilik olduğu sonucuna vardılar.
1. Kur'an üzerindeki düşünceleri, 20. asırda gelişen bir tefsir tarzı olarak tevafuk etti. Bu, ilk etapta metnin açıklaması ve İslâmın müdafaasıdır. Bu yöntem, klasik tefsirler gibi özellikle diğer alimlere hitap etmeğe değil, okuma yazması olan toplumu muhatap almaya, modern hayatta Müslümanların karşı karşıya bulundukları sosyal, ekonomik ve kültürel meselelerin de onlara günlük hayat için kılavuzluk etmeye dayanır. Bu tefekkür, işin sarf ve Nahiv cephesini bir yana bırakarak temelde Kur'an'ın mesajı üzerinde odaklaşır. Onlar, Kur'an'ın günümüz meseleleriyle olan münasebetini vurgulayarak, modern bilimin buluşlarıyla modası geçen meselelerle ilgisinin olmadığını ispat etmeğe çalıştılar. İslâmi kimliği ve karakteri muhafaza etmek için Kur'an'ın mesajlarının anlaşılması üzerinde yoğunlaştılar.
Risale-i Nur, önemsiz bir uzuvdaki küçük bir tahribatı tamiz etmiyor; her taşı dağlar büyüklüğünde olan, İslâmı muhafaza eden kaledeki büyük tahribatı tamir ediyor. O, ferdi bir şuur ve mahrem bir kalp oluşturma çabasında değil; Kur'an mucizeleri ve imanın devaları vasıtasıyla, binlerce yıldan beri birikmiş ve hazırlanmış olan suiistimallerle harap edilen kollektif kalbi ve zihniyeti ile İslâmi müesseselerin ve herkesin, özellikle de mü'minleri n sığınağı olan itikadın tahrip edilmesi sonucu yıkılışla karşı karşıya olan kollektif şuuru tamir etmek gayretindedir. Böyle korkunç ve dünya çapındaki zedelenme, tahrip ve yaraların tedavisi için kat'i ve dağlar kuvvetinde deliller, doğruluğu ispatlanmış çareler ve sayısız ilaçlar gereklidir. Asrımızda bu vazife, Kur'an mucizelerinin mucizevâri açıklamaları ve inancın temel düzeyde geliştirilip yerleştirilmesi ile yapılır.
2. Canavarla Karşılaşma
Said Nursi'nin eserleri, onun, Hıristiyan misyonerler, sömürgeciler ve oryantalistlerin ortaya koyduğu İslâm imajının farkında olduğunu göstermektedir. O, Batılıların İslâmı geri kalmanın temel sebebi saymalarını çürütmeğe çalıştı. Kur'an'ın i'cazı meselesine özel bir önem verdi. O, bunu İslâmın müdafaasında, Pozitivizm, Materyalizm ve sekülerizm ile mücadelesinde kurulacak savunma hattında temel esas olarak görüyordu. Kur'an'ın başta Tevrat ve İncil olmak üzere diğer kutsal kitapların hükümlerine dayandığı yolundaki misyoner ve oryantalist iddialarını reddetti.
O, kategorik olarak beynelmilel ve standart oluşturma anlamında Batı kavramını reddetti. Ona göre, Hıristiyanların dünyayı Hıristiyanlaştırma faaliyetlerine ve radikal sosyalistlerin "İnsanlığı yüceltme" maskesi altında Marksist ideolojiyi dayatmalarına ve yeni bir sosyal, siyasi ve ekonomik düzen kurmalarına karşı durmanın en iyi vasıtası, hayatını Kur'an merkezli olarak sürdüren ve Kur'anın öğretilerini günlük hayatında yansıtan Müslüman fertlerden oluşan iyi bir kadro kurmaktır.
Nursi, Avrupalıların İslâmı mahvetme çabalarının eninde sonunda başarısız olacağına ve Hıristiyanlığın İslâmın hakikatine teslim olacağına inanıyordu.
"Hıristiyanlık ya tamamen ortadan kalkarak ya da saflaşarak, arınarak İslâma karşı silah teslimine mecbur olacaktır. Hıristiyanlık Protestanlık'a gelinceye kadar birkaç kez yırtıldı. Protestanlık da yırtıldı Tevhide yaklaştı; tekrar yırtılmağa hazırlanıyor. Ya sönüp ortadan kalkacak ya da gerçek Hıristiyanlığın esaslarını içeren İslâm hakikatlerini karşısında bularak teslim olacaktır."
"İşte bu büyük sırra Hz. Peygamber işaret etmiş ve demiştir: "Hazret-i İsa nazil olup gelecek, ümmetimden olacak ve şeriatımla amel edecektir."2
"Amerika ve Avrupa İslâmlaşacak ve Allah'a teslim olacaktır. Avrupa ve Amerika İslâm'a hamiledir. Bir gün İslâmi bir devlet doğuracaklardır. Tıpkı Osmanlıların Avrupaî bir devlete hamile olup doğurması gibi" 3
Müslümanlar için daha tehlikeli olan şey, kendilerini Batı medeniyetinin cazibesine kaptırmış ajanların aralarında pusuya yatması ve onları baştan çıkarmaya teşebbüs etmeleridir.
"Bana ızdırap veren yalnız İslâmın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi onun için izatesi kolaydı. Şimdi tehlikeler içten geliyor, kurt gövdenin içine girdi, onun için karşı konması zorlaştı. Korkarım ki İslâm cemiyeti bu hastalığa karşı koyamaz, çünkü düşmanını tanımaz."4
Said Nursi, fikrî ve rûhî seyahatının ilk döneminde, Batı bilimine hayrandı ve bunu Batı medeniyetinin kaynağı için faydalı bir itici güç olarak görüyordu. Sonraki yıllarda Batı biliminin mutlak hakikat olan Allah'ı bilme, görme önünde bulutlanmaya yol açtığını ve bunun kaçınılması gereken bir kalp hastalığının belirtileri olduğunu anladı.
Ona göre Avrupa ikidir. Biri, insanlığa faydalı hizmetler sunan, özellikle hakiki Îsevîlik dininden aldığı ffeyzle ürettiği bilgisi ve bilimi ile insanlara toplumda daha iyi yaşama şartları sunan ve böylelikle adalet ve hakkaniyetin temininde yardımcı olan Avrupa; ikinci Avrupa ise, pozitivizm ve materyalizmin karanlık öğretileri bozulmuş Avrupa'dır. Bu ikinci Avrupa, medeniyetin günahlarını fazilet kabul ederek insanlığı sefahat ve dalalete sürüklenmiş bozuk Avrupa'dır. 5
Onun şiddetle saldırdığı Avrupa, mızır felsefeye ve öğretilere hayran olan Avrupa'dır Bu Avrupa'dır ki bozuk, rezil ve karmakarışık bir medeniyetin doğmasına yol açmıştır. Bu medeniyet, halkı dalâlete sürüklemekle günahını bir kat daha arttırmıştır:
"Ey ikinci Avrupa, bil ki sen sağ elinle hasta ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle zararlı ve bozuk bir medeniyeti tutup dava edersin ki, "beşerin saadeti bu ikisi iledir." senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek!"
"Ey küfür inkarcılığı yayan bedbaht ruh! Acaba hem ruhunda, hem vicdanında hem aklında hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azaba düşmüş adamın cismiyle görünürde aldatıcı bir zinet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi?" 6
Said Nursi için Avrupa medeniyetinin mutluluk va'deden sözleri ve cazibesi hakikatle karşılaşınca, hayal kırıklığına uğramaya yol açan bir sihir gibidir. Sağladığı yarar tatmin edici olmayan bu medeniyet ümitsizlik ve hayal kırıklığı yaşatır çünkü hayal mahsulüdür. Hakikatın ışığı ile karşılaşınca mahiyeti anlaşılan bu medeniyetin gerçekte yenilir yutulur cinsten olmayan bir il aç olduğu ancak bu yolla anlaşılır. Daha kötüsü, bu medeniyetin, dalâlete sürüklediği insanları rûhen karamsarlığın derinliklerine atmasındaki maharetidir. Böylelikle sonuç, manen hapishaneye benzer bir hayata mecbur olmaktır. "Kişinin kalbi, ruhu cehennemi bir azap içindeyken, vücudunun yalancı bir cennette olması" 7 halinde Batı medeniyetinin vaatleri onu mutlu eder mi?
"Ey sefâhat ve delâletle bozulmuş ve Îsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi tek gözlü dehan ile insanlığa cehennem gibi bir ortam hazırladın. Sonra anladın ki bu öyle devasız bir illettir ki insanı âlâ-yı illiyyinden, esfel-i sâfiline atar, hayvanatın en âdi derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilaç geçici olarak hisleri devre dışı bırakan cazibedar oyuncakların ve uyutucu heveslerin ve fantaziyelerindir. Senin bu ilacın senin başını yesin ve yiyecek." 8
Avrupa, Müslümanların hayatı için bir model oluşturamaz, çünkü çürük bir temele dayanmaktadır. Avrupalılar için hayatın temel gayesi kardeşlik ve sosyo dayanışmaya dayalı yüksek idealler değil, "esas amaç, hayatı sürdürmek ve yaşamaktır." Avrupa, insanlar arasındaki dayanışmayla ilgilenmediği gibi karşılıklı yardımlaşma yani muavenet denen ilâhî kanun karşısında da kayıtsızdır. 9Onların düşünceleri insanlar arasında düşmanlığı doğurur ve teşvik eder. Bu zihniyete göre hayat bir yaşama kavgasıdır.
Kendi iradesi dışındaki güçler tarafından mahkum edilen, oradan oraya sürülen Said Nursi, insanın kendi kendisinin maliki olduğu ve kendi kaderini tayin ettiği yolundaki Avrupaî inancı sorguladı. Ona göre, fert sayısız düşmanlarına kendi gücü ve iradesiyle karşı koyamaz ve hadsiz ihtiyaçlarını gideremez. Nihayetinde insan bir atom zerresi hükmünde olan bir cüz-i iradeye sahiptir, hayat ise ani parlayıp sönen bir alev gibidir. Avrupa hakikatten yüzünü çevirmiştir, her şeyin efendisi olan yaratıcıyı unutmuştur. Bu tür öğretiler yalanlar üretip insanın gayretini küçümsemekle beşerin gündüzünü geceye çevirmiştir. 10
Senden tam ders alan taleben bir Firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğü herşeyi kendine rab telakki eden zelil bir firavundur. Avrupa'nın rehberliğini kabul eden kişi aynı zamanda inatçıdır, fakat değersiz bir zevk için şeytanın ayağını öpecek kadar küçük bir menfaat için her zilleti kabul edecek kadar zavallı bir inatçıdır. Senin taleben, bir zorbadır, fakat kalbinde bir dayanak noktası bulamadığı için, aslında gayet zaif, kendini ön plana çıkaran zavallı bir zorbadır. 11
Öte yandan, Kur'an'ın talebesi Allah'a kul olmakla övünür, fakat Allah'tan başkasına karşı eğilmeyen bir kul. Alçak gönüllü olabilir, fakat güçlü yöneticilere karşı bile zillete düşmeğe tenezzül etmeyen mütevazi bir yaratıktır. Zayıf olabilir ama bir Kâdir'den gücünü alır; fakir olabilir, fakat Allah'ın kendisi için ahirette depoladığı mükafatla gönlü zengin bir fakirdir.12
Batı felsefesine dayalı bir toplumla Kur'an'a dayalı bir toplum arasındaki fark çok büyüktür. Batı felsefesi, insanlara kazandırdığı çarpık, geçici bakış açısından başka kişinin menfaatini ön plana çıkarır ki, kişi kardeşinden kaçar, onlarla rekabet eder ve ona karşı dava açar. Her şeyi kendisi için isteme eğilimindedir. Öte yandan Kur'an'a dayalı toplumda, kişiye, açık tertemiz bir rehberlik sunulmakta ve bu ışıkla iki dünyanın zevkleri hedeflenmektedir. Kur'anî toplumda fert, kardeşi için dua eder ve onların iyiliğini ister. Zira, insan için esas mal mülk şahsi mallar değil, Allah'ın güvenine mazhar olmaktır.13
"Ecnebilerin putlarıyla, tabiat fenleriyle delalete gidenler ve onları körükörüne taklid edip peşinden gidenlere binler nefrin ve tessüfler."
"Ey bu vatan gençleri, Frenkleri taklide çalışmayınız. Acaba Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve düşmanlıktan sonra hangi akıl ile onların gayr-i meşru yaşayışlarına ve batıl fikirlerine uyuyorsunuz? Hayır, hayır, sefih bir biçimde taklit edenler, taklit etmekle kalmayıp şuurusuz bir biçimde onların saflarına katılarak kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Biliniz ki, siz ahlâksızcasına onlara uydukça vatanperverlik ve fedakârlık iddiasında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü onlara bu şekilde uymanız milliyetimize karşı bir hafife alma ve dininize karşı bir alay etmedir."14
Nihai değerlendirmede Nursi,
"Kâfirler ve onların yolundan gidenler Allah'ın hayvanat taifesinden habis türlerdir ki Allah onları kullarına verdiği nimetlerin derecesini bildirmek için mukayese unsuru olarak yaratmış ve sonuçta onları layık oldukları cehenneme gönderecektir." 15
Açıktır ki Avrupa sözünü tutamaz. Böylelikle insanlık iki yoldan birini tercih etmekle karşı karşıya bırakılır. Birincisinde zalimler, zavallıların malını elinden alıp, kulübeciklerini yerle bir ediyorlar; onları iyice zavallı ve mazlum posizyonuna düşürüyorlar. Bu yola gidildiği zaman, zalimlerin gürültüleri ve mazlumların ağlayışlarından başka bir şey duyulmuyor. Bu açıklı vaziyet şu iki şeyden birini yol arar: Ya insanlıktan çıkıp, nihayetsiz vahşetleri kabullenecek ve öyle bir kalp taşıyacaklar ki, kendi selametiyle beraber umumun felaketi ona dokunmayacak veya kalp ve aklını devre dışı bırakıp akılsız ve kalpsiz olacaktır.16
İkinci yol, Kur'an-ı Kerim tarafından insanlığa hediye edilmiştir. o yolun her noktasında, adil olan hükümdara bağlı itaatkâr askerler var. Onlar ona hizmet etmekten ve arkasında bulunmaktan dolayı memnundurlar. Sonu ölüm de olsa bu düzeni korumaya hizmet ederler. Bu yolu takip edenler ne bu dünya ne de diğer dünya ile ilgili en ufak bir korku hissetmezler. 17
Said Nursi, Avrupalıların, milletçilik tohumlarını Müslümanların arasına ekerek onları bölmek ve böylelikle onları yutmak istediğine inanıyordu. Bu konuda Avrupalıların öğretilerine uyanlar, milliyetçiliğin menfi tarafını ön plana çıkaran maşalardır. Zira milliyetçilik "diğerleri" gibi kavram yaratarak o da sürekli düşmanlık ve çatışmaya yol açar. Kur'an cahilliye döneminden kalma mill iyetçiliği, aşiretçiliği reddederek bunun yerine kutsal İslâm kardeşliğini getirmiştir. Esas büyük tehlike, liberalleştirme gayretleri ve anayasanın ilanından sonra milliyetçiliğin almış olduğu şekildir. Açık olan şu ki, birbirini yemekle meşgul olan birçok Müslüman millet, aralarına giren tefrika ve düşmanlık sayesinde, İslâm toplumlarının kanını emen ve asla doymayan Batılı canavarları görmezlikten geldiler. 18
Öte yandan, milliyetçilik, İslâmın hizmetine girerse müspet sonuçlar doğurabilir.
Gurbet Modeli
Batı'daki Müslüman göçmenlerin hayatı, maddi olarak iyi olsa bile yine sıkıcı olabilir. Hakim toplumun kıyısında yaşamak, çoğu zaman çok büyük bir yabancılık hissetme ve soğukluğa yol açar. Arkadaşlardan, aileden ve insanı sıcaklığı, sevgiyi kıymet bilmeyi sağlayan insanlardan ayrı düşmek bir insanın hayatını mahvedebilir. Araştırmalar gösteriyor ki, Batıda yaşayan Müslümanlar, Batı kültürü ile karşılıklı etkileşim sonucu değişiyorlar. Açıkça yapılan ayırımcılığa, kınamaya, tacize rağmen Batıda yaşayan Müslümanların çoğu imanlarını muhafaza etmeğe devam ederken, bir kısmı Müslüman kimliğini bir yana bırakarak yeni çevreye ayak uydurmayı seçmiş, bir kısmı ise yeni çevreyi Allahsız ilan ederek burayı islâmîleştirme yolları aramaktadır.
Said Nursi'nin bizzat, dağlarda üç hafta kimseyle görüşmeden yaşadığı inziva hali ibret vericidir. Bu durum, sürgünde yaşanan derin yalnızlık ve yabancılık duygusu için iyi bir örnektir. Bu durum, gurbetteki bir Müslümanın hayatını sürdürmesi, teselli araması ve Allah'ın huzurunda olduğunu, onunla baş başa olduğunu düşünerek rızasını kazanması için de iyi bir örnektir. Bu süreçte, gurbet ünsiyet ve refakate dönüşmüştür. Nursi, gurbetteki hayatını, bütün akrânlarından sevdiklerinden, akrabalarından uzak ve yalnız olduğu, sevdiği her şeyden mahrum olduğu, anayurduna ve yakınlarına yabancı kaldığı ve kendisiyle ilgili derin bir yakınlık duygusu hissettiği için derin bir sızı olarak nitelendirmektedir. O, rahatı Rabbine bağlanmakta buldu:
"İşte bak, olağanüstü bir gurbetle kuşatılmış bulunuyorum. Düşünmeye başladım ve aniden 'Allah'a hamd olsun' dedim ve bu üst üste gelmiş karanlıklara ve katmerleşmiş gurbete nasıl tahammül edeceğimi merak ettim. Kalbim meded dileyerek dedi, 'Ya Rabbi, ben yalnız bir garibim, güçsüz bir zaifim, hasta ve takatsizim, fazla alternatifi olmayan bir ihtiyarım.' Ve dedim. medet, medet. Ben bağışlanmayı ve senin kapında güç bulmayı ümid ediyorum, Allah'ım."
"İşte bak, Kur'an'dan gelen imanın nuru ve Allah'ın rahmeti, bana güç vermeye başladı. Bu güç, gurbetten gelen beş çeşit karanlığı, nur saçan bir ünsiyet ve zevk halkasına çevirdi. Bundan dolayı dilim 'Allah bizim için kafidir. O, ne güzel vekildir.' (Ali İmran: 173) ayetini tekrarlamaya, kalbim ise '(Ey Muhammed) eğer onlar senden yüz çevirirse, Allah bana kafidir. Ondan başka koruyacak ilâh yoktur. Ben ancak ona güvenip dayandım. O, büyük arşın sahibidir.' (El-Tevbe: 129) ayetini okumağa başladı." 19
Said Nursi'nin, gurbeti yenmek için sunduğu reçete, iman, tevekkül ve sabırdır. Onun için inanç, imanın rutin bir biçimde aklen tasdiki değil, her şeyiyle bir hayatın Allah'a teslim olması ve kişinin her an kendisini huzurda hissetmesidir. Bu ise İslâmî şeaire imanla, inançla uymaya, ibadetleri yerine getirmeye ve her şeyin Allah rızası için yapılmasına bağlıdır. Ki şinin Allah'ın merhametine sığınması, kendisini içerisinde bulunduğu çevreye karşı koruyacak lütuf ve itimadına mazhar olması Allah'a teslim olmanın diğer bir manasıdır. Çevresini saran her şeye rağmen iman kişinin dertlerini hafifletir ve acılara dayanması için tahammül gücü verir. Böyle bir süreçte kişi, tevhide, itaate ve sadece Allah'a adanmaya dayalı İslâmî alternatifin parametrelerini tesbit ve tarif eder, hatta kendi nefsinde de yaşar.
Nursi, imanın insanı ümitsizlik bataklığından kurtardığını, geçmişi ve geleceği aydınlattığını, şimdiki zamanı ise tahammül edilebilir hale getirdiğini vurgulayarak şöyle der: "İman hem nurdur hem kuvvettir. Hakiki iman elde eden adam kainata meydan okuyabilir ve hadiselerin sıkıntısından kurtulabilir" 20 imanın verdiği güçle hayatın zorlu ve tehlikeli dalgaları üzerinde seyahat edebilir ve söz konusu dalgaları huzur ve sükunetle gözleyebilir.
Nursi, aynı zamanda, kendi hayatındaki sıkıntı ve acılara rağmen sebat ederek sabrın bir fazilet olduğunu göstermiştir. Sabır, kişinin direncini arttırmak için, Allah'ın rahmetine tam olarak dayanmayı gerektirir. Allah'ın, sabır ve sebat için verdiği güçle kişi, her türlü belaya, musibete karşı durabilir. Böyle olmakla beraber, şaşkınlık ve dikkatsizlikten dolayı insan, hayatın geçici mahiyeti üzerinde odaklaşamıyor ve adeta dünya hayatının ebedî olduğunu zannedecek kadar büyüleniyor. Bu şaşkınlık, sabır kuvvetini azaltır ve insanı, geçmişteki acı tecrübelerden ve gelecek endişesinden dolayı kararsızlığa iter ve sabır kuvvetini üç zaman arasında paylaşmasına yol açar.
Bu durum ise insanoğlunun halinden şikayet etmesine ve acı ile inlemesine yol açar.21 Musibete karşı en uygun karşılık Allah'a şükretmektir. Zira şükrettikçe Allah'ın merhameti artar, şikayet ettikçe hem musibet ağırlaşır hem de rahmet ve şefkate mazhar olmanın önüne geçilir.22 Kişi, musibete önem verdikçe, musibet büyür ve tahammül edilemez hale gelir; hafife aldıkça hafifleşir ve sonuçta görünmez olur.23
Hayatın zorluklarını tersine çevirmenin yegane kaynağı Allah'a mutlak itaatı gerektiren tevekküldür.
"Aklım ızdırabından ve dehşetinden feryat eden nefsime hitaben dedi:
Bırak biçare feryadı, beladan kıl tevekkül. Zira feryat, bela ender, hata ender belâdır bil.
Bela vereni buldunsa eğer, sefa ender, vefâ ender, ata ender belâdır bil.
Madem öyle, bırak şekvayı, şükret, çün belâbil (bülbül gibi), dema keyfinden güler hep gül mül. (Bülbülün aşkından bütün güller tebessüm eder.)
Ger bulamazsan (Allah'ı bulamazsan) Bütün dünya cefa ender, fenâ ender, hebâ ender belâdır bil.
Cihan dolu bela başında varken, ne bağırırsın küçücük bir belâdan, gel tevekkül kıl.
Tevekkül ile belânın yüzüne gül, ta o da gülsün. O güldükçe küçülür eder tebeddül (değişir)."
Nursi, Mevlânâ'nın sözleri ile rahatlar. "Hem üstadlarımdan Mevlânâ Celaleddin'in nefine dediği gibi dedim:
Cenab-ı Hak "Ben sizin Rabbiniz değilmiyim" dediğinde, evet sen bizim Rabbimizsin" dedim.
Şekkür ve minnet bu "evet" sözünün neresindedir? Zira o, hüznün ve sıkıntıların kaynağıdır.
Bilirmisin hüzün ve sıkıntı sırrı nedir?
O, fakr ve fenafillah kapısını çalmaktır.
O vakit nefsim dahi "evet evet acz ve tevekkülle; fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zahmetler dağılır. Elhamdülillah alâ nûri'l-iman ve'l İslâm" (İmanın ve İslâmın nuru için Allah'a hamd olsun) dedim.
Belâya önem verdikçe, kişi daha çok belâya gömülür, tevekkül ile ise insan gurbetten, yalnızlıktan kurtulur, hatta Allah'a dayanınca hayatından büyük zevk alır, gurbeti içinde huzur ve neş'e bulur. "Onu kaybeden neyi bulur? ve onu bulan neyi kaybeder?" onu bulan herşeyi bulur; onu kaybeden belâdan başka bir şey bulamaz.
Böylelikle "Ne mutlu gariplere" şeklindeki Hadis-i Şerifin sırrını anlamaya başladım ve Allah'a şükrettim.
Hizbullah olan hidayet ehli, başta peygamberler ve onların başında Fahr-i Alem Hz. Muhammed, o kadar Allah'ın inayet ve rahmetine mazhar oldukları, yüce yardımı onların imdadına yetiştiği halde, çok defa şeytanın hizbine mağlup olmuşlardır. Bunun hikmeti şudur ki: Allah hikmetiyle bu dünyayı mücadele ve imtihan dünyası olarak yaratmıştır. Bu müsbet güçler, toplumu düzene ve şekle sokmak için gereklidir.
Ehl-i hakla mağlup eden ehl-i dalâletin gücü haklılıklarından değil, meselelerinin tahrip olmasından ve ehl-i hakkı iğfal edip onları hilelerle bölmelerinden kaynaklanıyor. Onların ehl-i hak karşısındaki galibiyetleri geçicidir." Hak muzaffer olacak, bunun önüne geçilemez." 24
İman Nursi'ye öyle bir kanaat bahşetti ki, o, halihazırda çektikleri ızdıraplara rağmen, inananların sonuçta mutlaka galip olacaklarına inanıyordu. Nitekim Allah iman edenlere zafer va'detmiyor muydu? İnananlar Kur'an'ın "Korkmayınız" Allah dinini, yani İslâmı bütün dinlerden üstün kılacaktır. Bu boş bir vaad değildir. Aksine, mutlak zaferin inananların olacağına ve İslâmın gücünün doğu deryalarından batı deryalarına doğru yayılacağına dair Allah tarafından yapılmış deklerasyondur. İnananların, İslâmın üstünlüğünü gerçekleştirmedeki rolü, Allah'ın sonsuz rahmet ve teselli kaynağına tam teslimiyetle dayanarak yaşamaktır. Zira tevekkül, tam olarak, bütün biraraya gelmiş şer ve zulüm güçlerinden daha kudretli olan birine dayanma ve teslim olmada dinamik bir unsur ve İslâmın, tarih içindeki uygulamaları tam teyid edilmiş teminatına dayanarak yaşamaktır. Allah va'dini yerine getirir.
DİPNOTLAR:
24 a.g.e, 123, 131.