Said Nursî'nin Felsefi Mirası ve Yeni Avrasya Topluluğunun Oluşmasıyla İlgili Problemler
20. yüzyılda çok kültürlü toplumlarda birçok sorunun ortaya çıkmasına yol açan kültürlerarası etkileşme ve anlaşmazlıklar, 21. yüzyılda daha yoğunlaşabilirler. Bu süreçlerin teorik açıdan izah edilebilmeleri için, bir taraftan Avrasya topluluğunun oluşmasına yeni yanaşmaların aranması, diğer taraftan da Said Nursî gibi düşünürlerin felsefi mirasının daha derin şekilde incelenmesi gerekiyor.
Eski SSCB’nin kültürel coğrafyasında çelişkilerin olumlu ve yapıcı şekilde etkileşmesinin düzenlenmesi son derece zordur. Bu zorluğun nedenlerinden biri, Batı Avrupa’daki değer ve standartlara takip edilmesine yönelik resmi görüşün hayatiyetidir. Oysaki Rusya’daki çok uluslu toplum, uzun süren tarihi temaslar sayesinde, günlük hayatında Doğu komşularının yüzyıllarca edindikleri tecrübeleri daha kolay olarak kavrayıp algılar. Birçok değişiklik tüm ülkenin değişmesini teşvik eder. Ülkenin uzak bölgelerinde rastgele gibi görünen bu değişiklikler, tahribatlar, bir bütünlük olarak, ülkenin yeni bir tipe geçmesine yol açar. Bu durumda yöneticiler, tüm uyruklularının tarihi tecrübelerini dikkate alarak, bu tecrübeyi kendi hareketlerinin son hedefine bağlamalıdırlar.[1]
Avrasyacıların belirttiği gibi, “ülküye doğru yol” dış sosyal süreçlerin gelişmesinde değil, her şeyden önce insanın kendi iç ahlakını iyileştirmesinde aranmalıymış. Aynı zamanda insanların gönüllü olarak bunu yapmaları gerektiğine dikkat verilmiş, Said Nursî de bunu birçok ifadesinde vurgulamıştır.
Bu konunun görüşülmesinde sık olarak bir engel ortaya çıkar ve söz konusu engel üzerinden Avrasyacılığa bir sürü duygusal ve ideolojik suçlamalar atılır. Eleştirilerde iki başlıca doğrultu kaydedilebilir. Birincisi, Batı yanlısı olarak, Rus tarihinde Asya’nın herhangi bir etkisini reddeder. İkincisi, milliyetçiliğe yönelik doğrultu, hem Batı'yı, hem de Doğu’yu Rus özelliğine karşı çıkan iki güç olarak değerlendirir. Dikkate değer husus şu ki, bu “fikir savaşı” geçen yüzyılın 20’li yıllarınkinden daha yoğun şekilde devam etmektedir.
Yeni devir süresince Avrasya coğrafyasında medeniyet açısından çok derin değişiklikler yer almıştır. Büyük göçler sırasında ve sonucunda Avrasya’da ortaya çıkan etnojenetik ve etnokültürel durum, Kuzey ve Güney Amerikalar, Avustralya ve Afrika’daki durumlara hiç benzemez. Örneğin, Kuzey Amerika’daki yerliler, Amerikan ve Kanada kültürüne gittikçe gelişen adaptasyona rağmen, başka bir dünyayı, “yerli halkın dünyasını” temsil etmişlerdi. Bu karşı koyma, birçok demokratik eyleme, Amerika yerlilerinden resmi “özür dilemelere” rağmen, hala da mevcuttur. Kuzey Avrasya’da ise “yerliler” ve “kolonistler” ya da “gelen halk” yoktur, bu alt kıtada yerliler hâkimdirler. Kuzey Avrasya’da kalan tüm halkların illeri ve kültürleri, söz konusu halkların hala yaşadıkları yerlerden kaynaklanmaktadır.
20. yüzyılda yer alan tarihi süreçlerin çeşitliği, şehirlerin büyümesi, halkların göç kabiliyetinin artması; etnik sınırlarının değişmesine yol açmıştır. Tüm tarihi ve kültürel bölgeler çokuluslu hale gelmişlerdir. Bu açıdan Rusya’yı oluşturan cumhuriyet ve bölgelerde milletlerin eskiden beri “yerlilere” ve “yerli olmayanlara” bölünmeleri zayıflayarak anlamını kaybederlerdi. Ancak böyle bir durum ortaya çıkmamış, sonuçta Rusya’da ve BDT coğrafyasında anlamsız, zararlı ve sık sık feci nitelikteki göç sayısı artmıştır.
Kültürel durumun istikrarı ve dengesi, tarihi ve kültürel bölgelerde gerek halkların barışçı ve barışçı olmayan uzun etkinleşme süreçleri, gerekse devlet gibi sosyo-politik kurumların faaliyeti sonucunda ortaya çıkabilir. Bu durumda “hükümdarın” rolü özel bir önem kazanır. Uyruklular “liderin ismiyle yolda bulunarak, liderin himayesi altında bulunduğunu”[2] devamlı olarak hatırlamalıdırlar, hükümdar ise uyruklularını korumalı ve onların refahlarını sağlamalıdır.[3] Yazılı kaynakların açtığı retrospektifte birçok bölgede ortak ekonomik çalışmalarda işbirliği pekiştirilmiş, ticaret gelişmiş, çeşitli halkların temsilcileri arasında nikâhlar kurulmuşlardı.
18. - 20. yüz yıllarda Kuzey Avrasya’da hiç bir millet ortadan kaybolmamış, dağılmamış veya yabancı ortamda asimile olmamıştı. Aynı dönemde birçok diğer etnik bölgede hemen hemen her zaman etnik unsurlar içeren anlaşmazlıklar, isyanlar, savaşlar ortaya çıkmışlardı. Anlaşmazlıklar sonucunda milletler sık olarak değişmiş, etnik topraklar ortadan kaybolmuş, demografik krizlere yol açmış, halklar arasındaki ilişkilerde uzun süren gerginliklere neden olmuştu. Son on beş yılda sosyo-kültürel dengenin ihlali sonucunda anlaşmazlıklar Güney Kafkas, Kuzey Kafkas, Orta Asya, Kazakistan, Güney Sibirya tarihi ve kültürel bölgelerinde baş göstermiştir. Diğer bölgelerde de şu veya bu derecede gerginlikler ortaya çıkmıştır. Devlet tarihi kültürel bölgelerdeki denge ve istikrarlığı destekler veya desteklemez. Etnik ve kültürel denge, her zaman istikrarın önemli bir faktörü oluşmuş ve oluşmaktadır da. Aynı zamanda bu denge devletçe ve halkça yürütülen politikanın en zor ve en ince tarafıdır. Hemen hemen beş yüzyıl Kuzey Avrasya coğrafyasında süren milletler ve devletlerarası etkinleşme sonucunda edinilen tarihi tecrübe ve çağımızın insancıl ilkeleri, anlaşmazlıkların güç kullanılarak çözülmesinden vazgeçilmesi gerektiğini, ihtilafların önlenmesine yönelik stratejik siyaset hattının uygulanmasının kaçınılmazlığını, halklararası ilişkilerin düzenlenmesi için halkların geniş kamuoyu çevrelerinin katılmasının zorunluluğunu göstermektedirler. Tüm bu faaliyetlerde, Avrasya tipi düşünürlerin özellikle bu felsefi akıntının parlak temsilcisi Bediüzzaman Said Nursî’nin manevi mirasından yararlanılmalıdır. Felsefeci, sanki, Rusya’da böyle gelişmelerin mümkün olduğunu ve ülkedeki siyasi durumun bu doğrultuda geliştiğini öngörmüştür. Nursî, her ülkede yer alabilen değişikliklerin 12 gerçek alametini belirlemiştir. Eğer bu gerçeklere riayet edilmez ise, ülkenin parçalanıp ortadan kaybolmasına yönelik bir tehdit ortaya çıkar; eğer bu gerçeklere riayet edilirse, ülke yenilenir, ülkenin başkenti ise ebedi bir mahiyet kazanır.[4]
Bu durumda Rusya’daki çok uluslu toplumda küreselleşmeden kaynaklanan ve Batıdan gelen “çelişkilerin birliği” konsepti değil, çeşitli millet ve dinlerin karşılıklı anlayışı için daha objektif “çok çeşitlikte birlik” fikri daha olumlu etken rolünü oynayabilir. Bu fikir anlaşılmazlıkların giderilmesi ve karşılıklı anlayışın geliştirilmesi yolunda eski Çin ve Hindistan’dan başlayarak ta Risale-i Nur’daki hümanist düşüncelere kadar bir sıra Doğu felsefecilerinin eserlerinde izlenebilir.
Bugün Avrasya ideolojisi çerçevesinde çok farklı siyasal ve manevi akıntıların mevcut olduğundan, bahse konu ideolojinin üzerinde mutabık kalınmış birliğe varmasından söz edilemez. Öte yandan başlıca fikirlerin nesilden nesile belli ölçüde geçtiği görülmektedir. Bu süreçte geçmiş zamanki düşünürlerin idelerinin incelenmesi başlıca rol oynamaktadır. Bu ideler arasında Said Nursî’nin manevi mirası en önemli yerlerin birini almaktadır. Asıl Said Nursî’nin fikirleri, bugünkü hayatın birçok olup bitenlerinin daha derin ve etraflı bir şekilde anlaşılması ve değerlendirilmesine imkân vermektedir. Sonuçta dünya toplumunun önüne çıkan en güncel görevlerin çözülmesi ve bu toplumca gelişme yollarının seçilmesi gerçekçi bir şekilde etkilenebilir.
Gerçekten, Rusya’nın bir Avrasya devleti olarak ilerlemesi, devlet politikasının ne kadar dengeli olmasına, Rusya Federasyonu’nu oluşturan milli cumhuriyetlerin daha geniş özerklik haklarına kavuştuğunun devletçe kabul edilmesine ve cumhuriyetlerin kendi çıkarlarının devletin genel çıkarlarına uydurabilmelerine bağlı olacaktır.
Aynı derecede önem taşıyan başka bir mesele, gerek insan hakları alanında, gerekse ekonomik alanda toleranslı politikanın milli cumhuriyetlerin makamlarınca güdülmesidir.
Şunu anlamak gerek ki, tüm dünyanın geleceği ve bilhassa yukarıda açıklanan özellikler açısından Rusya’nın geleceği, çok kültürün varlığının kabul edilmesine bağlıdır. “Çok kültürlülük” ise, halkların, kültürlerin ve dillerin tam olarak, gerçek şekilde hak eşitliği gibi algılamaktayız.
İki Dünya savaşının yaşandığı, jeopolitik alanda devletlerin birbirine karşı koydukları ve kaynaklar için rekabetin gittikçe daha arttığı 20. yüzyıl gelişmeler ışığında, insanlığın tarihindeki bu feci olayları yaşamış olan Said Nursî’nin bıraktığı mirasın araştırılması, oluşmakta olan yeni çelişki sisteminden tek mümkün çıkar yol gösterebilir. Dünya kapsamında kapitalist ile sosyalist sistemler arasındaki karşı koymanın ortadan kaldırılmasıyla jeopolitik birlikler için “Batı-Doğu”, “Kuzey-Güney”, “Hıristiyan-İslam” gibi yeni medeni nedenler ortaya çıkarlar. Bu açıdan Rusya ve Türkiye tüm dünyaya gerçekçi insancıl politikasının örneklerini sergilemelidirler. Böyle politikanın ön sebebi, iki ülkenin “dünyanın ortasındaki konumu”dur. Ülkelerimizin Avrasya’daki tarihsel görevi, karşı kutuplarda bulunan kültürler arasında olumlu ilişkilerin düzenlenmesidir.
Bugün eski SSCB coğrafyasında merkezleştirmenin zayıflanması sonucunda kültürlerarası ilişkilerin önemi her düzeyde gittikçe artmaktadır. Çünkü bu ilişkilerde yeni Avrasya topluluğunun oluşmasını teşvik eden geleneksel ve modern faktörler bir araya gelmektedirler. Bu koşullarda Bediüzzaman Said Nursî gibi düşünürlerin felsefi mirası sadece teorik değil, pratik değer de kazanmaktadır. Bildirimizde Bediüzzaman Said Nursî’nin mirasının bir parçası olan Sözler eserine değindik. Bugün eski SSCB coğrafyasında merkezleştirmenin zayıflanması sonucunda kültürlerarası ilişkilerin önemi her düzeyde gittikçe artmaktadır, çünkü bu ilişkilerde yeni Avrasya topluluğunun oluşmasını teşvik eden geleneksel ve modern faktörler bir araya gelmektedirler.
Söz konusu koşullarda Nursî gibi düşünürlerin felsefi mirası sadece teorik değil, pratik değer de kazanmaktadır.