YENİ BİR ÎMAN MEKTEBİ OLARAK RİSÂLE-İ NUR
I. Allah'a Giden Yollar ve Risâle-i Nur
Yaratılışın en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi Allah'a imandır. En büyük dâvâda Allah'ı tanıyarak ebedî saâdeti kazanmaktır. Bu sebeple İslâm tefekkür tarihinde, âlimlerin üzerinde durduğu, mütefekkirlerin üzerinde zekâ yorduğu, filozofların bütün tafsilatıyla tartıştığı en önemli mevzu, Allah'a ve sıfatlarına iman; Allah'ın varlığının ve birliğinin bilinmesi ve isbatı olmuştur.
İslâm fikir tarihi tetkik edildiğinde, marifet-i Sâni denilen kemâlât arşına uzanan yolların dört asla ircâ edilebileceğini görüyoruz:
Birincisi:
Tasfiye ve işrak üzerine kurulmuş olan ehl-i tasavvufun yoludur. Tasfiye, zikir ve ibadetlerle kalbi ve aklı mâsivâdan arındırarak Allah’a ve Onun marifetine ulaşmaya çalışmaktır. İşrak ise, keşif ve ilham ile insanı Allah’a götüren yolları bulmaya gayrettir. Her ikisinde de marifetullah yolunda kalb ayağıyla gidilmeye çalışılır. Bu seyr ü sülûkün anahtarı ve vesileleri, zikr-i ilâhî ve tefekkürdür. İmam-Rabbânî’nin ifadesiyle, “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, iman hakikatlerinin vuzûh ve inkişafıdır.”2 Yine İmam-ı Rabbânî’nin tasnifine göre, tasavvuf tariki, velâyet-i suğrâdır.3 İmam-ı Rabbânîler, Abdülkâdir-i Geylânîler ve Bâyezîd-i Bistâmîler, bu yolun manevî reisleri arasında yer alırlar.
İkincisi:
İslâmın itikat esaslarını muhafaza ve müdafaa için kelâm denilen bir ilim teşekkül ettiren kelamcıların yoludur ki, Allah’ı tanıma ve isbat hususunda bunların dayandıkları en mühim iki esas, imkân ve hudûs denilen delillerdir. Bunlar, bu iki delili kullanırken, akla ve nazarî esaslara istinat ederler. Fahreddin Râzîler, Teftezânîler ve İmam Gazalîler, bu yolun manevî reisleri arasındadırlar.
Bu her iki yol da, her ne kadar Kur’ân’dan ilham alarak dal budak salmışlar ise de, beşer fikri bunları başka başka kalıplara soktukları için uzunlaşmış, müşkülleşmiş ve bazı vehimlerden ve vartalardan mahfuz kalamamıştır. Kelamcıların bazı ifrat ve tefritlerini kelam kitaplarında okuduğumuz gibi, ehl-i tasavvufun bazı vartalarını da, Bediüzzaman’ın “Telvîhât-ı Tis’a” adını verdiği risâlesinden öğreniyoruz.
Üçüncüsü:
Şüphelerle dolu olan ve sahiplerini de şüpheler içinde bırakan İslâm filozoflarının yoludur ki, İbn-i Sinalar, Farabiler, Kindîler gibi bir kısmı aklı esas alarak yürüyen ve kendilerine Meşşâiyyûn veya Aristocular tabir edilenler ile Sühreverdîler ve İbn-i Tufeyl’ler gibi ilham ve kalbe sezişi esas alan ve kendilere İşrâkıyyûn tabir edilenler, bu yolun yolcusudurlar. Felsefenin fâsit birtakım esasları ve müntesiplerini sürüklediği vahim neticelerinden dolayı, İslâm filozoflarından olan İbn-i Sina ve Farabi gibi dâhiler, âdî bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişlerdir. Hatta İmam-ı Gazali gibi bir hüccetü’l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiştir.4
Dördüncüsü:
Risâle-i Nurun esas mesleğini teşkil eden Kur’ân’ın yoludur.5 Bu ifadeden, öteki yolların Kur’ân dışı olduğu şeklinde bir mânâ çıkarılmamalıdır. Ne demek olduğunu isterseniz, Bediüzzaman’dan dinleyelim:
“Risâle-i Nur, sâir ulemânın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarı ile ders vermez ve evliyâ misillû yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacı ve ruh ve sâir letâifin teâvünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar; hakaik-i imâniyeyi kör gözüne de gösterir.” 6
Risâle-i Nurun telif edildiği Yeni Said devresini anlatırken de, İmam-ı Rabbânî’nin “Tevhîd-i Kıble et; yani yalnız bir üstadın arkasından git” şeklindeki manevî ikazından sonra kalbine şöyle geldiğini anlatmaktadır:
“Üstad-ı hakiki Kur’ân’dır. Tevhîd-i kıble bu üstadla olur’ diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla, hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûka başladılar. Nefs-i emmâresi de, şekler ve şüpheleriyle onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil, belki İmam-ı Gazali, Mevlânâ Celâleddin ve İmam-ı Rabbânî gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın dersiyle ve irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ “Her şeyde bir delil var; gösteriyor ki, Allah bir” meâlindeki hakikata mazhar olduğunu Risâle-i Nur ile göstermiş.”7
Kur’ân’ın Allah’ı isbat ederken kullandığı ihtirâ ve inâyet delillerini, asrımızda gelişen ilimlerle birleştirerek şerh eden Risâle-i Nurun evvelâ bu asırda yeni bir iman mektebi olarak ifa ettiği fonksiyonu ve sonra da diğer İslâm âlimlerinin eserlerinden ve mesleklerinden farkını, yine Bediüzzaman’dan dinleyelim:
“Risâle-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor, belki, bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit âletler iledehşetli rahnelenen kalb-i umûmîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.” 8
Diğer eserlerden farkı ise, şöyle ortaya konuluyor:
“Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ulemânın bir kısım risaleleri, imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden bahsederler. Onların zamanlarında, imanın esaslarına ve köklerine hücum yok idi ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise, köklerine ve erkânına şiddetli ve cemâatli bir sûrette taarruz var. O divanlar ve risâlelerin çoğu, has mü’minlere ve fertlere hitap ederler. Bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar. Risâle-i Nur ise, Kur’ân’ın bir mânevî mûcizesi olarak, imanın esaslarını kurtarıyor ve mevcut ve muhkem imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına, tahakkukuna, muhafazasına ve şüphelerden kurtarılmasına hizmet etmektedir."
"Diğer ulemânın eserleri der ki: Veli ol, gör, makâmata çık, bak; nurları, feyizleri al. Risale-i Nur ise der: Her kim olursan ol, bak, gör; yalnız gözünüaç, hakikatımüşahede et, saâdet-i ebediyenin anahtarıolan imanınıkurtar." 9
Kısaca Risâle-i Nur, mânen şu beyti terennüm etmektedir:
"Elde Kur'ân gibi bir mu'cize-i bâkîvarken, başka bürhân aramak aklıma zâid görünür.
Elde Kur'ân gibi bir bürhân-ıhakikat varken, münkirleri ilzâm için gönlüme sıklet mi gelir?"10
Ehl-i tasavvuf ve kelâmcılar da bu yolun ulvîliğini ve umumiliğini haber vermişlerdir
Kur'ân'dan ilham alınan diğer önemli iki yolun müntesibleri, yani ehl-i tasavvuf ve kelamcılar da, Kur'ân'ın bu umumî caddesinin üstünlüğünü ve umumîliğini, tâ kendi asırlarında idrak etmişler ve müntesiblerine haber vermişlerdir. Bunlardan sadece ikisini kısaca nakledeceğiz.
Ehl-i tasavvufdan İmam-ı Rabbânî Mektûbât adlı eserinin 1. cildinin 301. ila 302. ve 3. cildinin "122. mektubu"nda özetle şunları söylemektedir:
“Ulûhiyyetin en büyük dellalı Hz. Peygamberdir. Hz. Peygamberin âleme neşretmiş olduğu kemâlât-ı nübüvvete insanı ulaştıran iki yol vardır: Birincisi velâyet-i suğrâ da denilen velâyet yoludur ki, perdelidir ve ulaşılması kolay değildir. Çok makamları kat’ etmek icap eder. İkincisi ise, velâyet-i kübrâ tabir edilir ki, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata bir yol açmaktır. Bu yol, enbiyâya, sahâbelere, tabiinlere, bazı büyük tabe-i tâbiînlere ve âhirzamanda gelecek olan bir cemâate hasdır. Bu yol, kısadır, kolaydır ve tehlikesizdir.”11
Bediüzzaman da İmam-ı Rabbânî'yi şöyle tasdik ediyor:
"Cadde-i kübrâ, elbette velâyet-i kübrâ sâhipleri olan sahâbe, asfiyâ, tâbiîn, eimme-i ehl-i beyt ve eimme-i müçtehidîn caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur'ân'ın birinci tabaka şâkirtleridir."12
“İşte Risâle-i Nur, bu câmi ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına tarhibatçı küllî cereyanlarına karşı, Kur’ân ve iman namına müdafaa ediyor.”13
ve İmam-ı Rabbânî’nin bahsettiği yolu, Risâle-i Nurun açtığını Nurları okuyan gönüller ve kalbler, hem idrak ve hem de tasdik ediyor.
Kelâmcılardan ise, bir kelam, tefsir, fıkıh ve kısaca şer’î ve aklî ilimlerde dâhi olan Fahreddin Râzi’yi duymayan ve bilmeyen yok gibidir. Onun bir tefsir şaheseri olan Mefâtîh’ul-Ğayb, yani gaybın anahtarları veya gerçekten büyük olan 30 ciltlik et-Tefsirü’l-Kebîr adlı tesiri; el-Muhassal ve el-Erbaîn adlı kitapları başta olmak üzere kelâma dair elliye yakıneseri, kendisine, “İmam” ünvanının verilmesine sebep olmuştur.
Razi'nin vasiyetinden bazı hakikatleri beraber dinleyelim:
“Ey din kardeşlerim! Ve imanda yakini isteyen dostlarım! İnsanlar derler: İnsan vefat edince, mahlûkatla alakası kesilir. Bu umumi kaide iki açıdan tahsis edilmiştir: Birincisi, eğer amel-i sâlih kalırsa, bu duaya vesile olur. Duanın da Allah katında bitmeyen izleri vardır. İkincisi ise, çocukların terbiyesi ve mazlumların hakkı da alakayı devam ettiren hususlardır."
“Birinci husus için derim ki:
“Bilesiniz ki, ben ilmi seven bir insandım. Her konuda kalem oynattım. Hak-bâtıl, faydalı faydasız demeden yazdıklarımın ne kemiyeti ve ne de keyfiyetine vâkıf değilim. Ancak bana ait muteber eserlere baktığımda, gördüm ki:"
“Gözle gördüğümüz şu âlem, bir müdebbirin tedbiri altındadır. O müdebbir, misil ve nazirlerden münezzeh ve kemâl-i kudret, ilim ve rahmetle muttasıfdır. Kelâm ilminin bütün ma’rifet yollarını denedim. Bunların hiç birinde, Kur’ân’da bulduğum manevî fayda ve lezzete denk gelebilecek bir fayda göremedim. Zira Kur’ân, azamet ve celâlin külliyen Allah’a verilmesini delilleriyle gösteriyor ve iman meselelerinde derin kelamî delillerle münakaşa edilmesini men ediyor. Bunun tek sebebi, Kur’ân’ın sâhibinin, beşerin aklının bu tür müphemve derin münakaşalarda karıştıracağını ve şaşıracağını bilmesidir.”14
İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman şu tesbitleri rahatlıkla yapmaktadır:
“Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, Eğer Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî ve Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbânî gibi zatlar, bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imâniyenin ve akâid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü, saâdet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekâvet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez, fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakâik-i imaniye gıdâdır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakâik-i imâniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil.”15
İşte o yol, Risale-i Nur'dur. Çünkü Risale-i Nur, Kur'ân'ın hakiki bir tefsiridir.
II. Risâle-i Nur, Kur'ân'ın Hakiki ve Mânevi Bir Tefsiridir
Risale-i Nurun bu zikredilen özelliği, Kur'ân'ın bu asrın idrakine uygun hakiki ve manevî bir tefsiri olmasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, tefsir iki kısımdır:
Birincisi:
Lafzî tefsirdir. 350 bin adede ulaşan bu mânâda tefsirler, Kur’ân’ın ibaresini ve lafızlarını izah ederler. Cümlelerinden çıkarılabilecek itikâdî, amelî ve ahlâkî hükümleri çıkarırlar. Dirâyet ve rivâyet tefsirleri adıyla kendi arasında kısımlara ayrılan bu mânâda Kur’ân tefsiri, eski ulemâ tarafından telif edilmiştir.
İkincisi:
Mânevî tefsirdir ki, Kur'ân'ın hakikatlarını tefsir ve izah ederler. Risâle-i Nur, bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettandır.16
Risale-i Nur Kur'ân'ın hakiki bir tefsiri olduğuna göre, Kur'ân neyin tefsiridir? Ve Kur'ân'ın esas maksadı ve beyan ettiği hakikatler nelerdir? Bu suallerin cevabı, Risale-i Nurun neden hakiki ve manevî bir Kur'ân tefsiri olduğunun da cevabı olacaktır.
Evvelâ: Kur’ân, Allah’ın Tekvîn sıfatından doğan kâinat kitabının ezelî tercümesidir. Yani kudret kalemiyle kâinat kitabını yazan Allah, bu kitabını Kelam sıfatından neş’et eden Kur’ân denilen ezelî kelâmıyla tercüme etmiştir. İslâmiyetin yüceliği, kâinat kitabının kaideleri ile Kur’ân’ın kaideleri arasında mutabakat bulunmasındandır. Bu sebepledir ki, İslâmiyet fıtrat dini olmuştur. Risale-i Nur da, bu ezelî tercümenin izahı ve tefsiri mahiyetindedir.
Sâniyen: Kur’ân’ın ana maksadı, hikmet tarafından, kâinata sorulan
“Ey kainat! Nereden? Ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Vazifeniz nedir? Ve nereye gideceksiniz?”
şeklindeki sorulara cevap vermektedir.
Salisen: Kur’ân, “Şu sorulara dört ana maksadım vardır” diyerek cevap vermiştir ki, kâinatın ustası olan Allah’ın isbatı, yani tevhid, nübüvvet, cismani haşir ve ibadet ve adaletten ibaret bulunan bu dört maksat, Kur’ân’ın her yerine intişar eylemiştir.
O halde Kur’ân’ın asıl maksadı bu dört hakikatın beyanıdır ve Kur’ân’ın kâinattan bahsedişi, bu dört ana maksadı izah edebilmek içindir. Zaten kâinat kitabının sureleri, âyetleri ve harfleri demek olan masnu ve mahluklar, Kur’ân’ın bu dört hakikatını âkıl olan kimselere anlatmak için kudret kalemiyle yazılmışlardır.
Buradan şu hakikat ortaya çıkıyor: Kur’ân’ın konusu kâinat olduğu gibi, ilimlerin de konusu kâinâttır. Kur’ân da, ilimler de, kâinat kitabının bablarını ve fasıllarını, sûrelerini ve âyetlerini izah etmektedirler. O halde hakiki hikmet ve ilimlerden hiçbirinin Kur’ân’a muhâlif olması mümkün değildir. Zira Kur’ân, kâinat kitabının müellifi tarafından yapılan tercümesidir; ilimler ise, aynı kitabın acemileri ve mübtedîleri tarafından yapılan izahıdır. Fizik, kimya ve matematik gibi ilimler, kâinât kitabının hükümlerini açıklayan fenlerdir.
İşte Risâle-i Nur, Kur’ân’ın dört ana maksadı olan tevhîd, nübüvvet, haşir ve adâlet hakikatlerini, Kur’ân’ın kâinat kitabını tercümesinden ilham alarak, kâinat kitabından âyetlerle ve temsil sırrıyla izah eden bir tefsirdir. Kur’ân’ın hakikatlerini kâinat kitabından verdiği misallerle ve temsil yoluylatefsir ve izah ettiğinden, aynı zamanda kâinat kitabının da bir tefsiri mahiyetindedir. Bu sebeple, Risâle-i Nur, araştırma konusu, kâinat kitabının bu bâbı veya faslı olan müsbet ilimlerin kâinatla ilgili olarak ortaya koyduğu ve mutlak intizâmı ve nizâmı gerektiren ilim kâidelerinde, Kur’ân’ın ana maksatlarını isbat etmekte ve kör gözlere de göstermektedir. Yani Risâle-i Nur, ilimlerle içiçedir ve mevzu bütünlükleri vardır. Kur’ân’ın mevzuları içine girmiş kâinatla ilgili meselelerde, aynı konuyu araştıran ilimlerin kaidelerini de kullanarak, tevhîd, nübüvvet, haşir ve adâlet esaslarını açıklar.
Buna bazımisaller verelim:
Bütün müsbet ilimler, ortaya koydukları ilmî esaslar ile, kâinattaki bir nev’in nizam ve intizamını anlatmaktadırlar. Göz ile ilgili bilimlerin, gözdeki nizamı anlattıkları gibi. Bu konuda, ilim ve Kur’ân müttefiktir. Yani her ikisi de, kâinat kitabının intizam içinde yazılmış olduklarını ittifakla kabul etmektedirler. İşte Kur’ân ve onun hakiki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, ilimlerin diliyle sâbit olan bu intizam ve nizamın, ittifak ile kâinat Sultânının saltanatını ve san’atını ilân ettiğini, görmeyen gözlere gösterir. Bir kısım ilim adamlarını inkâra götüren ilmin kaideleriyle Kur’ân’ın dört ana maksadını izah ve isbat eder.
İşte tevhîde dair kâinattan Halıkını soran bir seyyahın müşahedelerinden bir misal:
“Yağmura bakar görür ki; yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince Rahmânî cilveler ve latîf ve mübârek katreler, o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu, o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalar ile çalkalanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların muvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmâne işlerde ve bilhâssa zîhâyatta çalıştırılan basit ve câmit ve şuursuz hidrojen ve oksijen gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve sanatlarda istihdam ediliyor. Demek bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahmân-ı Rahîm’in hazîne-i gaybiye-i Rahmetinde yapılıyor.”17
Haşre dair misali de verelim ve kâinat kitabından bazı masnûları, mahlukları, tasarrufları ve yapılan işleri nazara vererek, ilimlerin diliyle âhirete imanı nasıl isbat ettiğini Bediüzzaman'ın şu ifadelerinden dinleyelim:
“Nakkâş-ı Ezelî, gözümüzün önünde, kışın beyaz sayfasını çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp, rûy-ı arzın sayfasında üç yüz binden ziyâde nevi’leri, Kudret ve Kader kalemiyle ahsen-i sûret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine mâni olmaz. Teşkilce, sûretçe birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz. Yanlış yazmaz. Evet, en büyük bir ağacın ruh programını bir nokta gibi en küçükbir çekirdekte derc edip muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz, vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhâfaza eder, denilir mi? Ve küre-i arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zât-ı Kadîr, âhirete giden misâfirlerinin yolunda, nasıl bu arzı kaldıracak veya dağıtacak denilir mi?”18
Nübüvvete dair olan kısa bir delili de zikredelim:
“Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnûatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırması ve kıymetli nimetler ile kendini onlara sevdirmesi, bizzarûre onun mukabilinde, zîşuur olanlara marziyyâtı ve arzuyu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette Kur’ân vasıtasıyla o marziyyât ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedâhe O Zattır (a.s.m.).”19
Kısaca, ilimlerin diliyle Kur’ân’ın dört ana maksadını izah ve isbat eder. Risâle-i Nur, bu noktada öylesine Kur’ân’a âyine olmuştur ki, 6000 sayfayı bulan külliyatta tevhîd, nübüvvet, haşir ve adalet mevzularına ayrılmış kısımlar, eğer Kur’ân âyetlerinde aynı mevzulara tahsis olunan nisbetlerle mukayese edilecek olursa, ikisinin birbirine yakın oldukları görülecektir.
III. Netice
Risâle-i Nur, sadece kelamda değil, Kur’ân’ın maksatlarını ve iman hakikatlerini izahta ve marifet-i Sâni hususunda, bir tecdit hareketidir ve kökü mazide ve Asr-ı Saâdette olan yeni bir iman mektebidir. Risâle-i Nur yeni bir iman mektebi olarak sadece Kur’ân’ın hakikatlerini asrın idrâkine uygun olarak izah etmekle kalmamakta, kâinat kitabından misaller vererek, ilimlerin ışığında Kur’ân’ı tefsir etmekle, Kur’ân’ın ezelî tercümesi olduğu kâinât kitabının her bir mevcut ilimlerinde de konusu olmakla, İslâmiyetin hakiki ilimlerin zübdesi ve özü olduğunu da ortaya koymaktadır.
Öte yandan Kur’ân’ın hakikatlerini kâinat kitabından misallerle izah ve tefsir etmekle, kelam sıfatından doğan Kur’ân kitabı ile kudret kaleminden doğan kâinat kitabının kanunları ve kaideleri arasında tam bir mutabakat bulunduğunu isbat eylemektedir. Böylece, bu özelliğiyle İslâmiyetin, hevâ ve heves içinde dönüp dolaşan, bazan ışık ve bazan zulmet veren ve çabuk değişen diğer din ve doktrinlerden mümtaz ve serfirâz olduğunu akıllara anlatmaktadır.
Kâinat kitabının her bir harfi ve âyetinin birer Kur'ân hakikatinin menbaı ve nümûnesi olduğunu göstermekle, kâinat kitabındaki hakikatlere nazar-ı dikkatleri çekiyor.20 Meselâ diyor:
"Şimdi kuşlara bak! Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni-i Hakîmin intâk ve söyletmesi olduğuna delil ise, hayret verir bir tarzda, birbirine o seslerle müdâvele-i hissiyât ve ifade-i maksad etmeleridir."21
Hülâsa Risâle-i Nurlar,
"tasavvur değil tasdiktir; teslim değil imandır; marifet değil, şehâdettir, şuhuddur; taklit değil hakikidir; iltizâm değil, iz'ândır; tasavvuf değil hakikattır; dâvâdeğil, dâvâiçinde bürhandır."22
Ve "bu memlekette, bu asırda, bu milleti, anarşilikten, tereddî ve tedenni-i mutlaktan kurtaracak yegâne çare, Risâle-i Nur'un esâsâtıdır."23
Dipnotlar:
1. 1955 yılında Çüngüş kazasının Malkaya köyünde doğdu. İlkokulu adı geçen köyde bitiren Akgündüz, babası Cuma Akgündüz’den Osmanlıca öğrendi. Gaziantep Lisesi’ne devam ederken Arapçayı da öğrenen Akgündüz, 1982 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Mezuniyetini müteâkip Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesinin Kamu Hukuku Bölümü Hukuk Tarihi Anabilimdalına Araştırma Görevlisi olarak girdi ve aynı yıl yüksek lisansına da başladı. 1983 Kasım’ında Prof. Dr. Halil Cin’in nezaretinde doktorasına başlayan Akgündüz, “İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi” adlı teziyle ilgili araştırmalarda bulunmaküzere 1985 yılının ilk yarısında kazandığı araştırma bursuyla Kuveyt’e gitti. 1986 Ağustos’unda doktor ünvanını aldı ve bunun müteâkiben Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesine Hukuk Tarihi Yardımcısı Doçenti tayin edildi. 1984-1985 ve 1985-1986 ders yıllarında Dicle Hukuk’da ve 1986-1987 ders yılından beri de Selçuk Hukuk’da Türk Hukuk Tarihi ve Genel Hukuk Tarihi derslerini yürüten Akgündüz, Kasım 1986 döneminde Arapça’dan ve Nisan 1987 döneminden ise İngilizce’den doçentlik dil sınavlarını kazandı. 3 Kasım 1987 tarihinde doçent oldu ve aynı fakültenin ilgili bilim dalına doçent olarak tayin edildi. 1986-1988 tarihleri araında Başbakanlık Osmanlı Arşivinde “Osmanlı Kanunnâmeleri” üzerinde araştırma yapan Akgündüz’ün 10’a yakın eseri ve çok sayıda te’lif vetercüme ile ilgili ilmî makaleleri bulunmaktadır. Akgündüz, İngilizce, Arapça ve Farsça bilmektedir; evli ve iki çocuk babasıdır.