Bir Kelamı Değerlendirmede Dört Esas
Bil ki: Hayatta olduğum sürece Mevlâna Celâleddin Rûmî (kuddise sirruh) gibi derim: “Yaşadığım sürece Kur’anın hizmetkârıyım. Muhammed Mustafanın yolunun toprağıyım.” Çünkü ben Kur’anı bütün feyizlerin menbaı olarak görüyorum. Eserlerimde bulunan hakîkatlerde ne kadar güzellikler varsa hepsi Kur’anın feyzindendir. Bundan dolayı kalbim, hiç bir eserimin Kur’anın i’caz özelliklerinden bir parça bulundurmamasına razı olmuyor.
Lemaatta Kur’anın kırk kadar i’caz nev’ilerini zikrettim. Burada teberrüken bir tek mes’ele zikrediyorum. Şöyle ki: “Kim demiş, kime demiş, niçin demiş, hangi makamda söylemiş?” bunlara dikkat et. Evet, kelâmın tabakalarının ulviyet ve kuvvetinin, hüsün ve cemâlinin menbaları mütekellim, muhatap, maksad ve makam olmak üzere dörttür, ediplerin yanıldığı gibi sadece makam değildir.
Keza, kelâmın lafzı bir cesed değil, ona bir elbisedir. Manası ruh değil, ona bir bedendir. Kelâmın hayatı mütekellimin niyet ve hissinden meydana gelir. Ruhu, ancak mütekellim tarafından üflenen bir manadır. Bu durumda kelâm, emir veya nehiy ise mütekellimin derecesi hasebiyle bazan irade ve kudreti de tazammun eder. O zaman kelâmın ulviyeti ve kuvveti kat kat olur.
Evet, kulak asılmayan, sadece temenni hülyalarından neşet eden fuzulî ve sûreta bir emir nerede, irade ve kudreti de tazammun eden hakîki ve nafiz bir emir nerede? Şimdi bak: “Ey arz! Suyunu yut! Ey sema! Suyunu tut.” (Hûd, 44) Bu emir nerede, hummaya tutulmuş birinin hezeyanlarına benzer şekilde, beşerin cemadata “ey arz, sakin ol! Ey sema, sen yarıl! Ey kıyamet, sen de kop!” diye hitabı nerede?
Keza, emrine itaat edilen bir komutanın, itaatkâr büyük bir orduya “Arş! Allah düşmanlarına hücum!” deyip onları hücuma sevkeden ve galip kılan emri nerede? Sonra aynı emrin ne kendine ne de emrine aldırış edilmeyen sıradan birinden sadır olması nerede?
Keza, hakîki bir mâlikin, emri müessir ve hükmü nafiz bir âmirin, san’atını icra eden bir Sâni’in, ihsanda bulunan bir Mün’imin “Şunu şunu yaptım. Şunları ve diğerlerini de yapacağım. Eviniz olan arzı bir döşek, semayı da bir tavan kıldım…” diye tasvirde bulunmaya başlaması nerede? Sonra fuzulî birinin, kendisiyle bir alâkası olmayan fiillerden bahsedip tasvirde bulunması nerede?
Keza, yıldızların kendileri nerede, sonra ne mevcûd ne de madum olan aynalarda görülen küçük, seyyal timsalleri nerede? Evet, ay ve güneşi yaratan zâtın kelâmındaki melaike misal kelimeler nerede? Sonra eşek arılarının mizmarları misali beşer düzmecesi nerede?
Keza, lafzı; ezeli hitabı, ilim, irade ve kudreti tazammun etmekle beraber, sadeflerinden hidayet, iman hakîkatleri ve Rahmanın arşından serpilen esaslar çıkan Kur’an lafızları nerede? Beşerin hevâ ve hevesinden çıkan zayıf lafızları nerede?
Keza, dal budak salmış, yaprak- çiçek ve meyve vermiş bir ağaç nerede? Sonra birinin o ağacın bazı meyvelerinden alıp o meyvelerin şeklini değiştirmesi, başka maddelerle mezcedip ondaki ukde-i hayatiyeyi ortadan kaldırarak macun yapması nerede?
Evet, Kur’an böyle bir ağaç bitirmiş, onun bütün çekirdekleri amelî birer düstur ve meyvedar birer ağaç olmuştur. Bu ağaçtan, maneviyatıyla ve tatbikatıyla şu İslâm âlemi teşekkül ve terekküp etmiştir; bütün fikirlerini ondan almış, şimdiye kadar onlarda tasarrufta bulunmuştur. Öyle ki onun âli, ulvî hakîkatleri ulûm-u mütearefe ve müsellemat hükmüne geçmiştir.
Hâl böyle iken, şimdi biri çıkar, bu hakîkatlerden alır ve şeklini değiştirerek onlarda tasarrufta bulunur, böylece onlardaki ukde-i hayatiye ortadan kalkar. Ardından da kendi zannınca keyfine göre onları süsler, ayetleri kendi fasid zevkiyle yaptığıyla muvazene etmeye kalkışır… Heyhat, çocukların hevesiyle muntazam cevherler ve saçılmış inciler tarzında yontulmuş arizî suretler olan boncuklar, bunların asılları olan cevherler ve incilerle nasıl muvazeneye gelir?
Hem gördüm ki, Kur’anın cemâlini müşahede etmek, kalbin selâmet ve sıhhatiyle doğru orantılıdır. Kalbi hasta olan kimse, ancak kendi hastalığının çirkin gösterdiklerini müşahede eder. Binaenaleyh, Kur’anın üslûbu ve kalb, birinin diğerine yansıdığı iki aynadır.