Kabarcık ve Güneş
Ey mecnun, mahzun Said! Bil ki: Senin hâlin deniz kenarında oturup da güneşin altında parlayan kabarcıkların kayboluşuna ağlayan ebleh bir çocuğa benzer. Ne zaman bir kabarcık zeval bulsa, o kabarcıkta tebessüm eden güneşciğin o kabarcığın zeval ve tahavvülüyle söndüğünü zannederek ağlıyor.
Bazan da kesif maddelerin bulaşmasıyla kabarcığın bulanık ve çirkin hâle gelmesine ağlıyor. Başını kaldırmıyor ki, bu kabarcıkta görülen timsallerin, deniz yüzünde ve dalgaların yanaklarında ve su damlalarının gözlerinde teceddüd eden güneşin nurlarının cilveleri olup, onun zâtı aynadaki tecellilerinin zevaliyle zeval bulmaktan münezzeh olduğunu ve hatta gördüğü şeylerde elem verici bir zeval ve elîm bir firak olmadığını anlasın.
Mehasin ve cilveleriyle tezahür eden cemâl ise, şuûnunun teceddüdünde ve aynalarının taaddüdünde kemal-i haşmetle sabittir. Aynalar ve mazharlar ise, vazifeleri için raksederek ortaya çıkarlar, görev bittiğinde gülerek ortadan kaybolurlar.
İşte sen, dünya denizinin kenarında oturmuş kemâl, cemâl ve hüsün sahiplerinin gözden kaybolmalarına ağlıyorsun. Nimet meyvelerinin vakti gelince zeval bulmalarına üzülüyorsun. Sen gaflet ile, güzelliği güzellerin mülkü, meyveleri ağaçların malı zannedip tesadüf kasırgalarının bunları onların ellerinden gasp ettiğini ve onları yokluk karanlıklarına bıraktıklarını tevehhüm ediyorsun.
Sevdiğin şeyleri güzellik nuruyla nurlandıran zâtın, kâinat bostanındaki bütün çiçekleri nurlandıran ve bunlara âşık bülbülleri onlara karşı şevkle dolduran zât olduğunu akletmiyor musun? Ey zavallı, daha ne zamana kadar elindeki meyvenin zevaline ağlayacaksın?
Fâlik-ul habbi ve’n- nevâ olan (tohum ve çekirdekleri yarıp sümbüllendiren) zâtın bu meyvenin ağacını devam ettirmesindeki ardı ardına gelen nimetlere, sonra bu ağaç akim kalsa, meyve vermese bile, arzın her tarafında bunun gibi ağaçlarla devam ettirdiği nimetlere, sonra bu senen kurak bile geçse, mevsim ve senelerdeki teceddüd eden ihsanlarına, sonra şu âlemde müşahede ettiğin nimetlerin benzerlerinin misal âlemi ve berzah âleminde devamına, sonra bu arz bahçesinde ünsiyet ettiğin nimetlerin benzerlerinin, ebedi ahiret âleminde peşpeşe verilmesine bak.
Sonra…sonra…ve hakeza… Mün’imden gafletle nimete bakma ki, çareyi ağlamakta bulmayasın. Nimetten in’ama ve devamına, in’amdan Mün’ime ve O’nun feyzinin genişliğine, rahmetinin kemâline bak, ağlamaya bedel şakirane gül ve sadece O’nun lütfu ile ferahlan.
Ne zamana kadar geçici bir güzelliğin ayrılığına gözün yaşaracak, kalbin feryat edecek? Sevdiğin şeyleri kuşatan iç içe dairelerin çokluk ve genişliğine bak! Bunlar, emsallerinin gelmeleri ve benzerlerinin kendi yerlerini almalarıyla, teceddüt lezzetini tattırarak ayrılık elemini sana unutturur.
Bu daireler küçüklük ve büyüklük itibariyle farklı farklıdır. Bir kısmı senin yüzüğünden küçük, bir kısmı ise, semadaki burçlar mıntıkasından daha büyüktür. Keza, bunlar zeval ve bekâ itibariyle farklı farklıdır. Bir kısmı bir an, bir dakika iken, bir kısmı asrı ve ebedi içine alır.
İşte bütün bu dairelerde olup bitenler, gelip geçenler, celâl ve ikram sahibi, ezeli, ebedi, sermedi, Kayyum, Bâki, hudus ve zevalden mukaddes, tağayyür ve tebeddülden münezzeh olan Allahın cemâl nurlarının gölgelerinin cilvelerine birer ayna, birer makes, birer mecradır.
Öyleyse sakın sakın aynadaki temessülü onun mülkü zannetme, ta ki aynanın ölümü ve kırılmasıyla aynada olana ağlayıp kalmayasın! Başını kalb aynana eğip dünyadan çevirerek cemâl güneşine bak!
Gördüğün ve sevdiğin şeylerin O’nun ayetlerinden birer nimet olduklarını bil!
O’nun cemâl ayetlerinden biri, semayı misbahlarla, arzı çiçeklerle süslemesidir. O’nun hüsnünün ayetlerinden biri, insanı ahsen-i takvimde yaratması, âlemi en hârika bir şekilde yazmasıdır. O’nun behâ ayetlerinden biri, mücerred cemâlinin nurlarıyla enbiyanın ruhlarını aydınlatması, evliyanın sır’larını parlatması ve ariflerin kalblerini süslemesidir. (celle celâluh)