Bediüzzaman Said Nursi Gözüyle Varlık, Vazife ve Gayesiyle İnsan
Kullarının rüku ve secde ile omuzladığı, kitap ve hidayetiyle şu kâinatı aydınlığa kavuşturan Ol Rabba hamd ve senalar olsun. Ve Salat ve Selam Kulu ve Rasulü Muhammed Mustafa ve ashabının üzerine olsun.
Hicri XIV. asırda, İslam düşünce dünyasında yeni ve bariz bir çığır açan İmam Said Nursi, tek başıyla Kur'an-ı Kerime uzanan karanlık elleri geri teperek, muasırlarına ve gelecek nesillere, Kur'anlı nurlu sarsılmaz bir şaheser sunmuştur. Allah ondan razı olsun ve Mele-i Ala'da kendisine yüksek ve hamdedilir bir makam ihsan eylesin.
İmam Said Nursi'den sözetmek için geniş ufuklu, dal budaklı ve çok renkli bir yapıya sahip olmak lazım gelir. Günümüz fikir ve dava sahipleri, Kuran ve risale hameleleri, cehalet ve sapıklıklarla mücadele edip boğuşanlar, Said Nursi'nin risaleleri üzerinde uzunca durmaları , parlak fikir ve üstün düşüncelerini benimsemeleri, onun kâinata hayata ve insana bakış tarzını kavramaları elzemdir. Zira bugün yaşananlar, İmamın dün yaşadıklarından başka değildir. Vukuatı Hikmetle, itina ile tedavi ettiği, hatta en derin ve en tehlikeli yaraları maharetle şifaya kavuşturduğu ortadadır. Bugün beşeriyet Kurani şifaya, rabbani tedaviye ne kadar çok muhtaçtır? Ruh, nefis, ceset ve toplum yaralarının sarılmaya her zamankinden fazla ihtiyacı vardır. İmam Said Nursi Kuran eczanesinden aldığı merhem ve devaları, kullanıma hazır ve alımı kolay bir şekilde takdim etmektedir.
Burada ben, bu imamın görüşüyle, insanın varlık, vazife ve gayesi noktasında, hangi konumda olduğunu Allah'ın yardımıyla ele alacağım. Bu mevzu derindir. Çeşitli yönlerden ele alınması mümkündür. Ancak ben, özet ile Said Nursi'nin sözlerinden çokça örneklendirip, bazılarını özetleyerek, imamın sözlerinden alıntılar yaparak sunmaya çalışacağım.
1. Bediüzzaman Said Nursi, insanın asıl vazifesinin Kur'an-ı Hakimin Hazine-i alisinin bir dellalı olduğunu ifade ederken, Kur'anın mücevher dükkânından faydalanmaları ve murad edilen gayeye ulaşmaları için bu dellallığı üstlendiğini ifader eder.
Bunun için hangi şartlar altında olursa olsun, ırk, din ve renk farkı gözetmeksizin, çalışma sahasının her zaman sadece insan odaklı olduğunu ilan eden Bediüzzaman Said Nursi, bu hakikati dile getirirken şöyle buyurur: "Kur'an-ı Hakimin Hazine-i alisinin dellallığı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ana ait bir şahsiyetim var."
Diğer bir eserinde ise şöyle buyurur:
"Hem müflis bir adamın, gayet kıymetdar ve zengin elmas ve mücevherat dükkanının dellalı olduğu gibi, ben dahi mukaddes ve Kur'ani bir dükkanın dellalıyım."(2).
Ayrıca der ki:
"Müflis olduğumuz hâlde, çok değerli bir mücevherat hazinesinin hizmetkârları ve dellalıyız."(3).
Bunun dışında; "Biz bu Nurun maliki değiliz, belki Kur'an mücevherat dükkanının zaif, basit birer dellalıyız."(4) diye buyurur.
Bediüzzaman, bu vazife ile yani dellallık vazifesiyle iftihar ederdi, büyük bir şeref ve eşsiz bir izzet kaynağı olduğunu beyan buyururdu.
Kur'an-ı Kerimin çarşı ve mücevherat dükkanı ise, şu sınırsız kâinat ile muhtelif varlıkları barındıran, masnuatları, denizleri, dağ ve ağaçları, yeryüzü, gökyüzü, yıldızlar, çiçek ve meyvelerdir.
Kudret-i İlahiyye, Hikmet-i Rabbaniye ve Bedayi-i Sanat-ı Samedaniye damgasını taşıyan bu mücevherler ile yazılı Kur'an-ı Kerimin ayetleri arasında bir irtibat olduğunu söyler. Yazılı Kur'an ile görünür Kur'an arasındaki hükümleri birbirine bağlar. Kur'an-ı Kerimi indiren kim ise, görünen Kur'anı ibda ve icad eden de odur. Bunların her ikisi sanilerini gösteren birer cevherdirler.
Bediüzzaman Said Nursi başka bir eserinde ise, şunu beyan eder
"Yüzü, acaib-i San'ata bir meşher ve garaib-i mahlukata bir mahşer ve Kafile-i mevcudata bir memer ve sufuf-u ibadına bir mescid ve makarr olan zemin, bütün kâinatın kalbi hükmünde olduğundan, kâinat kadar nur-u Vahdaniyeti gösterir."
2. Bediüzzaman kâinattaki alemleri deveran ederken şunu ifade eder:
"Kâinattaki üç yüz bin alemin deveranında, tebeddülatında, mevt ve hayatına bakınız. İçindeki insan zaiftir; belaları çoktur. Fakirdir itiyacı pek ziyade. Acizdir, hayat yükü pek ağır."(6. Söz, s.25).
Ve der ki:
"İnsan fıtraten gayet zaiftir. Halbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteelim eder. Hem gayet acizdir. Halbuki belaları ve düşmanları pek çoktur. Hem gayet fakirdir. Halbuki ihtiyacatı pek ziyadedir. Hem tembel ve iktidarsızdır. Halbuki hayatın tekalifi gayet ağırdır. Hem insaniyet onu kâinatla alakadar etmiştir. Halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor. Hem, akıl ona yüksek maksadlar ve baki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır." (Dokuzuncu Söz, s.39).
Bu zaif, aciz ve kusurlu beşere Cenab-ı Allah öyle cihazlar ve istidatlar ihsan etmiştir ki, diğer bütün yaratıkların üstünde bir yere haiz kılmıştır. Taatta bulunduğu taktirde, Rabbine en yakın dereceye ulaşabilecek, kâinatın en latif bir semeresi, Halık-i Hakim'in en cami bir mucizesi haline gelebilecektir.
Bediüzaman bu konuyu şöyle dile getirir:
"Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz'ü olan meyvesidir. Malumdur ki, bir şeyin semeseri en uzak en cemiyetli, en nazik en ehemmiyetli cüzüdür. İşte bunun için semere-i alem olan insan en cami, en bedi', en aciz, en zaif ve en latif bir mucize-i kudrettir." (Sözler, s.204)
Bediüzzaman Said Nursi'nin gördüğü gibi, insan öyle bir nüsha-i camiadır ki, Cenab-ı Hakk'ın bütün esmasını insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.(Sözler, s.828).
Rahmet-i İlahiye'nin insana ihsan ettiği cihazlar ise, bütün mahlukatınkinin üstündedir. Ve onlardan farklılık arz etmektedir. Bunun için kâinatın efendisi olmuştur. Bediüzzaman bu konuyu şöyle açıklar:
"Aynen onun gibi, insandaki cihaz-ı maneviye ve letaifi insaniye ki, her birisi hayvana nispeten yüz derece inbisat etmiş . Mesela güzelliğin bütün meratibini fark eden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvak-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zaika-i lisaniyesi ve hakaikin bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemalatın bütün envaına müştak insanın kalbi gibi sair cihazları, aletleri nerede." (Sözler, s.366)
Üstad Bedizzüman Said Nursi, insanın kâinat tılsımının anahtarının elinde bulunduğunu ve halıkının gizli definelerinin kapısını açabilecek bir mahiyette yaratıldığını vurgular. Bu öyle bir mertebedir ki, vazifelerini bir an aksatmayan büyük meleklerin bile ulaşamayacağı bir yücelik ve üstün bir makamdır.
Bediüzzaman'ın ifadesiyle:
"Alemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak emanet cihetiyle insana ene namında öyle bir miftah vermiş ki, alemin bütün kapılarını açar; ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallakı kâinatın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder." (Otuzuncu Söz, s.496).
Zafiyetiyle birlikte kâinatın efendisi mesabesinde olan insan, kusurlu ve hakir bir varlık olmasıyla birlikte mükerrem ve müşerref olarak, kulluk vazifesini yerine getirmesi için Cenab-ı Hak şu kâinatı kendisine musahhar kılmıştır. Bediüzzaman Said Nursi bu hakikati dile getirirken şöyle buyurur:
"Evet ey insan! Sen, nebati cismaniyetin cihetiyle ve hayvani nefsin itibariyle; sağir bir cüz, hakir bir cüz'i fakir bir mahluk, zaif bir hayvansın ki; bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkalanıp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i İlahiyyenin ziyasını tazammun eden imanın nuriyle, münevver olan İslamiyetin terbiyesiyle tekemmül edip; insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz'iyetin içinde bir küllisin, küçüklüğün içinde bir alemsin ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nazırsın ki, diyebilirsin:
'Benim Rabb-ı Rahimim, dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi, o haneme bir lamba; ve baharı, bir deste gül ve yazı, bir sofra-i ni'met ve hayvanı bana hizmetkar yaptı. Ve nebatatı o hanemin zinetli levazımatı yapmıştır.' " (Yirmi Üçüncü Söz, s.305).
Hatta bu kâinat Bediüzzaman'ın gözünde geniş bir sofra-i Nimet, insanın lezzetlendiği çeşitli maddi ve manevi tedarikler ile doldurulmuştur. Ayrıca insan, bu cihetiyle yeryüzünün en ücra köşelerine varıncaya kadar kontrolü altına almıştır. O gökyüzü ehlinin hayretini celbedecek kâinat hilkatinin meyvesidir. Hallak-ı Hakimin bedi' sanatının bir sergisidir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi bu gerçeği şu sözleriyle izah eder:
"Ve madem, bu mahiyetteki Arzın her tarafına hükmeden ve ekser mahlukatına tasarruf eden ve ekser zihayat mevcudatını teshir edip kendi etrafına toplattıran ve ekser masnuatını kendi hevesatının hendesesiyle ve ihtiyacatının düsturlarıyla öyle güzelce tanzim ve teşhir ve tezyin ve çok antika nevilerini liste gibi birer yerlerde öyle toplayıp süslettirir ki, değil yalnız ins ve cin nazarlarını, belki semavat ehlinin ve kâinatın nazar-ı dikkatlerini ve takdirlerini ve kâinatın sahibinin nazar-ı istihsanını celbetmekle gayet büyük bir ehemmiyet ve kıymet alan ve bu haysiyetle bu kâinatın hikmet-i hilkatı ve büyük neticesi ve kıymetli meyvesi ve arzın halifesi olduğunu; fenleriyle, san'atlarıyla gösteren... ve dünya cihetinde San-i alemin mu'cizeli san'atlarını gayet güzelce teşhir ve tanzim ettiği için, isyan ve küfrüyle beraber dünyada bırakılan ve azabı te'hir edilen... ve hizmeti için imhal edilip muvaffakiyet gören nev'-i ben-i adem var." (Onuncu Söz, s.93).
İnsan, Üstad Bediüzzaman Said Nursi'nin nazarında, Kudret-i İlahiyyenin en güzel bir mucizesi ve kâinatın bir misal-i musağğarı hükmündedir. Sanki hayat vasıtasıya kâinat bu küçük canlıya sığışmış ve kâinatın bir fihristesi haline gelmiştir.
Bediüzzaman Said Nursi, ince tefsiriyle ve derin nazarıyla, yeryüzü Kur'an-ı Kerim'de her zaman semavat ile denk tutulmuştur der. Yeryüzü bütün yedi göklere her zaman denk tutulduğunun altında hangi sırlar yatmaktadır?
Üstad Bediüzzaman Said Nursi, bunu şöyle izah eder:
"Semere-i alem olan insan en cami en bed'i, en aciz , en zaif ve en latif bir mu'cize-i kudret olduğundan , beşiği ve meskeni olan zemin, asumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber manen ve san'atın bütün kâinatın kalbi , merkezi, bütün mu'cizat-ı san'atın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakiyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyyenin mahşeri ve ma'kesi ve hadsiz Hallakıye-i İlahiyyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva-i sağiresinde, cevadane icadın medar ve çarşısı ve pek geniş ahiret alemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegahı olmuştur. İşte arzın bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'an-ı Hakim, semavata nisbeten, büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semavata denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor. Mükerreren (Rabbüssemavati ve'l Arzi) der." (On Beşinci Söz, s. 163) ve "Bu kâinatın kalbi merkezi, hülasası,.." olduğunu ifader eder.
Hakikaten insan bu değil midir? Bediüzzaman Said Nursi, yüksek belağat ve üstün ifadesiyle insanın kâinattaki gerçek mevkiini göstermemiş midir?
İlim ve ma'rifetin ilerlemesi, yeryüzünün bilinmezlerinin ortaya çıkarılması, gökyüzünün çaplarının ölçülmesi, hiçbir zaman Kur'an cevherlerinden alınan bu gerçeği keşfedemeyecektir.
3. Ahsen-i takvimde yaratılan, şeref ve saygınlıkta olanca yükseklere varan bu insanın dünya yolculuğunda, bir gaye ve bir vazifesi vardır. Boşuna yaratılmış değildir. Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyurur:
" Sizi boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız." (Mu'minun Suresi Ayet 115).
Bediüzzaman Said Nursi insanın vazifesini diğer varlıklardan ayıran şu ifadeyi dile getirir:
"İnsan şu dünyaya bir me'mur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı, o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş." (Yirmi Üçüncü Söz, s. 305).
Üstad Bediüzzaman Said Nursi imani meselelerde ve marifetullah mevzularında öne sürdğü açık delil ve bürhanların haddi hesabı yoktur. Gafilleri uyarıp bu kâinat vasıtasıyla marifetutllaha ulaşmalarını tenbih etmiştir. O sıralarda onlar gaybi inkar ediyolardı, gözleri maddeden başkasını görmüyordu. Mesela,
"Her şeyin Melekutu elinde olan Rabbimiz seni tenzih ederiz." (Yasin, 36/83) ayeti ile
"Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri onun yanında olmasın." (Hicr, 15/21-22)
ayetlerinin tefsirinde Bediüzzaman Sadi Nursi, Otuz Üçüncü Söz Yirminci Penceresine bakınız ne diyor:
"Şimdi rüzgarlara bak ki; Sair hakimane, kerimane faidelerinin ve vazifelerinin şehadetiyle gayet mühim ve kesretli vazifelere koşuyorlar. Demek o dalgalanmak bir Sani-i Hakim tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbaninin çabuk yerine getirilmesine sür'atle çalışmaktır..."
"Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara, .. yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfi değildir. Çünki: Onlara terettüp eden asar-ı rahmet olan faidelerin ve semelerin şehadetiyle ve dağlarda bir mizan-ı hacetle iddiharlarının ifade ile ve bir mizan-ı hikmetle gönderilmelerinin delaletiyle gösteriliyor ki; bir Rabb-ı Rahim'in teshiriyle ve iddihariyledir. Ve kaynamaları ise, O'nun emrine heyecanla imtisal etmeleridir."
"Şimdi yerdeki bütün taşların ve cevahirlerin ve maddelerin envaına bak...
Şimdi çiçeklere, meyvelere bak!..
Şimdi kuşlara bak!..
Şimdi bulutlara ba!...Şimdi göğe bak! Gök içinde hadsiz ecramdan yalnız Kamere dikkat et!
"İşte ziyadan tut, ta Kamere kadar saydığımız külli unsurlar gayet geniş bir tarzda ve büyük bir mikyasta bir pencere açar. Bir Vacib-ül Vücud'un vahdetini ve kemal-i kudretini ve azamet-i saltanatını gösterir ilan ederler."
Bunun dışında Bediüzzaman Said Nursi şöyle ifade eder:
"İşte ey gafil ! Şu kâinatın yüzüne bak : Birbiri içinde hadsiz mektup üstünde hadsiz sikke-i tevhid mühürleriyle temhir edilmiş bütün bu mühürlerin şehadetlerini kim tekzip edebilir! Hangi kuvvet onları susturabilir!.."
Bediüzzaman Said Nursi'nin kayde değer diğer bir tarafı da elle tutulur maddi deliller sunarken, onu vücudun hikmetine bağlaması ve kâinattaki yerini tayin etmesidir. Bütün bunlar insanın hizmetinde olduğunu ve hayatının kolaylaşmasına yardımcı olduğunu, aksi taktirde nizam bozulacağını ve yerini karmakarışlığa bırakacağını dile getirir.
Bediüzzaman Said Nursi (r.a) Âdemoğlunun yer yüzüne misafir olarak indirilmesinin, bir çok hikmete dayandığını ifade ederken şu cümleleri buyurur "Hikmeti tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkiyat-ı maneviye- i beşeriyenin ve bütün istidadat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esma-i İlahiyeye bir ayin-i camia olması o vazifenin netaicindendir (On İkinci Mektup, s. 46).
İnsana yükletilen bu vazifeyi, Bediüzzaman Said Nursi başka bir eserinde daha detaylı olarak açıklar ve üç esasa bina eder:
Birinci:
Kâinatta münteşir bütün enva-i nimeti insanla tanzim etmek, Ve insanı menfaati ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarını insanın başına bağlar, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirir.
İkinci:
Zat-ı Hayy-ı Kayyumun hitabına , insan camiyeti haysiyetiyle en mükemmel muhatap olmak ve hayretkarane sanatlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellal olmak ve şuurdarane teşekküratın bütün envaıyla, bütün enva-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsanatına şükür ve hamd- ü sena etmektir.
Üçüncü:
İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Halıkının kudret-i mutlakasını ve derecatını; ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek; ve zaafıyla Onun kuvvetini anlamaktır. Ve hakeza, noksan sıfatlarıyla Halıkının evsaf-ı kemaline mikyasvari anlamaktır." (Otuzuncu Lem'a, s.346).
Böylece insanın kalbinde, Hayy-ı Kayyume karşı bir muhabbet oluşur. Bu muhabbet gerçek ubudiyetin teşvikçisi ve saiki olur. Gökyüzü ve yeryüzünün Makili'ne karşı bir inkiyad ve bağlılık teşekkül eder. Şükür, Muhabbet ve Hamd ise, hayatın bir meyvesi ve kâinatın bir gayesidir.
4. İnsanın gerçek vazifesi, Kur'an-ı Kerim'in bir ayetinde şöyle dile getirilir:
"Biz cin ve insan ancak ibadet etsinler diye yarattık."
Üstad Bediüzzaman Said Nursi (r.a) bu ubudiyetin çeşitlerini, vesilelerini , eser ve gayelerini serdederken şöyle der: "Kâinatın yaratılışında en yüksek maksat, senin külli bir ibadet etmendir. Senin yaratılışının en yüksek gayesi bu ubudiyete ilim ve kemalat ile ulaşmaktır.
Üstad Said Nursi bu ubudiyetin iki tarzda olduğunu belirler:
Birincisi: Gıyabi ve Tefekküri Ubudiyet
İkincisi: Muhatap olarak münacat şeklinde olan ubudiyet.
Birincisi; Bu kâinatta zuhur eden Rububiyetin Sultanını tasdik edip ona karşı taatte bulunmak. Kemalat ve mehasisine karşı hayretkarane ta'zim etmek. Mukaddes güzel isimlerinin nakışlarından ders alıp, onu ilan etmek ve neşretmektir.
İkincisi; Huzur ve hitap makamıdır. Eser'den Müessir'e gider. Bir Sanii Zülcelal'in sanat mucizeleriyle kendisini tanıtmak istediğini görür. Oda O'na karşı iman ve marifet ile karşılık verir...
Daha sonra, Rahim bir Rab leziz ve tatlı eserleriyle kendisini sevdirmek istediğini görür. Oda O'na karşı, halis bir muhabbetle, ve halis bir ibadetle kendisini O'na sevdiriri...
Bediüzzaman Said Nursi (r.a) bu fikirleri, maddi ilmin feveranı, icad ve inkişafların süratla tezahürü zamanında yaymıştır. Bütün ilim ve icadların Hakim olan Allah'ın varlığına, birliğine delil teşkil ettiklerini, Vahdaniyet ve Kudretine karşı ancak birer şahitler olduğunu vurgular. Bu ilimlerden faydalanıp, İlahi yüksek sıfatlara erişirse insan zikrettiğimiz ubudiyet tarzının birinci kısmının şumulüne dahil olacaktır. Taat, inkiyad ve muhabbetle karşılayanlar ise, ubudiyet tarzının ikinci kısmına giderler ki, hem fikri hem de hissi ubudiyeti tekamül edip, ilim ve marifetin desteğiyle de Allah'a karşı, zahiri ve batıni gerçek bir kul şerefine erecektir.
Bediüzzaman Said Nursi (r.a.) tefekkür hakkında Kur'an ve Sünnetten alınan ince ve ehemmiyetli bir izah tarzı getirmiştir, O der ki; "Tefekkür soğuk ve donuk gafleti eriten bir nurdur, dikkat, karanlık, kuru vehimleri yakıcı ateştir. Kendi nefsinde tefekkür ettiğin vakit, (Batın) ismi muktezasınca mufassal olarak derinlere dal !. Afaki tefekkürde ise, (Zahir) ismi muktezasınca süratle geç! Derinlere inme!
Bediüzzaman Said Nursi bir çok yazısında, insanı gerçek kulluğa ulaştıran imanın, ona büyük bir kuvvet kazandırdığını ve bu iman kuvvetiyle, kâinata meydan okuyabildiğini dile getirirken şu cümleleri serdeder "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir. Ve imanın kuvvetine göre hadisatın tazyikatından kurtulabilir. (Tevekkeltü Allallah) der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hadisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder (23. Söz, s. 292).
Teslim ve izana ulaşan ubudiyet-i insaniye insan hayatında en muhtaç olunduğu bir zamanda en güzel yemişlerini verir. Bediüzzaman Said Nursi'nin ifadesiyle "Bütün o aza ve aletlerin ibadeti ve tesbihatı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda, Cennet yemişleri suretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşahede ittifak etmişler" (6. Söz, s.25).
Ubudiyet ve muktezalarını, insana ihsan edilen bunca nimet ve hayırlar sebebiyle, başka bir sevap ve ecir verilmeksizin, ona yükletilmesi lazım gelirdi. Bediüzzaman Said Nursi bu mevzuyu çok güzel ifade eder; "Ubudiyet, mukaddeme-i mükafat-ı lahika değil, belki netice-i ni'met-i sabıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız. Çünki : Ey nefis ! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Halki-i Zülcelal, sana iştihalı bir mide verdiğinden Rezzak ismiyle bütün mat'umatı bir sofra-i ni'met içinde senin önüne koymuştur. Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, ruy-i zemin kadar geniş bir sofra-i ni'meti, o ellerin önüne koymuştur. Sonra manevi çok rızık ve ni'metler istiyen insaniyeti sana veridğinden, alem-i mülk ve melekut gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra nihayetsiz ni'metleri istiyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tagaddi eden ve insaniyet-i kübra olan İslamiyeti ve imanı sana verdiğinden , daire-i mümkinat ile beraber Esma-i Hüsna ve sıfat-ı mukaddesinin dairesine şamil bir sofra-i ni'met ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir...
İşte ey nefis! Sen bu ücreti almışsın. Ubudiyet gibi lezzetli, ni'metli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki, buna da tembellik ediyorsun. (24. Söz, s. 333).
Burada Üstad Nursi, Ehl-i Sünnet ve Cemaat için gayet ehemmiyetli bir noktaya temas eder ve şöyle buyurur : Cenab-ı Allah mahlukatı azap etmesi adalettir. Cennete koyması ise, fazıldır." Bu hakikati en güzel misallerle, en sarsılmaz delillerle takdim etmiştir.
5. Bedizzüman Said Nursi'ye göre, ubudiyetin gerçekleşmesi için bir vesile de duadır. Cenab-ı Allah ibadından bir çok ayet-i kerimede, dua ile Allah'a yönelmelerini talep etmiştir. Bir Hadis-i Şerifte ise "Dua ibadetin özüdür" denmiştir. Bunun için dua, ubudiyetin hem mazharı hem de vesilesidir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi mazhariyet ve vesile konusunu bir çok eserinde dilillendirmek suretiyle açıkça izah etmiştir: "Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz adanın hücumuna müptela ve nihayetsiz fakriyle beraber nihayetsiz hacata giriftar ve nihayetsiz metalibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi imandan sonra "dua"dır. Dua ise, esas-ı ubudiyettir." (24. Söz, s. 294).
Ayrıca buyurur ki:
"İman; duayı, bir vesile-i kat'iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi; Cenab-ı Hak dahi "Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var? Ferman ediyor. Hem (dua ediniz ki, cevap vereyim) emrediyor." (24. Söz, s.294).
İnsana düşen, Uluhiyetin azameti karşısında acz ve zafını ilan edip, tazarru, niyaz ve dua ile Allah'a karşı fakrını, hacetini ve kulluğunu beyan etmesidir.
"Dua, ubudiyetin ruhudur ve halis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam, duası ile gösteriyor ki, bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir, en uzak maksatlarımı yapabilir, benim her halimi görür, sesimi işitir." (24. Mektup, 5. Nükte).
Çok ehemmiyetli fikirler serdeden Üstad Bediüzzaman Said Nursi, bütün mevcudat istidat lisanları ile kendilerine özel olarak tevdi edilen kabiliyetlerle, dua ve tesbih ettiklerini ifade eder. Nitekim, hububat ve tohumlar, yeryüzünde Cenab-ı Allah'ın güzel isimlerini ve kudretini hem inananlara hem de inkarcılara karşı ilan etmek, neşv-u nema bulmak için dua ederler.
Mevcudatın, başkaca bir duaları daha vardır. Lisan-ı halleriyle ve fıtrat diliyle Cenab-ı Hak'ka, kudret ve takat getirmedikleri bitmek için dua ederler. Rahman ve Rahim eli imdatlarına yetişir, bu da inkarcılara karşı bir hüccet oluşturur. Ehl-i tevhide karşı da bir şahid-i kat'ı haline getirir.
Nev-i beşerin duası ise, özel bir duadır. İki kısma ayrılır. Biri fiili duadır ki, hayat mesiresinde sebeplere teşebbüs etmektir. Diğeri ise, kavli duadır. Kavil ve lisan ile Allah'a teveccüh etmektir.
Dua, dua eden üzerinde eşsiz bir tesir bırakır. Dua edenin yakini artar, derecesi yükselir. Çünkü duasını işiten ve kendisine merhamet elini uzatıp imdadına yetişen kudretli bir zatın olduğunu idrak eder. Kalbinde bir ünsiyet peydahlanır. Cenab-ı Allah'ın daimi huzurunda bulunduğunu anlar, sevinç ve inşirah duyumları ile imanı artar, cennet basamaklarında bir derece daha yükselir.
Bediüzzaman Said Nursi; Duanın insana kazandırdığı ihlaslı tevhid kapasitesine dikkat çekerek, duanın verdiği tatlı, saf iman nurunu akıllar önüne serer. Cenab-ı Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyurur:
"De ki, duanız olmazsa ne ehhemiyetiniz var."
Bediüzzaman Said Nursi, Mü'minin mü'mine duası nasıl olması lazım geldiğini, esbab-ı kabul dairesinin ne olduğunu eserlerinde zikretmiştir. Daha önceden bir çok yazar bu konuda aynı konuları ele almış ve aynı meseleleri işlemişlerdir. Ancak Bediüzzaman Said Nursi'nin beyan tarzı onlardan farklıdır. Gerçekçi olması, kalbe kolay yerleşmesi ve akla çabuk yatması bu farklardan sadece bir kaçıdır.
6. Ubudiyet bir gaye ve hedef ise ve Allah-u Taalaya ulaşmak insan hayatının bir maksadı ise, İmam Bediüzzaman Said Nursi, kulu Rabbine ulaştıracak yepyeni bir yol çizmiştir. Bunu Kur'an'ın Nurundan iktibas etmiştir. Tasavvuf erbabının ve fikri mezheplerin takip ettiği yolların aksine, Kur'an menbaından doğrudan alarak, halis ve katkısız olarak gönüllere sunmuştur. Tecrübe ve idrakine dayanarak, Bediüzzaman, bu yolun hem kısa hem de emniyetli bir yol olduğunu ifade eder.
Bediüzzaman Said Nursi (r.a) bir eserinde;
"Cenab-ı Hakka vasıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur'an'dan alınmıştır. Fakat tarikatlarin bazısı bazısından daha kısa, daha selametli, daha umumiyetlidir. O tarikler içinde, kasır fehmimle Kur'an'dan istifade ettiğim, acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarikıdır." der.
Bu yollar ile ehl-i süluk ve tarikat yolları arasında mukayese ederken bu yolların tasavvuf ve tarikat yolu olmadığını, bir hakikat yolu olduğunu ifade eder.
Bediüzzaman Said Nursi bunun devamında şöyle der:
"Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenab-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları, yapmak veya halka göstermek demek değildir. Şu kısa tarikın evradı ittiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terk etmektir." (24. Mektup, s. 442)
Daha sonra Bedizzaman Said Nursi, bütün bu dört yolun bir ayete dayandığı bir hatve ve nokta vardır diye buyurur. Mesela acz tarikının menbaı (Nefislerinizi temize çıkarmayın) ayet- i kerimesidir.
Bediüzzaman Said Nursi, Müslüman insanın akim bir tefekkürde gark olduğunu, neticesinde vahdetül vücuda gittiğini idrak etmiştir.
Kâinatın yok olduğunu, düşünen bu tarikin yolcusu müslümanı felç etmiş, faaliyetine sed çekmiş, aciz tembel bir hale sokmuştur. Onun terakki ve ilerlemesine engel olmuş bütün kabiliyetini elinden almıştır. Bediüzzaman Said Nursi bu insanları bu yoldan kurtarıp Kur'anın tertemiz suyu ile sulamıştır. İnsanı "Veciz bir ihtar" ile uyarmış, onu doğru düşünceye sevketmiştir. Bu konuda şöyle demiştir. "Bu küçücük Zeylin büyük bir ehemmiyeti var; herkese menfaatlidir". (29 Mektup s. 442).
Bediüzzaman'ın ifadesiyle bir tokat ve bir ikazdır:
"Bu tarik mevcudata mana-i ismiyle bakmaz. Yani kendi zatı ve nefsi için müsahhar olduğu cihetiyle bakmaz. Allah'a teshir olunduğu hatırlatan bir vazife ona yükletir." (Mektubat, s. 595).
Bu yol bu manada insanlığın genel ihtiyaçlarından biridir. Dua eden bununla huşu içinde olur. Lisan-ı haliyle ve lisan-ı kaliyle sürekli bir tazarru halini alır. Bununla en yüksek şerefe erişir. Ehl-i imana şu sözlerle hitap eder" Ey mü'minler topluluğu! Düşmanlarınızı geri tepmeniz için en sağlam zırhınız, Kur'an havzesinde giydiğiniz takvadır. Koruyucu siperiniz, peygamberiniz (s.a.v)'ın sünnetidir. Silahınız istiaze, istiğfar ve yüce Rabb'e ilticanızdır.
7. İmam Bediüzzaman Said Nursi insan konusunu hem dünyevi hem de uhrevi cihetleriyle ele almıştır. İki ciheti birbirine , sarsılmaz güncel delillerle, insanın şuur ve duyguları çerçevesinde ayrılmaz bir şekilde bağlamıştır. İnsan her iki cihettede mutluluğu elde etmek isterse, bütün kabiliyet, güç düşünce ve hissiyatlarını Baki-i hakikiye tevcih etmesi lazımdır. Etrafında her gün bir çok delillerini gözleriyle müşahede ettiği ve fıtratına ekilen bekaya yönelmesi gerekir. Bediüzzaman Said Nursi (r.a) bunu şöyle ifade der:
"İnsanın fıtratında bekaya şiddetli bir aşk vardır. Aşk-ı beka olmasaydı insan hiçbir şeyi sevemezdi. Diğer bir ifade ile; beka aleminin ve ebedi cennetin vücud sebeplerinden biri, umumi ve şümullü bir dua mesabesinde olan, insan fıtratına dercolunmuş bekaya karşı şiddetli bir arzudur ve istektir."
"Etrafa serpilmiş şu fani masnuat fena için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Zahiri yoklukları, eda ettikleri önemli bir hizmetten terhistir. Bir cihetten feneya giden bir masnu bir çok icihetten beka bulmuştur. Bediüzzaman Said Nursi bu hakikatı şöyle açıklar: "Kudret kelimelerinden olan şu çiçeğe bak ki; Kısa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar. Derakab, fena perdesinde saklanır. Fakat senin ağzından çıkan kelime gibi o gider. Fakat, binler misallerini kulaklara tevdi eder. Dinleyen adedince, manalarını akıllarda ibka eder. Çünki vazifesi olan ifade-i mana bittikten sonra kendisi gider. Fakat, onu gören her şeyin hafızasında zahiri suretini ve herbir tohumunda manevi mahiyetini bırakıp ölerek gidiyor. Güya her hafıza ile her tohum; hıfz-ı zineti için birer fotoğraf ve devam-ı bekası için menzildirler. En basit mertebe-i hayatta olan masnu böyle ise, en yüksek tabaka-i hayatta ve ervah-ı bakiye sahibi olan insan; ne kadar beka ile alakadar olduğu anlaşılır. Çiçekli ve meyveli koca nebatatın bir parça ruha benziyen her birinin kanun-u teşekkülatı, timsal-i sureti zerrecikler gibi tohumlarda kemal-i intizamla , dağdağalı inkılablar içinde ibka ve muhafaza edilmesiyle, gayet cem'iyyetli nurani bir kanun-u emri olan ruh-u beşer, ne derece beka ile merbut ve alakadar olduğu anlaşılır. Hem anlarsın ki; insan, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır; belki bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zaptedilir."
"Hem anlarsın ki; Güz mevsiminde yaz, bahar aleminin güzel mahlukatının tahribatı idam değil. Belki vazifelerinin tamamıyla terhisatıdır. Hem yeni baharda gelecek mahlukata yer boşaltmak için tefrigattır ve yeni vazifedarlar gelip konacak ve vazifedar mevcudatın gelmesine yer hazırlamaktır ve ihzarattır.. Hem anlarsın ki; Şu fani alemin sermedi sanii için başka ve baki bir alemi var ki, ibadını oraya sevk ve ona teşvik eder..." (10. Söz, s. 69).
Bu ince ve dakik anlamda Bediüzzaman Said Nursi insana hitap ederek, Ma'rifet-i İlahiye ve Muhabbet-i Rabbaniye, gerçek ubudiyet libasını giymekle, canlanan kalbi ve ruhi hayatının istidatlarına binaen insan kısacık ömrünü uzun ve ebedi bir ömre tebdil etmesi için nida da bulunmaktadır.
Allah yolunda, onun marifet ve muhabbeti uğruna ve rızası için harcanan her bir an, bekaya atılan hadsiz çengellerdir. Fakat Allah'dan uzak gafletle geçen bu kısacık ömür, bir saniyeye bile eşdeğer değildir.
Madem hakikat böyledir ve madem Millet-i İbrahimiyedensin (a.s.) İbrahimvari "Ben batıp gidenleri sevmem"de. Ve mahbub-u bakiye yüzünü çevir..."
İnsanın saadeti ve vazife-i esası, bütün aza, duygu ve istidatlarıyla baki-i hakikiye yönelip, O'nun güzel isimlerine bağlanarak, kalp, ruh ve aklın bütün latifeleriyle "Ya baki Entel Baki" demektir. (Hizmet Rehberi)
Üstad Bedizzaman Said Nursi talebelerini ve diğer kardeşlerinie Beka aleminin ganimet ve nimetlerine kavuşmak için şöyle nasihatta bulunur:
"Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız, Lillah, livechillah rızası dairesinde harkeket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları seneler hükmüne geçer." (3. Lem'a, s. 23).
Üstad Said Nursi, Kur'anın saf kaynağından alıp, insanın günlük hayatına uyarlayarak, onun hal ve tavırlarına tatbik ediyordu.
İnsan hakkındaki sözleri ise, sanki Kur'anı tilavet ediyor, Rahman'ın hidayetine çağırıyordu. Kısacak fani hayatında insanı ebedi sonsuz bir saadete davet ediyordu.
Yazılarında çokça ve her zaman Kur'andan ayetler zikretmiyordu. Bunu bilerek yapıyordu. Çünkü Kur'ana inanmayan ateist ve inançsızları maddi, elle tutulur misallerle ilzam edip onları kendi düşünceleri ve inandıklarıyla mağlup ediyordu.
İmam Said Nursi, dikkate değer, insani bir çok mesele ve problemlere çözümler getirmiştir. İnsanda bulunan süfli duygular ve onun neticeleri, bunlardan kurutlmanın yollarını izah etmenin yanısıra, Ehl-i imanın vasfı, ehl-i küfrün tuğyanı, insanı tehlike girdabına sokan imani şüpheler ve bunların yok edilmesi gibi günümüzde bir çok meselelere çözümler getirmiştir. Bunların üstünde tafsili olarak durulsa yeridir.
Bediüzzaman Said Nursi'nin fikirleri, nurlu, can alıcı ve diridir. Ahlaki çöküntülere maruz kalan günümüz insanı, bu cevherlere olanca muhtaçtır.
Bediüzzaman Said Nursi (r.a) eserleriyle, dipdiri olarak yanımızda kaimdir. Müslümanların yaralarına merhem sürmektedir. Ve hala Kur'andan şifalı, etkili ilaçlar sunmaktadır. Düşünür, araştırmacı ve yazarların, onun fikrinden ve süluk ettiği yoldan alacakları ve faydalanacakları çok şeyler vardır.