BEDİÜZZAMAN VE İMAN HİZMETİ
Bediüzzaman, bu asır insanının derdinin iman zaafından ileri geldiğini basiretiyle farketti ve sathileşen İslâmî idraki bu temelden başlayarak derinleştirme gereğini duydu ve bu tesbiti üzerine yep yeni bir nesil yetiştirmeye koyuldu. Öyle bir nesil ki, ehl-i dalâlete boyun eğmez, şuurlu, nasıl hareket edeceğini bilen, dünyayı avucuna aldığı halde kalbinde ona yer vermeyen bir nesil...
Biz Araplar zaman ve mekân bakımından uzak olsak da Bediüzzaman Said Nursî'yi tanıma ve anlama bakımından bir cihette daha büyük bir imkâna sahibiz. Çünküyüksek bir binanın ihtişamını dışından bakanlar içindekilerden daha iyi görür. İslâm ve imana âşina olan Arapların böylesine büyük bir İslâm mütefekkirini elbette tanıması gerekir. Ben itiraf ediyor ve inanıyorum ki, Bediüzzaman'ın Arapçaya tercüme edilen eserleri kısa bir zamanda tecdide susamış insanların ihtiyaçlarına cevap verecek imanîbir fikir kaynağı haline gelecektir.
Böyle büyük bir eser sahibinin şahsiyeti üzerinde durmak gerekir.
12 seneden beri Bediüzzaman'ın risalelerini okuyorum. Bu eserleri iman ve fikir sahasında kendime rehber kabul ettim ve şu neticeye vardım:
Biz öyle bir şahsiyet karşısındayiz ki, ruhu iman esrarıyla dolu, kalbi güneş kadar pırıl pırıl, aklı iman hakikatları ile alev alev; nefesi, uyumuş ve uyuşmuş fikirlerimizi uyandıracak kadar güçlü; hitabındaki güzellik celâlî isimlere ayna olacak kadar berrak ve müessirdir.
Bediüzzaman'ın bu yüce mertebeye ulaşması, öyle pek kolay olmamıştır. Uzun ruhîve kalbîseyahatlerden, çetin nefsî mücadelelerden geçerek ulaşmıştır. Rûhî ve fikrî hayatında en mühim dönem noktası, onun kendi nefsiyle giriştiği mücadeleden başarıyla çıkmasıdır. O, bir an bile nefsiyle mücadeleden geri durmadı. O kadar ki, nefsinin "cenaze namazını" kılana kadar bu cihadı devam ettirdi.
Bu mücadeledeki muzafferiyeti neticesinde hak yolu kendisine açılmış ve mânen çöle dönmüş ruhlara hayat vermek, ancak iman âb-ı hayatı ile olacağı ona ilham edilmiştir. İşte bunun üzerine "Eski Said" i maziye gömdü, "Yeni Said" olarak dirilip fanilik toprağınıüzerinden attı. Güçlü bir ruh, şaşmaz bir akıl ve yılmaz bir irade ve tükenmez bir gayretle iman kurtarma hizmetine girişti.
Bediüzzaman, bu asır insanının derdinin iman zaafından ileri geldiğini basiretiyle farketti ve sathileşen İslâmî idraki bu temelden başlayarak derinleştirme gereğini duydu ve bu tesbiti üzerine yep yeni bir nesil yetiştirmeye koyuldu. Öyle bir nesil ki, ehl-i dalâlete boyun eğmez, şuurlu, nasıl hareket edeceğini bilen, dünyayı avucuna aldığı halde kalbinde ona yer vermeyen bir nesil...
Maddî cihadın harici düşmana karşı olacağını belirten Bediüzzaman, yeri geldiğinde kalem tutan eli ile silâh taşımış cepheye koşmuş, hattâbu uğurda yaralanıp Ruslara esir düşmüştür. 1917'deki bolşevik ihtilâline kadar bu esarette kalmıştır.
Bediüzzaman Said Nursî Hutbe-i Şâmiye isimli eserinde İslâm dünyasının içine düştüğü manevî felâketlerin kaynaklarına işaret etmekte ve çıkış yollarını göstermektedir. Bu manevî hastalıklardan birinin, ümitsizliğin Müslümanlar arasında hayat bulup dirilmesi olduğunu belirtir. Ümitsizliğin her türlü ilerlemeye engel, kanser mikrobu gibi olduğunu ifade ederek Müslümanların ümitvar olmaları gerektiğine işaret eder. Çünkü ümit ve iyimserlik duygusu, Müslümanlar için kuvvet kaynağı, zamanın acı darbelerine karşı koymanın en güçlübir dayanağıdır. Ümit, hüzün karanlıklarını gideren ve gayb âleminden içimize yağan bir nurdur.
Dikkat edilirse, Risale-i Nurun bütününde Müslümanlara ümitvar olmaları telkin edilir. Nurların nabzı emel ruhuyla atar. Gözleri arkada maziye bakıp İslâmiyeti bırakanlara şöyle hitap eder.
"İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklımezar-ımüteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüçsaz edecek olan nesl-i cedid gelsin!"2
Felaket asrının adamı
Bediüzzaman, Barla'da kendini iki ayrıgurbetin içinde bulur. Birisi İslâmın başına gelen felâketlerin gurbeti; diğeri de bizzat kendisinin bütün yakınlarından ve dostlarından uzak kaldığı gurbet. Evet, Bediüzzaman bu gurbetler içinde yalnız, kimsesiz, tesellisiz; ne sığınacak bir yer, ne de kendini bağrına basacak bir yuva vardır. Acıve elîm bir gurbeti bütün ruhunda hisseder.
Dünya ona kapılarını kapamıştır. Zaman ona sırtını çevirmiştir. O da dünyayı bırakıp âhirete yönelmiştir.
Bediüzzaman, İslâmiyetin gurbete düştüğü bir zamanda geldi. İslâmiyet adına her şeyin silinmek istendiği karanlık bir devirde, çorak bir zeminde vazife başına geçti. O, bu gerçeği şu ifadelerle dile getirir ve o karanlıklar arasından yine ümidi haykırır:
"Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim, sizler cennet âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki, mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız. O bahar hediyelerinden bir kaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kal'anın başına takınız, kapıcıya tembih edeceğiz, bizi çağırınız. Mezarımızdan 'Henîen Leküm' sadasını işiteceksiniz."3
Bediüzzaman hüznün her rengini tatmış, her türlüelem ve keder gömleğini giymiş, fakat halini kimseye şikâyet etmemiştir. İçinde yanardağlar kaynamasına rağmen, dışında sükûnet hâkimdi. O kendisini düşünmekten vazgeçmiş, İslâmın elemleriyle inliyordu. Huşûiçinde Rabbine yönelmiş, korkaklığı ayaklar altına almıştı. Aç canavara yakın olmanın, merhametini değil, iştihasını kabartacağını biliyordu. Onun için bir defa olsun zalimlere boyun eğmemişti.
O Barla gibi ıssız bir köyde, yokluğa ve ölüme terk edilmiş bir halde, bütün benliğiyle Rabbine yöneldi. Böylece Rabbinin kendisine ihsan ettiği enerjiyi -ki bu bir ilâhi vergidir, Allah onu seçilmiş insanlara verir- ortaya koymaya başladı. Bu potansiyel güç, iman gücüdür ve Risale-i Nurlar bu eşsiz iman gücünün meyveleri olarak meydana gelmiştir.
Bediüzzaman gibi şahsiyetler cemiyet içinde kısa zamanda bir odak noktasıhaline gelirler. Nitekim çok geçmeden insanlar onun etrafında halkalanmaya; yazdığı eserleri okuyup yazmaya, onlarla yeniden hayatlanmaya, canlanıp dirilmeye, risaleleri muhtaç gönüllere ulaştırmaya başlamışlardı.
Risale-i Nurun mahiyeti, gayesi ve ağırlık merkezi nedir? Biraz da bu konu üzerinde duralım:
Risale-i Nurun mahiyeti ve gayesi
Bu soruların en kısa ve kestirme cevabı insandır, diyebiliriz. Risale-i Nur insanı ele alıyor, insana hitap ediyor ve ona, en az âhireti kadar içinde yaşadığı âlemin de hârikalarla dolu olduğunu gösteriyor. Çünkü insanlar doğup büyüdükleri dünyayı ülfet ve alışkanlık gözlüğüyle perdelenmiş olarak görüyorlar. Bu ülfet sebebiyle kör olan basiret, insana eşyanın mahiyetini ve gayesini göstermiyor. İşte Bediüzzaman Said Nursî evvelâ insanın gözünden bu ülfet perdesini kaldırmakla işe başlıyor.
Dünya vardır, onu nasıl aklımız ve duyularımızla hissediyorsak, âhiret de öylece vardır. Onun varlığı dünyanın varlığı kadar kesindir. Risale-i Nur bu basireti veriyor.
İnsan kâinatın bir hülâsasıdır. Bu sebeple Risale-i Nur, insanı muhatap almıştır. Dünya, fâniliğiyle bir kışırdır, kabuktur, değersizdir. Fakat insanın ebedîliğine bir geçit ve köprü teşkil etmesi, âhiretin fidanlık tarlası olmasıve İlâhî isimleri aksettiren bir ayna olması cihetiyle önemlidir. Bu yüzden insanın gözünü bu fani hayattan ebedî âhiret hayatına çevirmekte ve onu kaybedip kazanma meselesinin ise dünyadaki her şeyden daha ehemmiyetli bir mesele olduğunu işaretlemektedir. O, içimizdeki ebed sesinin ve ebedî yaşama arzusunun âhiretin varlığına en büyük delil teşkil ettiğini belirtmektedir. Evet, insan yokluğa razı olamaz. Dünya, beka isteyen insan ruhuna bir hapishanedir, bir gurbet diyarıdır. Bu yüzden insan, içten içe gerçek vatanına hasret duyar.
Âhiret âleminin bu âleme uzantıları vardır. Bunlar insanda tezahür eder. İnsan maddîve manevî unsurlarıyla görünen ve görünmeyen âlemlerin bir haritası olur. Onun cüzî varlığı, mutlak varlığa, ilmi, mutlak bir ilme, cüzî kudreti, mutlak kudrete, cüzîiradesi mutlak ve muhit bir iradeye delâlet eder. Evet, insanda bulunan bütün cüz'î sıfatlar gayb âlemindeki mutlak olan şeylere delâlet eder.
Bütün varlıklarda bir tekâmül kanunu hükmeder. Madem ki, insan bütün varlıkların en üstünüdür; elbette onun cüz'îlikten kurtulup küllî bir hayata, ebedî bir âleme gitmesi onun en büyük gayesidir. İşte Bediüzzaman bu gurbet diyarından insanıhep bu asıl gayesine yöneltmektedir.
Bunun için gayb âlemlerinin kapısıolan Kur'ân'ı sunmakta, bize o kapıdan nurânî ipler uzatmaktadır. Böylece insanları sonsuz âlemlerin derinliklerine çekmektedir. Bediüzzaman "Bâkiye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur." diyerek bu yolu göstermektedir.
Gayb âleminin canlıve cansız varlıklar üzerinde sınırsız tecellileri vardır. Bu tecelliler tekvînîkanunlar halinde cereyan eder. Onun gibi Kelâm sıfatının bir tecellisi olarak da Peygamberimizin (a.s.m.) kalbine Kur'ân-ı Kerim inmiştir. Diğer ilâhî sıfatlardan Kudret, Hikmet, İrade, İlim ve Hayatın da kâinat kalbinde tecellisi vardır. Âlemler eşyada sessizce işgören bu tekvini şeriata teslim olmuştur. İnsanlar her iki şeriata uymakla maddeten ve mânen terakki ederler. Bunun için Müslüman kâinatı incelemeye ihtimam gösterir. Kâinattaki ilâhi kanunların inceliklerine inerek sırlarını keşfetmesi de aynı zamanda onun imanî vecibelerinden biridir. Müslümanın kâinat bilgisi ne kadar az olursa, Rabbi hakkında bilgisi de o kadar az ve zayıf olur. Bediüzzaman'ın işaret ettiği gibi, her Müslüman tekvînî şeriattan da haberdar olmalıdır. Kelâm-ı ilâhî ile kâinattaki ilâhî kanunlar bir Müslümanın birbirinden ayırmadan beraber mütalâa etmesi gereken ilimler cümlesindendir.
İslâm medeniyeti, işte bu her iki şeriatın Müslümanın akıl ve vicdanında aksiyon haline dönüşmesiyle vücut bulabilir.
Bilindiği gibi, bugün İslâm âlemi medeniyet yönünden kış mevsimini yaşıyor. İslâm düşüncesi eski canlılığınıkaybetmiş, bir rehavet dönemine girmiştir. Hattâ denilebilir ki, kendisine meydan okuyanlara, kendisini itip kakanlara cevap veremeyecek bir duruma düşmüştür. Böylece imanî hayatımız yozlaşmış, hattâ tehlikeye düşmüştür.
İşte Risale-i Nurun önemi bu noktadan ileri geliyor. Kaybolan değerleri yeniden keşfetmeye, kapalı fikir kapılarını açacak anahtarları bulmaya, iman hayatımızı canlandırmaya, nazarları keskinleştirip hayal ufkumuzu ebediyete sevketmeye çalışıyor.
İşte beklenen İslâm medeniyeti Bediüzzaman'ın ektiği bu fikir ve iman tohumları üzerinde yeşerecektir. Çünkü Risale-i Nur müsbet ilimle imanı, diğer tabirle tekvinî şeriatla kelâmî şeriatı kaynaştırmıştır. İslâm tarihinde müjdelenen en büyük medeniyet hamlesi bunun neticesinde gerçekleşecektir.
Celâl ve Cemâl tecellileri
Bediüzzaman, İlâhîterbiyeden mahrum olan aklın, eşyanın ve kâinatın hakikatlarınıkavramaktan uzak olduğu görüşündedir. O, iman nuruyla aydınlanmış, Kur'ân güneşiyle parlamışbir akıl ve basiretle ancak İslâm medeniyetinin kurulabileceği kanaatindedir. Bu medeniyetin iki temeli vardır: Celâl ve Cemal.. Cemal bu medeniyetin ruhu, celâl bedeni hükmündedir. Cemal o medeniyetin bahçesi, celâl da surlarıdır. Cemal, hakikattır, adalettir, hayırdır, güzelliktir, rahmettir, sıdktır, şeref ve fazilettir, bütün güzel sıfatlardır; Celâl ise bu değerleri tahripten koruyacak kalkandır, kılıçtır.
Bediüzzaman Hazretleri 30. Lem'a olan "İsm-i Âzam Risalesi"nde gerek insan üzerinde ve gerekse dünya ve kâinat üzerinde tecelli eden Esma-i Hüsnânın cilvelerini, işleyişlerini ve eserlerini açıklamaktadır. Cenab-ı Hakkın Cemil ve Celil isimlerinin tesirlerine işaret etmektedir. Cenab-ı Hak Cemîldir. Her bir eserde, her bir şekil ve sûrette cemalinin renklerini tazelendirir. Celîldir; azamet ve heybeti altında her varlık dehşete düşer.
Risale-i Nur, işte bu celâlîve cemalî isimlerin tecellisi ve hendesesiyle kâinatın özünden süzülmüş hakikatlerdir. Satırlarında ve sayfalarında celâl ve cemal kol koladır. Bazan bu eserler manâ güzelliğinin feyziyle bir şelâle gibi çağlar. Kendinizi şair ruhlu büyük bir edibin karşısında bulursunuz. Bazan celâlin ihtişamı sizi kuşatır ve kalbinizi sarsar. Sizi hayret secdesine götürür. Risale-i Nurun sayfalarını çevirdikçe şiddet içinde rikkat, kuvvet içinde şefkat, izzet içinde rahmet, azamet içinde tevazu, salâbet içinde lütuf, kalb içinde akıl, akıl içinde de kalbi görürsünüz... Said Nursî'nin kalbinin vecd içinde inlediğini hisseder ve Allah'tan uzak kalmanın ızdırabı içinde kıvranan insanlığın felâketi için hüzün dolu gözyaşı döktüğünü sezersiniz.
Said Nursi, âhiretin korkunç âkibetlerini işlerken bile asıl vazifesini ihmal etmez, insanlara, korkutmadan önce Allah'ı sevmeyi öğretir. Yani önce cemâli sergiler, sonra celâli...
Risale-i Nur kuracağı medeniyetin temelini Celâl ve Cemâl esasları üzerine atar. Buna göre bir insan modeli ve örnek Müslüman yapısı örer. Bu insan, yüksek fikirli insanlar sırasına girer ve medeniyeti bu insanların omuzuna tevdi eder.
Celâlin şefkati "ene"nin kibir, ucub ve isyanını yok eder. Celâlin heybeti ile 'ene' düşmanlarına boyun eğmekten, tezellülden ve ümitsizlikten kurtulur. Cemal bizi fikre, adalete, hakka, fazilete ve mes'uliyete sevkeder; Celâl ise içimizden güçlübir kaynak fışkırmasına sebep olur. Pısırıklıktan, korkaklıktan kurtarıp cesaret, hamiyet ve fedakârlığı aşılar.
Çağdaşinsanda "ene", çözüme yanaşmayan muamma vasfını koruyor. "Ene"nin isyanı, insanlığın mâneviyatını bir mikrop gibi kemiriyor.
Filozoflar onun tedavisine çabalıyor, ahlâkçılar ve eğitimciler, ona güzel bir şekil vermeye çalışıyor. Fakat ne yazık ki, bu sahada arzuladıklarına bir türlüulaşamıyorlar.
Risale-i Nurun takdim ettiği Celâl ve Cemal karışımı terbiye ve irşat metodu ise, ona en güzel bir tedavi reçetesi sunuyor. "Ene" tedavi edilmezse, insanlığın içine sürükleneceği buhranlara dünya hazır olsun. Çünküşerlerin kaynağı "ene"dir.
"Ene" iman güneşi ve İslâmiyet suyu ile terbiye edilirse o zaman bütün İlâhî isimleri aksettiren bir ayna olur. Herkesin nefsi bir ayna olur, mü'min kardeşler kendilerini bu aynanın nurâni akislerinde bulurlar. "Mü'min, mü'minin aynasıdır" hadis-i şerifi bu mânâya işaret eder. Bediüzzaman, kâinattaki zıtlıklara şöyle işaret eder: Gündüz içinde gece karanlığı gizlidir. Gece kanatları altında gündüzün aydınlığı saklıdır. Kışın soğuk karı altında baharın çiçekleri saklıdır. Her zayıf, içinde gücünün çekirdeğini saklar. Her güçlüde zayıflığın tohumunu gizler. Bediüzzaman zayıfların teslim olmamalarını, zayıflıkları içinde kuvvetin saklı bulunduğunu ve kuvveti geliştirmelerini teşvik eder.
Güçlülere de güçleriyle gurura düşmemelerini, çünkü güçlerinin içinde kendilerini felâketin kucağına atacak bir za'f bulunduğunu ihtar eder. Şer zannettiğimiz çok şeyin de çok hayırları netice verdiğini ifade eder.
Bediüzzaman Said Nursî, gerek İslâm tarihinde cereyan etmişve gerekse bugün ve yarın olacak hâdiseleri bu esaslar açısından açıklamaya çalışır. Zâhiren elemli görünen hâdiselerin altındaki hayırları ve hikmetleri nazara verir.
Hattâbu açıdan bakarak bâtıl mezheplerin içinde bile bir hakikat tanesi bulunduğuna işaret eder. O bâtıl mezheplerin tabileri bu hak nokta sebebiyle o mezhebin peşine takıldılar. Bir hakikat araştırıcısına bu konuda yaptığı nasihat mânidardır:
"Ey tâlib-i hakikat! Maziye, hem musibet; müstakbel ve mâsiyet ayrı görür şeriat. Maziye mesaibe nazar olur kadere, Söz olur Ceberiye. Müstakbel ve maâsi, nazar olur teklife, söz olur i'tizale, İ'tizal ile Cebir şurada barışırlar. Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir. Mahsus mahalli vardır, bâtıl olan tamimdir." 4
Kader üzerinde çok çeşitli fikirler söylenmiş olsa bile kader hayatın tuzudur, yokluğunda hayatın tadıkaçar. Kaderin süprizleri olmasa, hayat monotonlaşır, hayatın dünü, bugünü, yarını birbirine benzer, usandırıcı olur. Böylece insan zamana karşı bilgisini yitirir. İstikbalin endişeli bekleyişinden gelen canlı haleti kaybeder.
İki medeniyet
Bediüzzaman "Yeni Said" dönemine girdiğinde, İslâmiyet bugün cüz'îbir mücadele, mevzii bir hadiseyle değil, büyük bir kültür ve medeniyet savaşıile karşı karşıya olduğunu idrak etmişti. Medeniyetin zirvesine çıkan Avrupanın İslâmiyetle hâmile olduğunu ve günün birinde onu doğuracağı müjdesini vermiştir.
Bugün İslâm medeniyetinin karşısında yer alan Avrupa, sanki Doğuda bir nur görerek kendi ehline mânen şöyle seslenmektedir:
"Bekleyiniz! Bir nur görüyorum, belki ondan size bir parça getirir veya onunla yolumu aydınlatırım."
Evet, Avrupa bu nurdan avuçlar dolusu alacak, İslâm medeniyeti bu nurla aydınlanacaktır. Sonra kapılarımızdan içeri girip bize geldiğinde güzelliği ve edasıyla gözlerimizi kamaştıracaktır.
Evet, acaba tarih tekerrür eder de putperestlik içinde boğulan Avrupa tekrar tevhid dinine döner mi? Bu bize Bediüzzaman'ın müjdesidir. Ona göre, âhir zamanda İsa Aleyhisselâm gökten nâzil olup gelmesini Hıristiyanlığın Hak dine inkılâp edip tâbi olması şeklinde yorumlamıştır.
Medeniyetleri parlak zirvelere doğru din sevkeder. Zamanla medeniyetler güç kazandıkça devreye akıl girer, akıl her şeyi hâkimiyeti altına alır. Sonunda insanı İlâhlaştırır. Bu devreyi atlatan medeniyet güneşi sönmeye yüz tutar, zevale meyleder. Akıl tahtını terk ederek yerini hissiyata bırakır. Bir zamanlar emrinde hizmet ettirdiği hissiyatın emrine girer.
Medeniyet hakkında yaptığımız bu değerlendirmeler, birbirinden kesin hatlarla ayrılmaz. Her devirde bir özellik galip olur, diğerleri ona tâbi durumda bulunur.
Günümüz Batı medeniyetini kaplayan hissiyat, aklı hâkimiyeti altına alarak duyguları patlama noktasına getirdi. Bu merhalede medeniyet eserleri ortaya çıktı. Ancak, bu eserler, kalbin sıcaklığından, dinin letâfetinden mahrum olarak doğdu. Dinden uzak medeniyet şehevî duyguları kamçıladı.
Bediüzzaman'ın hissiyat hakkındaki görüşü, hissiyatı bütünüyle bir hastalık görüp, insanı ona ulaştırmamak düşüncesinde olanlardan farklıdır. Bediüzzaman'ın nazarında his ve şuur, kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Bu hisleri öldürmek veya vazifelerinden alıkoymak insan fıtratına aykırıdır. Bediüzzaman bu hisleri kökünden söküp atmak yerine, onları ıslâh etmeyi ve onları faydalı istikametlere sevketmeyi tavsiye eder. Hattâ duygular terbiye edilirse, marifetullahta çok mühim birer vasıta haline gelebilirler. Nitekim insanda hiçbir duygu ve lâtife yoktur ki, yerinde kullanılır, istikamete sevkedilirse Allah'a ulaştırmasın. Bunun içindir ki, akıl, kalb, göz, kulak gibi duygulara Kur'ân hitap etmekte, onların dünyada mükellef oldukları gibi, âhirette de mes'ul tutulacakları belirtilmektedir.
İslâm medeniyeti bir bütündür, inançla başlar, inançla yükselir. Bu medeniyetin gelişmesi sırasında akıl ve kalb beraber omuz omuza bulunurlar. Peygamberler de mucizelerini hissedilen ve görülen varlıklardan getirirler. Kevnî kanunları ihtiyaç anında kıran mucizeler, kâinatın ve kanunların yalnız Allah'ın kudret ve iradesine boyun eğdiklerini ispat ederler. Bediüzzaman'da geçmiş peygamberlere ait bazı mucizelerin bir diğer boyutu daha vardır. O da bu mucizelerin insanlığın maddi terakkisinin en uç noktalarına işaret ettikleri hususudur. Buna Kur'ân'ın peygamberlerin mucizeleri vasıtasıyla insanları teşvik ettiğini belirtir. Mucizeler Allah'ın "Kün" emri ile meydana gelir, halbuki insanlar ilimle çalışarak zamanla onlara ulaşmaya gayret eder. Bu bakımdan ilim elde etmek her şeyden önce mü'minlere bir vecibedir. Yabancıların elinde bulunan ilmi almanın ve geliştirmenin zamanı gelmiş ve geçmektedir. Müslümanlar buna su ve havaya muhtaç olduklarıkadar muhtaçtırlar. İlâhî vahiy olan Kur'ân'a Müslümanlar nasıl şevk ile sarılıyorlarsa, aynışekilde ilme de sarılmalıdırlar. Çünküher ikisi de Allah'ın eseri, onun sıfatlarından gelmiş kanunlar bütünüdür.
Kâinata bir bakışaçısı
Hayattaki İlâhî musikinin nağmeleriyle insan arasındaki bağı Bediüzzaman kadar hisseden ve kuranlar azdır. Bediüzzaman bu dakik besteyi müşahede edip kaydetmeye muvaffak olmuş nâdir mütefekkirlerdendir. Bediüzzaman'ın eserlerini okuyanlar, zahmet çekmeden kâinat ile insan kalbi arasındaki bağı görebilirler. Hattâ dikkat ettiklerinde insanın kâinatın küçültülmüş bir nüshası olduğunu farkederler. Kâinat ile insanın vicdanında sevgi, yardımlaşma ve tesanüt nağmeleri yankılanır. Bediüzzaman iman yolculuğunda ilerlerken, kâinatın fıtrîolarak, insanın da şuûrî olarak yaptığı ibadeti Cenab-ı Hakka takdim eder. Bu hakikatı şu şekilde beyan eder:
"Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i mânevisi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları milyonlarla nûranî kitaplar gösteriyorlar."5
Said Nursî eşsiz tecrübesiyle kâinata yep yeni bir bakış açısı getiriyor. Bu bakış açısı, edebiyatçılara, kalem erbabına ve fikir sahiplerine devamlı sûrette kaynayan gür bir pınar oluyor. İman edebiyatını zenginleştiriyor ve ona yeni boyutlar kazandırıyor. Bir yandan göklere tırmanıyor, diğer yandan yerin derinliklerine kök salıyor. Çünküo, bu zamanda insan fikrinin, kâinatla çok yakından alakadar olduğunu biliyor.
Vicdanı, asaletinden bir şey kaybettirmeden terbiye etmek ve ona yol gösterebilmek Müslüman düşünürlerin üzerinde çok durdukları bir konudur. Fakat bu konuda muvaffak olanlar pek azdır. Said Nursî, bu asırda bozulan vicdanı tamir etmekte muvaffak olmuştur. İnsanları bu asrın dışına çıkarmadan, kalbiyle, ruhuyla, aklıyla bu asırda tutarak ona hitap ediyor. Sorumluluklardan kurtulmak için cemiyetin dışına çıkarmıyor.
İnsan hayatı mukaddestir. Bu kudsiyet, hayatı veren Allah'tan gelmektedir. İnsan buna inandığı zaman elbette üzerinde titreyecek, hayatını kirletmeyecek, zayi etmeyecektir. Sıkıntılar sebebiyle onu üzerinde ağır bir yük olarak gördüğünde ondan kurtulmak istemeyecek, ona en yüksek fiyatı veren Allah'ın hizmetine sunacaktır.
Bediüzzaman hayatın kıymetini belirtirken diyor ki: "Hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır."
Hayat kâinatın özlü bir parçası olduğuna göre, kâinatı tanımazsak hayatıda tanıyamayız. İlim bize eşyanın boyutlarını sadece nisbi olarak tanıtıyor. İlim, eşyanın hakikatını hâlâ tam olarak keşfedebilmiş değildir. Eli her yere uzandığı halde, hâlâ kesin bir neticeye ulaşamamıştır. Bu durum daha çok teori plânında kalıyor.
Bunun yanında insan, mutlak hakikata ulaşmak ve gerçeği bulmak için çalışmaktadır. Mutlak gerçeğe yönelmek sanılmasın ki, aklî meseleleri bir kenara itmek demektir. Mutlak gerçeğe akıl ve mantığı bir kenara itip ulaşılmaz. Kâinatın ötesine sırf hayalle yapılan seyahatle de mutlak gerçek bulunmaz. Çünkü hiçbir dinî hakikat yoktur ki, akıl ve mantığın esaslarına uygun olmasın. Tersine, aklî meselelerin derununa inildiğinde orada dini buluruz. Vicdana hitap eden âlimler, genellikle en ince aklî delilleri ortaya koymuşlardır. Gazalî, Said Nursîve benzerlerinde olduğu gibi.
Özetle; tahrif edilmemişbir din aklîbir dindir, akla ve mantığa asla ters gelen meselesi olmaz. Kelâm ilmi, modern çağöncesinde İslâmın akıllaştırılma çalışmasının bir merhalesidir. Ancak, bu modern ilim asrında, geçmiş asrın ilm-i kelâm çalışmaları kifayetsiz kalmaktadır. Bediüzzaman Said Nursî bu boşluğu görmüş ve kelâmı bu asra uygun bir şekilde ortaya koşmuştur. Bu mazhariyet Bediüzzaman Said Nursî'ye nasip olmuştur. O, akıl ve mantığa uzak gibi görünen meselelerde bile en yüksek akıl ve mantık ölçülerini vazediyor. Ve meseleleri öylesine ulvileştiriyor ki, şair ruhluları bile ihtizaza getiriyor.
Sözler'den âdeta hayat fışkırıyor. Kâinatın İlâhî nağmeleri dinleniyor. İmanı gurbette kalmış gönüller en güzel teselliyi, vuslatı onda buluyor.
Son olarak size Said Nursî'nin manevî nidasıyla seslenmek istiyorum:
"Ey Müslüman! Kalk, üzerindeki ölü toprağını at, yeni bir genç Said olarak diril, hayatın içine gir! İmanı muhtaç gönüllere yetiştir."
* * *
1. 1931'de Irak'ın Musul şehrinde dünyaya geldi. Çeşitli eğitim kurumlarında 29 yıl hocalık yaptı. 1980'de emekliye ayrıldı. 1950'den beri birçok gazete ve dergide makaleleri yayınlanan Edib İbrahim, Irak dışındaki ülkelerde de tanınmışbir edibdir. 1980 yılında Bediüzzaman Said Nursîve Risale-i Nur Külliyatınıtanıyan Edib İbrahim Debbağ'ın Bediüzzaman'ın hayatıve fikirleri konusunda yayınlanmış5 kitabıve çok sayıda makaleleri bulunmaktadır.
2. Bediüzzaman Said Nursi. Münazarat, s. 41.
3. A.g.e., s. 39.
4. Bediüzzaman Said Nursi. Sözler, s. 662.
5. Bediüzzaman Said Nursi. Mektubat, s. 415.