Bediüzzaman'ın Siyasi ve Sosyal Görüşleri Işığında Cumhuriyet İdealinin Anahtarı
Bediüzzaman Said Nursi'nin, "Yeni Said" olarak tanımlanan döneme intibaktan sonra kendini tamamen "iman hakikatleri"ni neşre ve tebliğe hasrettiği, üzerinde tartışma götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla bu tebliğimizin amacı, onun bu gayesine hizmet edebilecek siyasi ve sosyal ortamın özelliklerini satır başlarıyla da olsa işaret etmekten ibaret kalacaktır.
Hiç şüphesiz araştırmacılar, Bediüzzaman'ın telif ettiği Risale-i Nurları taradıklarında; onun, ilâhiyatın dışındaki sahalarda da görüşlerinin ipuçlarını yakalayacaklardır.
OsmanlıTürkiye'sinin Mutlakiyet ve II. Meşrutiyet dönemlerinde aktif olarak siyasetin içinde gördüğümüz "Eski Said", bu siyasi aktivitesinin yanında, bir milis kumandanı olarak "Keçekülahlılar"ın başında Doğu Anadolunun Rus-Ermeni karma güçlerince istilasına bilfiil çarpışarak karşıçıkmıştır.
Bediüzzaman, İslâm dünyasının selâmeti ve İttihad-ı İslâm dâvasına hizmette gerekli olduğuna inandığı bütün platformlarda bilfiil hizmette bulunmuştur. Çünküonun amacı, insana ve insanlığa hizmettir.
İnsan, İslâma göre "eşref-i mahlûkat"tır. Hele Müslümanlar için bu şeref, uğruna kâinatın halk edildiği Habibullahın ümmeti olmakla en büyük değerini kazanmıştır. Böylelikle, Müslümanların, dünya hayatında hem çeşitli hakları, hem de mesuliyetleri vardır. Bu cümleden olmak üzere Müslümanlar "medeniyet"e layıktır. O günlerde İslâm âleminin iktisadî zaafiyet ve siyasi açıdan da sömürgecilerin tahakkümü altında oldukları düşünülürse, Bediüzzaman'ın neden Müslümanların içinde bulundukları ortamı hazmedemediği ortaya çıkacaktır.
İşte, bu konuda sözü ona bırakalım:
"Hakiki medeniyet, nev-i insanın terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i nev'iyyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir."
"Hem de mânâ-yı meşrutiyete ibtilâ ve muhabbetimin sebebi budur ki: Asyanın ve âlem-i İslâmın istikbalde terakkisinin birinci kapısı, meşrutiyet-i meşrûa ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve tâli ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarıda, meşrutiyetteki şûradır."2
Yukarıdaki ifadede, onun süzgecinde insanımıza hizmet için medeniyetin şart olduğu, bu medeniyetin maalesef kaybedildiği, ihyası içinde İslâm âleminin meşrutî idareye geçmesi icap ettiği, bu hürriyetin oluşacağı zeminin ise İslâmî akaide uygun bulunması gerektiği fevkalâde berrak, birbiri içine geçmiş anahtar kavramlarla vurgulanmaktadır.
Devamla Bediüzzaman, meşrutiyet ve hürriyetin de millî esaslar dahilinde vücut bulabileceğini, çağın dönemecini kavramış bir düşünür olarak açıkça vazeder. Ancak millîhayatın şekil bulacağı bir yapılanma, onun "frenk illeti" olarak tavsif ettiği "asabiyete" ya da "menfi" bir cereyana geçit vermemelidir. Çünkü, bu cereyan İslâm âlemine "tefrika" getirecektir.
Bediüzzaman, "hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dâhiliyesinden ileri gelen" müsbet milliyet fikrini vurgular ki, bu da İslâmın kabul ettiği şekilde nihaî ittihada varılacak durak mahiyetindedir. Şöyle ki: Ona göre "Müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal'a olmalı, yerine geçmemeli"dir.3
Bediüzzaman, gönlünde, meşrutiyetin daha tekamül etmişçerçevesi olarak mütalaa ettiği cumhuriyetin de siyasi kültüründe, idarenin dine hizmetkâr olması gerektiğine işaret eder. Ona göre, Şark, yani İslâm toplulukları ahlâk, mâneviyat ve kültür üzerine yoğunlaşmışlar ve bu dinamiklerden hareketle içtimai kalkınlamaları sağlamışlardır. Bu itibarla kültürün temel taşıolan İslâm gerek hürriyetin sınırlarını belirleyen bir çerçeve, gerekse "milletin ihyasını" sağlayan normlar olarak korunmalıdır.
Emirdağ Lahikası'nda, devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a yazdığıbir mektupta, bu düşüncelerini dâvâsının esas yörüngesi olarak ifade eder:
"Biz dini siyasete âlet değil, belki rıza-yı ilâhîden başka hiçbirşeye, hattâ dünyaya ve saltanata âlet etmemek bizim esas mesleğimiz olduğundan..."
"Evet, biz dini siyasete âlet değil, belki vatan ve milletin dehşetli zararına siyaseti mutassıbâne dinsizliğe âlet edenlere karşı, bizim siyasete bakmamıza mecburiyet-i kat'iye olduğu zaman, vazifemiz siyaseti dine âlet ve dost yapmaktır ki, üçyüz elli milyon kardeşlerin uhuvvetini bu vatandaki kardeşlere kazandırmaya sebep olsun."4
Bediüzzaman zaten bu hususlarıdevrin Meclisine de açıkça belirtmişti. Millî Mücadeleyi kazandıran unsurun İslâmın baştacı edildiği Kuva-yı Milliye ruhu olduğundan hareketle, bu cereyanın İslâm âleminde Türkler hakkında ne kadar müsbet yankılar yaptığına, dolayısıile yardımlara sebep olduğuna işaret etmiştir.
Şimdi ise ülkenin kurtuluşunda ve Cumhuriyetin kuruluşunda denenmiş ve tutmuş olan yaklaşımın sürdürülmesini tavsiye edecektir. Bunu yaparken endişesi, o devirde giderek Türkiye'ye sirayet etmekte olan materyalizm, pozitivizm gibi cereyanlardır.
"Ben hükümet-i cumhuriyeyi, ilcâât-ı zamana göre bir kısım kanun-u medenîyi kabul etmişve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükümet-i İslâmiye biliyorum" demekle, insanlığın, medeniyetin, cumhuriyetin "meşveret-i şer'iyeye girmeden" yükselmeyeceği inancını tekrarlamaktadır.
Osmanlı devletinin son yıllarında meşrutiyetin ilânıile hürriyetin ilânı arasında çok fark yoktur. Aralarındaki nüanslar hürriyetin teorik, meşrutiyetin ise pratik olmasıve kurumlara dayanmasındandır. Başka bir ifadeyle hürriyetin kurumlaşacağı rejim meşruti özellikler taşıyan rejimlerdir.
Bediüzzaman, meşrutiyetten bahsederken daima "meşrua" sıfatını eklemektedir. Bundan kasdı meşrutiyetin şeriat, yani İslâmın esaslarına uygun olmasıdır. Burada da zikredilecek unsurlar, şeriatın çerçevelediği meşrutiyetin özellikleridir.
Bediüzzaman, meşrutiyeti tarif ederken şöyle demektedir:
"Meşrutiyet ve kanun-u esasi işittiğiniz mesele ise; hakiki adalet ve meşveret-i şerriyyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız."5
Keyfi yönetimlerin ve şahsi tasarrufların önüne ancak parlamenter yönetimlerle geçilebileceği, tarihin gösterdiği bir vakıadır. Milletin temsilcilerinden oluşan parlamento yine milletin menfaatini gözeterek en uygun kararlarıalacaktır. Yetkinin parlamentoda toplanmasının temelinde milletin hürriyeti ve adaletin sağlanması maksadı yatmaktadır.
Bediüzzaman, meşrutiyetin bir anayasal rejim olduğunu daima zikreder. "Meşrutiyet ve kanun-u esasi ise"6 şeklinde açıklamalarda bulunurken bu iki kavramı birbiriyle özdeş olarak kullanmaktadır.
Bediüzzaman, "yaşasın Kur'ân-ı Kerim'in kanun-u esasileri"7 demek suretiyle bizim toplumsal kurum ve kuruluşlarımızın İslâma dayandığını kaydetmektedir.
Bir toplumun başta yönetici ve yönetilenleri olmak üzere her ferdi; kendisini bağlayan, temel hak ve hürriyetler ile sorumluluklarını düzenleyen, önceden belli olan ve genel kabul gören kurallar bütününe sahip olunca pek çok sû-i istimallerin önü alınacak ve kurallar bütünü olan anayasa düzeninin istikrarlı bir şekilde devam etmesini sağlayacaktır.
Bu açıdan meşrutiyetin İslâmın mahiyetinde bulunduğuna dikkati çeken Bediüzzaman, bu anlayışı ile benimsediği siyasî görüşolarak hukukun üstünlüğüne dayalı, hürriyetçi ve âdil bir siyasi yapının tasvirini yapıyordu.
Onun Asr-ı Saâdeti ve dört halife devrini örnek göstererek adalet, meşveret ve kanun hâkimiyeti şeklindeki unsurla belirlediği bir model, aslında ideal bir cumhuriyetten başka bir şey değildir.
Cumhuriyet hakkındaki görüşünü, henüz Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce yukarıdaki ana esaslarla ortaya koyan Bediüzzaman, 1923'ten sonra, cumhurîrejime muhalefet iddialarıyla zaman zaman mahkemelere verilmiştir. Bunlardan 1935 yılında sevkedildiği Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde, cumhuriyet hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, cevap olarak:
"Eskişehir Mahkeme Reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu tarihçe-i hayatım isbat eder..."
diyerek karşılık vermiş ve buna delil olarak Siirt'te ilimle meşgul olduğu sırada, kendisine gelen çorbaları karıncalara verişini anlatmış; bunun sebebini soranlara ise:
"Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara verirdim"8
diyerek cevap vermiştir.
Esas olarak bu muhtevaya sahip bir cumhuriyet görüşü benimsediğini gördüğümüz Bediüzzaman, Türkiye'de 1923'den sonra karşılaşılan laik cumhuriyet uygulaması hakkında da yer yer görüşlerini ifade etmek zorunda kalmıştır. Ona göre, Batılı mânâdaki laik cumhuriyetin dine karşı herhangi menfi bir tavır takınmaması gerekir.
Bugün dünyada, özellikle de Batının ilerlemiş sanayi toplumlarında sadece iktisadî dürtülerle hareket eden bir toplumun demokrasiyi yaşatamayacağını, demokrasiyi ise sadece din ve kültürle tezyin etmiş faziletli insanların idame ettirebileceği düşünceleri, geçmişin acı tecrübeleri ışığında artık kabul gören prensipler haline gelmiştir.
Bediüzzaman'ın "Ben zaten dindar bir cumhuriyetçiyim" sözleri belki, bir yerde XXI. yüzyıla girerken insanlığın itirafla gelebileceği noktayı o günlerde âdeta İlâhi bir kanun olarak tesbitinden kaynaklanmaktadır, diyebiliriz.
* * *
1. Prof. Dr. Mim Kemal ÖKE 1955'te İstanbul'da doğdu. Şişli Terakki Lisesinden sonra, İstanbul Amerikan Robert Kolejini bitirdi. İngiltere'de Cambridge'te iktisat ve tarih dallarında yüksek tahsilini 1977 yılında ikmal etti. Sussex (MA), Cambridge (M. Phil) ve İstanbul Üniversitelerinde ihtisas yaptı. 1979'da Birleşmiş Milletler Güvenlik Kuruluna bağlı Filistin Dairesinde çalıştı. Yurt dışındaki dergilerde muhtelif makaleleri ve yakınçağ Osmanlı tarihine ait kitapları vardır. 1984'de doçent, 1985'de TRT Kurumunda Türk Siyasal Tarihi dallarında genel müdür danışmanı oldu. Bu arada TRT'ye çeşitli tarihi diziler hazırladı. 1990'da profesörlüğe yükseldi. Halen Boğaziçi Üniversitesi'nde öğretim görevini devam ettirmekte, günlük bir gazetede tarihi makaleler yazmakta, çeşitli kültürel vakıflarda yönetim kurulu üyesi olarak hizmet vermekte, görsel medya türünde televizyon programı yapım çalışmalarına, fikrîve tarihî araştırmalarına devam etmektedir. 10'un üzerinde Türkçe ve İngilizce olarak yayınlanmış eseri ve çok sayıda ilmî makalesi mevcuttur.
2. Bediüzzaman Said Nursi. Divan-ıHarb-i Örfi, s. 41.
3. Bediüzzaman Said Nursi. Mektubat, s. 299.
4. Bediüzzaman Said Nursi. EmirdağLahikası, 2:16.
5. Bediüzzaman Said Nursi. Divan-ıHarb-i Örfi, s. 13.
6. A.g.e., s.13.
7. Bediüzzaman Said Nursi. Hutbe-i Şâmiye, s.53.
8. Bediüzzaman Said Nursi. Tarihçe-i Hayat. s,332.