EHL-İ HAK VE TEVHİD OLAN ŞİİLER VE SÜNNİLER KARDEŞTİR!
Hamd ve övgü, şükür ve minnet âlemlerin Rab’ı olan Allah’a (cc) mahsustur. Selam, ben Müslümanım deyip dosdoğru yolda ilerleyenin üzerine olsun.
“Ey insanlar size kendi, içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere çok şefkatli çok merhametlidir."
"Ey peygamber, eğer insanlar senden yüz çevirirse, sen de ki, Allah (cc) bana yeter, ondan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur. Ben ona tevekkül ettim, yüce Arşın Rab’ı da odur."(Tevbe, 9/128-129)
Bütün âlemlere, özelde ise insanlık âlemine rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (as)'in insaniyete denk gelen yönü hatırlatılır. “Sizin sıkıntıya uğramanız Ona pek ağır gelir” buyruğu ile sevgisinin kapsamına dikkat çekilmekte. Muhabbet halkasında âdemoğlu yer bulmuşken, “ Müminlere çok şefkatli, çok merhametlidir ” Hassasiyetine vurgu yapılır. İfade; Rahman isminin geniş rahmetini, teferruata ve özelde okunan rahimiyetini; karşılıksız sevgi ve fedakârlık olan şefkatini gösteren bir şahsiyeti ortaya çıkarır. İman ve İslam’ın ortak paydasından hareketi ile ilgi ve sevgisi “mükemmel “ derecede etken bir insan. Gerek yaşadığı zeminin sakinlerine gerekse gelecek zamanın Müslüman kimliklilerine hitabı, “Dünya ve ahiretin saadetini yakalayın ve bırakmayın.” ikazıdır.
“Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz (sarılırsanız) necat bulursunuz.(kurtulursunuz). Biri kitabullah biri de Al-i beytimdir."[1]
nasihati ile Müslümanlara sıkıntılardan kurtuluşun iki anahtarını emanet bırakıp, nübüvvet makamından önem verilmesi gerekenin altı çizilmekte. Birinci emaneti Kur’an-ı Kerim, ikinci Ehl-i beytin şahsında sünneti seniyyedir. “Çünkü sünnet-i seniyyenin membaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Al-i Beyttir.”[2] ifadesinde anlam bulmakta.
İslamiyet, Müslümanlık ve hidayet arasında beşer yönlü insan ele alınarak, önem, dikkat ve tembih arasında değerlendirilmekte. Mümin beşer yönü ile hata verirken, doğruyu yanlış, yanlışı ise doğru olarak gösterebilir. Haklı veya haksız olanın yorumu tarih sayfalarında korunurken, uç noktalardan hareketin ibretli akıbeti hafızaların başköşesinin sakinidir. Fıtratı ötelememiş, istikamet yolunda ilerlemiş hareket ve oluşumların akıl ve vicdan sahasında değer ve yer bulduğu okunur. Anlaşılamamanın sıkıntılı ikliminde doğmuş ve yaşamış bu gerçekler, doğru bilgi ve mantık ayağı ile hedefine ilerlediği bilinmekte. Niyetlere endekslenmiş akıl hocalarının zemininde sağa ya da sola kaydırılmış olması, hedef çizgisinin aşılmasına engel olunamadığı bilinir. İnsaniyete, fıtrata ve adalete düşman cerbezenin tarafgir taraftarları tarafından yuhalanmış olması, hakperestlerin taraftarlığına ve müsebib’ül esbaba şükür ifadelerine engel olunamadığı bilinir.
Söze konu ya da konuya söz insanlar arasında farklılık arz ederken, mümin gerçeğinde farz ve sünnetin, küçük ve büyüğün, önemli ve önemsizin… Yer değiştirme macerasıdır. Vicdan ve aklın, insan ve Müslümanın kazaları olarak tarihte anlam ve zemin bulmuş notlarıdır. İnsan ve insaniyet ifadesinde “Tarih bile affetmez” dedirten bu vakaların kan ve zülüm lekesini silmeye dünya hayatı yetmediği için, ahiret hayatının temizlik fabrikasına devri geçmiş durumudur. “Zalimler için yaşasın cehennem.”, ifadesi ile zalimi ve zulme ilham olmuş fikir sahiplerini, ebedi adaletin kucağına bıraktığının ve bırakmaya devam edeceğinin hatırlatmasıdır.
Dünden bugüne enaniyetten doğmuş ve beslenmiş fikirlerin tevhidi yorumlama süreci, menfaate odaklanmış insanların fırsat kapısı olduğu yaşanmış gerçeklerdir. Tevhidi ve ehli tevhidi gölgede bırakacak şekilde devreye sokulmuş bu süreç, şeytanın hilelerini ve ajanı olan nefsi emarenin oyun ve tuzaklarını hatırlatır. Bilmek ve geçmişten ibret almak için kaleme alınmış kanlı tarihleri inatla ve kasti bir tutumla güne taşımak bozma niyetidir. Kabuğu yarasından çekerek kanatmaya bırakıp mikrop yuvasına çevirmek, inat ve gurur ile fıtratı bozmaya çalışan iblisi duruştan haber vermekte. Tahrip gücünün denmiş olması ise tahrip etmek isteyenin yıkıma dair düşüncesinin göstergesini akıllara sunmakta.
Ehl-i küfrün İslam’ı parçalayıp yok etme emel ve girişimi dün olduğu gibi bu gün de devam etmekte. Yıkım için kullanılan malzemenin fıtratına uygun algısı önem kazanmış görünüyor. Her mevcudun fıtratına uygun hareketi ve sonucu olağan kabul edilirken, aksini ummak akıl ve mantığın meyvelerini inkâr anlamına geldiği bilinir. Müslümanları hezimete uğratma düşüncesinde Müslümanı Müslümana kırdırma taktiği, revaç bulmuş bir gerçektir. Düşünce ve eylem kuruluşlarının hedef ve taktik bildirgelerinde yer bulmuş olması, meydan okuma cüretti! Olarak okunmakta. Müslümanı akıtılan kanı ile yurdundan temizlemek isteyen zihniyet, İslam’ın rahmet yönünden doğmuş mezhep farkını düşmanlık sebebi olarak gösteriyor. İslam beldelerinde “Sünni ve Şii” savaşının düşmanlarca başlatma düdüğünün çalınmış olması, Müslüman olan iki tarafın yıkımına yeminin sesli ilanı oldu.
Müslümanların fıtri ve sosyal gerçekleri temel alınarak İslam’ın esaslarına bağlı kalmak şartı ile ortaya çıkmış mezhepler “ehli hâk” ölçüsünde değer kazanmakta. Kur’an ve sünnete ters düşmemiş mezhepler Ehl-i sünnet ve cemaat ve Şia mezhebi şeklinde İslam kaynaklarında barınmakta. Yanlış ve kasti algı sonucunda Müslümanların aleyhine kullanılmış olması, bu günün din düşmanlarını cesaretlendirmişe benziyor. Menfaat ekseninde dönen küfür zihniyetinin çıkarları doğrultusunda tarih, hâk, hukuk… gibi gerçeklere değer biçtiği bilinmekte. Kaynakları yönünden zengin İslam topraklarının sömürülme iştihasını koruması, Müslümanlar arasındaki çekişme sebeplerinin ortaya çıkarılmasını sebep oldu. “Bir delikten iki defa ısırılacak kadar gaflet ve cehalet hakkı verilmeyen Müslümanın bu konuyu bilen birinden tekrar alması, akıl ve hikmetin hakkı olmalı. Zamanın nabzını İslam’ın ilmi ve deneyimi ile tutmuş bir âlim, doğru yola girmede ve takipte trafik otoritesi görevini üstlenebilir. Üstat Bediüzzamanın bu konuya bakışı, yorumu ve ortaya koyduğu sonucu irdelemek bu arayışa bir cehd niyetidir. Kişi ve inanç bazlı samimi arayış farkı, saygı ve dikkate değeri hak ettiği, inanılan yönüdür. Tarafsız duruşların hâkim olduğu havalarda arayışın ve tespitin sağlıklı ilerlediğini hatırlamak, düzeltme niyetine dua olmalı. Beşer olarak “ kandırıldım, yanıldım” lüks ve sorumsuzluğuna kapıyı kapamasa da itmek olması niyeti ile…
“Şialarla Ehl-i sünnet ve cemaatin medarı niza-ı, hatta akaid-i imaniye kitaplarına ve esasatı imaniye sırasına girecak derecede büyütülmüş bir meseleye[3] kısaca işaret edeceğiz.[4]
Ehl-i Sünnet ve cemaat ve Şii mezhebi arasında bulunan çekişme ve probleme dikkat çekilmekte. İmanın şartları ve sıhhati kapsamında değerlendirilip, akaid kitaplarında makam verilmiş bir konudur. Abartıldığının altı çizilip, konuya delil sunularak hatırlatılmakta. Halifelik konusundan kaynaklanmış bu fikir ayrılığı, İslam tarihi kaynaklarında araştıranları gözlemekte. Ehl-i sünnet ve cemaate göre Hz Ali (ra) halifelerin dördüncüsüdür. Hz Ebubekir (ra) daha layık tı ki halifelik ilk önce ona geçmiş. Şia fikrine göre ise, Halifelik hakkı ilk günden beri Hz. Ali’nindi (ra) ondan gasp edilmiş. Diğer halifelerin en üstünü de Hz Ali olduğu (ra) inancıdır. “Üstünlüğün takvada olduğu" hatırlatılarak, fikirlere dayanak delilleri ilim ve mantık süzgecinden geçirip ikna edenin hakemliğinde ilerlemek dünü ve bu günü çözmeye doğru katkı sağlayacağı umulur.
Ehl-i Şia’nın davalarını dayandırdıkları delilleri şıklar şeklinde ele alıp âlimin rehberliğinde ortaya koymaya çalışalım.
1) Hz. Ali (ra) hakkında varit olan ehadis-i Nebeviye[5]
2) Şah-ı velayet (Evliyalık yolunun sultanı olması)
3) Hz. Peygamberin ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyte şiddetli alakası.[6]
Muhabbetin ifrat ve tefritine maruz kalmış Hz. Ali, (ra) ilim ve İslam yolunda ki ehliyeti ve cesareti ile bilinen bir sahabedir. Gerek Peygamber efendimiz döneminde gerekse ondan sonra ki halifeler dönemimde cihadını bu doğrultuda sürdürmüş. “Hz Ali (ra) kendi ikrarı[7] ve yirmi seneden ziyade o hulefa-selaseye ittiba ederek onların şeyhülislamlığı makamında bulunması.”[8]Hz Ali’yi (ra) ifade etmekte. Hz Ali’nin üç büyük halifeye şeyhülislamlık görevi yapması kendi iradesi ve tercihi sonucudur. "Şia ıstılahınca takkiyye etmiş, yani onlardan korkmuş, riyakârlık etmiş.”[9] fikri iyi niyetten ortaya atılmış olsa da gerçekle ilişkisi olmayan bir iddia niteliğini taşımakta. Hz Ali (ra) “Esedullah” ünvanını kazanan[10] “Sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zatı, riyakâr ve korkaklıkla ve sevmediği insanlara tasannukârâne (ikiyüzlü olarak) muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümaşat etmekle, haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hz Ali (ra) teberri eder.”[11]
Allah’ın (cc) aslanı lakabı ile hakperestlerin komutanı ve yol göstericisi olan Hz Ali (ra) gibi bir mümini korkak ve ikiyüzlü kabul etmek sevgi ve saygı değildir. Yirmi yıldan fazla bir dönemde sözde güvenmediği ve makamlarına layık görmediği kişiler ile korktuğu için çalışmış olması düşünülemez. Yapmacık sevgi ile sözde kendine yapılan haksızlığı kabul ettiğini benimsemek, kötü ahlak ile nitelendirmek anlamına gelmekte. Muhabbetin ifrat ve tefritinden doğmuş bu sevgi ifadelerinin kabulü aklın tercihi dışındadır. Hz Ali gibi (ra) ilim ve cesaret timsali bir insanın bu türden aşağılayan sevgileri benimsemesi umulmaz.
Hz Ali’nin (ra) şahsiyetinin irdelenmesi, kendi hakkındaki iddia ve fikirlerin layık zemin bulmasına sağlayacak. “Hz Ali’ye (ra) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti şahsi kemalat ve mertebesi noktasından, ikinci ciheti Âl-i Beytin şahsi manevisini temsil ettiği noktasındadır.”[12]
1) Şahsi kemalat ve mertebesi yönü:
Hz Ali’nin ve diğer halifelerin şahsi kemalat ifadesinde “Şahsi kemalatıyla ve veraset-i nübüvvet vazifesiyle zaman-ı hilâfetteki kemalatı”[13] anlaşılmalıdır. “Hazreti Sıddık-ı Ekber’in (ra) ve Faruk-ı Azam’ın (ra) veraset –i Nübüvet ve tesis-i ahkam-ı Risalet noktasında hisseleri taraf-İlahiden ziyade verildiğine hilafetleri zamanlarındaki muvaffakıyetleri[14] terazinin bir kefesine ve Hz Ali nin (ra) şahsi kemalat-ı harikasıyla hilafet zamanındaki dâhili, bil mecburiye girdiği elim vakalardan gelen ve suizanlara maruz olan hilafet mücadeleleri beraber mizanın diğer kefesine bırakılsa elbette Hz Sıddık’ın (ra) veyahut Faruk’un(ra) veyahut Zinnureyn‘in (ra) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet görmüş, tercih etmiş.”[15]
Hz Ali (ra ve diğer halifelerin şahsi kemalatları; şahıslarına ait mükemmellikler artı halifelik zamanlarında ki başarıları ile beraber değerlendirilmelidir. Başarı hisselerinin fazlalığı “peygambere verasetin gereği olan Allah’ın (cc) isminin yüceltilmesi ve hükmünün hâkimiyeti kesbine “tecelli eden hakikat-i akrebiyet –i ilahiye”[16] noktasından gelmektedir. Hz Ali’nin bu konudaki hissesinin az verilmesi Peygamberlik makamına tecelli eden Allah’a (cc) yakınlık derecesi ve velayet makamına tecelli eden Allah’a (cc) yakınlık arasındadır. Direk ve dolaylı irtibat ve yakınlığın farkını okutmaktadır. “Muvazenede bu noktaları nazara almak gerektir[17] Yoksa şahsi şecaati ve ilmi ve velayeti noktasında birbiri ile muvazene edilse, hakikatin sureti değişir.” ifadesinde şahıslarına ait mükemmellikler noktasında karşılaştırma yapılacak olursa diğer halifeler (ra) ve Hz Ali hakkındaki fikir ve bilgiler yer değiştirecek. Çünkü Hz Ali (ra) yiğitlik, kahramanlık ve cesaret yönünden çok ilerde olduğu gibi, ilmi yönünden onlara şeyhülislam olan olmuş ve Şah-ı velayet lakabı ile anılan bir sahabedir.
2) Âl-i Beytin Şahs-ı manevisini temsil ettiği yönü:
“Hz Ali (ra) şahs-ı manevi-i Âl-i Beytin mümessili ve şahs-ı manev-i Âl-i Beyt bir hakikat-i Muhammediyeyi (as) temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte Hz Ali (ra) hakkında fevkalade senakarane ehadis-i Nebeviye[18] bu ikinci noktaya bakıyor.
Hz Ali (ra) Âl-i Beytin temsilcisi ve Seyitler cemaati olan Hz Muhammed (as)‘ın kızı Hz Fatıma ile devam eden manevi şahsiyetin hakikat-i Muhammediyeyi (as) temsil ettiği yönüdür. Peygamberimizin (as) mesleğinin aslı esası, vazifesinin yüksekliği yönü ile diğer üç halife ile karşılaştırmayı kabul etmeyecek derecede yüksektir. “Her nebinin nesli kendindendir. Benim neslim Ali’nin (ra) neslidir.”[19] ifadesi konuya açıklık getirmekte.
Hz Ali’ nin (ra) diğer halifelere oranla daha çok övülmesinin sebebi birkaç başlık altında toplanırsa;
a) Âl-i Beytin temsilci olması ve Âl-i beytinde hakikat-i Muhammediyenin temsilcisi olması yönü.
b) “Emeviler ve Hariciler ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivayatı çok neşrettiler.”[20] Emevi ve Haricilerin haksız yere eleştiri ve saldırıları oldu. İhtiyaca binaen, Haklı ve haksızların ortaya çıkması adına Ehl-i Sünnet ve Cemaat tarafından Hz Ali hakkında ki hadislerin yayılması sağlandı. Diğer halifeler böyle bir saldırı ile karşılaşmadığı için onlar hakkındaki hadisleri yayma ihtiyacı hissedilmedi.
c) “Hem istikbalde Hz Ali (ra) elim hadisata ve dahili fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hz Ali’yi (ra) me’yusiyetten ve ümmetini onun hakkında suizandan kurtarmak için 'Ben kimin dostuysam, Ali (ra) de onun dostudur.'”[21] gibi mühim hadislerle Hz Ali’yi (ra) teselli ve ümmeti irşat etmiştir. Hz Muhammed (as) peygamberlik bakışı ile Hz Ali’nin gelecekte acı olaylarla ve ümmet içinde gelişecek fitnelerle karşılaşacağını bilmişti. Ali’yi (ra) ümitsizlikten, ümmeti ise onun hakkında kötü düşünmekten kurtarmak için kendisi hakkında hadisler rivayet etmiş. Amaç teselli ve aydınlatmadır.
2) Şah-ı Velayet:
Hz Ali’nin (ra) Evliyalık yolunun şahı, sultanı olması yönü ile algılanması yanında duruma cevap duruşların irdelenmesi faydalı görünmekte. Hz Ali (ra) Velilerin sultanı olması vasfı ile “siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakıyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı “Şah-ı Velayet, unvan-ı manidarını bihakkın kazanmayacaktı."[22] Hz Ali’nin (ra) yaşadığı dönem halifeliğin saltanata dönüşümün başlangıcı zamanına denk gelmekte. Muaviye ve Hz Ali arasında vukuu bulan sıffın muharebesi bunu açıklar. Saltanat ve hilafet muharebesi olarak tarihe geçen bu olay Hz Ali’nin(ra) Kulluk makamını ele vermekte. “Hz Ali (ra) ahkâm-ı dini ve hakaik-ı İslamiyeyi ve ahireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu.”[23]. Hz Ali (ra) İslam halifeliğini ilk iki halife döneminde uygulanan adalet-i mahza (tam adaletin) prensibine dayandırarak yürütmekten yanaydı. Muhalifler ise siyasi arenada sosyal başarılar için adalet-i izafiyeye kendilerini mecbur görüyordular. Bu sebeple “hataya düştüler”[24] şeklinde yorumlandılar. Hz Ali (ra) ise Dinin hükümlerini, İslamiyet’in gerçeklerini ve ahireti esas kabul etmişti. Saltanatın ve gereği olan siyasetin tam adaleti ber taraf eden kanun ve gereklerini kabul etmedi. Uhrevi hayata bakan Allah’ın (cc) rızasını dünyevi başarılara tercih etmişi. Çünkü “Âl-i Beyt ise hakaik-ı İslamiyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur idiler.”[25] Hakikati gereğince rehberlik görevini yerine getirmesi gerekirdi. Hz Ali’nin halifeliği Takdiri ilahi saltanattan önceki zamana bırakılmasının birçok hikmetleri bulunmaktadır.[26] Vasıfı, şahsiyet ve değeri yönünden bakıldığında Hz Muhammedin (as) kendisi hakkındaki sözü merakımızı giderecektir. “Ben Kur’an’ın tenzili için harp ettim; sen de tevili için harp edeceksin ”[27] ifadesidir.
"Etki Hz Ali (ra) ve gerçeği ise tepki vasat noktada nasıl olmalıdır?" sorusuna, Ehl-i Şia ve Sünnilerin duruşunu okuyarak cevap arayalım. Şia’ayı; Şia-i Velayet ve şia-i hilafet başlığı altında inceleyerek ilerleyelim.“ Hz Ali’ye (ra) karşı Şia-ı Velayetin ifratkârâne muhabbetleri ve tarikat cihetinden gelen tafdilleri, kendilerini Şia-i hilafet derecesinde mesul etmez. Çünkü, ehl-i velayet, meslek itibariyle, muhabbet ile mürşitlerine bakarlar.”[28] Hz Ali’nin veli ve manevi makamını ön planda tutan bu tarafın sevgisi aşırılık derecesinde ilerlerken, diğer tarikatlardan üstün olma inancına sahiptirler. Ehl-i kalp olan bu gurup muhabbet ile hareket etmekteler. “Muhabbetin şe’ni ifrattır”[29] gerçeğinden hareketle sevdiğini bulunduğu makamdan daha üstün görmek ister ve öylece kabul ederler. “ Muhabbetin taşkınlıklarında ehl-i hâl mazur olabilirler. “Fakat onların muhabbetten gelen tafdili, Hulefa-i Raşidinin zemmine ve adavetine gitmemek şartıyla ve usul-i İslimiye’nin haricine çıkmamak kaydıyla mazur olabilirler.”[30] Muhabbetin gereği ve sonucu aşırılık olduğu için bu gibi insanların sıra dışı davranışları noktasında özürlü sayılabilirler. Özürlü kabul edilmenin şartı -Dört büyük halifeyi kötülememek, kınamamak ve düşmanlık beslememektir.- İslam’ın kanunlar ile sabitlenmiş usulünün dışına çıkmamakta ön şarttır.
“Şia-i Hilafet ise, ağraz-ı siyaset içine girdiği için, garazdan, tecavüzden kurtulamıyorlar, itizar hakkını kaybediyorlar. Hatta “Maksat Hz Ali’ye duyulan sevgi değil, Hz Ömer’e (ra) duyulan kindir.”[31] İfadesinin sağlama ihtiyacıdır. Hz Ali ‘nin (ra) hakkı olan ilk halifeliğin elinden alındığını illeri süren bu yön, siyasi taraftarlığın doğurduğu kin ve düşmanlıktan dolayı, kötü niyetten ve hak ihlallerinden kurtulamadığı belirtilmekte. Tarafgirlik ve muhabbetin kin şeklinde gösterilmesi sebebi ile özürlü olma hakkı kaybedilmiş. Hz Ömer (ra) ve ismine duyulan kinin sebepleri tahlil edilecekse;
- Hz Ömer zamanında iran milletinin darbe yemiş olması.
- Amr ibnü’l-Âs’ın Hz Ali’ye (ra) isyanı
- Ömer ibni Sa’’d’ın Hz Hüseyine karşı düşmanlık ve savaşı. Ömer ismi ve kimi sahabilere antipatiye sebep olduğunu çıkar ortaya
Ehl-i Sünnet ve cemaat ise Hz Ali’yi severler ve eleştirmezler. “Fakat hadisçe tehlikeli sayılan ifrat-ı muhabbetten[32] çekinirler. “ Hadisçe Hz Ali (ra) Şiası hakkındaki sena-i Nebevi [33] Ehl-i Sünnete aittir. Vasat mertebede Hz Ali’ye tarftar olup, hutbe ve dualarında makamına uygun zikredilmektedir. “Ehl-i Sünnet ve cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşit ve şah-ı velayet biliyorlar.[34] delillerinde okunmalıdır.
3) Hz Peygamberin ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyte şiddetli alakası:
Kur’an ve sünnete sahip çıkması ve koruması dolayısıyla, zalim ve zulmün karşısında birinci derecede durması gerekenin Ehl-i beyt olması gereğidir.
“Sen o zalimlerin, kendi kazandıkları şeyin korkusundan titrediklerini görürsün. Fakat o korktukları şey başlarına gelecektir. İman edip edip güzel işler yapanlar ise Cennet bahçelerindedir. Rablerinin katında diledikleri her şey vardır. İşte bu pek büyük bir lütuftur. İman eden ve güzel işler yapan kullarına Allah’ın müjdelediği saadet budur. De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; Sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir. Kim bir iyilik yaparsa Biz onun sevabını daha da arttırırız. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır ve şükredenlerin mükâfatını fazlasıyla verir."(Şura, 42/22-23)
ifadesidir. Muhabbetin istenmesinde ilk akla gelen düşünce fayda yönünden neslinin öncelediği zannıdır. Asrısaadetin tarihi irdelendiğinde peygamberlik vazifesinin akrabalık üzerinden değil, Allah’a (cc) yakınlık üzerinden yürütüldüğü çıkar ortaya. “Allah katında en şerefliniz, en ziyade takva sahibi olanınızdır."(Hucurat, 49/13) ayet-i kerimesi bu dengeye delil olmakta.
Ehl-i Beyt sevgisini peygamberlik vazifesi ve mirası noktasından araştırmak ve İslam tarihini bu noktada irdelemek, zan ile hareketin sonuçlarından Müslümanı koruyacaktır.
1) "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gaybaşina nazarıyla görmüş ki Âl-i Beyti âlem-i İslam içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslam’ın bütün tabakatında, kemalat-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşitlik vazifesini gören zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beytten çıkacak.”[35]
Hz Muhammed (as) gaybi gören bakışı ile İslam âlemi içinde Ehl-i Beytin Nurlu bir ağaç hükmüne girdiğini görmüş. Asırlara islamın nurunu yenileyerek sunan bu mehdi zatların, insanlara insaniyet noktasında mükemmelleşme derslerini teori ve pratikte verdiği bilinmekte. Çoğunluğu Ehl-i beytten olduğu tarihin kayıtlarındadır. Müslümanların namaz i teşehhüdündeki âl hakkındaki duası; Kulluk sözünün yenilenmesi ve bu vazifede olanlara Allah’tan (cc) yardım talebidir.
2) “Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: Biri kitabullah, Biri Âl-i Beytim"[36]
"Çünkü sünnet-i seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.”[37]
Kur’an’ı Kerime ve sünnet-i senniyeye uymanın önemi noktasında bu hadisin rivayet edildiği anlaşılıyor. Al-i Beyte verilen önemin sünneti seniyesine sahip çıkılması sebebidir. Çünkü,
“Sünnet-i seniyeye ittibaı (uymayı) terk eden, hakiki Ehl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakiki dost da olamaz.”[38]
Bu istek sosyolojik ve psikolojik yönden incelendiğinde haklılık payını ortaya çıkarmakta. Hz Muhammed “Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini (çoğalacağını) izn-i İlâhi ile bilmiş ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O halde, gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-i mütesanide lâzım ki, âlem-i İslam’ın terakkiyat-ı maneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzni İlâhî ile düşünmüş ve ümmetin Âl-i Beyt etrafına toplanmasını arzu etmiş."[39]
Hz Muhammed (as) Zaman içinde Ehl-i Beytinin çoğalacağını ve İslam’ın da zayıflayıp etkisinin azalacağını izni ilahi ile bilmiş. İslam’ın güçlenmesi ve etkili hale gelmesi için Allah’ın (cc) emirlerine bağlı ve birbirine dayanan bir cemaatin gerekliliğini görmüş. Hikmet diyarında hikmetle iş gören Rabbimizin izni ile hareket eden Hz Muhammed (as) bu isteği ile hikmetli hareketin altını çiziyor. İslam’ı özüne döndürecek, ilerletecek ve Müslümanların dayanacağı bir kaynak ve merkez olmasını murat etmesi gayet doğal karşılanmalı. Bu sebeple Ümmetini “istinat ve istimdat” noktası olması için Ehl-i Beytinin etrafında toplanmasını istemiş.
Psikolojik olarak; “Ehl-i Beytin efradı ise, itikat ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ilerdedirler.”[40] ifadesi ile Ehl-i Beyten olan kişilerin diğer insanlardan iman noktasında çok illeri olmadıkları bildirilmektedir. Fakat İslam’a teslimiyet, bağlılık ve taraf tutma noktasında diğer insanlardan çok önde olduğu açıklanmakta. İnsanın kendini sevmesi sonucunda yakınlarını da sevmesi ve savunması, haksız da olsa bir tarafgirlik durumunu ortaya çıkarmakta. Üstün körü bir refleksten bu sonuç ortaya çıkıyorsa,
“Gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtri olduğunu bilbedahe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı?"[41]
karşılaştırması ortaya konmakta. Zamanla gençliğini kazanmış kuvvetle, doğrulu ve haklılığı kanıtlanmış, uğrunda kanı dökülmüş şanlı bir davanın taraftarlığı gayet doğal, düzgün ve yerinde bir duruş olmalı. Bu sebeple Ehl-i Beytin İslam’ı savunması ve uğrunda fedakârlık göstermesi diğer insanlardan daha önde ve etki ile ilerlemektedir.
“Her şeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise haddi vasattır ki,.."[42]
"Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar (tercih) etmiş.”[43]
çıkarımı durumun sonucuna hizmet etmekte. Ya hep ya hiç olarak nitelendirilen ifrat ve tefritin her konuda zararlı olduğu ifade edilmekte. Sırat-ı müstakim olan orta yolun benimsendiği kaynakları ile vurgulanmakta. Her gün Müslümanların namaz yolu ile hidayeti istekleri, yolun müstakim olanına taleptendir.
“Fakat maatteessüf, Ehl-i sünnet ve Cemaat perdesi altına Vehabilik ve Haricilik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhitler, Hz Ali’yi (ra) tenkit ediyorlar.”[44]
Ne yazık ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vehabilik ve Haricilik fikrinin girdiği bilinmekte. Ümmet içindeki Bu oluşumlar ve siyasi bekalarına halkları feda eden siyasiler ve din düşmanları Hz Ali’yi eleştirmektedir. Bu şekilde tartışmaya zemin ve düşmanlığa sebep doğmaktadır. Eleştirmek, yıkmaya sebep olduğundan, zaman ve mekân farkında değişikliğe uğradığını bilinir. Günün gerçeğinde bu ifadeye verilen renk ve şekil çözülerek anlaşılabilir. Şii devlet ve toplulukların bilinmesinde sansürün işler olması ve Dünya tarafından izole edilmesi, doğru anlaşılmayı bekleyen bir ifadeden haber vermekte.
Şii ve Sünniler arasındaki düşmanlığı körükleyen ve derinleştiren hareketlerin din düşmanları tarafından organize ediliyor olması, objektif bakışlara engeldir. Ümmetin dışına itilerek, Sünni Müslümanların karşısında “haşa” küfür cephesi olarak gösterilmesi. İslam’ın ilim ve uygulamalarına yabancı düşürülmenin cesareti ve sonucudur. Günün bilincine İman ve küfür mücadelesi gibi lanse edilmesi, düşmanlarının ekmeğine yağ ve bal sürmek anlamına gelmekte. Yirmi birinci yüz yıl ölçeğinde “Üçüncü Dünya Savaşı” yeni değimle "Müslümanın Müslümanla savaşı" başlamış ve günden güne gelişim kaydediyor!
"Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Aleviler! Çabuk bu manasız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka ceryanı birinizi diğeri aleyhinde alet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlup ettikten sonra, o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhit olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-ı kutsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’i meseleleri bırakmak elzemdir.”[45]
Üstadın dili ile Ey ehl-i hak olan Ehl-i sünnet ve Cemaat ve Aleviler! Çabuk bu manasız, geçersiz, zararlı ve hakları kaybettiren tartışmayı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki din düşmanları birinizi diğerinin aleyhine ezmek, kırmak ve yok etmek için kullanacak. Hedefteki Müslümanları hal ettikten sonra dönüp kullandığı aleti veya bu günün dili ile piyonu kırıp, alt edecek. Sizler ehl-i tevhit olan mezhep ve cemaatlersiniz. İslam dininin kardeşlik ve birlik ve beraberliği gerektiren yüzlerce kutsi bağlarınız varken ayrılığı gerektiren küçük meseleleri bırakmanız gerekmektedir.
Kur’an’ın, sünnetin ve peygamberliğin varisi olan İslam aliminin önderliğinde yapılan tebliğ, “İyiliği emir etme ve kötülükten nehiy etmek” sorumluluğudur. farz-ı ayn sorumluluğu yerine getirildiği takdirde farzı kifaye hafifletmesi islamın tebliğ tarzıdır. Farz-ı kifayenin ise rehavete düşmek anlamına gelmediğini hatırlamak iyi geleceği umulur. Son söz yüce kelama düşer.
“Ey peygamber, eğer insanlar senden yüz çevirirse, sen de ki ' Allah bana yeter. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce arşın Rabbi de Odur.'"(Tevbe, 9/129)
Dipnotlar:
[1] Tirmizi,menakıp:31.Müsned.3:14,17,26.
[2] Lem’alar.S:44.
[3] Taftazani,şerhü’l –Akaid,Terc:Süleyman uludağ.s:321.
[4] Lem’alar.4.Lem’a.s:45.
[5] Tirmizi.Menakıp:19;İbn Mâce, Mukkadime:11;Müsned, 1:84, 4:281.
[6] Lem’alar.Dördüncü.Lem’a.s:46.
[7] Buhari.Fezailü’l-Ashap:5;Ebu Davut,Sünne:7;Müsned,1:108.
[8] Lem’alar.4.Lem’a.s:46.
[9] Razi,İtikadatü,Firakı’l-Müslimin ve’l –Müşrikin, 1:60,61;İbni Teymiye, Minhacü’s Sümnne,6:320.
[10] Ahmet bin AbdullahTaberi, Riyazu’n Nazıra,1:245, Zehrau’l Ukba, 1:92.
[11] Lem’alar.s:51.
[12] Lem’alar.s:46
[13] Lem’alar.s:49.
[14] Buhari,Fezailü’l Ashab:6;Müslim,Fezailü’s Sahabe :15-16;Tirmizi,Rüya:9.
[15] Lem’alar.s:49.
[16] Lem’alar.s:50
[17] Tirmizi,Rüya:10;Ebu Davut, Sünnet:8;Müsned,5:44.
[18] Tirmizi.Menakıb:19;İbn Mace,Mukaddime:11;Müsned,1:84,4:281.
[19] Taberani, Mecmaü’l-Kebir,no:2630; Heysemi, Mecmaü’z-Zevaid,10:333; Münavi,Feyzü’l-Kadir, s:223, no:1717.
[20] Lem’alar.4. Lem’a.s:47.
[21](Tirmizi,Menakıb:19; İbni Mace,Mukaddime:11; Müsned,1:84,118, 119,152,331, 4:281,368, 370,382, 5:347, 366,419; Münavi,Feyzü’l Kadir, 6:218)
[22] Mektubat.s:90
[23] Mektubat.s:90
[24] Mektubat.s:90.
[25] Mektubat.s:172.
[26] Mektubat.s:171,172.
[27] Mektubat.s:172.
[28] Lem’alar.s:48.
[29] Lem’alar.s:48.
[30] Lem’alar.s:48.
[31] Lem’alar.s:48.
[32] Müsned 1:160.Nesei,Sünenü’l –Kübra ,5:137,Hâkim,Müstedrek,3:132
[33] Taberani,Mü’ceü’l Evsad.6:354,355,7:343.
[34] İmam –ı Rabbani,Mektubat,1:134 251.Mektup).
[35] Lem’alar.s:43.
[36] Tirmizi,Menakıb:31,Müsned,3:14,17,26.
[37] Lem’alar.s:44.
[38] Taberani, Mücmeü’l Evsad, 3:14,17,26;Ebu Davut, Fiten:2; Müsned, 2:133
[39] Lem’alar.s:44.
[40] Lem’alar.s:45.
[41] Lem’alar.s:45.
[42] Beyhaki,Şuabü’l-iman, 3:402.5:261;Acluni,Keşfü’l-Hüfa. 1:470.
[43] Lem’alar.s:51.
[44] Lem’alar.4. lem’a.s:51.
[45] Lem’alar.s:52.