EŞİTLİK VE ADALET

Adalet, “hak ve hukuka uygunluk,” “hukuk önünde herkese eşit davranmak” “her hak sahibine hakkını vermek ve haksızları cezalandırmak,” manasına gelir.

İlahi adalet iki şekilde tecelli eder. Birisi, ihkak-ı hak yani, “her varlığa, her hayat sahibine hayatı ve devamı için gerekli olan her şeyin en güzel şekilde verilmesi”, diğeri ise zalimlerin cezalandırılmasıdır. Adaletin birinci kısmı bu dünyada her varlıkta açıkça görülmektedir. Bunu insanın simasında da rahatlıkla seyredebiliriz. Gözümüz ve kulağımızı düşünelim. Bu organlar arasında eşitlik yoktur ama adalet vardır. Her birisi görevini yapabilecek şekilde terbiye gördükleri gibi, bu görev için gerekli ihtiyaçları da yine en mükemmel şekilde karşılanmıştır.

Her bir ağaç, her bir hayvan, her bir çiçek, her molekül, her atom ve semadaki her sistem ihkak-ı hakkı güneş gibi gösterirler.

İnsanoğlu adaletin bu tecellisi üzerinde çok durmuş ve onu anlamada hayli yol kat’etmiştir. Astronomi’den Biyoloji’ye Tıp’tan Jeoloji’ye kadar yazılan bütün eserler, bir bakıma bu hakikatın tefsiridirler.

Adaletin diğer yönü ise, zâlimlerin cezalandırılması, her ferdin lâyık olduğu mükâfatını yahut cezasını görmesidir. İşte, akıl ve vicdan emrediyor ki, adaletin birinci yönünün sonsuz bir hikmetle işlediğini gören insan, âhirete bakan bu ikinci yönüne karşı da iman ile, teslim ile mukabele etsin... Ama, gel gör ki, uygulamada su çoğu kez gerçekleşmez. Nice insan, âhiretteki tecelliyi bu dünyada arar. Zaten, adalet tartışmalarının çoğusu da bu yanlış arayıştan kaynaklanır.

Peygamber Efendimiz (a.s.m)'in doksan dokuz esma-i hüsnayı saydığı hadis-i şeriflerinde Adl isminin öncesinde Basîr ve Hakîm; sonrasında ise Lâtif ve Habîr isimleri yer alırlar ve insane şu dersi verirler: "Her şeyin her şeyini her an gören" ve "yaptığı her işini hikmetle yapan" Allah, elbette mutlak âdildir.

"En ince şeyleri bilip kullarına sezilmez yollardan lütuflarda bulunan" ve "her şeyin iç yüzünden haberdar olan" Allah, elbette sonsuz derecede âdildir.

Adaletin zıddı zulümdür. Zulüm, başkasının mülkünde, onun izni olmaksızın tasarruf etmek demektir. Allah Teâla hakkında bu muhaldir. Çünkü mülkün Ondan başka sahibi yoktur.

Adaletle ilgili tartışmalarda, çoğu insanın, eşitlikle adaleti bir saydıklarını görürüz. Halbuki, mutlak eşitlik yâni her şeyin her yönüyle birbirinin aynı olması adalete zıttır.

İnsanların sanatlarına bakalım:

Bir ressam, çizdiği tabloda her deseni yerli yerine oturtur. Renkleri, şekilleri mutlak eşitlikle değil, adaletle taksim eder. Neye ne yakışırsa onu onunla boyar. Kime ne münasipse ona o şekli verir. Ve ortaya harika bir eser çıkar.

Cenâb-ı Hakk’ın şu âlemdeki icraatı da “eşitlik” üzerine değil, “adalet” esasına göre cereyan ediyor. İnsanlar arasında mutlak eşitlik olsaydı herşeyden önce, anne, baba ve evlât kavramlarından söz edilebilir miydi?.. Ve yine böyle bir eşitlikte amiri ve memuruyla, çiftçisi ve tüccarıyla, öğretmeni ve öğrencisiyle, işçisi ve işvereniyle bir bütün teşkil eden toplum hayatı ortaya çıkabilir miydi?..

Diğer varlıklara da bir göz atalım:

Mutlak eşitlik olsaydı ne yer kalırdı, ne de gök!. Şimşek çakıyorsa, bulutların yüklerinin aynı olmadığındandır.

Ruhumuzla bedenimiz arasında eşitlik olsaydı, hangisi hangisine hükmedecekti?

Organlarımızın hepsi el yahut tamamı kalp olsaydı, hayatımızı sürdürebilir miydik?..

Elementler arasında eşiklik olsaydı, ortada sadece bir element kalırdı. Ve nice elementlerin bileşimiyle ortaya çıkan bunca eser yokluğa mahkum olurdu.

Mutlak eşitlik olsaydı bir milyonu aşkın canlı türünden söz edilemezdi. Dünya yüzünde sadece bir tür canlı boy gösterirdi.

Türler arasında eşitlikt yoktur ama adalet vardır. Serçe ile kedinin eşit olmadıkları mâlûmdur. Ama, her ikisinde de İlâhî adalet bütün berraklığı ile okunr. “Kedilik” mahiyeti neyi gerektiriyorsa, ruh hâletinden, diş ve tırnak yapısına, vücut çevikliğine kadar hepsi adaletle verilmiş; hiçbir şey noksan bırakılmamış. Aynı şekilde, “serçelik” mahiyeti de neyi icab ettiriyorsa, ona da o kabiliyetler ve o vücut yapısı eksiksiz takdim edilmiş.

İşte adalet budur. “Niçin o serçe oldu, bu kedi?” diye bir soru sormaya kimsenin hakkı yoktur. Sorulursa, “Allah böylece irade etmiş.” diye cevap verilecektir. Aksini irade buyursaydı o soru yine sorulacaktı.

Kaldı ki, ne o serçe, ne de o kedi, bu dünyaya gelmeden önce başka bir âlemde imtihana tabi tutulmuş değiller; tâ ki, gösterdikleri başarılarına karşılık, kendilerine verilen “hayat mertebesini” az bulsunlar. Onlar daha düne kadar, yokluk karanlıklarında Allah’ın lütfunu gözlemekteydiler. Hiçbir hakları yokken Cenâb-ı Hakk onlara, sırf bir lütuf olarak, şu hazır bedenlerini ve ruhlarını ihsan etti. Onlar da bunu biliyormuşcasına, hallerinden memnun olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Ruhlarında, kadere itirazın zerresi dahi bulunmuyor.

İşte bütün bunlar İlâhî adaletin harika tecellilerinden sadece birkaç misal.

Biz bu tecellileri ibretle seyretmeliyiz ve şu geçici dünya hayatında insanların farklı tarzlarda imtihan edilmelerini de bu şuuurla değerlendirmeliyiz. Hikmeti, ancak âhirette anlaşılabilecek olan bazı farklılıkları hemen itirazla karşılamamalıyız.

İnsanlar bir yönüyle birbirinin aynıdırlar; aynı cihazlarla donatılmışlardır. Ancak bu ayniyette bir başkalık da saklıdır. Parmak izlerinden simalarına ve ruh haletlerine kadar her insan, başka hiç kimseye benzemeyen müsakil bir varlıktır. Aynı şekilde bu insanların şu dünya imtihanında da birçok ortak yanları ve yine birçok farkılıkları vardır. İman, takva, salih amel, güzel ahlak gibi temel değerler konusunda ortak sorulara muhatap olmuşlardır.

Bunun yanında, her insan, toplum hayatındaki mevkisi, karşılaştığı probemler, kendisinin yahut yakınlarının düştükleri sıkıntılar, başlarına gelen musibetler, İslamı yaşamada karşılaşığı farklı engeller ve daha bunlar gibi nice faktörlerle farklı bir imtahan da geçirmektedir. Dünyanın ahiretin tarlası olduğu gerçeğinden hareketle şöyle diyebiliriz: Bu değişik imtihanların karşılıkları da farklı olacak ve bunlar cennette ayrı makamlar olarak kendini gösterecektir.

Toplum hayatında, yüksek makamlara çıkmak, servet sahibi olmak çoğu insanımızın ortak arzusudur. Bu meşru arzular için kişi elinden gelen gayreti gösterse de çoğu zaman gönlündeki sonuca ulaşamaz. Çünkü, bu imtihan yurdunda herkesin mutlak eşit olmaları beklenemez. Eğer öyle olsaydı, dünyayı bize beşik, güneşi lamba yapan, bitkileri ve hayvanları hizmetimize veren Rabbimiz, bize de hayvanlar gibi dertsiz, tasasız bir hayat sürdürebilirdi. Bizi toplum hayatının içine atmaz; bitmek tükenmek bilmeyen problemlerle imtihan etmezdi. Bizim nefsimiz de bir hayvanın nefsi gibi sadece kendisine helal olan şeylere yönelir, harama yanaşmazdı. Halbuki, “Bu dünya insanların imtihan meydanıdır. Gerçek saadet ve azap diyarı ölüm ötesindedir.”
Bir hadis-i şerifte, “Dünyada rahat yoktur.” bir başkasında ise “Dünya âhiretin tarlasıdır.” (Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, I/412) buyurulur. Bu iki kelâmı birlikte düşündüğümüzde şu gerçek ortaya çıkar: “Tarlada rahat yoktur.”

İnsan bir ömür boyu çalışır; günah olsun, sevap olsun bütün mahsûlünü âhirete gönderir. Demek ki, önemli olan tarlada çok kalmak, çok yiyip içmek değil, bir şeyler derleyerek köye dönmektir. Günümüz insanları saadeti tarlada arıyor ve bu konuda birbirleriyle kıyasıya yarışıyorlar. Ve bu yarışta herkes yorulduğu için de kimse rahat yüzü görmüyor.

Dünya imihanı çok çeşitlidir. Kimi servetle imtihan olur, kimi servet düşmanlığından. Bazı olaylar birer şükür imtihanı, bazıları ise sabır imtihanıdır.

Herkesin heveslendiği “servet” aslında ağır bir imtihandır. Zekâtını eksiksiz vermek, bununla da yetinmeyip fakirleri sadakayla sevindirmek, o şaşaaya rağmen tevazu içinde yaşamak, kalbini dünyaya kaptırmamak ve maddî imkânlarına güvenmemek bu imtihanın en önemli sorularıdır. Bunlar, nefsin hiç mi hiç hoşuna gitmez.

Mevki ve makam sahipleri için de benzer bir tablo çizilebilir. Biz kendi aklımızca, servet ve makam sahiplerinin daha fazla şükür ve ibadet edeceklerini sanırız. Ama uygulamada, çoğu kez, bunun aksiyle karşılaşırız.

Servet ya meşrudur, alın terinin neticesi, gayretin mahsulüdür; “Doğru ve dürüst tacir, kıyamet gününde sıddıklar ve şehitlerle beraber haşr edilecektir” hadis-i şerifindeki müjdeye dahildir.

Veya, gayr-i meşrudur, haksızdır, üzerinde zulüm damgası vardır. Hz. Mevlâna’nın, “Zalimlerin malları uzaktan güzel görünür, ama hakikatte mazlum kanıdır, vebalidir.” dediği türdendir.

Kazanç meşru ise sahibine düşman olunmaz, gayrimeşru ise ona heveslenilmez.

Her iki halde de bizim başkalarıyla fazla işimiz yok demektir. Biz dünya ve ahiret saadetine ermek için elimizden geldiği kadar çalışmalı, her iki sahada da gerekli sebeplere tam olarak teşebbüs etmeliyiz. Ancak, dünya nimetlerine erme konusunda umduğumuzu bulamadığımızda kısmetimize rıza göstermeli ve “Hakkımda hayırlısı böyle imiş." diyebilmeliyiz. Aksi halde, kıskançlıkla ve hasetle ruhumuza azap çektirir, dünya hayatımızı karartırız.

Bir gün bu imtihan meydanı kapanacak ve her şey gerilerde kalacak. Mahşer meydanına gelen insanlar, oraya imanlarından ve salih amellerinden başka bir şey getirecek değiller. Önemli olan, bu kısa dünya hayatında şöyle veya böyle yaşamak değil, o dehşetli meydana, dünya imtihanını kazanmış birisi olarak gelmektir.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...