KUR'AN VE İRŞAD TARZI

1. İRŞAD

Yüce Allah insanları bir takım zıt kuvvetlerin mücadele sahası olarak yaratmıştır. İnsanın iç dünyasında nefis, benlik, hevâ-heves, şehvet ve öfke gibi kötülük yapma âmilleri mevcut olduğu gibi, akıl, kalp, şefkat, merhamet, insaf ve adalet gibi iyilik yapma âmilleri de mevcuttur. Bu zıt âmillerin varlığı, imtihandaki fırsat eşitliğinin sağlanmasına yöneliktir. Böylece özgür bir iradeye sahip olan insanların kendi arzuları istikametinde bir yol çizmelerine imkân verilmiştir.

"Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona iki yolu (doğru ve eğriyi) göstermedik mi?"2

"Şüphesiz ki, biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık; onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık."3

şeklindeki âyet-i celileler, insanların imtihana girebilecek bir donanıma ve hür iradeleriyle imtihanı kazanma veya kaybetme şansına sahip olduklarını ifade etmektedir.

Her Müslüman, bilgi gücü, imkân ve kabiliyeti nispetinde, din, ahlak ve insanlık namına ne biliyorsa, bunları kendisi kadar bilmeyen kimselere öğretmek ve rehberlik etmek mecburiyetindedir. Hayrı, iyiliği ve fazileti yaymak bu meziyetlere sahip olan herkes için bir vazifedir"4

"Hepiniz gözetmensiniz ve hepiniz maiyetinizdekileri gözetmekle sorumlusunuz."5

hadis-i şerifi, ister maddî ister manevî sahada olsun, devletin zirvesinden sade bir vatandaşa, bir aile reisine kadar konumu ile ilgili belli bir işgücü ve ehliyete sahip olan her şahsı insanlığa hizmet etmekle sorumlu tutmaktadır.

A. İRŞADIN ANLAMI

İrşad kelimesi, Kur'an'da Rüşd, reşad, râşid, reşîd ve Mürşid şeklinde geçmektedir. Rüşd: İnsanlara hak yolu göstermek, dünya ve âhiret ile ilgili zarar ve yararlarını anlatmaktır. Fert ve cemiyet olarak insanlığın yararına olan faydalı ve hayırlı yola "rüşd", bu yolu gösterenlere "reşîd", "râşid" ve "mürşid" adı verilir. 6 İrşad ile ilgili olarak kullanılan başka kelimeler de vardır. Bunlardan irşad alanında sıkça kullanılanı nasihat ve vaazdır.

Nasîhat: Tatlı söz ve öğüt mânâsına gelir. Bir hadiste

"Din nasihatten ibarettir."7

buyrulmuştur. Ayet-i kerimede ise,

"Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir."8

buyrularak nasihatin önemine işaret edilmiştir.

Va'z: Kur'an'da değişik şekillerde 25 defa tekrarlanan bu kelime nasihat, öğüt anlamındadır.

"Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, size öğüt (vaaz) vermek üzere indirdiği kitab'ı ve hikmeti hatırlayın."9

âyetinde vaaz işi doğrudan Allah'a isnad edilmiş,

"(Resûlüm!) Sen, Allah'ın yoluna hikmet ve güzel öğüt (vaaz) ile çağır!"10

âyetinde ise, va'z işinin Allah'a ve Resûlüne âit bir iş olarak zikredilmesi, insanlık camiasıda bu görevin ulvî bir gaye olduğunu göstermektedir.

İrşad vadisinde adı geçen terimler yanında "Marufu emr, münkeri nehy" etmek gibi daha başka ıstılahlar da söz konusudur.

B. İRŞADIN GAYESİ

İslâm dininin temel gayesi, insanların dünya ve ahiret hayatında mutluluğa ermeleridir.

"Ey Muhammed!) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik."11

âyeti bunun en veciz bir ifadesidir. Çünkü rahmet ve merhametin temelinde insanlardan zararı def ve onlara menfaat kazandırma yatmaktadır. 12

Nitekim, Bediüzzaman Said Nursi, Fatiha Suresinde yer alan "Rahman ve Rahim" isimlerini açıklarken konuyu şöyle özetlemektedir: Bu iki ismin, "Rabb" ismini takip etmelerinin hikmeti şudur:

"Biri menfaatleri celp, diğeri mazarratları (zararları) defetmek üzere terbiyenin iki esası vardır. Rezzak mânasına olan Rahman birinci esasa, Gaffar mânasını ifade eden Rahim de ikinci esasa işaretleri için birbirine bağlanmıştır." 13

Bediüzzaman'a göre, Besmelede Lafza-i celâl ile birlikte Rahman ve Rahim isimlerinin yer almasının hikmeti, Allah'ın celâl ve cemâl sıfatlarına işaret etmek içindir. "Lafza-i celâlden celâl ve cemâl sıfatlarına işaret etmek içindir.

"Lafza-i celâl silsilesi tecelli ettiği gibi, bu iki sıfattan da cemâl silsilesi tecelli ediyor. Her bir alemde emir ve nehiy... sevap ve azab... tergib ve terhib... tesbih ve tahmid...havf ve reca gibi pek çok füruat",

celâl ve cemal sıfatlarının birer yansıması olarak kendini göstermektedir. 14

Bu perspektiften bakıldığı zaman, Rahman ve Rahim olan Allah'ın indirdiği bir irşad kitabı olan Kur'an'ın irşad metodunda da celâl ve cemâl sıfatlarının yansımaları söz konusu olduğu görülecektir.

İrşadın temel esprisi, insanların zararlardan korunmaları ve menfaatlerden yararlanmalarını sağlamaktır. Bu yarar ve zararlar maddî ve manevî, dünya ve âhiretle ilgili alanlarda söz konusu olduğuna göre, irşadın gayesi de bu iki sahada cereyan edecektir.

II. KUR'AN'IN İRŞAD TARZI

Konunun daha iyi anlaşılması için, meseleyi irşad kavramının temel unsurları olan "Mürşid", "Müsterşid (İrşad edilecekler)" ve "irşad tarzı" başlıkları altında ayrı ayrı değerlendirilmesinde fayda vardır.

A. Mürşidin Vasıfları

Mürşid: Başkasının ıslâhına çalışan ve onlar için canlı bir örnek olabilen kimsedir. Hem diliyle hem de tutum ve davranışı ile irşat etmek, mürşidin sözlerini tesirli hale getiren tek formüldür. Aksi taktirde mürşit fiilleriyle sözlerini tekzip eden ve dolayısıyla da itimadını kaybeden bir çelişkiler yumağı haline gelecektir. Bu çelişkileri görenlerin değil ıslah olmaları, daha da bozulmaları kaçınılmaz olacaktır.

İrşad eden kimsenin tutum ve davranışlarının irşadın gayesiyle çelişmemesi için, mürşitlerde bir takım vasıfların bulunması şarttır:

1. İman

Şüphesiz mümin olmayan bir insanın iman derslerini vermesi, namaz kılmayanın namaz dersini vermesi kadar abes bir şey olamaz. Bununla beraber bu şartın asıl vurgulanması gereken bir yönü vardır ki irşad işinde fevkalâde önemlidir. O da irşadda bulunan kimsenin kendi söylediklerinin doğruluğuna ciddi inanmasıdır. Kendi davasına samimi olarak inanmayanların sözlerinin tesirli olması beklenemez. Gayr-ı Müslim bir kimsenin İslâm'a dâvette bulunması, sigara içen bir babanın oğluna sigara içmemesi için tavsiyede bulunması, içki içen bir doktorun hastalarına içkinin zararlarından bahsetmesi hiç de inandırıcı olmaz.

2. İlim

İlim irşadın temel esprisini koruyan bir emniyet sibobu mesabesindedir. Ehliyetsiz kimselerin "kaş yapmak yerine göz çıkardıkları bilinen bir gerçektir.

"Şüphesiz Allah size mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder."15

şeklinde beyan buyuran Kur'an-ı hakim'in ilk emrinin de ilimle alakalı olması, konumuz açısından büyük bir önem arz etmektedir. Her doğruyu her yerde söylemenin doğru olmadığını bilmek de bir ilimdir.

3. Takva

"Islah, salah nisabına mâlik olanların vermesi farz olan bir zekattır." demişler.16 Bu sözün özeti şudur: Öğüt vermek istediğin bir hususu önce kırk defa kendin yapacaksın, sonra başkasına tavsiye edeceksin. Bununla beraber, İslâmi perspektifte, Peygamberlerden başka hiçbir kimse masum kabul edilmediğine göre irşat ve tebliğ görevini yerine getirecek kimsenin bütün bütün günâhlardan masun ve ma'sum olduğunu düşünmek imkânsızdır. Ancak, bir kimse kendisinin de işlediği bilinen bir kötülükten men etmeye çalışması takdir edilir ki toplum tarafından hoş karşılanmayacaktır. "O, (Kur'an) takva sahipleri için bir yol göstericidir." 17 âyetinde takva ile irşat ilişkisine dikkat çekilmiştir. Ayette, istifade etmesi için muhatabın hakkın ısrarlı bir müşterisi olması vurgulanmakla beraber, irşat edenlerin de Kur'an'ın ahlâkı ile ahlâklanmalarının şart olduğuna işaret edilmektedir. Kur'an'ın bir mürşit olarak takdim edilmesi, mürşitlerin Kur'anî ahlâkla bezenmelerinin gereğine bir işarettir.

4. Dengeli Kişilik

Dengeli kişilik: Yaratılışta var olan kuvvetler ayrılığı prensibinin göz önünde bulundurularak ölçülü bir hayat çizgisinin takip edilmesi demektir. Bilindiği gibi, pek çok değişkenliğe maruz, zararlı şeylerden korumaya ve yararlı şeylerden istifade etmeye muhtaç olan insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet yaratılmıştır. Bunlardan İştiha kuvveti menfaat elde etmek; Öfke kuvveti zararlardan korunmak; Akıl kuvveti ise, iyi ve kötüyü, kâr ve zararı birbirinden temyiz edip ayırmak için verilmiştir. Özgür iradeye dayalı bir seçimin yapılması ve imtihanda fırsat eşitliği ilkesinin bir gereği olarak tahdit edilmeden oldukça serbest bırakılan bu kuvvetlerin aşırı-uçuru (ifrat-tefrit) ve orta yol (vasat) mertebeleri söz konusudur.

a. İştihâ kuvveti

Bu kuvvetin ifrat mertebesi "fücur"dur ki, haram helal demeden Irzları, şeref ve namusları ayaklar altına alma arzusu olarak kendini gösterir. Tefrit mertebesi ise, "hümûd"dur ki, ne helale ne de harama iştihasının olmamasıdır. Vasat mertebesi ise, "iffet"tir ki, yalnız helâline iştihasının olmasıdır.

b. Öfke kuvveti

Bu kuvvetin ifrat mertebesi "tehevvür"dür ki, sahibi ne maddî ne manevî hiçbir şeyden korkmaz. Tefrit mertebesi "cebanet"tir ki, lüzumsuz yere evham edip korkar. Bu kuvvetin vasat yanı ise, şecaattir ki, sahibi dinî ve dünyevî hak ve hukuku için gerekirse canını feda eder, ancak meşru olmayan şeylere karışmaz.

c. Akıl kuvveti

Akıl kuvvetinin ifrat mertebesi "cerbeze"dir ki, hakkı batıl, batılı hak olarak gösterebilen cerbezeci bir zekâya, demagojik bir yapıya sahip olmak demektir. Tefrit mertebesi "gabevet"tir ki, sahibinin hiçbir şeyden; ne dünyadan ne de ahiretten haberi yoktur. Akıl kuvvetinin vasat mertebesi ise, "hikmet"tir. Hikmet ehli bir kimse hakkı hak bilir, onu takip eder. Batılı (yanlışı) da batıl olarak bilir ve ondan uzaklaşmaya çalışır.

Bütün güzelliklerde olduğu gibi, irşad konusunda da tartışmasız en büyük mürşid Hz. Peygamber (a.s.)'dir.

Tarihin şehadetiyle Hz. Muhammed (a.s.) beşerî özellikleri itibariyle, sürekli vasat mertebe denilen şecaat, iffet ve hikmetin bir süspansiyonu olan "sırat-ı müstakim"de bulunmuştur. Mantıklı şecaati, vakarlı iffeti, geniş perspektifli aklı ve zekâveti haklı olarak dünyanın hayranlığını kazanmıştır. 18

Dengeli kişilik konusuna ışık tutan bir misalle son noktayı koymak istiyorum: Bir kısım sahabiler ahiret hayatını kazanmak için geceleri hep namaz kılacaklarını, gündüzleri oruç tutacaklarını, evlenmeyeceklerini, evli olanlar da eşlerine yaklaşmayacaklarını söylemişlerdi. Hz. Peygamber (a.s.) bu gelişmeyi duyunca onları şu sözlerle uyardı:

"Sizin şöyle şöyle söylediklerinizi duydum. Bakın, yemin ederek söylüyorum ki ben, Allah'a hepinizden daha çok saygılıyım. Bununla birlikte oruç tuttuğum günler de olur tutmadığım günler de. Namaz da kılarım uyku da uyurum, kadınlarla da evlenirim... kim benim sünnetimden (yolumdan) yüz çevirirse benden yüz çevirmiş olur."19

Ayrıca Hz. Peygamber (a.s.)'in "dünyada zühd (takva) içinde olmak, helâli haram saymak demek değildir" 20 şeklindeki ifadesi, Kur'an ve Sünnetin ortaya koyduğu prensiplere kanaat etmeyip, kendi heva ve heveslerine göre bir yol bulmaya çalışanlar için çok önemli bir uyarı niteliğindedir.

5. Güzel Ahlâk

İrşat görevini üstlenen mürşitler, herkesten daha çok güzel ahlâka sahip; İlim, iffet, vakar, sabır, feragat, şefkat, merhamet, diğergamlık gibi evrensel ahlâkî değerlerin merkezi olmalı. Mümkün olduğunca başkalarına karşı kötü zan beklemekten uzak durmalı, insanlara hüsn­ü zan beslemeli. Güler yüzlü, yumuşak sözlü, halimselim, hakkın hatırını yüksek tutmayı gaye edinmiş bir kişiliğe sahip olmalıdır. Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilen Hz. Peygamber (a.s.)'in ahlakı ile ahlâklanmayı var oluşunun gayesi bilmelidir. Özetle irşat görevini yapanlar,

"(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve 'Ben Müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilikte kötülük bir olmaz. Sen, kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur."21

âyetini kendine rehber edinmelidir.

Bediüzzaman Said Nursi'nin yukarıda arz edilen vasıfların tümünü en mükemmel bir şekilde kendinde toplamış olduğuna eserleri ve Tarihçe-i Hayatı şahittir. Bu konuda eserlerinden pek çok örnek vermek mümkündür. Ancak çok açık bir şekilde bilinen gerçekleri tekrarlamak çalışmamızın hacmini artıracaktır. Bediüzzaman'ın kemalâtı konusunda, başta onun hizmetinde bulunmuş ve halâ hayatta olup canlı birer şahit olan yakın arkadaşları ve onun hayatına yakından vakıf olmuş insanların hepsinin aynı kanaati paylaşması reddedilmez bir hüccettir.

B. İrşat Edileceklerin Durumu

1. Müslümanlar

İmanı zayıf olanların inançları delillerle takviye edilmelidir. Kimin ne kadar imana sahip olduğu bilinmez ama, farz ve vacipleri bile yapmayan bir insanın iman meş'alesinin çok zayıf olduğunda şüphe yoktur. Kur'an'ın baştan sona kadar, her fırsatta iman esaslarına dikkat çekmesi ve

"Ey iman edenler! Allah'a, Resûlüne, peygamberine indirdiği kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz."22

buyurması, imanı olmayanların yanında imanı olanların imanlarını güçlendirecek hususlara muhtaç olduklarını göstermektedir. Tabii ki müminler, imanla birlikte güzel ahlak kurallarına, salih amel denilen din ve dünya için faydalı olan işlere ve kötü şeylerden uzak durmaları için gereken teşvik ve uyarılara her zaman muhtaçtırlar.

2. Gayr-i Müslimler

a. Ehl-i Kitab

Şüphesiz irşad edilenlerin durumuna göre, irşad malzemesi farklı olacaktır. Hastanın durumu neyi gerektiriyorsa ona göre bir tedavi uygulamak tıp ilminin bir gereğidir. Mürşid de bir doktor olduğuna göre, hastanın durumun göz önünde bulundurmak zorundadır. İşte Nur risalelerin özelliği burada kendini göstermektedir. Çünkü eski zamanlarda iman sağlam olduğu için bütün himmetler salih amellerin takviyesine hasredilmiştir. Halbuki bu asırda pozitivist akımlar imanın temel esaslarına hücum etmekte ve imanı zayıf olanları şüpheye düşürmektedir. Bediüzzaman da bu noktaya dikkat çekmiş ve bütün mesaisini iman esaslarının tahkik ve tahkimine sarf ettiğini ifade etmektedir. 23

Ehl-i kitab'a Kur'an, özel önem atfetmiş ve onlarla yapılacak tartışmalarda çok dikkatli olunmasını emretmiştir.

"İçlerinden zulm edenleri bir yana, ehl-i kitapla en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir ve biz ona teslim olmuşuzdur."24

Bediüzzaman, "(takva sahipleri o kimseler ki) onlar sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler." 25 âyetini tefsir ederken şu görüşlere yer vermektedir:

"Kur'an-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir suhulet gösteriyor. Şöyle ki:

"Ey ehl-i kitap! İslâmiyet'i kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin! Zira size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz; diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'an, bütün kütüb-ü salifenin güzelliklerini ve eski şeriatlarının kavaid-i esasiyelerini cem'etmiş olduğundan, usulde muaddil ve mükükemmildir. Yani ta'dil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tagâyyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur. Evet mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilaçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezailik hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkam-ı fer'iyede tebeddül vardır. Çünki fer'î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilaç bir şahsa deva iken, şahs-i âhere dâ' olur. Bu sırdandır ki, Kur'an fer'î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir." 26

Bediüzzaman, Kur'an'da geçen "ehl-i Kitap" kavramına orijinal bir anlam yüklemiş, işi sırf bilinen ehl-i kitapla sınırlı bırakmayıp, o kavramın sözlük anlamı itibariyle gösterdiği "okumuş, tahsil görmüş kesim"i de içine alacak şekilde geniş bir insan kitlesine de yaymıştır. Ona göre, "ehl-i kitap" tabiri, aynı zamanda "ehl-i mektep" anlamındadır: "Kur'an'ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve râsihdir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur'an'ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hâzır ve şu asrın ehl-i kitap insanları Kur'an'ın "yâ ehl'el-kitab! -yâ ehl'el-kitab!" hitab-ı mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve "yâ ehl'el-kitab" lâfzı, "yâ ehle'l-mekteb" mânâsını dahi tazammun eder. Bütün şiddetiyle, bütün taziliğiyle, bütün şebabetiyel

"Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin."27

sayhasını alemin aktarına savuruyor. 28

b. Ehli Kitab Olmayanlar

Kur'an'ın Mekke'de inen0surelerinin ilk muhatapları ehl-i kitap olmayan müşriklerdi. Bu sebeple Mekke surelerin en çok işlediği konuların başında tevhit inancı ve haşir akidesi gibi iman esasları gelmektedir. Bu sebepledir ki ilk inen "Yaratan rabbinin adıyla oku" ayetinde her şeyi Rabb ismiyle terbiye edip düzenleyen yönetip idare eden kâinatın yaratıcısına dikkat çekilmiştir. Adı ne olursa olsun kitap ehli olmayanlar, ehl-i kitaba nispeten doğruları öğrenmek için alt yapı bilgiye daha çok muhtaçtır. Bununla beraber yanlış bilgiyi düzeltmek, yeni bilgi vermekten daha zordur. İşte bu asırda bir şehir hükmüne gelen dünyamızda, bütün düşünceler ve kültürler birbirinin etki alanına girmiştir. Bir bakıma hepsi de birbirlerinin iyi yönlerinden olduğu kadar kötü yönlerinden de etkilenmişlerdir. Bu sebeple bu asrın kendine özgü bir yapısının farkında olmak gerekir. Bu yapı "cehl-i mürekkep" diye ifade edilen yanlış bir bilgi ağının örgüsüdür. Maddeci bir görüşü yansıtan bu yapı 17. asırda başlamış ve 20. asırda zirveye ulaşmıştır.

İnsanların sübjektif bakış açısı meselelerin mahiyetini değiştirip, elması kömür, kömürü ise, elmas olarak gösteren bir cerbeze ve demogojiye sahip olduğunu belirten Bediüzzaman, bütün gücü ile bu bakış açısını Kur'an'ın hakikatlarının lehinde değiştirmeye çalışmıştır. Eserlerinde müspet ilmin pencerelerinden imanî meselelere baktırmasının hikmeti budur. Bunu yaparken hiçbir zaman müspet ilmin verilerini sarsılmaz birer gerçek kabul edip Kur'an'ın yorumlarını onlara tabi kılmamıştır. Ancak kendisine göre müspet ilmin söz konusu yaptığı kâinat kitabı, Kur'an'ın da ders verdiği hususlardır. Aradaki fark bakış açısıdır. Fen ilimleri kâinattan bizzat kâinatı öğrenmek için bahseder. Kur'an'ın kâinattan bahsetmesi, özellikle imanın iki büyük esası olan Allah'ın birliğine, haşrın varlığına delil göstermek içindir. Bu delillerin temel noktası ise, iki ana unsurda düğümlenmektedir: Birincisi: "İhtira" delilidir ki, varlık sahasına çıkmış hiçbir nesnenin yokluktan çıkmaya gücünün olmadığını, dolayısıyla, her şeyin kendi şartları içerisinde en güzel bir konumda olmasıyla, bir yaratıcıya muhtaç olduğunu göstermektir. İkincisi: Var olan her şeyin kendi kamet-i kıymetinden çok daha yüksek, kendi gücünün çok üstünde hikmetler gösterdiğini ve menfaatler sağladığını gözler önüne seren "İnayet" delilidir. 29

C. İradeyi Etkileyen Amiller

1. İşe Nefsinden Başlamak

Hz. Muhammed (a.s.)'in çocukluğundan beri kendisinde var olan fıtrî güzel ahlâkı, ilâhî vahye mazhariyetten sonra daha da parlamış ve Allah'ın terbiyesi ve himayesi altında öyle bir güzellik göstermiş ki eşsiz bir cevherin timsali haline gelmiştir.

Aşağıdaki âyetler bu hususu gözler önüne sermektedir:

"(Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilir ve O, hidayete erenleri deçokiyi bilir." 30

"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle.O zaman (göreceksinki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, âdeta candan dost oluverecektir. Buna ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak (hayırdan) nasibi büyük olanlar kavuşturulur."31

Hz. Aişe'den gelen bir rivayet bu âyetleri daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Aişe vâlidemize "Allah'ın Resûlü'nün ahlâkı nasıldı?"3 diye sorulunca o, "Sen Kur'an'ı okumaz mısın? Onun ahlâkı Kur'an'dı." diye cevap verir.32 Şâirin ifade ettiği gibi, "Kötüdür diye yaklaşmamaları hususunda insanları uyardığınız bir işi yapmanız çok daha ayıp ve pek çirkindir."
Bir rivayette yüce Allah, Hz. İsa (a.s.)'a hitaben şöyle buyurmuştur:
"Önce kendi nefsine öğüt ver. Eğer nefsin onu tutarsa, artık başkasına da nasihat edebilirsin. Aksi takdirde benden haya etmelisin." 33
Bediüzzaman Said Nursi de bu prensibe sadık kalmış ve yazdığı eserlerle önce kendi nefsine ders vermek istemiştir:
Kendi nefsini herkesten ziyade nasihate muhtaç gördüğünü söyleyen Bediüzzaman "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez" 34 sözleriyle bu gerçeğin altını çizmiştir.

"Yazdığım hakaik-i imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki (aksine) ruhları muhtaç ve kalpleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur'aniyeyi arayıp buluyorlar."35

2. Tebliğde Yakınlara Öncelik Vermek

"(Önce) en yakın akrabanı uyar. sana uyan müminlere (merhamet) kanadını ger. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım."36

âyeti mürşitlerin mürşidi Hz. Muhammed (a.s.)'in, işi kendi yakın çevresinden başlatmasını emretmektedir.

Hz. Peygamber (a.s.)'ın kendi nefsinden sonra tebliğ işini kendi yakınlarından başlatması birçok yönden dikkat çekicidir. Çünkü onu yakından tanıyan kendi yakın çevresidir. Öncelikle onların irşad edilmesi gerekir. Çünkü bu metot bir kaç yönden fayda sağlayacaktır:

Birincisi: Kendi yakınları herkesten daha çok onun dürüstlüğünü bildiklerinden, daha çabuk imana gelebilirler. Üstelik insanoğlunun yaradılışında yakınlarına karşı cibillî taraftarlık da söz konusudur. Bundan da istifade etmek gerekir. İman etmediği halde Hz. Peygamber (a.s.)'e hayatı boyunca yardım elini uzatan amcası Ebû Tâlib'in durumu bunun güzel bir örneğidir. Nitekim İlk Müslümanlar da onun bu yakın çevresinden oluşmuştur. Eşi Hz. Hatice, hizmetçisi Hz. Zeyd, yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir ve bir mânevî evlâdı hükmünde olan amcasının oğlu Hz. Ali gibi bahtiyarlar, bu altın neslin ilk halkasını teşkil etmişlerdir.

İkincisi: Câhiliye dönemi insanlarının iliklerine kadar işlenmiş olan eski adetlerin terk edilmesi gibi nefsin hoşuna gitmeyen hususlara kendi yakınlarından başlaması, kendisinin samimiyetini ve işin ciddiyetini ortaya koymaya yeterli bir davranıştır. Bugünkü insanlar da yapılması veya yapılmaması gereken hususlarda işi kendi yakın çevresinden başlatmış bir kimsenin samimiyetine içtenlikle inanır ve onun sözüne daha çok itibar ederler.

Üçüncüsü: Yakınları arasından davasına karşı çıkanlar için de hiçbir taviz vermemesi ve Ebû Leheb olayında olduğu gibi, amcasına karşı bile pervasız tavır sergilemesi, onun vaz geçmesi imkânsız bir gerçeğin peşinde olduğunun göstergesidir.

Dördüncüsü: Câhiliye döneminde varolan ırkçılık anlamındaki haklı-haksız demeden kendi yakınlarını koruma âdetini bertaraf etmek için öncelikle onları hayra davet etmek gerekiyordu. Böylece bu dâvete icabet etmeyen yakınlarını bırakıp, dâvete icabet eden yabancıları candan dost edindiğini, dost ve düşmana kanıtlama imkânını verecekti ve vermiştir.

Bediüzzaman'a göre de, insanın yapması gereken işlerin lüzum sırası kişinin kendisinden başlayıp küçük çevreden büyük çevreye doğru orantılı olarak giden bir çizgi takip etmektedir. Ömür sermayesi pek az olan insanoğlunun lüzumlu işleri bırakıp da lüzumsuz işlerle vakit geçirmesi telafisi imkansız zararlar doğuracaktır. Onun için kişinin önce kendi nefis, kalp, akıl ve mide dairesinden; beden ve aile dairesinden; mahalle ve şehir dairesinden; vatan ve memleket dairesinden; yerküresi ve insan nevi dairesine; hatta tüm canlılar ve dünya dairesine kadar birbiri içinde mütedahil dairelerdeki vazifelerini lüzum sırasına göre öncelik tanıyan bir çizgiyi takip etmesi şarttır. Çünkü küçük çevrede sıkça ve büyük görevler; büyük çevrede ise, ara sıra ve küçük görevler ters orantılı olarak bulunmaktadır. 37

3. Hasbîlik ve İhlâs

Hasbîlik, hizmetin garazsız ve ivazsız, yani menfaat ve karşılık beklemeden yapılması demektir.

"Hasbîlik ihlas ve samimiyetten başkadır. İhlâsın zıddı riyâ, hasbîliğin zıddı menfaat ve karşılıktır."38

Bununla beraber hasbîliği de ihlasın bir parçası olarak görmek gerekir. Çünkü ihlâs, yapılan her şeyin Allah'ın rızası esas alınarak yapılması demektir. Hasbîliğe aykırı davranışlar ihlasa da aykırıdır.

Kur'an-ı Kerim, tebliğ görevi ile yükümlü peygamberlerin en güzel hasletlerinden birinin de ücretsiz hizmete koşmalarını göstermektedir:

"İrşad ve tebliğ hizmetine karşılık sizden ücret istemiyorum. Benim ecrim alemlerin Rabbine aittir." 39

Kur'an'da dini hizmetleri ücretsiz yapanlara uyulması emredilmiştir:

" Sizden ücret istemeyenlere uyunuz. Onlar hidayete ermişlerdir."40

"Hakaik-i imaniye ve esasat-ı Kur'aniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelâtı suretine sokulamaz; belki bir mevhibe-i İlâhiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzûzat-ı nefsâniyeden tecerrüt etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir."41

ifadeleriyle konuya ışık tutan Bediüzzaman, zekât ve hediyeyi kabul etmemesinin gerekçesini, eserlerinin değişik yerlerinde ortaya koymuş ve özellikle bu konuda ısrar eden talebelerine de şu hakikat dersini vermiştir:

"Dünyaya tenezzül etmez, tama' ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat, elmas kıymetinde ise; sadaka almaya mecbur olmuş, ehl,i servete tasannua muztar kalmış, tama' zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temâyül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan ayn-ı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner." 42

Bediüzzaman'da ihlâs ve hasbiliğin ölçüsü akıl almaz boyuttadır:

"Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imânını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur."43

"Büyük Cihadın ve Sebilürreşad'ın neşrettiği gibi ben ilân etmişim ki; dine imana hizmeti ve Risale-i Nur'u, değil dünya siyasetine, belki kemalât-ı maneviye ve makamat-ı âliyeye âlet edemediğim gibi... herkesin hoş gördüğü saadet-i uhreviye ve Cehennemden kurtulmaya vesile etmemek ve yalnız emr-i İlahî ve rıza-yı İlahiyeden başka hiç bir şeye âlet etmemek, bu zamanda Nur'un hakiki kuvveti olan sırr-ı ihlas-ı hakikîyi muhafaza etmeye beni mecbur etmiş ki: Sıddık-ı Ekber (r.a.) dediği olan: "Mü'minler Cehenneme gitmemek için Allah'tan isterim, benim vücudum Cehennemde büyüsün ki, onların yerine azab çeksin" diye söylediği kudsî fedakârlığının bir zerresini ben de kendime kazandırmak için, iman ile Cehennemden birkaç adamın kurtulmaları için Cehenneme girmeyi kabul ederim demiştim. Zâten ibadet, Cennete girmek ve Cehennemden kurtulmak için kılınmaz; bozulur. Belki rıza-yı İlahî ve emr-i Rabbanî için yapılır." 44

4. Muhatabın Durumu

Muhatabın görgü ve bilgi seviyesine göre konuşmak, ihtiyaç hissettiği konuları aktarmak, takva durumuna göre korku ve ümit açısından üslubun dozajını ayarlamak, ehil olan bir mürşidin başta gelen görevidir. Buna göre, İrşad görevini yapanların her şeyden önce yapmaları gereken şey, değişik boyutları ile muhataplarının durumunu öğrenmeye, onları değişik yönleriyle tanımaya çalışmaktır.

Durumu bilmeyenlere verilecek dersler ise, daha çok ümit ve korku dengesini gözetmeli, bilgi seviyesi açısından değişik kesimler göz önünde bulundurularak bir üslup takip edilmelidir.

Bu hususta aşağıdaki âyetler rehberimiz olmalıdır:

"De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım."45

"Rabbimiz Allah'tır, deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."46

Bediüzzaman, muhatabın durumunu nazara almadan irşada kalkanları şu sözleriyle uyarmaktadır:

"Ey müvesvis! Bilir misin misalin neye benzer? O derece belâhet kesbetmiş bir sarhoşa benzer ki, arslanı attan, darağacını salıncaktan, cerahatli yarayı kırmızı gülden fark etmez. Hem öyle zannettiği halde, mürşid vaziyetini alır; muslih tavrını takınır. Müthiş bir vaziyete düşmüş bîçare bir adama ders verir." 47

Diğer bir ifadesinde de şöyle diyor:

"Parçalayıcı arslan ile, ünsiyetli ehlî atı birbirinden tefrik edemiyor. Sehpa ağacı ile jimnastik ağacını birbirinden ayıramıyor. Kanlı yarayı kırmızı gülden temyiz edemediği halde, kendisini mürşid bilerek irşad ve nasihate çıkıyor." 48

5. Müspet Hareket

"Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım." 49

"İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet takva sahiplerinindir." 50

şeklindeki Kur'an'ın pek çok âyeti müspet hareket etmeyi ders vermektedir. yani "Elçiye zeval olmaz." vecizesinde denildiği gibi, Onun görevi tebliğdir. Kabul edip etmemekten kendisi sorumlu değildir. Tesiri halk etmek Allah'a aittir.

Bediüzzaman'a göre, dine, imana ve insanlığa hizmet etmeyi vazife edinmiş kimseler açısından müspet hareket etmek demek, insanın kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmesi; başka mesleklerin adâveti ve başkalarının tahkir ve tenkîsinin, onun fikrine ve ilmine müdahale etmemesi; onlarla meşgul olmaması demektir. Buna göre, hak olan her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek noktasında kendi mesleğinin konumunu ortaya koyarken: "Mesleğim haktır, yahut daha güzeldir" demeye hakkı vardır. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini imâ eden "Hak yalnız benim mesleğimdir" veyahut "Güzel sadece benim meşrebimdir" gibi sözleri sarf etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. 51 Yani lüzumsuz ve faydasız bir şekilde karanlığa sövmektense, bir ışık yakmaya çalışmak esastır.

6. Tebliğ-Temsil İlişkisi

Temsil demek Kur'an ve Hz. Peygamber (a.s.) ahlakı ile ahlaklanmak demektir.

"And olsun ki, Resûlullah'ta, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır." 52

âyeti tebliğ ile temsil arasındaki ilişkiye çarpıcı bir misaldir.

"(Şuayb) kavmine dedi ki; Ey kavmim! Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum."53

âyetinde davetçinin herkesten önce kendisinin ilkelerine bağlı kalmasını vurgulamaktadır.

"Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır."54

âyeti de insanların doğruluk üzere hareket etmelerini emrettiği gibi, söz ile davranış biçiminin uygunluk arz etmesinin gereğine de işaret etmektedir. Çünkü, dilin söylediklerini davranışlar yalanlayacaksa, ortada bir maskaralık söz konusu alacaktır.

Hiç şüphe yok ki, hem ferdî hem de sosyal hayat açısından İslâm'ın ideal ve örnek insanı Hz. Muhammed (a.s.)'dir. Hz. Peygamber (a.s.)'i örnek almak imanın gereğidir. Çünkü Allah'ın emir ve yasaklarından ibaret olan İslâm dininin prensiplerini ilk hayata geçiren ve herkesten daha fazla bir titizlikle kendine tatbik eden odur.

Hz. Peygamber (a.s.)'e benzemenin ve onun hayatından davranış modellerini almanın üç önemli esprisi vardır:

Birincisi: İnsanın eğitim ve öğretiminde en tesirli faktör görme olayıdır. Diğer bir ifadeyle görsel malzemedir. Televizyonları radyolardan daha etkin hale getiren budur. İnsanın gözle görülen bir modele ihtiyacı vardır. Çocukların değişik yerli ve yabancı sanatkârları değişik yönden taklit ettikleri bilinen bir gerçektir.

"Şüphesiz biz insanı katışık bir nütfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık. Onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık." 55

âyeti, imtihanın görsel ve işitsel malzemeye; diğer ifadeyle nakil ve akıl vasıtalarına olan ihtiyacına işaret etmektedir.

Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) de "Leyse'l-haberu ke'l-muayene" görmek işitmek gibi değildir; o daha tesirlidir." sözleriyle bu gerçeğin altını çizmiş ve Hz. Musa (a.s.)'nın, kavminin buzağıya taptıklarını vahiy ile bildiği halde sabretmesini, kavmine döndüğünde ise, putperestliklerini kendi gözleriyle görünce öfkelenip Tevrat levhalarını fırlatmasını delil olarak göstermiştir.

Yirmi dört saatin her dakikasında eksi ve artılarıyla sürekli imtihana tabi olan insanoğlunun Hz. Muhammed (a.s.) gibi bir örneğe ihtiyacı açıktır.

İkincisi: Yüce Allah'ı sevmek cihetinde onun emirlerine itaat etmek ve rızası dairesinde hareket etmek, Hz. Peygamber (a.s.)'e benzemeyi gerektirmektedir. Çünkü, bu işte en mükemmel rehber Hz. Muhammed (a.s.)'dir.

Üçüncüsü: Madem ki, Hz. Muhammed (a.s.) Allah'ın insanlara yaptığı sayısız nimetlerinin en mühim bir vesilesidir, elbette Allah namına hadsiz bir muhabbete layıktır. İnsan ise, sevdiği kimseye eğer benzeme imkânı varsa fıtraten benzemek ister. Buna göre Hz. Peygamber (a.s.) 'e benzemeye çalışması kaçınılmazdır.56

"(Resûlüm) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir."57

âyetini açıklayan Said Nursi şu görüşlere yer vermiştir: Bu âyet, mantıkî bir istidlâl metodu içerisinde meseleyi arz etmektedir. Buna göre âyet şöyle demek istiyor: Allah'a inancınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Madem ki Allah'ı seviyorsunuz, o halde onun sevdiği tarzı yapacaksınız. Bunu da Allah'ın tarzını beğendiği, "Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin" diyerek övdüğü ve sevdiği zâta benzemeklegerçekleştireceksiniz. Ona benzemek ise, mümkün olan her konuda ona tabi olmaktır. Bu taktirde Allah da sizi sevecektir. Zâten Allah'ı sevmekten maksadınız da Allah'ın sevgisini kazanmaktır.58

"De ki: Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah kâfirleri sevmez."59

"Resûle itaat eden Allah'a itaat etmiş olur."60

"Resûl size neyi verdi ise onu alın! Neden men etti ise ondan da sakının!"61

"Ey Muhammed! Sana biat edenler ancak Allah'a biat etmişlerdir."62

D. Va'zın Üç Temel Vasfı

Bediüzzaman'a göre, insanları irşad eden vaizlerin irşad görevlerinde başarılı olmaları genel olarak üç şeye bağlıdır: Araştırmacı bir kişiliğe sahip olacaklar ki, hastalığa doğru teşhis edip uygun tedavi edebilsinler. Hekim-i Lokman gibi himmetin inceliklerine vakıf olacaklar ki, İslâmî değerler arasında var olan muvazeneyi bozmasınlar. Feraset ve belagat sahibi olacaklar ki, neyin nerede nasıl söyleneceğini bilsinler.

Kendisi bu konuda şunları söylemektedir:

"Ben vaizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum:

Birincisi: Zaman-ı hazırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeayı parlak ve mübalağalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddea ve müteharri-i hakikatı ikna lâzım iken ihmal ediyorlar.

İkincisi: Bir şeyi terğib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.

Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan hale mutabakat yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.

Hâsıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve ikna etsin. Hem hakîm-i mudakkik olmalı, tâ müvazene-i şeriatı bozmasın. hem beliğ-i mukni olmalı, tâ mukteza-yı hale mutabık hareket etsin, ve böyle olmaları da şarttır." 63

Bediüzzaman'ın yukarıda işaret ettiği vaazın üç prensibini kısaca özetlersek:

1. Zaman-Çevre faktörü

Vaaz ve irşad görevini yapanlar, içinde bulunduğu çağın ve çevrenin bilgi, görgü ve ihtiyaç durumunu göz önünde bulundurmak zorundadır. Aksi takdirde verilen öğütler, çağın gerisinde kalacağından gereken tesiri meydana getirmekten aciz kalacaktır.

Bu konu ileride gelecek "Çağın gerekleri... " başlığında detaylı olarak işlenmiştir.

2. Ölçülü-Dengeli konuşma

İfrat ve tefritten uzak kalmak hak ve hakikata saygının bir ifadesi olduğu gibi, İslâm dininin temel esası olan doğruluk prensibini korumanın da bir gereğidir. İslâm'ın elmas gibi gerçeklerine kanaat etmeyip, mübalağalarla cilalamaya çalışanlar iyi bilsinler ki, bu hareketleriyle cila değil, İslâm'a leke sürüyorlar.

Çocukluğundan beri ifrat ve tefrit ile İslâm'ın hakikatlarına sürülmüş lekeleri temizlemeyi ve İslâmî elmasları cilalamayı meslek edindiğini belirten Bediüzzaman, misal olarak din namına dünyanın yuvarlak olmadığını savunanları tenkit etmekte ve "cahil dost, düşman kadar zarar verebilir" ifadesine yer vermektedir.

Bediüzzaman, bu konudaki düşüncelerini ifade ederken ayrıca şu hususlara da dikkat çekmiştir: Hadis ve Kur'an'da var olan hakikatları kabul etmemek ne kadar çirkin ise, olmayanları varmış gibi göstermek de o kadar, hatta daha da çirkindir. Çünkü, kabul etmemek bir cehaletten kaynaklanabilir; fakat olmayan şeyleri varmış gibi göstermek bir ilimle olur. Cahil bir derece mazur olabilir fakat âlim mazur sayılmaz. 64

3. İknâ Metodu

İknâ nasihatten farklıdır. Özellikle yanlış bir kanaata sahip olan veya tereddüt halinde bulunan kimsenin ikna edilmesi gerekir. İkna metodunu kullanmak için geniş bir bilgi birikimine, ilmî ehliyete sahip olmak gerekir. İlmi yetersiz olan kimsenin karşıdakini ikna etmesi şöyle dursun çoğu zaman, o kimsenin İslam'a karşı tereddütlerinin artmasına sebep olabilir. "kemâlât kem âletle olmaz" 65 sözü bu konuda söylenmiş güzel bir sözdür. İknada asıl olan müspet netice elde etmektir. Yoksa cedelleşmeye girerek sırf kendini üstün kabul ettirmeye çalışmak büyük bir vebaldir.

Hz. Peygamber (a.s) ikna metoduna sık sık başvururdu.

Fezare kabilesinden bir adam gelerek:

"Ya Rasûlallah, karım kara bir çocuk doğurdu.", dedi ve kendisinin de karısının da siyah olmadıklarını ifade ederek, çocuğun zinâ mahsûlü olması ihtimali olup olmadığını sordu. Hz. peygamber (a.s.):

"Senin develerin var mı?" Adam:
"Evet var."
"Renkleri nasıldır?"
"Sarıdır."
"Peki içinde boz olanı var mıdır?"
"Evet vardır."
"Peki bu nereden geldi?"
"Belki damar çekmiştir."
"Belki bu da onun gibi (ecdadından birinin) damarına çekmiştir."66

Bir diğer vakıa da Ebu Umame'den nakledilmektedir:

Gencin biri Hz. Peygamber'e gelerek:

"Ya Resulallah, zina için bana izin ver." dedi. Orda bulunanlar kendisine yönelip sus diye azarladılar.
"Yaklaş." dedi Efendimiz, genç Ona yaklaştı ve oturdu. Efendimiz dedi ki:
"Onu annen için ister misin?" Genç:
"Canım sana feda olsun, hayır vallahi." Efendimiz:
"İşte insanlar da anneleri için aynı şeyin olmasını istemez."

Efendimiz kız kardeşi, kızı, halası ve teyzesi için de aynı şeyleri sordu ve aynı cevabı aldı. Ve her defasında
"İşte başkaları da böyle istemez." diye cevap verdi. Sonra ellerini göğsünün üzerine koydu ve:

"Ya Rabbi, onun günahlarını bağışla, kalbini temizle ve kendisini iffetli kıl." diye dua etti. Bundan sonra genç hiçbir harama bakmadı. 67

Kur'an-ı Hakim, özellikle kitap ehli ile yapılacak mücadelede en güzel bir üslupla yaklaşmanın gereğine işaret etmektedir.

Dersinin ilk muhatabını kendi nefsini kabul eden Bediüzzaman, her fırsatta önce kendini ikna etmeye çalışır:

"Ben nefsimi terbie etmiyorum. Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fani dünyada, şu muvakkat misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediye sini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil. Ehl-i aklın ve zîşuurun kârı olmadığından, nefs-i emmarem ister istemez akla tabi olmuştur." 68

"De ki: Söylesenize! Allah'ı bırakıp taptığınız şeyler yeryüzünde ne yaratmışlar; göstersenize bana! Yoksa onların göklere ortaklıkları mı vardır? Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin." 69

Bu konuyu Bediüzzaman'ın şu veciz sözü ile bitirelim:

"Biz ehl-i haliz, namzet-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işba etmiyor. Burhan isteriz." 70

E. İrşadda Tedricilik

İrşatta konular itibariyle tedricilik söz konusu olduğu gibi, alan tarama denilebilecek irşad edilenlerin öncelikli sırasını tespit etmek de önemli bir konudur. Önce Müslümanlara, gayr-ı müslimleri nazara aldığımızda, "Def-i mazarrat celbi menafie racihtir." (zararın defedilmesi, menfaati elde etmekten daha önceliklidir) kaidesine göre, önce müminin imanını korumak gerekir. Önce kendi nefsimizin ve kendi âilemizin ıslâhı gerekir. Önce kendi memleketimizin, kendi insanımızın ıslâhı gerekir, diye düşünüyorum. Küçük dâireden büyük daireye doğru açılmak, hem yukarıdaki ilmî kâideye hem de kâinattaki tedrîcîlik prensibine uygun düşmektedir. "Önce kendi yakınlarını uyar" âyeti, bu tedricilik konusuna ışık yakmaktadır. Bediüzzaman "Bir biri içinde mütedahil daireler gibi her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut tâ zihayat ve dünya dairesine kadar birbiri içinde daireler var. Her bir dairede her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var." 71 ifadesiyle bu tedricilik prensibini öz bir şekilde belirtmektedir.

F. İrşadda Üslûp

1. Kavl-i leyyin

Yumuşak söz nasihatte esastır. Vâiz-mürşid nasihat ederken:

a. Tatlıb ir dil,yumuşak bir ifade, güzel bir üslûp, tesirli ve duygulu bir konuşma stilini benimsemelidir.

b. İslâmın güzel imajını korumalı ve kardeşlik ruhunu zedelememelidir. Kendini muhatabın yerine koymalı; maksad "bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek" olmalıdır.

c. Kendini beğenmişliği ifade eden "Ego" merkezli tavırlardan şiddetle kaçınmalıdır. Kendisine nasihat etmekte olduğu kimsenin Allah katında kendisinden çok daha iyi bir insan olabileceği ihtimalini hiçbir zaman göz ardı etmemelidir.

Vâizin biri, Halife el-Me'mûn'a sert ve acı bir dille nasihat etmeye kalkışınca, Halife ona şöyle der:

"Be adam biraz halim-selim ol. Şunu iyi bil ki yüce Allah senden daha hayırlı olan Hz. Mûsa'yı, benden daha kötü olan Firavun'a gönderirken yumuşak bir dille konuşmasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Ona yumuşak bir dille nasihat edin, belki bu sayede öğüt alır veya Allah'tan korkar." 72

"Tatlı söz yılanı ininden, kötü söz insanı dininden çıkarır." vecizesi çok yerinde söylenmiş bir sözdür. 73

2. Sırat-ı Müstakim

Daha önce irşad eden kimsenin dengeli bir kişiliğe sahip olmasının gereğine işaret etmiştik. Burada ise, irşadın kendi metodunda var olması gereken dengeleri üzerinde durmak istiyorum:

a. Korku - Ümit Dengesi

İnsanda yaratılışta var olan bu iki duyguyu dengede tutmak İslamiyet'in temel hedeflerinden biridir. Allah'ın lütuf ve kahrına; cennet ve cehenneme olan inancın gücü nisbetinde korku ve ümit duyguları kendini gösterecektir.

"Yoksa âhiret azabından korkarak ve rabbinin rahmetini ümit ederek gecenin saatlerinde secdede ve kıyamda durarak ibadet eden kimse, (O inkârcı gibi midir?" 74

"Kim rabbinin makamından korkar ve nefsini heva ve hevesten alı koyarsa, şüphesiz cennet onun varacağı yerdir." 75

şeklindeki ayetler ile "Mümin Allah katındaki azabı bilse, cennetine hiç bir kimse tama etmezdi.

"Kâfir de Allah'ın nezdindeki rahmeti bilse, hiçbir fert cennetinden ümidini kesmezdi." 76

hadisi, çok açık bir şekilde korku ve ümit dengesine dikkat çekmektedir.

"Allah'ın azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın (mekrinden) azabından emin olmaz." 77

âyeti, ümit ve korku dengesinin, imanın bir gereği olduğunu göstermektedir.

İrşat görevi yaparken bu dengeyi korumak esastır. Bu da ancak İslâm dininin ortaya koyduğu ölçülere kanaat etmek, ifrat ve tefrite götüren asılsız hurafelere iltifat etmemekle sağlanabilir.

"Kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez" 78

âyeti, müminin dünyasında ümitsizliğe yer olmadığını ifade etmektedir. İrşad gibi önemli bir görevi üstlenmiş kimseler için bu husus çok daha önem arz etmektedir. Çünkü ümitsiz bir kimsenin başkasına ümit dağıtması düşünülemez. Bediüzzaman ümit ve korku dengesini çok güzel bir şekilde kurabilmiş ender mürşitlerden biridir. Müslümanların ahlâkını bozan ve şahsi menfaatlere hasr-ı nazar ettiren hastalığın ümitsizlik olduğunu belirten Bediüzzaman konu ile ilgili olarak şunları söylüyor:

"Müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüt eden şudur: Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki: Alem-i İslam'ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkar ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlakımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-i şahsiye ye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvvet-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istila ettiği halde; o kuvvet-i maneviye-i harika, me'yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebiler dört yüz seneden beri üç yüz milyon müslümanı kendilerine esir etmiş. Hatta bu yeis ile başkasının lakaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip "neme lazım" der, "Herkes benim gibi berbattır" diye şehâmet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslamiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz. "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz" 79 kılıncı ile o ye'sin başını parçalayacağız."80

sözleriyle ümitsizliğin sadece dini bir risk taşımadığını, anı zamanda dünya hayatını da zehire çeviren bir kanser olduğunu vurgulamıştır. Bediüzzaman'ın bu ifadesinden anlaşılıyor ki, Müslümanların siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik bağımsızlıklarına kavuşmalarını sağlayan en önemli faktör, sonsuz kudret sahibi olan Allah'tan ümit kesmemektir. İmanın bir gereği olan bu özelliğin kaybolmasının altında yine iman zaafı yatmaktadır. Demek her güzelliğin kaynağı olan iman gerçek bağımsızlıkların da kaynağıdır. İmanı güçlü Sütçü İmamları emperyalizme karşı başkaldırmaya zorlayan iman gücünü kim inkâr edebilir.

b. Sevgi - Öfke Dengesi

Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek İslam dininin önemli prensiplerindendir. Ancak ölçü kaçırıldığı zaman şahsî garazlar ve keyfî arzular devreye girer.

Bediüzzaman, Allah'ın âdalet ölçüsünün dışına taşmanın yanlığışlığına dikkat çekerken şu görüşlere yer vermektedir:

"Allah'ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatâdır... Fazla şefkat elemdir, fazla gadab zemimedir (kötülenmiş bir huydur)." 81

Ona göre, tarih içerisinde yanlış telkinlerden biri de "Allah için sevmek" ve "Allah için buğz etmek" prensiplerinde dengenin bozulmasıdır. Bu denge hem de "Allah için sevme" prensibinin aleyhine bozulmuştur. Halbuki, Allah için buğz etmek şahsî garazlarla kötüye kullanmaya müsaittir. Allah için sevmek ise, yardımlaşma ve dayanışma için güzel bir zemin olduğu gibi, Kur'anî prensiplerin genişliğini ve onların, hastaların mizaçlarına göre uyguladığı tedavi metodunun hikmeti ile de örtüşmektedir. 82

Bediüzzaman'ın bu teşhisi, "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır" 83 ayeti ile, "Rahmetin gazabıma üstün gelip öne geçti" 84 şeklindeki kudsî hadisin ifadesine tam uygunluk arz etmektedir.

c. Akıl - Duygu Dengesi

Akıl-duygu dengesi kurulmadığı zaman, ya kuru bir akılcılık ve felsefî anlayış söz konusudur ki, geçici bir tesirden başka kıymeti olmaz. Veyahut, âmiyâne bir mistik havanın oluşmasına sebep olur ki, özellikle teslimi kırılmış bu günün insanına kalıcı ve tatmin edici bir tesir icra etmekten çok uzak kalır.

Kur'an'ın üslubunda bu dengenin varlığı bilinmektedir. Misal olarak iki ayetin ifadesini söz konusu yapacağız. Ana-Baba hakkında saygıyı ifade eden "Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine "of" bile deme." 85 ayetinde akla hitabın yanında "Senin yanında" (başka kimsesi yok) ve "Yaşlanırken" (çocuk gibi güçsüz bir hale gelirken) cümleleriyle de insan vicdanının en derin tellerine dokundurmaktadır.

Sosyal hayatı bozan en önemli faktörlerden biri olan gıybet hastalığından sakındırırken Kur'an'ın kullandığı "Biriniz ölmüş kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? bakın nasıl tiksindiniz!" 86 üslup, gerçekten çok harikadır.
Bediüzzaman'ın açıklamasına göre, bu âyetin altı kelimesinin her birisi insanın ayrı bir duygusuna hitap etmektedir. Buna göre, bu âyet gıybetin hem akla, hem kalbe, hem insanlık vasfına, hem insan vicdanına, hem psikolojik yapısı ve yaratılış gayesine, hem sosyal ahlâk anlayışına ters bir davranış olduğunu ifade etmektedir. 87

"Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki: "Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menba'ı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur'an-ı Hakîmdir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da O'dur. Ona yapıştım, nakıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o Mürşid-i hakiki'nin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor; fakat ehl-i kalb ve sahib-i halin derecatına göre o feyzi, o âb­ı hayatı yine Onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur'an'dan gelen o sözler ve o nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, halî mesâil-i maniyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlâhiye hükmündedirler." 88

"Hasılı kelam biz Kur'an şakirtleri olan Müslümanlar, burhana tabi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde elbette burhan-ı akliyeye isnad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek." 89

3. Canlı Örnek Metodu

"And olsun ki, Resulullah'ta, sizin için; Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır." 90

Bediüzzaman Müslümanların diğer insanlara güzel ahlak ve İslâmî kimlikleri ile örnek olmaları durumunda başka insanların İslamiyet'i kabul etmeleri çok daha kolay olacağı kanaatindedir. O bu konuda şunları söylemektedir:

"Eğer biz, ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalatını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslamiyet'e girecekler. Belki kürre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslamiyet'e dehalet edecekler." 91

4. Temsil Metodu

Müellife göre, temsiller hayalî şeyleri hayale kolayca yaklaştıran bir edebi tasvir sanatıdır. Akla uygun gibi görünmeyen hususların, öncelikle hayalde canlandırılması ve böylece akla da kabul ettirme yolunun açılması ancak temsil vasıtasıyla mümkün olur. Risale-i Nur'da birçok yerde temsil metoduna yer verilmiştir. Gerek Kur'an'ın bizzat temsillerini açıklarken, ve gerekse başka konularda bu üslûbun kullanılmasına özen gösterilmiştir.

Misâl verecek olursak:

"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir."

meâlindeki âyetin bir tarzda beyanını ister isen, öyle ise şu temsili hikayeciği nefsim ile bak dinle."

diyen müellif, haşri ispat etmek için 12 sûret ile 12 hakikati göstermiştir. Ona göre hikaye sûretinde teşbih ve temsillerle meselenin açıklanması kinayeler kabilinden olup, arkalarından gelen hakikatlara delâlet etmek içindir. Demek, bunlar hayali hikayeler değil, doğru hakikatlerdir. 92

Temsillerle hakikatler arasındaki ilişkiyi görmek için, bir misal olarak birinci sûret ile birinci hakikatin karşılaştırılması faydalı olacaktır:

"1. sûret: Hiç mümkün müdür ki bir saltanat, bâhusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükafatı ve isyanlara mücâzatı bulunmasın. Burada (dünyada bu ceza ve mükafat) yok hükmündedir. Demek başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır." 93

"1. Hakikat: Bab-ı Rubûbiyet ve saltanattır ki, ism-i Rabbin cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki, şe'n-i rubûbiyet ve saltanat-ı Uluhiyet, bahusus böyle bir kâinatı, kemalatını göstermek için gâyet âli gayeler ve yüksek masatlar ile icad etsin, onun gâyat ve makasıdına karşı iman ve ubudiyetle mukabele eden mü'minlere mükafatı bulunmasın ve o makasıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehli dalalete mücâzat etmesin... " 94

Yine Fâtiha sûresinde geçen Sırat-ı müstakim kavramının açıklanmasında şöyle bir temsil ile meseleye izah getirilmiştir:

"Nasıl bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakimidir. Aynen öyle de; mânevîyatta ve mânevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise, en kısa ve en kolayıdır. Mesela: Risale-i Nur'da bütün muvâzeneler ve iman ve küfür mukayeseleri kati gösteriyorlar ki, iman ve tevhid yolu gâyet kısa ve doğru ve müstakim ve kolaydır. Küfür ve inkar yolları gâyet uzun ve müşkülatlı ve tehlikelidir."95

Çift başlı yönetimin imkansızlığını ifade etmek üzere yapılan istidlal şekline temanu' delili denir. Müfessirlere göre "Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi de yok olup gidecekti." meâlindeki âyeti, 96 bu delilin varlığına işaret yapıldığı kanaatindedirler. 97 Bediüzzaman da, bu âyeti tefsir ederken özellikle temsil metoduna baş vurmuş ve gözle görülen müşahhas misallerle konuyu açıklamıştır.

"Madem bir hakimiyet-i mutlaka hakikati vardır. Elbette şirkin hakikati olamaz. Çünkü, "Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, her ikisi de yok olup gidecekti." âyetinin hakikat-ı katıasiyle, müteaddid eller müstebidane bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare herc-ü merc olur. Halbuki, sinek kanadından ta semavat kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz." 98

5. Bâtılı Tasvirden Kaçınma

Bilindiği gibi, Kur'an'ın ifade tarzı çok nezih ve naziktir.

"(Resûlüm!) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et." 99

ifadesiyle mürşidlerin mürşidi Hz. Peygamber (a.s.)'e davetin taktiği olarak nezih üslubu telkin eden Kur'an-ı Hakim'in şahsiyetçilikten kaçınması ve lüzumsuz yere batılın tasvirine yer vermemesi dikkat çekicidir. Gereksiz yere bâtılın tasviri sâfi zihinleri dalâlete düşürebilir ve düzeltilmesi de çok zor olabilir.

Bediüzzaman, konuya şu sözleriyle dikkat çekmiştir:

"Bâtıl şeyleri tasvir, sâfî zihinleri idlâldir ve cerhtir. Ba'dehu cerh ve red ile tedavi ya olur, ya olmaz." 100

III. DAVETİN İLKELERİ

A. Davetin Bir İbadet Olduğu Bilinmelidir.

Davetçi İslam'a davetin bir ibadet olduğunu bilmelidir. Bu şuurla yapılan davet işi Allah'ın rızasını hedeflemiş olacak ve bir Müslüman olarak yüklendiği bu görevle Allah'a yaklaşabileceğinin bilincine varacaktır. Böyle bir davetçinin bütün gayesi aşağıdaki ayetin müjdesine mahzar olmaktır.

"(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" 101

Daveti bir ibadet şuuruyla yerine getiren kimse, kulluğun gerektirdiği tevazuu gösterecek ve yüklendiği işradla ilgili kulluk görevini hakkıyla ifa edip etmediği muhasebesini yaparak nefsâni isteklerinin esiri olmamaya gayret gösterecektir.

B. İslâm'a Davet Gönül İşi Olmalıdır

İslamî davet çalışmaları, ancak Allah'ın bütün kullarına beslenen şefkat ve merhamet duygularından kaynaklanmalıdır. Kendisini, Allah'ın dinine davet eden bir asker olarak hazırlayan kişi, kalbini, tüm insanlara; din, mezhep,meşrep ve eğilimleri ne olursa olsun hiçbir fark gözetmeksizin hepsine açmalı ve onlara merhamet saçan bir kap şekline getirmelidir. 102

"Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik", "Rabbin hiçbir şeye muhtaç değildir, rahmet sahibidir." 103, "Rahmetin her şeyi kuşatmıştır" 104 buyuran Allah'ın rahmetinin yansımalarını gösteren bir ayna görevini üstlenmelidir.

Ashaptan bazıları yirmi günü aşkın bir süre Taif'i muhasara altında tutan Hz. Peygamber (a.s.)'den Sakîf (Taif halkı) aleyhine beddua etmesini istediler. Rahmet Peygamberi (a.s.) ise, ellerini havaya kaldırarak şöyle dua etti: "Allahım! Sakîf'i hidayete erdir. Onları İslam'a kavuştur."105

İmam Gazalî şöyle diyor:

"Bütün bunlar şiddet ve öfkeye sapmadan şefkat ve lütufla yapılır. Günahkâr kimseye acıma gözüyle bakılır. Onun günâha girmesini kendisi için bir musibet olarak değerlendirilir. Çünkü Müslümanların hepsi bir tek vücut gibidir. Bir alimin böyle durumlarda kendisinin ilmine güvenerek kendini büyük ve karşıdakinin cehaletine bakarak da onu küçük görmesi büyük bir felakettir. Böyle bir duyguya kapılan bir davetçinin durumu başkasını ateşten kurtarıp kendisi ateşte yanan kimsenin durumu gibidir. Bu hal bir sükuttur. Şeytanın bir saptırmasıdır. İnsanın şeytanın ipiyle kuyuya inmesidir... " 106

C. İslâm'a Davetin Bir Mükellefiyet Olduğu Bilinmelidir.

Dâvetçinin, İslam'a davet yükünü yüklenmesinin, Allah'ın Müslümanları mükellef tuttuğu emirler cümlesinden olduğuna kesinlikle inanmalıdır. İnsanları hidayete erdirmenin Allah'ın işi olduğunu bilmeli ve kendi işini Allah'ın işi ile karıştırmamalıdır. 107 Kulun görevi çalışmaktır, muvaffak edip etmemek Allah'ın işidir. Bu sır bilinmediği için lüzumsuz rekabet sebebiyle Müslümanlar arasında tarih boyunca bir çok ayrılıklar meydana gelmiş, hem millet hem de memleket zarar görmüştür.

Bediüzzaman bu konu ile ilgili olarak şunları söylemiştir:

"Cenab-ı Hak'ın rızası ihlâs ile kazanılır. Kesret-i etba ile ve fazla muvaffakiyetle değildir. Çünkü onlar vazife-i İlâhiyye'ye ait olduğu için istenilmez; bazen verilir... Ey sevaba hırslı ve a'mal-i uhreviyede kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmiş ki, mahdut bir kaç kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner kesret-i etba ile değildir. Belki hüner, rıza-i İlâhîyi kazanmaktır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırs ile "herkes beni dinlesin" diye vazifeni unutup vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenab-ı Hak'ın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma... " 108

Bazı bilim adamlarının bildirdiğine göre, irşad hareketlerinde insan, aklî ve psikolojik olmak üzere iki yoldan etkilenir. Çoğu zaman kalbi etkileyen hususlar, aklı etkileyen hususlardan daha çok tesirlidir. Konu ile ilgili yapılan araştırmalar, insan hareketlerinin üzerinde psikolojik etkinin %60, aklî etkinin ise %40 oranından daha fazla olmadığını göstermiştir." 109

D. Hazım Edilmeyen İlim Telkin Edilmemelidir

"Hazm edilmeyen ilim telkin edilmemelidir" başlığı altında konuyu işleyen Bediüzzaman, irşad görevi üstlenmiş alimlerin kuş gibi değil, koyun gibi olmalarının gereğine işaret etmekte ve şu görüşlere yer vermektedir: Hakikî mürşit ve ilim adamı kuzusuna, hazm olmuş tertemiz duru süt veren koyun gibi olmalı; yavrusuna ağzında gevelediği kusmuğunu veren kuş gibi olmamalı." 110

Bu ifadeden hem hakikî hem de mecazî bir manâyı anlamak mümkündür.

Bu ifadede, şu iki hususa da işaret söz konusudur. Birincisi: İrşat ehli ve ilim adamları, vermek istedikleri ilmi herkesten önce kendileri iyi kavramalı ve hazmetmelidir. Kavrayış olarak ilmi hazm ettikten sonra yine herkesten önce, mürşidin kendisi o ilmin gereklerini yerine getirmeli, iliklerine kadar yaşamalıdır. Aksi takdirde kuş gibi ilmi yüzeysel olarak gagalayıp vermek faydadan çok zarar verir. İkincisi: Mürşit bir anne şefkatiyle irşat görevini yerine getirmelidir. İrşat koyunun kuzusuna verdiği gıdalı ve aynı zamanda yavrusu tarafından kolaylıkla hazmedilebilen, körpe yapısına uygun durulukta bir süt gibi olmalıdır. Hem gıdasını vermeli, hem de gırtlağını incitmemelidir.

IV. İRŞATTA ÇAĞIN GEREKLERİ DİKKATE ALINMALIDIR

A. İrşat Siyaset Üstü Olmalı.

"Allah için sevmek ve Allah için buğz etme" 111 yi emreden Rahmanî düstûr yerine, "Siyaset için sevmek ve siyaset için buğz etme"yi telkin eden şeytâni prensibin hâkim olduğu çağımızda 112 Bediüzzaman: "Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım" diyerek bütün gücü ile Kur'an'ın hakikatlerine çalışmıştır. "Dünyanın siyasetine niçin bu kadar lakaydsın?... yoksa korkuyor musun?" şeklindeki soruya karşılık Bediüzzaman şunları söylemektedir:

"El cevap: Kur'an-ı Hakim'in hizmeti beni şiddetli bir surette siyaset aleminden menetti. Hatta düşünmesini de bana unutturdu. Yoksa sergüzeşt-i hayatım şahiddir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor... Belki hizmet-i Kur'an, beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiyeden men ediyor. Şöyle ki: Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur'an'ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtalar bulmuş. Bir kısm-ı ekserisi, o ufunetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor... düşerek kalkarak gider ta boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufunetli, pis olduğunu hisseder, fakat mütehayyirdirler, selametli yolu göremiyorlar."

"İşte bunlara karşı iki çare var: Birisi: Topuz (siyaset) ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır. İkincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selamet yolunu irae etmektir."

"Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam elinde topuz tutuyor. Halbuki o biçare ve mütehayyir seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de bir elinde hem sopa hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, "acaba nurla beni celbedip topuzla dövmek mi istiyor?" diye telâş eder. Hem de bazen arızalarla topuz kırıldığı vakit nur dahi uçar veya söner..."113

B. İman Esasları Öncelikli Olmalı

Bediüzzaman'a göre, bu zamanda Müslümanların en büyük vazifesi fen ve felsefeden gelen ve imanı zedeleyen dalâlete karşı tedbir almak ve inananların imanlarını kurtarmaya çalışmaktır:

"Eski mübarek zatların eski divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkan-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkanına şiddetli ve cemaatli bir şekilde taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has müminlere ve fertlere hitap ederler. Risale-i Nur ise Kur'an'ın bir manevi mucizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak burhanlar ile imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şubehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden herkes bu zamanda ekmek gibi, ilaç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar." 114

C. Tedriciliğe Riayet Edilmeli

Teşride tedricilik prensibi tebliğe de yansıtılmalıdır. Şüphesiz bu konu çok dikkat isteyen bir husustur. İlâhî hükümleri geçici de olsa rafa kaldırmaya hiç kimsenin ne haddi ne de selahiyeti vardır. Ancak, hastalığın durumuna göre ilacı ayarlamanın tıbbî bir zaruret olduğu gibi, mânevî hastalıklar olan kötülüklerden insanları sakındırırken veya iyiliğe teşvik ederken dozajı iyi ayarlamalıdır. Bediüzzaman bu hususu vecizesiyle formüle etmiştir. Gerçekten niyeti halis olmayan kimseler, en güzel bir hakikati bile bazen ters anlar ve damarına dokundurur. Bu da alerjiye sebep olur ve ters tepki uyandırır. 115

Vazifesi, halkı irşad etmek ve onları Allah yoluna davet etmek olan kimseler ile fetva ve helal-haramın ahkâmını halka beyan etmek için oturan kimsenin arasında bir fark gözetmek lazımdır.

Davetçinin çalışması, çok şümullü büyük bir gayeyi hedef edinir; akılları hakka uydurmak, kalpleri kendine bağlamak gibi hususlarda kendini gösterir. Şer'i hükümlere bağlamak ise, bu büyük gayenin küçük bir parçasıdır. Bu sebepledir ki, davetçi müftü gibi kendisini belli kalıplar içerisinde hapsetmemelidir. İnsanları ahkama bağlanmaya yöneltirken problemlerin çözümünde hikmeti ihtiva eden ve esnekliğe müsait olan geniş bir yoldan gitmelidir.

Bu sözden maksadımız; davetçinin maslahatı nerede görürse, ona uygun olarak helal ve haram hükümlerle oynaması ve müftünün, bu hususlara uyarak bunlardan hiçbir değişiklik yapmamasına karşılık, kendisinin bir takım değişiklikler yapması değildir. şüphesiz ahkamla oynama hakkı hiç kimseye verilmemiştir. Ancak davetçi bir insanın, bir anda bütün saplantılarından kurtulmasının zorluğunu takdir etmeli ve onu hikmetle yönlendirmelidir... Tüm problemleri bir anda muhatabın karşısına çıkarmamalı ve yükün tamamını birden yüklememelidir. Bu konuya el-Bûti şöyle bir misal vermektedir:

"Uzun müddet devam eden bir sapıklık devresinden sonra üstüne başına daha kapalı giysiler giymesine sevindiğim genç bir kız gelip:

"Tam örtünmediğim müddetçe Allah'ın, amellerimden hiç birini kabul etmeyeceği doğru mudur?" diye sordu.

Ona dedim: "Şuna kesinlikle inanmalısın; Allah (c.c.) senin için hayır ve muvaffakiyet dilemeseydi, iman yolunu sana kolaylaştırmazdı. Kendi rızasını kazanmayı arzu ederek çalıştığın müddetçe bu adımları gerçekleştirmen için sana yardım eden Allah, bu yaptıklarının karşılığını eksiksiz verecektir. Şuna da inanmalısın ki; Allah'a yönelip O'nun emirlerine uymayı ne kadar artırırsan, Allah da senin mükâfat, hidayet ve dünya ile âhiret mutluluğunu o kadar artıracaktır."

"Bu sözümle, Allah'ın kelâmından bir şey değiştirmiş değilim. Lakin şer'i hükmü harfiyyen zikretmekten başka bir şeyle ilgilenmeyen müftünün davranışı gibi de davranmadım. Bunun alanı başka, onunki başka. En kısa zamanda eksikliklerini tamamlamadığı takdirde kendisini bekleyen azabı hatırlatmaktan çok, Allah'ın kendisini muvaffak kıldığı hususlara gıpta etmesi için gayret ettim." 116

D. İlmî Metot takip Edilmeli

Bediüzzaman yirminci yüzyıl İslam coğrafyasında en büyük düşmanı cehalet, fakirlik ve ihtilaf olarak teşhis etmiştir. Ve bu üç düşmana karşı da bilim, sanat ve ittifak silahıyla mücadele etmenin gereğine işaret etmiştir. 117

Bediüzzaman'a göre, İslam'ın eskiden bütün dünyaya hakim olmamasının önemli sebeplerinden birisi de, müspet ilmin bazı meseleleri ile İslam'ın bir kısım prensipleri arasında bir çatışma var gibi gözükmesidir. Bunun için O, zahiren varmış gibi gözüken bu çatışmanın doğru olmadığını göstermek için imanî bir çok hakikati bilimsel açıdan izah etme yoluna gitmiştir. 118

Genellikle İslam alimleri münacatlarını kalbin hissiyatına uygun bir tarzda yaparken Bediüzzaman, Risale-i Nur'da kullandığı bilimsel metodu münacatına da yansıtmış, onu hem kalp hem de akıl ekseninde işlemiştir:

"Ey arz ve Semâvâtın Hâlik-ı Zülcelâl! Senin Kur'an-ı Hakîminin talimiyle ve Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın dersiyle iman ettim ve bildim ki: Nasıl semavat yıldızlariyle ve cevve-i feza müştemilatiyle senin vücub-ü vücuduna ve senin birliğine ve vahdetine şahadet ediyorlar, öyle de: Arz bütün mahlukatiyle ve ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı adedince şahadetler ve işaretler ederler." 119

E. Lâubâliler Ruhsatlarla Okşanmamalı

İrşat vadisinde, "Ruhsat azimet" dengesini bozacak telkinlerden kaçınmak esastır. İslâm dininin müsamaha ve toleransını ifade eden ruhsatlardan istifade etmek insanların hakkıdır. İmam Şa'rânî'nin de ifade ettiği gibi, dört mezhebin farklı görüşleri, ruhsatla azimetin dengesini koruyan faktörlerdir. Kuvvetliler azimeti yaşarken, zayıflar ruhsatlardan istifade edecektir. 120 Efendimiz iki husustan birini seçmede serbest bırakıldığı zaman dâima onlardan en kolayını tercih ederlerdi 121 Çünkü böyle bir tercih, kulluğun temel harcı olan acizliği idrak anlamına gelir.

Bununla beraber, emir ve yasaklar konusunda, azimeti elden bırakmış, dinî hassasiyetini kaybetmiş laubaliler, ruhsatlarla okşanılmaz. Bu gibi kimseler, Allah'a kulluk açısından henüz rüştünü ispat edememiş sakallı çocuklar hükmündedir. Bunlar, okudukları Amme cüz'ünü bir tek şekerlemeye satacak kadar ciddiyetten uzak kimselerdir.

İşte Bediüzzaman, bu konuda da farklı hastalara farklı tedavi uygulayan uzman bir hekimin tavrını sergilemiştir. O'nun bir taraftan, "Bu ahir zaman fitnesi içerisinde farzlarını yerine getiren, büyük günahlardan sakınan kimse, inşallah kurtulur" derken,diğertaraftan "Laubaliler, ruhsatlarla okşanılmaz" demesi, birçelişki değil, hastalığın durumuna göre çeşitlilik arz eden bir reçetedir.

Allah'a karşı ciddi saygılı ve büyüklüğü karşısında korku içinde olanlara sonsuz rahmetine giden ümit kapısını göstermek; dini hassasiyetini kaybetmiş kimselere ise, Allah'a karşı saygılarını artıracak azimeti ve ciddiyeti hatırlatmak gerekir. Özellikle "Sevad-ı A'zam" denilen ümmetin büyük çoğunluğunun yürüdüğü yoldan saptıracak olan sübjektif, sırf laubalileri okşamaya yönelik keyfî fetvalarla içtihatlar yapmak, irşadın temel felsefesine aykırıdır.
Bediüzzaman'ın ifade ettiği gibi, bu mânevî kış mevsiminde, bid'atların fırtına gibi estiği bir dönemde, İslâm sarayının zarar görmemesi için, küçük pencereleri bile kapatmak maslahat iken, yabancı ve yırtıcı akımların hücumuna zemin hazırlamak nevinden, yeni yeni kapılar açmak din-i mübin-i İslâm'a büyük zarardır. 122

"Her bid'at dalâlettir ve her dalâlet ateştedir"123 hadis-işerifin bu sert uyarısını gözden ırak tutmamak ve Nebevî prensip olan terğib ve terhib dengesini korumak şarttır.

F. Dünya- Ahiret Dengesi İyi Kurulmalı

"Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma." 124
âyeti, dünya ve ahîret dengesinin güzelce kurulmasına dikkat çekmekte, gerek sonsuz saadet diyarı olan âhiret hayatını ve gerekse dünya hayatını kazanmanın yolunun çalışmaktan geçtiğini göstermektedir.
"Bilinsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir." 125
âyetinde vurgulanan hususlardan biri insanın kıymetinin çalışma ile orantılı olduğu, bir diğeri de dünyada yapılan her türlü çalışmanın asıl karşılığının âhirette verileceği hususudur. Demek ki dünya ve âhiretin saadeti çalışmaya bağlıdır.
İlginçtir, Kur'an'da dünya kelimesi 115 defa, âhiret kelimesi de 115 defa geçmektedir. Bu sayısal tevafuk, insan hayatı açısından her iki dünya arasındaki dengenin önemine işarettir.
İslâm dininin beş temel esaslarından ikisinin (Hac, zekât) mâli imkânlara bağlanması, dinimizin meşru dâirede çalışıp kazanmaya verdiği önemi göstermektedir.
"Sizin en hayırlınız dünyası için ahiretini ve ahireti için de dünyasını terk etmeyendir." 126
hadis-i şerifi, çalışmayıp sırf bilinen nafile ibadetlerle meşgul olmanın bile pek makbul olmadığını göstermektedir.
Nitekim Hz. Ömer, bu çeşit insanları azarlamış ve çoluk çocuklarının geçimi konusunda "biz Allah'a tevekkül ediyoruz" demelerine karşılık da, siz müvekkil değil, müteekkilsiniz. Yani gerçek manâda Allah'a tevekkül etmiyorsunuz, aksine erkek arılar gibi başkalarının sırtından geçiniyorsunuz" demiştir.
Bediüzzaman'a göre, İslâm aleminin bugünkü perişan ve fakirlik durumu dünya ve ahiret dengesini kuramayan ve koruyamayan yanlış irşatların bir neticesidir.
"Bilinsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur." 127
âyeti insanda çalışma şevkini tahrik ettiği gibi, "Helâl dairede çalışarak kazanan, Allah'ın sevdiği kimsedir." hadisi de insana kazanma zevkini telkin etmektedir. Bununla beraber tarih içerisinde yapılan bazı yanlış telkinler sonucu Müslümanlardaki o şevk kırıldı ve o zevk de söndü. 128
Bediüzzaman, bu tür yanlış telkinlerde bulunmuş kimseleri cahillikle suçlamakta ve özellikle çağımızın gereklerini bilmemekle itham etmektedir. Bu hususları maddeler halinde sunmakta fayda vardır:
a. Bunlar "İ'lâ-yı Kelimetullah"ın şu zamanda maddî terakkiye bağlı olduğunu bilmeyen kimselerdir.
b. Bir rivayette "dünya ahiretin tarlası" 129 olarak değerlendirilmektedir. Bu kimseler, ahiretin tarlası olması itibariyle bir değer ifade eden dünyanın bu yönünü takdir etmekten acizdir.
c. Bunlar, dünya ve ahiret dengesini gözeten ve ümmetinin hem dünya hem de ahiret hayatına dikkatini çeken Hz. Peygamber (a.s.)'in "Ümmetî, Ümmetî" şeklindeki hadisin 130 sırr-ı hikmetini idrak edememişlerdir.
d. Bunlar, insanlığa hizmet aşkıyla ve hâlis niyetle yapılan çalışmanın bir ibadet olduğunu ifade eden "İnsanların en hayırlısı, insanlara en yararlı olanıdır" 131 hadisin hikmetini anlayan kimselerdir. 132
e. Bunlar, işin başlangıcında Allah'ın kâinattaki düzeninin birer parçası olan sebepleri bir kenara iten ve tembelliği ifade eden ve yanlış tevekkül anlayışı ile işin sonucuna razı olmayı ifade eden hakikî tevekkülü birbirine karıştıran kimselerdir.
f. Yine bu gibi kimseler, İslam'da kötülenen, çalışmama ve gayret göstermeme şeklideki kanaat ile, övülen ve gayretleri harekete getiren çalışmanın neticesine razı olmayı ifade eden kanaatı fark etmemektedir. Halbuki eldekine kanaat edip çalışmamak gayretsizliktir. Nitekim, tahsildeki kanaatı mahsuldeki kanaatle karıştıranlar, yaptıkları yanlış telkinlerle İslâm aleminin fakir kalmasına sebebiyet vermişlerdir. 133

G. Çağımız İnsanının Psikolojik Yapısı İyi Bilinmelidir.

Bediüzzaman'a göre, irşat açısından bu yapının en önemli iki unsuru vardır:

Birincisi: Bu asırda kitap ehli, yani mektep ehli, yani okumuşların, özellikle pozitif ilimleri pozitivist bir felsefe yaklaşımı içerisinde okumuş ve materyalist düşünceye kapılmış çok kimselerin bulunmasıdır.

Aslında ilim insanları daha mütevazı yapması gerekirken, bu asırda onları cehl-i mürekkep içinde gururlanmaya, kendine güvenmeye sevk etmiş ve teslimiyeti kırmakla bir nevi firavunluğa götürmüştür. Bunlara karşı atom bombası gibi onların çürük temellerini sarsacak bir hakikata ihtiyaç vardır ki, o dinsizlerin tecavüzlerini durdursun ve hiç olmazsa bir kısmını imana getirsin. Risale-i Nur Kur'an'ın feyziyle kâinattaki atomların sayısı kadar tevhit inancının delillerini göstermekle bu hastalığı tedavi etmeye çalışmaktadır.

İkincisi: Toplumlarda dünyayı ön plana çıkaran bir atmosferin mevcut olmasıdır. "Dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler." 134 ayetinin işaret ettiği gibi, akıbeti görmeyen ve bir gram hazır lezzeti ilerideki bir batman lezzete tercih eden insanın kör hissiyatı özellikle bu son asırda akıl ve fikre galebe çalacak bir ortam bulduğu için, Allah'a ve ahirete inananları bile dini duygulardan ve onları yaşamaktan uzaklaştırıp, dalâlet ehline uydu yapmış ve kırılacak cam parçası hükmünde olan dünya hayatını, elmas kıymetindeki ebedî saadet diyarı olan âhirete tercih ettirmiştir.İnsanları bu büyük tehlikeden kurtarmanın tek çaresi, dünyada dahi cehennem azâbını ve haramlardaki aynı lezzet içinde acıları göstermektir. Diğer bir ifadeyle Cehennemin zakkum çekirdeğini dünyaya taşıyıp göstermektir ki, Risale-i Nur bu mesleği benimsemiştir. "yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefahatten gelen tiryakiliğin inadı karşısında, Cenab-ı Hakk'ı tanıttırdıktan sonra ve cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azâbı ile insanları fenalıktan seyyiattan vazgeçirmek, ondan, belki yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da "Cenab-ı Hakk Gafur-u'r Rahimdir, hem cehennem pek uzaktır" der, sefahetine devam edebilir. Kalbi ruhu hissiyatına mağlup olur." 135

H. İrşatta Şuhûdî Metot Kullanılmalı

Bu aklı gözüne inmiş çağın insanına yapılacak irşat metodunun önemli bir yönü de Kur'an'ın kullandığı şuhûdî irşat metodudur. Bu metotta, sürekli olarak insanların gözüne ilişen varlıkların üstündeki gaflet perdesi aralanmakla, tevhidin delilleri gözler önüne serilir.

Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, zaman da bir müfessirdir. Kaydını gösterse itiraz edilmez. Meydana gelen durumlar, hadiseler ve realiteler ise, ilgili konunun anlaşılmasına yardımcı olan birer açıklayıcı faktördür. 136

Risale-i Nur külliyatının bir çekirdeği olarak telakki edilen Mesnevî-i Nûriye adlı eserinde bu metot şu sözlerle ifade edilmektedir:

"Arkadaş! Bu risale, Kur'an'ın bazı âyâtını şuhûdî bir tarzda beyan eden bir nevi tefsiridir." 137

"İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur'an'ın) gerçek (Allah'ın kelâmı) olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" 138

âyeti gibi bir çok âyet, insanın dikkatini gözle görülen bir takım gerçeklere çeviriyor. Ve bir şuhûdî metodu gösteriyor.

Bediüzzaman, Fatiha suresinden "Hamd" kavramını açıklarken şu gönüllere yer vermektedir: Kâinatta gözle görülen ve Allah'a şükretmeyi gerektiren nice nimetlerin varlığı inkar edilemez. Özellikle kan ve fışkı arasından tertemiz ve besin değeri yüksek bir gıda maddesi olan sütü, aciz ve muhtaç yavrulara göndermek gibi, bir ilim ve iradenin eseri olarak meydana gelen ihtiyarî ihsanlar, merhametli ikramlar ve ziyafetler zemin yüzünü, belki kâinatı doldurmuş. Şüphesiz bütün bu lütuflar karşısında hal ve kal diliyle yapılan hamd ve şükürler, gösterilen memnuniyetler, şüphesiz şükür ve hamde layık bir nimet vereni; yani Allah'ı gösterirler. 139

Risale-i Nur'da Allah'ın Rahman ve Rahim isimlerinin tefsiri çerçevesinde, bu sıfatların yansımalarına dikkat çekilmiş ve şuhûdî bir metotla ispatına çalışılmıştır. Uzunca bir açıklamanın kısa birkaç mevcudiyeti ve hakikati, aynen güneşin ziyası gibi görünür. Ve ziyanın güneşe kat'i şahadeti misilli, bu geniş rahmet dahi, perde arkasında kısmı rızktır ki, Rahman'a Rezzak mânâsı verilir. Rızk ise, o derece zâhir bir Rezzak-ı Rahîm'i gösterir ki, zerre kadar şuuru bulunan tasdike mecbur olur."140

SONUÇ

"Din nasihattır" buyuran efendimizin bu ifadesinden de anlaşıldığı üzere irşat, insanın ferdî ve içtimâî hayatının bütün safhalarını kapsayan çok geniş ve girift bir konudur.

Altı bin küsür sayfa tutan Bediüzzaman'ın eserlerinde işlenen konuların asıl hedefi, insanlara Kur'an'ın cihan-şümul mesajlarını aktarmaktır. Böyle geniş bir yelpazede yer alan bir hakikati, sınırlı zaman ve mekân (sayfalar)a yerleştirmenin zorluğu hatta imkânsızlığı ortadadır. Bu sebeple yaptığımız çalışma sadece irşadın anatomisine işaret ederek mânevî kimliğini göstermekten ibarettir.

Bu çerçevede ortaya koyduğumuz hususlar, şunu göstermiştir ki Bediüzzaman, mevcut literatürdeki irşat metodu ile yetinmemiş, Kur'an'a has yeni bir yolu keşfetmiş ve teslimiyet kırılmış çağımızdaki akıl ve kalbin arzu ve isteklerini kavramış ve Kur'an'ın mesajlarını asrın idrâkine sunmuş bir mürşittir.

Çağın en büyük hastalığının maddeci fen ve felsefeden gelen dalâlet olduğunu gören Bediüzzaman, irşat vadisinde giriştiği ıslâh hareketinde akıl kalb ve vicdana hitap etmesini bilmiş, Kur'anî bir perspektifle onların fıtrî ihtiyaçlarını tatmin edecek mantıkî ve şuhûdî istidlal metotlarını öyle geliştirmiştir ki, Hz. Musa'nın asası gibi vurduğu her yerden hayat suyunu çıkarmıştır.

Böylece insanın yaradılışında var olan gerçekleri öğrenme arzusunu, Kur'an'ın "kavl-i Leyyin" dediği tatlı bir üslupla gerçekleştirmiş ve eserlerini okuyanları tarifi imkânsız hazlara kavuşturmuştur. Bugün dünyanın çeşitli yerlerinde milyonlarca insanın usanmadan, büyük bir iştiyakla Risale-i Nur eserlerini okumalarının altında yatan gerçek şudur: Said yok, Said'in ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakaik-ı Kur'aniyedir.

Kaynaklar:

** 1953 yılında Bingöl'ün Gözer köyünde doğdu. 1984 yılında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 1990 yılında Marmara Üniversitesinde Yüksek Lisansını, 1997 yılında Sakarya Üniversitesinde Doktorasını verdi. Halen Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır. "Namazın Sayısal Mucizesi" adlı eseri vardır.

2 el-Beled, 90/8-10.
3 el-İnsan, 76/2.
4 Uludağ, Süleyman, İslâm'da İrşad, 34, İst., 1997.
5 Buhârî, Cuma, 11; Müslim, İmaret, 5.
6 Uludağ, 22.
7 bk. Buhârî, Ahkâm, 43; Müslim, İmân, 95.
8 Zariyat, 51/55.
9 Bakara, 2/231.
10 Nahl, 16/125.
11 el-Enbiyâ, 21/107
12 bk.Abdulkerim Zeydan, tebliğ, trc. Dr. Ruhi Özcan, İstanbul, 1979, 442.
13 bk. BediüzzamanSaidNursi, İşaratu'l-İ'caz, 19. (Not: Basım yeri belirtilmeyen Risale,i nur kaynakları Envar Neşriat'a aittir..
14 bk. Nursi, a.g.e., 15
15 Nisa, 4/58.
16 Uludağ, a.g.e, 48.
17 Bakara, 2/2.
18 krş. Nursi, İşarat'ul-İ'caz, 23.
19 Buhârî, Nikah, 1.
20 Tirmizî, Zühd, 29.
21 Fussilet, 41/34-35.
22 En-Nisa, 4/136.
23 Nursi, Mektûbat, 58
24 el-Ankebût, 29/46.
25 el-Bakara, 2/3.
26 Nursi, İşarat'ul-İ'caz, 50.
27 Al-i İmran, 3/64.
28 Nursi, Sözler, 407.
29 bk. Nursi, Mesnevi-i Nuriye, 252.
30 en-Nahl, 16/125.
31 Fussilet, 41/34-35.
32 Müslim, Müsâfirin, 139; Tirmizi, Birr, 69.
33 Gazalî, İhya, II/ 309
34 Nursi, Sözler, 269. Ayrıca bk. Sözler, 5, 59.
35 Nursi, Mektûbat, 70.
36 eş-Şuarâ, 26/214-215.
37 bk. Kastamonu L., 20.
38 Uludağ, 205.
39 Hud, 11/29,51.
40 Yâsin, 36/21.
41 Nursi, Mektûbat, 70..
42 Nursi, Barla Lah., 123.
43 Nursi,Tarihçe-iHayat, 629-630.
44 Nursi,Emirdağ-II,152.
45 Ahkaf, 46/9.
46 Ahkaf, 46/13.
47 Nursi, Nur'un İl Kapısı, 23.
48 Nursi, Mesnevî-i Nuriye, 218.
49 Şuarâ, 26/215-216.
50 Kasas, 28/83.
51 bk. Nursi, lem'alar, 151.
52 el-Ahzap, 33/21.
53 Hûd, 11/88.
54 Saf, 61/2-3.
55 İnsan, 76/2.
56 krş. Nursî, Lem'alar, 58.
57 Al-i İmran, 3/31.
58 Nursi, Lem'alar, 57.
59 Al-i İmran, 3/32.
60 en-Nisâ, 4/80.
61 el- Haşr, 59-7.
62 el-Fetih, 48/10.
63 Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, 80-81.
64 bk. Nursi, Muhâkemat, 50-52.
65 Uludağ, 188.
66 Buhârî, Talak, 26; Müslim, Lian, 18.
67 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/256-257.
68 Nursi, Mektûbat, 64.
69 el-Ahkaf, 46/4.
70 Nursi, Muhâkemat, 36.
71 Nursi, Asa-yı Musa, 20.
72 Tâhâ, 20/44; kısa için bk. Gazalî, İhyâ, II/329.
73 Uludağ, a.g.e. 60.
74 Zümer, 39/9.
75 Naziat, 40-41.
76 Müslim,Tevbe, 23.
77 A'raf, 7/99.
78 Yusuf, 12/87.
79 Zümer,39/53.
80 Nursi,Tarihçe-iHayat, 95.
81 bk. Nursi,Sözler,721.
82 bk. Nursi,Asâr-ıbediiyye, 80.
83 A'râf.7/156.
84 Buhâri,Tevhid, 55.
85 el-İsrâ,17/23.
86 el-Hicr, 49/12.
87 bk. Nursi,mektûbat,275-276.
88 Nursi, Mektubat, 356.
89 Nursi,Tarihçe-iHayat, 90.
90 el-Ahzap, 33/21.
91 Nursi,Tarihçe-iHayat, 90.
92 Nursi,Sözler,50.
93 Nursi,Sözler,52.
94 Nursi,Sözler,65.
95 Nursi,Şualar,517.
96 el-Enbiyâ,21-22.
97 es-Sâbûnî,Safve, II/258,Dımeşk,1406/1986.
98 Nursi,Şualar,128.
99 en-Nahl, 16/125.
100 Nursi, Sunuhat, 109.
101 Fussilet, 33.
102 el-Bûtî,39-40.
103 En'am, 133.
104 A'raf, 156.
105 Tirmizi,menakıb,73.
106 Gazalî, İhya,II/330.
107 krş. el-Bûtî,52.
108 Nursi, Lem'alar, 152.
109 el-Bûtî,64.
110 Nursi,Sözler,706.
111 bk. EbuDâvud,e's-Sunna, 3.
112 bk. Nursi, Kastamounu L., 122-123.
113 bk. Nursi,mektûbat,48-49.
114 Nursi, Sikke-i tasdik-i Gaybi, 188.
115 Nursi, mektubat, 265.
116 el-Bûtî,69-70.
117 Nursi,Tarihçe-iHayat, 64.
118 bk. Nursi,Tarihçe-iHayat, 91.
119 bk. Nursi,Şualar,46.
120 bk.Şa'rânî, el-Mizânu'l-Kubrâ,5.(basımyeri ve tarihi yok).
121 bk.el-Buhâri,kitabu'l-edeb, 80.
122 bk. Nursi,Sözler,480.
123 en-Nesâi, kitabu'l-îydeyn,22
124 Kasas, 28/77.
125 Necm, 53/39/40.
126 Aclûnî,I/393.
127 Necm, 53/39-40.
128 bk. Nursi,Münazarat (İçtimâî reçeteler-II,Tenvirnşr.)52.
129 AclûnîI/412.
130 Buhârî,Tevhid, 36.
131 Aclûnî,I/393.
132 bk. Nursi,Münazarât,a.g.y.
133 krş.Nursi,Münazarât,a.g.y..
134 İbrahim,14/3.
135 bk. Nursi, Hutbe-iŞamiye (İçtimâî reçeteler-II),93-97.
136 Muhâkemat,22-23;Lemeât,780.
137 Mesnevî,75.
138 Fussilet, 41/53.
139 Şualar,511/512.
140 a.g.e., 512.
Kategorileri:
Okunma sayısı : 9.628
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

karolin

Hepiniz gözetmensiniz ve hepiniz maiyetinizdekileri gözetmekle sorumlusunuz."

Bir aile reisi, evlatlarından sorumludur. Ama evlatlarının neslinden sorumlu değildir o zaman. O nesilden o neslin anne babaları sorumludur. Mesela günlük hayatta görüyorum. Bir nene dede, torunları dahi aile olmuş ve o ailenin nesli de açık saçık olmuş. Artık o nene dedenin sorumluluğunda değildir o nesil. O dedeler, neneler ancak çocuklarının nesline lisanı hal ile örnek olabilir, duacı olabilir, başka türlü örnek olamaz.laf söylese sui tesir eder. Herkes maddeten manen sorumluluğu olan çocukları ile yükümlüdür diye anladım. 

Yanlışım var mı? 

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Sorularla Risale
Doğrudur. 
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yükleniyor...