KUR'ÂN'IN ALLAH KELÂMI OLDUĞUNU İSPATTA BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ'NİN ORİJİNAL BİR USÛLÜ
İcaz-ı Kur'ân disiplini, Kur'ân-ı Kerimin Allah kelâmı olup, benzeri bir söz söylemenin beşer takatı haricinde olduğunu ispatlamaya çalışır. Kur'ân-ı Kerimde müteaddit âyetler, Kur'ân'ın Allahın vahyi ve Hz. Muhammed'in (a.s.m.) onun resulü olduğundan şüphe eden edipleri Kur'ân'a benzer bir söz söylemeye çağırır. Bu meydan okuma (tehaddî) gerek Asr-ı Saadette, gerek o asırdan beri günümüze kadar devam eden zaman boyunca cevapsız kaldığından Kur'ân'ın i'cazı ortaya çıkmıştır. İcaz ile meşgul olan âlimlerimiz onun mucizevî özelliğini, esas itibariyle belagatinde aramışlardır. Belagat, halin gerektirdiğine uygun söz söylemek demek olup, güdülen maksada, en etkili bir ifade ile ulaşmayı hedefler.
Beliğ kelâmın özelliklerini ortaya koymak için beyan, bedi, meani ilimleri geliştirilmiş, kelâmlar bu ilimlerdeki kıstaslara göre değerlendirilmişlerdir. Fakat belagatin geçerli sübjektif kıstasının, zevkedilip anlatılması zor olan bir özellik olduğunu unutmamak gerekir.
İyi bir dil ve belagat öğrenimi görüp, büyük bir tecrübe birikimine sahip olanlar bile böyle derse Arap edebiyatına vâkıf insanların hayli azaldığı bir ortamda Kur'ân belagatini kimlerin tadabileceği sorusu kaçınılmaz olacaktır.
Daha önceki dönemde Kur'ân'ın belagatini anlama işinde Arap olmayanlar Araplara istinad ediyorlardı. Yani diyorlardı ki: Her ne kadar biz Arap edebiyatına vâkıf değilsek de, Kur'ân'ın Arapça kelâmlar içinde eşsiz olduğu ve onun ifade tarzına, üslubuna ulaşan bir kelâm bulunmadığı Araplarca bilinmekte, anlaşılmaktadır.
Fakat şimdi Araplar da edebî zevkten, Arap dili ve belegatının imkânlarından, Arap ifade uslüplarından uzaklaşınca Kur'ân belagatini takdir etmekten aciz olduklarını söylemektedirler. Hatta bu sebepten ötürü, Kur'ân'ın i'cazını anlamanın başlıca yolunun, ondaki gaybî haberleri, fennî keşiflere yapılan işaretleri gözönünde bulundurarak, zamanın bütün kitapları aşındırmasına rağmen Kur'ân'ı eksitmediğini görerek, bu harikulade vasfın, ancak Allah'ın vahyedilen kelâmı olmasıyla izah edilebileceğini göstermekolduğunu söyleyen birçok Arap görmüşümdür. Bu fikre büyük ölçüde benim de katıldığımı ifade etmek isterim. Üstad Bediüzzaman Said Nursî'de i'cazı her yönü ile anlatmaya çalışmış, nazım ve belagat cihetinin yanında bilhassa camiiyyet, şebabet, beşer ihtiyacına kifayet, fennî keşiflere dair ihbarat yönleri üzerinde de durmuştur.
Fakat biz bu tebliğde onun i'cazını anlatırken kullandığı kendine mahsus bir üsluba ve diyalektiğe dikkat çekmek istiyoruz. Asrımızda yaşayan Müslümanlar, Türk, Arap, Acem... bütün Müslümanlar bu üsluba oldukça muhtaç görülmektedirler. Zira Kur'ân'a dair çok şüphe ortaya atılmaktadır. Öyle ki onun i'cazı bir tarafa, Allah katından geldiği meselesi bile inkâr edilmekte, bu hususta müminler arasında birtakım şüpheler kasıtlı olarak yayılmaktadır.
Kur'ân'daki mevzuların beşeri eserlerdeki konulara benzemesi, ondaki ifade tarzlarıın beşerin ifadeleri gibi olması, objektif ve önyargısız bakılması halinde bunun böyle anlaşılacağı, hatta anlatımda zaman zaman insicamın kaybolduğu, konudan konuya geçildiği, netice itibariyle insanlardan nice akıl, fikir ve ilim sahiplerinin de Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu kabul etmedikleri, hatta çok Müslümanların da İslâmın istediği tarzda Kur'ân'ın ulviyetini anlamayıp şüpheler içinde yuvarlandıklarını ileri sürmektedirler.
Bu sualler şeytanın, 20. asırda yaşayan Müslümanların, genel olarak tüm insanlığın önüne koyduğu tuzaklar olup gerçekten birçok kimse, bu suallerin ağırlığı altında ezilmişlerdir. Fakat Üstad Bediüzzaman bu sualleri öylesine tahlil edip ele almıştır ki, onların tutarsız olan taraflarını ortaya koymuş gerçek sual olmayan, tuzak sualleri tersine çevirerek, şeytanın kemendini kendi başına dolamıştır. Neticede İ'cazı reddettirmek için vasıta yapmak istediği o soruları, Kur'ân'ın Allahkelâmı olduğuna ispata götüren yollar haline getirmiştir. Ayrıca bunlar dil ile ilgili konular omadığından, Arapça bilmeyi gerektirmediğinden, konuları kavramayı her dilden insana mümkün kılmıştır.
Bu sual ve cevaplar onun başından geçen bir hayali vakada cereyan ettiğinden, yaşanmış bir tecrübe kuvvetini ve heyecanını da dile getirdiğinden, oldukça etkileyicidir. Camide huşu içinde Kur'ân dinlerken şeytan bu şüpheleri, sûret-i haktan görünerek ufaktan ufağa ilka etmiş, cevaplarını aldıkça sepetindeki bütün pamukları dökmüş, sonunda süklüm büklüm uzaklaşmıştır. Şeytanın vesvesesini reddetmesinden hemen sonra, yapılan tartışmayı mücmel olarak 1920'de Lemeat'da yazdı. Öyle anlaşılıyor ki istifade edenlerin daha yaygın olması için bu sefer biraz daha tafsilatlı olarak on yıl sonra, yazdıklarını genişleterek Mektubat isimli eserinde istifadeye sundu.
Bunları müellif soru cevap tarzında şeytanla ciddi bir tartışma sûretinde yazmıştır ki bunun, ilgi çeken, şevk veren bir uslüp olduğu malumdur. Şimdi bunu bir değerlendirme şekline dönüştürüp monoton bir tarzda benim, indirek bir uslüpla anlatmam sıkıcı olacaktır. Bilindiği üzere okuyucuların ilgisini çekmek için monoton bir fikir serdi, zaman zaman yazarlar ve hatipler tarafından sual cevap haline getirilir.Bu konu ise, zaten aslında sual-cevap tarzında te'lif edilmiştir. Onun için ben indirek uslüp yerine, direk uslübu kullanacağım. Sadece özetleyip sadeleştirmekle yetineceğim. Ta ki tartışma heyecanını değerli muhataplarım seyretme imkânı bulabilsinler.
Şeytan şöyle dedi:
- Sen Kur'ân'ı pek üstün, çok parlak görüyorsun. Tarafsız düşün, yani bir de beşer kelâmı olduğunu farzet. Acaba o meziyetleri görecek misin?
Gerçekten ben de ona aldanıp beşer kelâmı farzettim. Gördüm ki: Nasıl meselâ Bayazıt'ın elektrik akımı kesilince ortalık karanlığa düşer. Aynen onun gibi böyle bir bakış ile Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki benimle konuşan şeytandır. Beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'ân'dan medet istedim. Birden kalbime bir nur geldi, güçlü bir müdafaa kuvveti verdi. Şeytana dedim ki:
- Ey Şeytan! Tarafsız muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insanlardan olan maiyyetinin uygulandığınız tarafsızlık, aykırı tarafı tutmaktır. Muvakkat bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a beşer kelâmı diye bakmak, aykırı tarafı esas tutmaktır. Batılı benimsemedir.
Gerçekten bu noktada insan, tarafsızlık aşkına Şeytana aldanabilir. Oysa hakla batıl konusunda tamamen tarafsız olmak makul olmaz. Meselâ, kâinat vardır ve bunda kudret, ilim, sanat, hikmet, irade her taraftan tezahür etmektedir. Bunlar da bu nizamın bir Yaratıcısı olmasını gerektirir. Şimdi en basit bir masanın, bir saatin bile ustasız olamayacağını hayat boyunca tecrübe edip bilirken, bunlar hakkında ustanın varlığı ile yokluğunu eşit durumda düşünmezken, ondan yüzlerce defa daha hârika olan kâinat nizamını incelerken, tarafsız muhakeme adına, Yaratıcının varlığı ile yokluğunu müsavi saymak, asla makul olamaz. Şu halde, bütün tecrübe ve gözlemimiz Yaratıcısının varlığı yönünde olduğundan, bu yönde delil varsa, onlar da öbür delillere eklenmelidir. Yokluk tarafına delil olursa, ancak bu durumda o delil üzerinde düşünmelidir.
Keza Kur'ân muazzam bir eserdir. Kâinatın Yaratıcısına layık bir açıklamadır. On dört asırlık tecrübe de bunu göstermiştir. Zira ona uyanlar manen ve maddeten yükselmişlerdir. Böyle olunca ve bizim ferdî gözlem ve değerlendirmemiz de genel kanaate uyuyorsa, bu taraf ağır basmalıdır. Gerekçesi olmaksızın, olumsuz tarafı tutmak menfiliktir, münkirliktir. Faraza, ona lâyık olmayan yönler bulunursa, ancak o takdirde, bu delil değerlendirmeye katılmalıdır. İşte bir kere de böyle yapınca, göğe layık olan ve gökte bulunan yıldızı yere indirdikten sonra, bütün deliller kuvvetinde bir tek kuvvet lâzımdır kionu semaya yerleştirebilsin. Bu da adeta imkânsız bir şeydir.
Şeytan:
- Öyle ise beşer kelâmı farzetmekten vazgeçelim, ne Allah'ın kelâmı, ne de beşerinki deme. Ortada farzet!
Ben dedim:
- O da olamaz. Zira bir malda iki kişi hak iddia ettiğinde bakılır: İki dâvâcı biribirine yakın ise, o vakit o mal ya bir başkasının elinde kalır veya ikisinden başka birinin elinde veya her ikisinin elleri yetişecek tarzda bir yere bırakılır. Çünkü ortada bırakmak mümkün değildir. İşte Kur'ân pek kıymetli bir maldır. Beşer kelâmı, Cenab-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf öylesine uzaktır. İşte seradan Süreyya'ya kadar, birbirinden uzak o iki taraf arasında bırakmak mümkün değildir.
Hem ortası yoktur. Zira varlık ve yokluk gibi iki zattır. Öyle ise Kur'ân için elsahibi (zilyed) Allahın tarafıdır. Öyle ise onun elinde bırakılıp öylece isbat delillerine bakılır. Eğer öteki taraf onun kelâmullah olduğuna dair bütün delilleri birer birer çürütürse, ancak o zaman elini ona uzatabilir! Yoksa uzatamaz.
Heyhat! Binlerce kat'i burhanların mıhlarıyla Arş-ı azama çakılan bu pırlantayı, bütün münkirler biraraya gelse bile ellerini uzatıp oradan ayıramazlar.
İşte ey şeytan! Sana rağmen, insaflı kişiler bu sûretle olan, gerçekçi muhakeme ile durumu değerlendirirler. Küçük küçük delillerle devamlı sûrette imanlarındaki yakîn fazlalaşır.
Çok kişi tarafından taşınan bir yükü, meselâ değerli bir naaşı götürenler pek ağırlık hissetmezler. Her biri parmağının ucunu dokundurması ile tabut havada gider. Fakat tabut yere indikten sonra, güçlü de olsa bir kişinin kuvveti onu kaldırmaya yetmez.
Kur'ân beşer kelâmı farzedilse, yani Arşa bağlı o muazzam pırlanta yere atılsa, çok burhanların sağlamlığında bütün mıhların kuvvetinde birtek burhan lâzım gelir ki, onu yerden kaldırıp Arş-ı maneviye çıkarabilsin. Bunu başarmak ise pek zor olduğundan, bu zamanda çok kimse imanını kaybetmektedir.
Şeytan dönüp dedi:
- Kur'ân beşer kelâmına benziyor, onların konuşmaları şeklindedir. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah'ın kelâmı olsa, Ona yakışmalı, her yönden harikulade olmalı. Nasıl Onun sanatı beşer sanatına benzemiyorsa kelâmı da benzememeli?
Cevaben dedim:
- Nasıl Peygamberimiz (a.s.m.) mucizeleri ve hasaisi dışında aynen diğer insanların tabi olduğu şartlara tabi olurdu. Bunun hikmeti: Ümmetinden olan insanların maruz kalacağı herşeye maruz kalarak, bütün o durumlarda insanlara örnek tutumu göstermesidir. Yoksa örnek alınamazdı. İşte Kur'ân-ı Kerim de bütün insanlara ve cinlere rehberdir. Zira bütün âlem dersini ondan öğreniyor. Meselesini onun lisanıyla zikrediyor, âdâb-ı muaşereti bile ondan öğreniyor.
Hz. Musa'nın (a.s.) Tûr-i Sina'da işittiği kelâmullah tarzında olsa idi, beşeriyet onu dinlemeye tahammül edemezdi. Keza işlerinde, ihtilaflarında Ona başvuramazlardı.
Nitekim, özellikle Arapça bilmeyen bizim gibi milletlerin çocukları, Kur'ân'ı bir nağme, lahuti bir şey sanır. Şahsen ben ortaokul çağımda Kur'ân'ı böyle düşünmüşüm. Birgün âyetin mealini işitip onun da bizim konuşmalarımızda olduğu gibi mânâsının olduğunu öğrenince hayli tuhaf olmuştu. Benzeri halet-i ruhiyeyi müteaddit şahıslardan işittim. Bu durum şunu gösteriyor: Çocukları küçük yaştan Kur'ân'ın mânâsı ile tanıştırmalıyız.
İşte şeytan bundan bir yol bulmaya çalışarak, Kur'ân tamamen farklı değil, insanların konuşmaları tarzında, diye insanı şoke etmek istiyor.
Üstad Bediüzzaman ise, Şeyta'nın bu silahını onun aleyhine döndürüyor: Bizim anladığımız, konuştuğumuz mânâda kelâm olmayacak ne demek? Elbette olacak! Ya ne zannediyorsunuz? Böyle olmazsa asıl o zaman eksiklik olurdu. Kur'ân sadece okunup dinlenen bir nağmeden ibaret değil, hakikatleri insanlara ders veren bir kelamdır, bir kitapdır" diye susturuyor.
Fakat Kur'ân beşer kelimelerini istiare etse de, onun yeri hep müstesna kalır: Mensuplarının örnek alma, muarızlarının ona benzer söz söyleme gayretlerine rağmen 1400 seneden fazla zaman boyunca yazılmış Arapça kitaplardan hiçbiri Kur'ân'a benzemez. Demek ki Kur'ân beşer dilini kullanmasına rağmen beşer kelâmından farklıdır. Bu farklılığı sıradan bir insan bile ayırd edebilir."
Şeytan yine dönüp dedi ki:
- Kur'ân'daki meselelerin benzerlerini bazı zatlar din namına söylüyorlar. İnsanları din yolu ile düzeltmek isteyen bir beşer böyle bir kitap hazırlamış olamaz mı?
Cevab: Evvela, dindar bir insan, dine bağlılığı sebebiyle, hakikat budur der. Allahın emri böyledir der. Yoksa Allahı kendi keyfine göre konuşturmaz. Kur'ân, Allah adına yalan uydurandan daha zalim kimse olamaz, derken dine inanan bir insan hiç bunu yapabilir mi?
Saniyen: Birbirine seviyesi yakın olanlar birbirlerini taklid edebilir, fakat bu da muvakkat olur. Zira dikkatli kimseler çok geçmeden işin farkına varırlar. Şayet sahtekârlık ederek bir kimse, seviyece çok altında olduğu birinin kılığına girecek olursa, meselâ bir çoban, kendisini İbn Sina diye kabul ettirmek istese, zaten hiç kimseyi kandıramaz, etrafa maskara olur. İşte Kur'ân-ı beşer kelâmı farzeden kimse, adeta bir ateş böceğinin rasadçılarca bin sene boyunca gerçek yıldız göründüğünü kabul etme durumuna düşer. Sahtekâr bir müstahdem, bir ömürboyu, profesör kürsüsünde ders verdiği halde hiç falso yapmasın, hep doğru bilgiler versin. Sorulan sorulara doyurucu cevaplar versin. Bu mümkün olan bir şey değildir.
Salisen: Kur'ân'ın beşer kelâmı olduğunu farzetmek, tesirleriyle insanlara hayat ve mutluluk veren bir eserin, etrafını almış bulunan dikkatli, meraklı, üstün zekâların senelerce inceledikleri halde hiçbir yapmacık göremediklerini kabul mânâsına gelir ki, mümkün değildir.
Rabian: Hayatı tam bir denge ve intizam içinde geçen, bedevileri medeni milletlere Üstad eyleyen, prensipleri ile İslâm ordusunu iki cihanı fethedecek bir nizama kavuşturan, o muazzam ordunun bütün ferdlerinin akıllarını, kalblerini, ruhlarını terbiye edip geliştiren, ahlâkın en ileri derecesinde olan, yakından tanıyanlara uğrunda canlarını feda ettirecek derecede kendisini sevdiren, Muhammedul emini, haşa, Allah'ı bilmez, Allah'tan korkmaz ve Allah adına yalanı, rahatlıkla uydurup söyler kabul etmek lâzım gelir ki yüz derece imkânsızdır.
Çünkü bu meselenin ortası yoktur: Kur'ân ya Arştadır. Yahut yerdedir. Arştan düşerse ortada kalmaz. Yerdeki en sahtekâr birinin, en düzmece bir uydurması saymak gerekir. Yüz derece şeytanlıkta ileri gitsen bile, bozulmamış hiç bir aklı kandırıp bu iftiraya inandıramazsın.
Şeytan:
- Nasıl kandıramam; işte insanların en zekilerinden bir çoğuna Kur'ân'ı ve Muhammed'i inkâr ettirdim.
Cevap
a) Evvela: Çok uzaktan bakınca, en büyük şey, en küçük şey görünebilir. Dünyadan daha büyük bir yıldız, uzaktan bir mum kadardır denilebilir.
b) Sathi birnazarla, muhal bir şey mümkün zannedilebilir.
c) Kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Adem-i kabul bir ilgisizlik, cehilce bir hükümsüz inkâr eden kabul-i adem içindedir, aklı hareket etmeye mecburdur. Aklını kaybetmedikçe de bunu kabul edemez. Hem ey şeytan! Batılı hak, muhali mümkün gösteren gaflet, dalalet, safsata, inad, mağlata, mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, imkânsızlıklar ihtiva eden küfür ve inkârı, bedbaht insanlara yutturmuşsun.
d) Kur'ân'dan istifade eden, onu en parlak rehber görerek, ilimde, irfanda, ahlâkta yükselen milyonlarca örnek insanı bu vasıflarının zıdları ile tavsif etmeyi gerektirir ki aklı olan hiç kimse bunu iddia edemez.
Elhasıl:
Sıradan kimse Arapça binlerce kitabı ve Kur'ân'ı okuyup dinledikten sora: "Kur'ân hiç birine benzemiyor, ya hepsinin dûnundadır veya fevkindedir. Altında olduğunu düşmanları bile iddia edemediğine göre, hepsinin üstündedir."
İşte ilm-i usul ve fenn-i mantıkça, sebr ve taksim denilen en kat'i hüccetle deriz ki: Kur'ân ya Rabbülalemine yakışan kelâmıdır, yahut ahlâksız, Allah'tan korkmaz, insanlardan utanmaz birinin düzmesidir. Geçen delillere karşı sen bunu diyemedin ve diyemezsin. Öyle ise, Rabbimizin kelâmıdır. Çünkü bu işin ortası yoktur, ortası olması da imkânsızdır.Kur'ân ve Hz. Muhammed aleyhinde bu iddiayı ileri sürecek kimse çıkamaz. Avrupa filozofları ve Asya münafıkları bile diyorlardı: "Muhammed çok akıllı idi, güzel ahlâklı idi." Mademki bu mesele iki şıkka münhasırdır ve madem ikinci şık imkânsızdır, madem bumeselenin ortası yoktur. Öyleyse Kur'ân Kelâmullah, Muhammed Resulullahdır.
İşte ey şeytan! Şimdi başka bir sorun varsa söyle!
- Bunlara karşı gelemem. Fakat çok ahmaklar var ki beni dinliyorlar. Ve insan sûretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar ve filozoflardan çok firavunlar var, benliklerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar. Senin sözlerin gibi eserlerin yayılmasına sed çekerler. İşte bundan ötürü, sana teslim-i silah etmem!
Görüldüğü gibi, merhum Bediüzzaman'ın bu delilinin hülasasının hülasası şudur: Kur'ân ya Rabbü'l-âleminin sözüdür yahut beşeriyet içinde-hâşâ-en sahtekâr, en ahmak, en utanmaz, Allah'ı tanımaz ve Onu saymaz birinin düzmecesidir. İkinci ihtimali en azılı bir düşman, en inatçı bir münkir bile iddia etmemiş ve edememiştir. Bilakis Hz. Muhammed'in (a.s.m.) Resulullah olduğunu kabul etmeyenler onun akıllı, tedbirli, güzel ahlâklı, dürüst olduğunu söylemişlerdir. Oysa birinci ihtimal lehinde büyük küçük pek çok delil vardır. Yani Kur'ân, Âlemlerin Rabbine yakışan bir kelâmdır. Öyleyse ikinci ihtimal bâtıl olduğuna göre, ister istemez birinci önermenin doğruluğu kesinleşmektedir. Böylece, Arap dili ve belagatına vakıf olmayan Kur'ân talebeleri bile hizb-i şeytanı susturacak bir hüccet elde etmektedirler.