بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَلرَّحْمٰنُ - عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ - خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
فَنَحْمَدُهُ مُصَلِّينَ عَلٰى نَبِيِّهِ مُحَمَّدٍن الَّذِۤى اَرْسَلَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَجَعَلَ مُعْجِزَتَهُ الْكُبْرَى الْجَامِعَةَ بِرُمُوزِهَا وَاِشَارَاتِهَا لِحَقَائِقِ الْكَائِنَاتِ بَاقِيَةً عَلٰى مَرِّ الدُّهُورِ اِلٰى يَوْمِ الدِّينِ وَعَلٰى اٰلِهِ عَامَّةً وَاَصْحَابِهِ كَافَّةً.
!اَمَّا بَعْدُ؛ فَاعْلَمْ
اَوَّلاً: اَنَّ مَقْصَدَنَا مِنْ هٰذِهِ اْلاِشَارَاتِ تَفْسِيرُ جُمْلَةٍ مِنْ رُمُوزِ نَظْمِ الْقُرْاٰنِ؛ ِلأَنَّ اْلاِعْجَازَ يَتَجَلّٰى مِنْ نَظْمِهِ. وَمَا اْلاِعْجَازُ الزَّاهِرُ اِلاَّ نَقْشُ النَّظْمِ.
وَثَانِياً: اِنَّ الْمَقَاصِدَ اْلاَسَاسِيَّةَ مِنَ الْقُرْاٰنِ وَعَنَاصِرَهُ اْلاَصْلِيَّةَ اَرْبَعَةٌ: اَلتَّوْحِيدُ وَالنُّبُوَّةُ وَالْحَشْرُ وَالْعَدَالَةُ؛ ِلاَنَّهُ:
لَمَّا كَانَ بَنُو اٰدَمَ كَرَكْبٍ وَقَافِلَةٍ مُتَسَلْسِلَةٍ رَاحِلَةٍ مِنْ أَوْدِيَةِ الْمَاضِى وَبِلاَدِهِ، سَافِرَةٍ فِى صَحْرَاۤءِ الْوُجُودِ وَالْحَيَاةِ، ذَاهِبَةٍ اِلٰى شَوَاهِقِ اْلاِسْتِقْباَلِ، مُتَوَجِّهَةٍ اِلٰى جَنَّاتِهِ، فَتَهْتَزُّ بِهِمُ الْمُنَاسَبَاتُ وَتَتَوَجَّهُ اِلَيْهِمُ الْكَائِنَاتُ. كَأَنَّهُ اَرْسَلَتْ حُكُومَةُ الْخِلْقَةِ فَنَّ الْحِكْمَةِ مُسْتَنْطِقًا وَسَاۤئِلاً مِنْهُمْ بِـ "يَا بَنِى اٰدَمَ! مِنْ أَيْنَ؟ اِلٰى أَيْنَ؟ مَاتَصْنَعُونَ؟ مَنْ سُلْطَانُكُمْ؟ مَنْ خَطِيبُكُمْ؟"
فَبَيْنَمَا الْمُحَاوَرَةُ، اِذْ قَامَ مِنْ بَيْنِ بَنِى اٰدَمَ - كَأَمْثَالِهِ اْلأَمَاثِلُ مِنَ الرُّسُلِ اُولِى الْعَزَاۤئِمِ - سَيِّدُ نَوْعِ الْبَشَرِ مُحَمَّدٌن الْهَاشِمِىِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ بِلِسَانِ الْقُرْاٰنِ:
"اَيُّهَا الْحِكْمَةُ ! نَحْنُ مَعَاشِرَ الْمَوْجُودَاتِ نَجِئُ بَارِزِينَ مِنْ ظُلُمَاتِ الْعَدَمِ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِ اْلاَزَلِ، اِلٰى ضِيَاۤءِ الْوُجُودِ.. وَنَحْنُ مَعَاشِرَ بَنِى اٰدَمَ بُعِثْناَ بِصِفَةِ الْمَاْمُورِيَّةِ مُمْتاَزِينَ مِنْ بَيْنِ اِخْوَانِنَا الْمَوْجُودَاتِ بِحَمْلِ اْلاَمَانَةِ.. وَنَحْنُ عَلٰى جَناَحِ السَّفَرِ مِنْ طَرِيقِ الْحَشْرِ اِلَى السَّعَادَةِ اْلاَبَدِيَّةِ، وَنَشْتَغِلُ اْلاٰنَ بِتَدَارُكِ تِلْكَ السَّعَادَةِ وَتَنْمِيَةِ اْلاِسْتِعْدَادَاتِ الَّتِى هِىَ رَاْسُ مَالِنَا.. وَاَناَ سَيُّدُهُمْ وَخَطِيبُهُمْ. فَهَا دُونَكُمْ مَنْشُورِى! وَهُوَ كَلاَمُ ذٰلِكَ السُّلْطَانِ اْلاَزَلِىِّ تَتَـَلأْلأُ عَلَيْهِ سِكَّةُ اْلاِعْجَازِ. وَالْمُجِيبُ عَنْ هٰذِهِ اْلاَسْئِلَةِ الْجَوَابَ الصَّوَابَ لَيْسَ اِلاَّ الْقُرْاٰنُ، ذٰلِكَ الْكِتَابُ..
كَانَ هٰذِهِ اْلاَرْبَعَةُ عَنَاصِرَهُ اْلاَسَاسِيَّةَ.
فَكَمَا تَتَرَاۤءٰى هٰذِهِ الْمَقَاصِدُ اْلاَرْبَعَةُ فِى كُلِّهِ، كَذٰلِكَ قَدْ تَتَجَلّٰى فِى سُورَةٍ سُورَةٍ، بَلْ قَدْ يُلْمَحُ بِهَا فِى كَلاَمٍ كَلاَمٍ، بَلْ قَدْ يُرْمَزُ اِلَيْهَا فِى كَلِمَةٍ كَلِمَةٍ؛ ِلاَنَّ كُلَّ جُزْءٍ فَجُزْءٍ كَالْمِرْاٰةِ لِكُلٍّ فَكُلٍّ مُتَصَاعِداً، كَمَا اَنَّ الْكُلَّ يَتَرَاءٰى فِى جُزْءٍ فَجُزْءٍ مُتَسَلْسِلاً.
وَلِهٰذِهِ النُّكْتَةُ - اَعْنِى اِشْتِرَاكُ الْجُزْءِ مَعَ الْكُلِّ - يُعَرِّفُ الْقُرْاٰنُ الْمُشَخَّصُ كَالْكُلِّىِّ ذِى الْجُزْئِيَّاتِ؟.
اَلرَّحْمٰنُ - عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ - خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
فَنَحْمَدُهُ مُصَلِّينَ عَلٰى نَبِيِّهِ مُحَمَّدٍن الَّذِۤى اَرْسَلَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَجَعَلَ مُعْجِزَتَهُ الْكُبْرَى الْجَامِعَةَ بِرُمُوزِهَا وَاِشَارَاتِهَا لِحَقَائِقِ الْكَائِنَاتِ بَاقِيَةً عَلٰى مَرِّ الدُّهُورِ اِلٰى يَوْمِ الدِّينِ وَعَلٰى اٰلِهِ عَامَّةً وَاَصْحَابِهِ كَافَّةً.
!اَمَّا بَعْدُ؛ فَاعْلَمْ
اَوَّلاً: اَنَّ مَقْصَدَنَا مِنْ هٰذِهِ اْلاِشَارَاتِ تَفْسِيرُ جُمْلَةٍ مِنْ رُمُوزِ نَظْمِ الْقُرْاٰنِ؛ ِلأَنَّ اْلاِعْجَازَ يَتَجَلّٰى مِنْ نَظْمِهِ. وَمَا اْلاِعْجَازُ الزَّاهِرُ اِلاَّ نَقْشُ النَّظْمِ.
وَثَانِياً: اِنَّ الْمَقَاصِدَ اْلاَسَاسِيَّةَ مِنَ الْقُرْاٰنِ وَعَنَاصِرَهُ اْلاَصْلِيَّةَ اَرْبَعَةٌ: اَلتَّوْحِيدُ وَالنُّبُوَّةُ وَالْحَشْرُ وَالْعَدَالَةُ؛ ِلاَنَّهُ:
لَمَّا كَانَ بَنُو اٰدَمَ كَرَكْبٍ وَقَافِلَةٍ مُتَسَلْسِلَةٍ رَاحِلَةٍ مِنْ أَوْدِيَةِ الْمَاضِى وَبِلاَدِهِ، سَافِرَةٍ فِى صَحْرَاۤءِ الْوُجُودِ وَالْحَيَاةِ، ذَاهِبَةٍ اِلٰى شَوَاهِقِ اْلاِسْتِقْباَلِ، مُتَوَجِّهَةٍ اِلٰى جَنَّاتِهِ، فَتَهْتَزُّ بِهِمُ الْمُنَاسَبَاتُ وَتَتَوَجَّهُ اِلَيْهِمُ الْكَائِنَاتُ. كَأَنَّهُ اَرْسَلَتْ حُكُومَةُ الْخِلْقَةِ فَنَّ الْحِكْمَةِ مُسْتَنْطِقًا وَسَاۤئِلاً مِنْهُمْ بِـ "يَا بَنِى اٰدَمَ! مِنْ أَيْنَ؟ اِلٰى أَيْنَ؟ مَاتَصْنَعُونَ؟ مَنْ سُلْطَانُكُمْ؟ مَنْ خَطِيبُكُمْ؟"
فَبَيْنَمَا الْمُحَاوَرَةُ، اِذْ قَامَ مِنْ بَيْنِ بَنِى اٰدَمَ - كَأَمْثَالِهِ اْلأَمَاثِلُ مِنَ الرُّسُلِ اُولِى الْعَزَاۤئِمِ - سَيِّدُ نَوْعِ الْبَشَرِ مُحَمَّدٌن الْهَاشِمِىِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ بِلِسَانِ الْقُرْاٰنِ:
"اَيُّهَا الْحِكْمَةُ ! نَحْنُ مَعَاشِرَ الْمَوْجُودَاتِ نَجِئُ بَارِزِينَ مِنْ ظُلُمَاتِ الْعَدَمِ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِ اْلاَزَلِ، اِلٰى ضِيَاۤءِ الْوُجُودِ.. وَنَحْنُ مَعَاشِرَ بَنِى اٰدَمَ بُعِثْناَ بِصِفَةِ الْمَاْمُورِيَّةِ مُمْتاَزِينَ مِنْ بَيْنِ اِخْوَانِنَا الْمَوْجُودَاتِ بِحَمْلِ اْلاَمَانَةِ.. وَنَحْنُ عَلٰى جَناَحِ السَّفَرِ مِنْ طَرِيقِ الْحَشْرِ اِلَى السَّعَادَةِ اْلاَبَدِيَّةِ، وَنَشْتَغِلُ اْلاٰنَ بِتَدَارُكِ تِلْكَ السَّعَادَةِ وَتَنْمِيَةِ اْلاِسْتِعْدَادَاتِ الَّتِى هِىَ رَاْسُ مَالِنَا.. وَاَناَ سَيُّدُهُمْ وَخَطِيبُهُمْ. فَهَا دُونَكُمْ مَنْشُورِى! وَهُوَ كَلاَمُ ذٰلِكَ السُّلْطَانِ اْلاَزَلِىِّ تَتَـَلأْلأُ عَلَيْهِ سِكَّةُ اْلاِعْجَازِ. وَالْمُجِيبُ عَنْ هٰذِهِ اْلاَسْئِلَةِ الْجَوَابَ الصَّوَابَ لَيْسَ اِلاَّ الْقُرْاٰنُ، ذٰلِكَ الْكِتَابُ..
كَانَ هٰذِهِ اْلاَرْبَعَةُ عَنَاصِرَهُ اْلاَسَاسِيَّةَ.
فَكَمَا تَتَرَاۤءٰى هٰذِهِ الْمَقَاصِدُ اْلاَرْبَعَةُ فِى كُلِّهِ، كَذٰلِكَ قَدْ تَتَجَلّٰى فِى سُورَةٍ سُورَةٍ، بَلْ قَدْ يُلْمَحُ بِهَا فِى كَلاَمٍ كَلاَمٍ، بَلْ قَدْ يُرْمَزُ اِلَيْهَا فِى كَلِمَةٍ كَلِمَةٍ؛ ِلاَنَّ كُلَّ جُزْءٍ فَجُزْءٍ كَالْمِرْاٰةِ لِكُلٍّ فَكُلٍّ مُتَصَاعِداً، كَمَا اَنَّ الْكُلَّ يَتَرَاءٰى فِى جُزْءٍ فَجُزْءٍ مُتَسَلْسِلاً.
وَلِهٰذِهِ النُّكْتَةُ - اَعْنِى اِشْتِرَاكُ الْجُزْءِ مَعَ الْكُلِّ - يُعَرِّفُ الْقُرْاٰنُ الْمُشَخَّصُ كَالْكُلِّىِّ ذِى الْجُزْئِيَّاتِ؟.
Tercümesinin bir hulâsası:
İnsanı halk edip Kur’ân’ı ona talim eden Zât-ı Zülcelâlin Rahmân ismiyle tecellî-yi kübrasına, rahmetin tecelliyatı adedince ona hamd ü senâ ederek ve Seyyidü’l-beşer Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı Rahmeten Lil’âlemîn gönderdiği o Resul-i Ekremine Risaletin semereleri adedince ona, âl ve ashabına salât ü selâm ve hadsiz şükrediyoruz ki, onun mu’cize-i kübrası ve hakaik-ı kâinatın remizleri ve işaretleri ile tamamıyla cem edilen Kur’ân-ı Azîmüşşan asırların geçmesi ile dâim, bâkî ve nev-i beşere mürşid, tâ kıyamete kadar beka vermiş. Ve o Resul-i Ekremi onlara Üstad-ı Azam eylemiş.
Emmâ ba’dü biliniz ki: Evvela bu yazacağımız işârât ve nüktelerdeki maksadımız Kur’ân’ın nazmındaki bir kısım remizlerinin tefsiridir. Çünkü, yedi nev’i i’câzın en incesi, fakat kuvvetli ve lâfzî fakat hakikatli i’câz, Kur’ân’ın nazmından tecelli ediyor. Evet, parlak i’câz elbette nazmın nakşından çıkıyor.
Saniyen: Kur’ân’da esas maksatları ve anâsır-ı asliyesi dört hakikattır:
Tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet’tir. Çünkü, vakta kâinat sahrasında benî-Âdem bir acip ve büyük bir kafile ve sair taifeler beraber birbiri arkasında asırlar üstünde geçmiş zamanın derelerinden, şehir ve meşherlerinden sefer edip vücut ve hayat sahrasında yürüyüşüyle istikbalin yüksek dağlarına azimetle oradaki bağlarına gözleri müteveccih olmak cihetiyle hilâfet-i zemine mazhariyet noktasında ve sâir zîhayata tasarrufatı cihetinde rû-yi zeminde ekser eşyanın nev-i beşerle münasebatı iktizasıyla heyecana gelmesinden kâinat dahi onlara yüzlerini çevirip nev-i beşerle ciddi alâkadar oluyor.
Benî-Âdem bir tek tâife iken yüz binler tâifelere karışmasında kâinat zemin gibi onlara netice-i hilkat-i âlem noktasında bakıyor. Güya hilkat-i kâinat hukümeti, o hukümetin zâbıta memuru hükmünde fenn-i hikmeti, bir müstantık ve sorgucu olarak o misafir kafileye gönderip ondan sual edip soruyor ki:
“Ey benî-Âdem! Nereden geliyorsunuz ve nereye gideceksiniz? Ve ne yapacaksınız? Ve herşeye karışıyor ve bazan karıştırıyorsunuz. Sultanınız ve hatibiniz ve reisiniz ve ileri geleniniz kimdir? Tâ bana cevap versin.”
O muhavereler içinde birden kafile-i benî-Âdemden Muhammedü’l-Hâşimî (Sallâllahü Aleyhi Vesellem), emsalleri olan ulülazm peygamberler gibi fenn-i hikmete karşı kalktı. Ve Kur’ân’ın lisanıyla dedi ki:
“Ey müstantık hikmet! Biz mevcudat kafilesi, adem karanlıklarından Sultan-ı Ezelinin kudretiyle çıktık, ziya-yı vücuda girdik. Varlık nurunu bulduk. Herbir tâifemiz bir vazifeye girdik. Ve biz benî-Âdem tâifesi ise, bir emanet-i kübra rütbesi ve hilâfet-i zemin vazifesiyle sâir mevcudat kardeşlerimizin içinde imtiyazlı ve memuriyet sıfatı ile bu meşher-i kâinata gönderilmişiz. Her vakitte yola çıkmaya müheyya bir vaziyetteyiz ve haşir yolu ile saâdet-i ebediyenin kazanmasının tedariki ile meşgulüz. Ve bizim re’sü’l-mâlimiz olan istidatlarımızın çekirdeklerini sümbüllendirmeye, iman ve Kur’ân’la inkişaf ettirmekle iştigal ediyoruz. İşte o kafilenin reisi ve hatîbi benim. İşte elimdeki bu fermanı; mânevî ve maddî hava, bir tek lisan gibi bütün kâinata o fermanın her kelimesini bir anda milyarlar yapıp işittiriyor. İşte o menşur ferman, Ezel ve Ebed Sultanının kelâmıdır. Ve emirleri ve konuşmaları olduğuna delil-i kat’î, üstünde parlayan sikke-i şahanesi ve turra-i sermediyesine bak, gör, git, söyle.”
Evet, en müşkil, en umumî ve bütün mevcudata sorulan bu üç-dört gayet acip suale tam doğru ve mükemmel cevap veren yalnız ve yalnız Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyandır ki; başında 1 ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَرَيْبَ فِيهِ fermanıyla ilân edilmiş.
Madem baştan buraya kadar bir hakikati anladın. Elbette bu hakikatten anlaşılıyor ki, Kur’ân’ın anasır-ı esasiyesi o dört hakikattir. Yani; “tevhid,” “nübüvvet,” “haşir” ve “adalet”tir. İşte bu dört hakikat nasıl ki mecmu-u Kur’ân’da dört rükündür. Öyle de, o dört makasıd çok sûrelerin her birisinde bulunuyorlar. Her bir sûre bir küçük Kur’ân olur. Belki çok cümlelerin içinde de o dört maksada telmihen işaretler var.
Belki bazan bir tek kelimede o dört esasa remizler var. Çünkü, Kur’ân’ın eczaları ve kelime ve âyetleri, mecmuuna karşı birer âyine hükmüne geçer, birbirinden in’ikas eder. Güya Kur’ân müteselsilen âyet ve cümle ve kelimelerine o maksatların nurunu veriyor. Âyinede güneş gibi bazan bir kelime, bir cümle; bir küçük Kur’ân’ı gösterir.
İşte Kur’ân’a mahsus bu nükte, yani cüz, küll gibi aynı maksadı göstermesi maksadıyla Kur’ân müşahhas bir fert olduğu halde, çok efradı bulunan bir küllî gibi ilm-i mantıkça târif edilir. Demek Kur’ân’da bin Kur’ân’lar var ki, şahs-ı küllî olmuş. Hem öyle de lâzım gelir. Çünkü, hadsiz ve gayet muhtelif tâifelere ders olduğu için, aynı derste hadsiz o tâifeler adedince dersler bulunmak lâzım gelir.
Sual: Eğer denilse: Bu dört maksad-ı asliyeyi bize Bismillah ve Elhamdü lillâh cümlesinde göster.
Cevap: Deriz ki: Madem Bismillah Allah’ın abdlerine bir ders olarak nâzil olmuş, elbette söylemek mânâsında olan قُلْ kelimesi Bismillah içinde vardır. İlm i sarf ile, mukadder tâbir edilir. İşte Bismillah’taki قُلْ takdiri, bütün Kur’ân’daki قُلْ , قُلْ (söyle, söyle) lâfızlarının esası ve anası, bu Bismillah’taki قُلْ'dür. Buna binaen قُلْ kelimesinde Risalete işaret olduğu gibi, Bismillah’ta dahi Ulûhiyete remiz var ve بِسْمِ'deki ب'nin takdimi, قُلْ'ün besmelenin âhirinde mukadder olması hasr ve yalnız mânâsını ifade ettiğinden tevhide işaret ediyor. Yani, yalnız Onun ismiyle başla ve medet al. Ve Rahman isminde adaletin nizamına ve rahmetin cilvelerine işaret var. Çünkü, muhtelif, karmakarışık mevcudat, intizamı ile güzelleşmiş. Ve rahmetin cilvelerine mazhar olabilir. Ve Rahîm’de haşre işaret var. Çünkü, mânâsında hem affetmek, hem rahmet ve şefkat etmek ve bu fâni dünyada o dört mânâ hakikati ile umumî bir surette görünmediğinden elbette bir diyar-ı âharda o mânâlar tamamıyla tezahür edebilir. Hem rahmet ve şefkatin hakikati, dirilmemek üzere ölmekle kabil-i tevfik değildir. Demek Rahîm’deki şefkat, parmağını Cennete uzatmış gösteriyor.
Şimdi 2 اَلْحَمْدُ ِللّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ...مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ'e bakınız! اَلْحَمْدُ ِللّٰهِ'da Ulûhiyetin zahir işârâtı var. Çünkü, bütün hamd Allah’a mahsustur. Ulûhiyeti gösterdiği gibi, tevhidi de gösteriyor.
Evet, ِللّٰهِ'deki lâm, ilm-i sarfça bir mânâsı ihtisas ve istihkaktır. اَلْحَمْدُ'deki elif, lâm bir mânâsı istiğrakdır. Demek bütün hamdler Allah’a mahsustur. Demek tevhidi, kat’î ifade ediyor.
3 رَبِّ الْعَالَمِينَ lâfzında hem adalete, hem nübüvvete işaret var. Çünkü, on sekiz bin âlemin zerreden ve zerrelerden, sineklerden tut, tâ bin defa zeminden büyük seyyareler ve yıldızlara kadar gayet mükemmel bir muvazene, bir intizam, bir mükemmel terbiye, gayet mükemmel bir adâlet-i kübrayı gösteriyor.
Nübüvvete işareti ise: Madem nev-i beşerin fıtrî kuvvelerine sâir hayvanat gibi had konulmamış, ondan tecavüzat çıkmış. Hem insan; maddî olduğu gibi, mâneviyat cihetinde de bütün kâinatla alâkadar olmasından, hilkat-i kâinattaki hikmet-i âliye-i beşeriyeti, nizam ve intizam altında olan çekirdek hükmünde olan istidadatı, inkişaf ettirmekle emanet-i kübrâ vazifesini yapmak cihetiyle nübüvvet zarurîdir ki: 4 رَبِّ الْعَالَمِينَ'deki عَالَمِينَ içindeki yüksek makamını bulabilsin ve halife-i zemîn olup melâikeye rüçhaniyetini gösterebilsin.
Ve 5 مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ cümlesi ise, haşri tasrih ediyor. Çünkü, يَوْمِ الدِّينِ yani, din günü ve ceza günü ve mâneviyat günü demek. Nasıl dünya; maddiyat ve maddî harekâtın ve amellerinin günüdür. Elbette o harekâtın neticelerini ve o hizmetlerinin ücretlerini ve o mâneviyatın semeratlarını belki o fâniyat ve zâilâtın bâkî ve daimî eserlerini ve âlem-i misal sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o fâniyat ve zâillerin sahife-i amellerini gösterecek ve neşredecek bir gün gelecektir diye ifade ediyor.
Bismillah, elhamdü lillâh cümleleri gibi Kur’ân’da ekseri yerlerinde böyle dört unsur-u esasiye içinde görünebilir.
Mesela: 6 اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرُ bir sadef gibi bu dört cevahir içindedir. Dikkat etsen görürsün. “Biz sana verdik Kevser’i.” Yani, Zât-ı Zülcelâlin seni nübüvvetle ve maddî-manevî temin-i adâletle müşerref ettiği gibi, Cennette Kevser’i ihsan ediyor.
Ey sâil! Pek uzun hakikati kısa kesip bu üç misali minval ve mekik yap; üstünde o münasebât ve işârâtı dokumaya başla. Biz de şimdi Bismillah’tan başlıyoruz. İzahı, tafsîli Risale-i Nur ve Birinci Söz ve Besmele Lem’asına ve sâir Risale-i Nur’daki Bismillah’ın hakikatlerine dair hüccetlerine havale edip, yalnız nazm itibarıyla küçük bir îma ederiz. Şöyle ki:
Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun hakikatini herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir.
Harfler ve cüzlerinden evvela ب'nin fenn-i sarfça bir mânâsı istiânedir. Bir mânâ-yı örfîsi teberrük mânâsı olmasından bu ب'nin merci-i müteallikı kendi mânâsından çıkan اَسْتَعِينُ ve اَتَيَمَّنُ fiillerine bağlanıyor. Veyahut Bismillah’taki perdesinde قُلْ (söyle)’den çıkan اِقْرَاْ (oku) fiiline bakar. Yani: “Ya Rabbi, ben senin isminin yardımıyla ve onun bereketiyle okuyacağım. Her şey senin kudretinle ve icadınla ve tevfîkinle olduğu gibi, yalnız ve yalnız senin isminle başlıyorum.”
Demek Bismillah’tan sonra اِقْرَاْ okumak lâfzı, âhirinde mukadder olmasından hem ihlâs, hem tevhidi ifade eder.
Ama اِسْمِ kelimesi ise: Biliniz ki, Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun bin bir esmasından bir kısmına “Esmâ-i Zâtiye” denilir ki, her cihette, Zât-ı Akdes’i gösterir. Onun adı ve onun ünvanıdır. “Allah, Ehad, Samed, Vâcibü’l-Vücud” gibi çok esmâ var. Bir kısmına da “Esmâ-i Fiiliye” tabir edilir ki, çok nevileri var. Mesela, “Gaffar, Rezzak, Muhyî, Mümît, Mün’im, Muhsin.”
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:
1 : Şu kitap ki, onda asla şüphe yoktur.” Bakara Sûresi, 2:1.
2 : “Her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. O hesap gününün sahibidir.” Fâtiha Sûresi, 1:2, 4.
3 : “Âlemlerin Rabbi.” Fâtiha Sûresi, 1:2.
4 : “Âlemlerin Rabbi.” Fâtiha Sûresi, 1:2.
5 : “O hesap gününün sahibidir.” Fâtiha Sûresi, 1:4.
6 : Kevser Sûresi, 108:1.
2 : “Her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. O hesap gününün sahibidir.” Fâtiha Sûresi, 1:2, 4.
3 : “Âlemlerin Rabbi.” Fâtiha Sûresi, 1:2.
4 : “Âlemlerin Rabbi.” Fâtiha Sûresi, 1:2.
5 : “O hesap gününün sahibidir.” Fâtiha Sûresi, 1:4.
6 : Kevser Sûresi, 108:1.