﴾فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا﴿ Yani, “Tecrübeden sonra bakınız; muarazaya kâdir olmadığınız takdirde, acziniz zahir olur ve muarazayı da yapmış olmazsınız.”
﴾وَلَنْ تَفْعَلُوا﴿ Yani, “Mâzide yapamadığınız gibi, bundan sonra da kat’iyetle yapamayacaksınız.” Binaenaleyh, “Bizim mâzide yapamamamız, istikbalde beşerin yapamamasını istilzam etmez” diye izhar ettikleri o bahaneyi de, لَنْ تَفْعَلُوا ile def etmiştir. Ve aynı zamanda üç vecihle i’câza işaret yapmıştır.
Birinci vecih: Gaipten haber vermiştir ve ihbar ettiği gibi de muaraza vâki olmamıştır. Bakınız, milyonlarca Arabî kitap vardır ve bütün müellifler, dost olsun, düşman olsun, Kur’ân’ın üslûbunu taklit etmeye fevkalâde müştak oldukları halde, hiçbir müellif, hiçbir kitabında Kur’ân-ı Kerimin üslûbunu taklit etmeye muvaffak olamamıştır. Sanki Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, نَوْعٌ مُنْحَصِرٌ فِى الشَّخْصِ yani, bir şahısta inhisar etmiş bir nevidir. Binaenaleyh, Kur’ân-ı Kerim, ya bütün kitapların altındadır -bu, gülünç bir sözdür- veya bütün kitapların fevkinde, fevkalküll bir nâdiredir.
İkinci vecih: Böyle büyük bir dâvâda ve müşkül bir makamda, onların âsablarını tahrik, izzet-i nefislerini kırmak suretiyle “Yapamayacaksınız” diye kat’iyetle verdiği hüküm, onun emin, mutmain, itimadlı olduğuna bir delildir.
Üçüncü vecih: Sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki: “Sizler, fesahatin ümerası ve herkesten ziyade fesahate muhtaç olduğunuz halde, muarazaya kàdir olamadınız. Beşer de Kur’ân’ın muarazasına kàdir olamaz.”
Ve keza, Kur’ân’ın neticesi olan İslâmiyete bir nazîrenin yapılmasına zaman-ı mâzi kàdir olmadığı gibi, istikbal zamanı da onun mislinden âciz kalacağına bir işarettir.
﴾وَلَنْ تَفْعَلُوا﴿ Yani, “Mâzide yapamadığınız gibi, bundan sonra da kat’iyetle yapamayacaksınız.” Binaenaleyh, “Bizim mâzide yapamamamız, istikbalde beşerin yapamamasını istilzam etmez” diye izhar ettikleri o bahaneyi de, لَنْ تَفْعَلُوا ile def etmiştir. Ve aynı zamanda üç vecihle i’câza işaret yapmıştır.
Birinci vecih: Gaipten haber vermiştir ve ihbar ettiği gibi de muaraza vâki olmamıştır. Bakınız, milyonlarca Arabî kitap vardır ve bütün müellifler, dost olsun, düşman olsun, Kur’ân’ın üslûbunu taklit etmeye fevkalâde müştak oldukları halde, hiçbir müellif, hiçbir kitabında Kur’ân-ı Kerimin üslûbunu taklit etmeye muvaffak olamamıştır. Sanki Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, نَوْعٌ مُنْحَصِرٌ فِى الشَّخْصِ yani, bir şahısta inhisar etmiş bir nevidir. Binaenaleyh, Kur’ân-ı Kerim, ya bütün kitapların altındadır -bu, gülünç bir sözdür- veya bütün kitapların fevkinde, fevkalküll bir nâdiredir.
İkinci vecih: Böyle büyük bir dâvâda ve müşkül bir makamda, onların âsablarını tahrik, izzet-i nefislerini kırmak suretiyle “Yapamayacaksınız” diye kat’iyetle verdiği hüküm, onun emin, mutmain, itimadlı olduğuna bir delildir.
Üçüncü vecih: Sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki: “Sizler, fesahatin ümerası ve herkesten ziyade fesahate muhtaç olduğunuz halde, muarazaya kàdir olamadınız. Beşer de Kur’ân’ın muarazasına kàdir olamaz.”
Ve keza, Kur’ân’ın neticesi olan İslâmiyete bir nazîrenin yapılmasına zaman-ı mâzi kàdir olmadığı gibi, istikbal zamanı da onun mislinden âciz kalacağına bir işarettir.
Önceki Risale: 21-22. âyetin tefsiri / Sonraki Risale: 25. âyetin tefsiri