Ve saniyen: Usulüddin imamları ve ulema-i ilm-i kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcibü’l-Vücud ve tevhid-i İlâhîye dair beyanatları Muhyiddin-i Arabî’nin nazarında kâfi gelmediği için, ilm-i kelâmın imamlarından Fahreddin Râzî’ye öyle demiş.
Evet, ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşaallah, Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.
Hem, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına Fahreddin Râzî’nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor. Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya, veraset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünkü, Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi kazanmak için لاَ مَوْجُودَ اِلاَّهُوَ1 deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için, لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ 2 deyip kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi acip bir tarza girmişler.
Kur’ân-ı Hakîmden alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hak namına istihdam eder; herşey mir’ât-ı marifet olur. Sadi-i Şirazî’nin dediği gibi,
herşeyde Cenâb-ı Hakkın marifetine bir pencere açar.
Evet, ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşaallah, Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.
Hem, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına Fahreddin Râzî’nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor. Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya, veraset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünkü, Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi kazanmak için لاَ مَوْجُودَ اِلاَّهُوَ1 deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için, لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ 2 deyip kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi acip bir tarza girmişler.
Kur’ân-ı Hakîmden alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hak namına istihdam eder; herşey mir’ât-ı marifet olur. Sadi-i Şirazî’nin dediği gibi,
دَرْ نَظَرِ هُوشِيَارْ هَرْ وَرَقِى دَفْتَرِيسْت أَزْ مَعْرِفَتِ گِرْدِگَارْ 3
herşeyde Cenâb-ı Hakkın marifetine bir pencere açar.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:
1 : Ondan başka hiçbir gerçek varlık yoktur.
2 : Ondan başka görülen gerçek hiçbir şey yoktur.
3 : Uyanık olanın nazarında her yaprak, san’atkâr olan Allah’ın marifetini içeren bir defterdir.
2 : Ondan başka görülen gerçek hiçbir şey yoktur.
3 : Uyanık olanın nazarında her yaprak, san’atkâr olan Allah’ın marifetini içeren bir defterdir.
Önceki Risale: Üçüncü Mebhas