Hem öyle bir cevvâd-ı melike lâyık ve öyle mutî ahaliye şayeste ve öyle edepli misafirlere münasip ve öyle yüksek bir kasra şayan bir surette ikram etti. Daimî onları saadetlendirdi.

İkinci güruh ise, akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit nefislerine mağlûp olup lezzetli taamlardan başka hiçbir şeye iltifat etmediler. Bütün o mehâsinden gözlerini kapadılar ve o üstadın irşâdâtından ve şakirtlerinin ikazâtından kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzar edilen iksirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle bağırdılar, karıştırdılar, seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. Sâni-i Zîşânın düsturlarına karşı edepsizlikte bulundular. Saray sahibinin askerleri de onları tutup öyle edepsizlere lâyık bir hapse attılar.

Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki, o hâkim-i zîşan, bu kasrı şu mezkûr maksatlar için bina etmiştir. Şu maksatların husulü ise iki şeye mütevakkıftır:

Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz üstadın vücududur. Çünkü, o bulunmazsa, bütün maksatlar beyhude olur. Çünkü, anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır.

İkincisi: Ahali, o üstadın sözünü kabul edip dinlemesidir.

Demek, vücud-u üstad, vücud-u kasrın dâisidir. Ve ahalinin istimâı, kasrın bekàsına sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, eğer şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan, şu kasrı bina etmezdi. Hem yine denilebilir ki, o üstadın talimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek.

Ey arkadaş, hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa, bak, hakikatin yüzünü de gör.

İşte o saray şu âlemdir ki, tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gökyüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba gûnâgûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür.
« Önceki Sayfa  | | Sonraki Sayfa »
Önceki Risale: Onuncu Söz / Sonraki Risale: On İkinci Söz
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

ahali : halk
âlem : kâinat, evren
arz : yer
bekà : devamlılık, kalıcılık
beyhude : sonuçsuz, boşuna
bina etmek : yapmak, inşa etmek
dâi : var olmasına sebep olan
daimi : sürekli
düstur : kural, prensip
garb : batı
gûnâgûn : türlü türlü, renk renk
güruh : grup
hakikat : gerçek
hâkim-i zîşan : şanı yüce hükümdar
husul : meydana gelme
ihzar edilen : hazırlanan
ikazât : uyarılar
iksir : ilaç
iltifat : yönelme, değer verme
irşâdât : nasihatler, doğru yolu gösteren sözler
istimâ : dinleme
kasr : saray, köşk
lisan : dil
mağlup olmak : yenilmek
mahsus : özel
maksat : gaye, istenilen şey
mânâ : anlam
mehâsin : güzellikler
melik : hükümdar, sultan
melik-i zîşan : şanı yüce hükümdar
mezkûr : adı geçen
muallim : öğretmen
münasip : uygun
mütevakkıf : bağlı
nefis : insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet
nutuk : konuşma
saadet : mutluluk
sâni-i zîşan : şanı yüce san’atkâr
semavat : gökler
suret : şekil
şakirt : öğrenci
şark : doğu
şayan : layık, yaraşır
taam : yiyecek
takdis : Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma
talimat : emirler
tebdil ve tahvil : değiştirme ve başka hale dönüştürme
temsil : kıyaslama tarzında benzetme, analoji
tenvir edilmek : ışıklandırılmak, aydınlatılmak
üstad : hoca, öğretmen
vücud : varlık
vücud-u kasr : köşkün, sarayın varlığı
vücud-u üstad : öğretmenin varlığı
Yükleniyor...