Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona “ezel” deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.

Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez.

İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun.

BEŞİNCİSİ: Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, “Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek.” Öyle ise, denilmesin ki, “Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti.”

Sual: Niçin denilmesin?

Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Ya, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin.

Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mutezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.”
« Önceki Sayfa  | | Sonraki Sayfa »
Önceki Risale: Yirmi Beşinci Söz / Sonraki Risale: Yirmi Yedinci Söz
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

âyine : ayna
âyine-misal : ayna gibi
cereyan etmek : meydana gelmek
cüz-ü ihtiyari : insanın elindeki seçim gücü, irade
daire-i mümkinat : varlığı ile yokluğu eşit olan şeyler dairesi, yaratılanlar âlemi
desâtir : düsturlar, prensipler
ebed : sonu olmayan; sonsuz
eşya : varlıklar
ezel : başlangıcı olmayan, sonsuz
farz edilmek : varsayılmak
Hadîs : Peygamberimize ait veya onun onayladığı söz, emir veya davranış
hakikat : gerçek, doğru
hal : şimdiki zaman
hâlât : haller, durumlar
haricî : dışa ait
haricinde : dışında
ihata etmek : kuşatmak
ilm-i ezelî : Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi
irade : seçim yapma gücü, dileme
irtisam : görüntü
istikbal : gelecek zaman
istinad etmek : dayanmak
kader : Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması
keşf : açığa çıkarma
kudret : güç, iktidar
makam-ı âlâ : en yüce makam
malûm : bilinen
manzar-ı âlâ : en yüce gözetleme yeri
mazi : geçmiş zaman
mecburiyet : zorunluluk
muahhar : sonra olma
muhakemât : akıl yürütmeler, değerlendirmeler
muhakeme etmek : değerlendirmek
muhalif : zıt, aykırı
mukabil : karşılık
mukaddem : önce olma
mukadder : takdir olunmuş
muvafık : uygun, yerinde
müsebbeb : sebep olunan şey, sebebin sonucu
müstakbel : gelecek zaman
nev’ : tür, çeşit
silsile : zincir
taallûk : ilgili olmak
tâbi : bağlı
tabir : ifade
tahayyül : hayal etme
tasavvur : düşünme, hayal etme
tertip : düzen
tevehhüm etmek : sanmak, zannetmek
vaziyet : durum
vukua gelme : meydana gelme
vücud-u haricî : maddî varlık, haricî varlık
vücut : varlık
zâtı : kendisi
Yükleniyor...