Tenbih

Bazı âyât ve ehâdis vardır ki, mutlakadır; külliye telâkki edilmiş. Hem öyleler vardır ki, münteşire-i muvakkatedir; daime zannedilmiş. Hem mukayyed var; âmm hesap edilmiş. Meselâ, demiş, “Bu şey küfürdür.” Yani, o sıfat imandan neş’et etmemiş; o sıfat kâfiredir. O haysiyetle, o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise, mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan, o zât kâfirdir, denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği, yakînen biline... Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var; imanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cüret edenler düşünsünler!

İKİNCİ CÜMLE: 1 اَىْ: مَنْ اَحْياَهَا فَكَاَنَّمَا اَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا

İhyâ, mânâ-yı zâhirî-yi mecazi itibarıyla, hasenatın gayr-ı mahdut tezauf düsturunu gösterir. Mânâ-yı aslî itibarıyla halk ve icadda şirk ve iştiraki, esasıyla hedmeden bir burhana remizdir. Zira bu cümleyle beraber, 2 مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ tarafeyndeki teşbih, iktidar mânâsını ifham ettiğini dahi nazara alınsa, mantıkan aks-i nakîz kaidesiyle istilzam ediyor ki,

3 مَنْ لاَ يَقْتَدِرُ عَلٰى اِحْيَۤاءِ النَّاسِ جَمِيعًا لاَ يَقْتَدِرُ عَلٰى اِحْيَاءِ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ demek, işareten delâlet ediyor. Madem ki insanın, mümkinatın kudreti, bilbedahe semâvâtın, küre-i arzın halkına, icadına muktedir değildir. Bir taşın, hiçbirşeyin halkına da muktedir olamaz. Demek, arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak, çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dâvâ-yı halk ve iddia-yı icad edemez.

Sun’î tasarrufat-ı beşeriye ise, fıtratta câri olan nevâmîs-i İlâhînin sereyanlarını keşif ile, tevfik-i hareket edip, lehinde istimal etmektir. İşte bu derece burhanda vuzuh, parlaklık, Kur’ân’ın rumuz-u i’câzındandır. Gelecek âyet bunu ispat edecektir.

4 مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Zira kudret zâtiyedir. Acz tahallül edemez. Melekûtiyete taallûk eder. Mevâni tedahül edemez. Nispeti kanûnîdir. Cüz ve küll, cüz’î ve küllî hükmüne geçer.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:

1 : Yani: Kim de birisini diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur.
2 : “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.
3 : Kim bütün insanları diriltmeye muktedir olamazsa; bir tek nefsi de diriltmeye muktedir olamaz.
4 : “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.
« Önceki Sayfa  | | Sonraki Sayfa »
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

âmm : genel, umumî; tek bir mânâ ifade etmek üzere konmuş bulunan ve belli bir sayıyla sınırlı olmaksızın bu mânânın kendisinde gerçekleştiği bütün fertleri kapsayan lâfız
âyât : âyetler, Kur’ân’ın cümleleri
burhan : kesin delil, sarsılmaz kanıt
cüret eden : cahilce cesaret eden; saygı sınırlarını aşarak davranan
daime : sürekli; fertlerde her zaman gerçekleşiyor olma
delâlet : delil olma, işaret etme
düstur : kural, prensip
ehâdis : hadisler, Peygamberimize ait olan sözler
evsaf : vasıflar, nitelikler, özellikler
gayr-ı mahdut : sınırsız
hâize olma : sahip olma, elinde bulundurma
halk : yaratma
hasenat : iyilikler, iyi işler
haysiyet : itibar, özellik
hedmetme : yıkma, parçalama
icad : var etme, yapıp ortaya çıkarma
ihyâ : hayat verme, diriltme
iktidar : güç ve kudret
iştirak : ortaklık, katılım
izale etme : giderme
kâfir : Cenâb-ı Hakkın kesin olarak bildirdiği her hangi birşeyi inkâr eden veya kabul etmeyen
kâfire : kâfir, inkârcı
küfür etme : inkâr etme, inkârı ortaya çıkaran söz veya davranışta bulunma
küfür : Cenâb-ı Hakkın kesin olarak bildirdiği herhangi birşeyi inkâr etme veya kabul etmeme
külliye : kapsamlı ve genel; hüküm, bir sınıf veya türün bütün fertlerini kaplıyor olması
mâlik : sahip
mânâ-yı aslî : asıl mânâ, gerçek anlam
mânâ-yı zâhirî-yi mecâzî : sözün zahirine ait mecazî mânâsı; sözün ilk etapta anlaşılan açık mânâsının mecâzî anlamı (Hakiki anlamı değil. Çünkü hayat vermek Allah’a mahsustur.)
mâsume : masum, günahsız, suçsuz
mevsuf : sıfat sahibi, nitelendirilen, vasıflandırılan
mukayyed : kayıtlı, sınırlı; bir kayda bağlanmış olan lâfız (Delâlet ettiği ferdlerden herhangi biri ile ilgili olmayıp, bunlardan belli birini veya bir nev’ini ifade eder.)
mutlaka : belli bir kayıt ve şartla sınırlandırılmamış olan söz; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya genel olarak delâlet eden söz
münteşire-i muvakkate : hükmü herhangi bir fertte ve herhangi bir zamanda gerçekleşmiş bulunan veya gerçekleşmesi mümkün olan
neş’et etme : doğma, ortaya çıkma
remiz : ince işaret
sıfat : nitelik, vasıf
şek : şüphe, tereddüt
şirk : Allah’a ortak koşma
tarafeyn : iki taraf (meselâ, birey-tür)
tekfir : küfürle itham etme, inkârcılıkla niteleme
telâkki edilme : anlaşılma, kabul edilme
tenbih : ikaz, uyarı
tereşşuhat : sızıntılar, izler
teşbih : benzetme
tezauf : kat kat olma, artma
yakîn : şüphesizlik, kesin bilgi
yakînen : kesin bir şekilde
zannetmek : sanmak
acz : âcizlik, güçsüzlük
aks-i nakîz : antitez, karşısav; biri diğerinin zıttı olan iki terimden, ikincisini oluşturan düşünce veya önerme
arz : yer, dünya
bilbedahe : açıkça
burhan : delil, kanıt
câri : geçerli, yürürlükte olan
cüz : bölüm, parça; tümü oluşturan bölümlerden her biri
cüz’î : ferd, birey, tikel
dâvâ-yı halk : yaratma iddiası
delâlet etme : delil olma, işaret etme
fıtrat : yaratılış, tabiat
halk : yaratma
hükmüne geçmek : yerine geçmek, değerinde olmak
icad : var etme, yapıp meydana getirme
iddia-yı icad : icad etme iddiası
ifham etme : anlatma, bildirme
istilzam etme : gerektirme, lüzumlu kılma
istimâl etme : kullanma
işareten : işaret ederek, işaret yoluyla
kaide : kural, prensip
kâinat : evren, bütün yaratılmışlar
kanûnî : kanun tarzında
keşif : açığa çıkarma, buluş yapma
kudret : güç ve iktidar
küll : tüm; bölümlere ayrılmamış olan
küllî : belli bir sınıf veya türün bütün bireylerini içine alan, tümel
küre-i arz : yerküre, dünya
lehinde : kendi yararına
mâlik : sahip
mantıkan : mantığa göre, mantıkça
melekûtiyet : herşeyin iç yüzü, aslı, esası; sebeplerin müdahalesinin olmadığı Cenâb-ı Hakka bakan yönü
mevâni : engeller, mâniler
muktedir : güç ve iktidar sahibi
mümkinat : olması imkân ve ihtimal dahilinde olan, varlığı Allah’ın var etmesine bağlı olan şeyler, kâinattaki bütün varlıklar
nazara alma : dikkate alma, bakma
nevâmîs-i İlâhî : Cenâb-ı Hakkın koymuş olduğu kanunlar
nispet : bağlantı, münasebet
nücum : yıldızlar
rumuz-u i’câz : mu'cizelik işaretleri
semâvât : gökler
sereyan : yayılma, her yere sirayet edip etkili olma
sun’î : yapay
şümus : güneşler
taallûk etmek : ilgilendirmek, ait olmak
tahallül etme : içine girme, nüfuz etme
tasarrufat-ı beşeriye : insanların gerçekleştirdikleri tavır, davranış, faaliyet ve uygulamalar
tedahül etme : içine girme, nüfuz etme
tevfik-i hareket etme : uygun davranışta bulunma
vuzuh : açıklık
zâtiye : birşeyin bizzat kendi zâtında zorunlu olarak bulunan; zâtın zorunlu özelliği; meselâ tam olmasa da “Sıcaklık ateşin zâtî özelliğidir.” diyebiliriz. Çünkü tam zâtîlik Cenâb-ı Hakkın sıfatlarında vardır.
Yükleniyor...