ABDULLAH YEĞİN (ARAÇLI ABDULLAH)

Abdullah Yeğin Ağa­bey, 1924 yılında Kas­ta­mo­nu’nun Araç il­çe­sin­in Kıyan köyünde doğ­du. Kas­ta­mo­nu’da or­ta mek­tep­te okur­ken daha çocuk sa­yı­la­cak yaş­ta, Bediüzzaman Said Nursi’yi ta­nı­dı ve hemen ziyaretine gitti. Meyve Risalesi’nin Al­tın­cı Me­se­le’sinde ge­çen “Mu­allim­le­ri­miz Al­lah’tan bah­set­mi­yor­lar. Bi­ze Ha­lı­kı­mı­zı ta­nıt­tır.” sualinin sa­hi­bi­dir.

Abdullah Ağabey daha sonra Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesine (DTCF) kaydolur. Fakültede tercüme edebilecek kadar Arapça ve Farsça öğrenir, Almanca imtihanını da başarıyla verir. DTCF sinin son sınıfında iken, 1951 senesinde gemileri yakar ve bir daha geri dönmemek üzere yollara düşer sevgili Üstadına vasıl olur. Niyeti bellidir, ûlvidir; Üstad’ınının yanında kalıp insanların imanına, Allah’ın birliğine, O’nun Kur’anına ve Peygamberinin hakkaniyetine Risale-i Nur yoluyla hizmet etmektir. Yeğin Ağabey bu çileli ve meşakkatli yolu; yokluğu, açlığı, karanlık hapishane zindanlarını bilerek, iradesiyle talip olmuştur. Hz. Üstad bu arzusunu kabul eder. Fakat Urfa’da bir dersane-i nûriye açılmış ve oraya bir nur talebesinin gitmesi lazımdır. Urfa çok önemli bir hizmet merkezidir. Bediüzzaman Hazretleri Abdullah Yeğin’i gönderir oraya. Askere Urfa’dan gider Abdullah Ağabey. Sonra tekra Urfa’ya döner ve böylece Üs­tad’ın em­riy­le se­kiz-dokuz se­ne Ur­fa ders­ha­ne-i Nu­ri­ye­sin­de kal­mış olur. Abdullah Ağabey Üs­tad Haz­ret­le­ri­ni son yol­cu­lu­ğun­da, 1960’ın Mart ayında Ur­fa’da kar­şı­la­dı. He­pi­mi­zin is­ti­fa­de et­ti­ği “Ye­ni Lü­gat” isim­li kıy­met­li ese­ri­ni Üs­tad’ın şi­fa­hî em­riy­le ha­zır­la­dı­ğı, ha­tı­ra­la­rın­dan an­la­şı­lı­yor.

Ab­dul­lah Ağa­bey, Nur da­va­sın­dan de­fa­lar­ca mah­ke­me­ye ve­ril­di ve ha­pis yat­tı. Üs­tad’ın iki va­si­ye­tin­de adı “Ab­dul­lah” ola­rak geç­mek­te olup, bir­çok lâ­hi­ka mek­tu­bun­da da yi­ne “Abdul­lah” ve­ya “Araç­lı Ab­dul­lah” ola­rak adı­nı oku­mak­ta­yız. Abdullah Yeğin Ağabeyden çok miktarda ses ve görüntülü kayıtlarım var. Bazılarını bu kitaba alıyorum.

NOT: Abdullah Yeğin Ağabey uzun ve bereketli bir hizmet hayatından sonra 7 Temmuz 2016 tarihinde mübarek Ramazan Bayram’ının üçüncü gününde rahmet-i Rahman’a kavuştu. Bir gün sonra Fatih Camii’nde ikindi namazına müteakip kılınan cenaze namazından sonra, Eyüp Sultan Kabristanı’na defnedildi. Rahmet dualarımızla anıyoruz...

Ri­sa­le-i Nur’da Ab­dul­lah Ye­ğin

“… Bu va­si­yet­na­me ben­den son­ra ba­ki ka­lan ta­yı­nat için­de de ko­nul­sun; tâ ki ba­zı insaf­sız in­san­lar, ‘Bu Said gün­de beş-on ku­ruş­la ya­şa­dı­ğı ve kim­se­den pa­ra al­ma­dı­ğı hal­de şimdi­ki mi­ra­sı yü­zer li­ra gö­rü­nü­yor, ne­re­den bul­du?’ de­me­mek için bu ha­ki­ka­ti iz­har et­mek müna­sip olur."

“Şim­di ma­ne­vî ev­lât­la­rım, fe­da­kâr hiz­met­kâr­la­rım olan Zü­be­yir, Cey­lan, Sun­gur, Bayram, Hüsnü, Ab­dul­lah, Mus­ta­fa gi­bi has ve ha­lis Nur’un kah­ra­man­la­rı olan Hüs­rev ve Na­zif, Ta­hi­ri, Mus­ta­fa Gül gi­bi zat­la­rın ne­za­re­tin­de o düs­tu­ru­mun mu­ha­fa­za edil­me­si­ni va­si­yet ediyo­rum. Said Nur­sî” (Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı-II, 217)

“An­ka­ra Dâ­rül­fü­nu­nun­da Nur’a ehem­mi­yet­li hiz­met eden ve Kas­ta­mo­nu’da mek­tep genç­le­rin­den en ev­vel Nur­la­ra gi­ren ve An­ka­ra’da­ki Ab­dur­rah­man’ın oğ­lu Vah­det’i hi­ma­ye ve mu­ha­fa­za­ya ça­lı­şan Araç­lı Ab­dul­lah’ın mek­tu­bun­da tam iman­lı ve din­da­ra­ne ve müj­de­kâ­ra­ne yaz­ma­sı...” (Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı, 271)

Su­re­ti­nin ve Si­re­ti­nin Gü­zel­li­ği­ne Hay­ran Kal­mış­tım

Se­ne 1972... An­ka­ra’da üni­ver­si­te ta­le­be­siy­iz, Emek Ma­hal­le­si’nde bir ders­ha­ne­de ka­lıyo­ruz. Bir gün Ab­dul­lah Ye­ğin, Mus­ta­fa Türk­me­noğ­lu, Meh­met Ar­mut­çu­oğ­lu Ağa­bey­ler bera­ber­ce ders­ha­ne­mi­ze gel­di­ler. Ab­dul­lah Ye­ğin Ağa­be­yi ilk de­fa gö­rü­yor­dum.

Al­tın­cı Me­se­le’de ge­çen, “Kas­ta­mo­nu’da li­se ta­le­be­le­rin­den bir kıs­mı ya­nı­ma gel­di­ler. ‘Bi­ze Ha­lı­kı­mı­zı ta­nıt­tır, mu­al­lim­le­ri­miz Al­lah’tan bah­set­mi­yor­lar’ de­di­ler. Ben de­dim: ‘Si­zin oku­du­ğu­nuz fen­ler­den her fen, ken­di li­san-ı mah­su­suy­la mü­te­ma­di­yen Al­lah’tan bah­se­dip Ha­lı­kı ta­nıt­tı­rı­yor­lar; mu­al­lim­le­ri de­ğil, on­la­rı din­le­yi­niz’” ri­ca­sı­nı Ab­dul­lah Ağa­be­yin yap­tığı­nı du­y­muş­tum ve ken­di­si­ni hep me­rak edi­yor­dum. Su­re­ti­nin ve si­re­ti­nin gü­zel­li­ği­ne hay­ran kal­mış­tım; içim ısın­mış, hu­zur bul­muş­tum yan­la­rın­da… Bir ders okun­duk­tan son­ra Ab­dul­lah Ağa­bey, me­rak et­ti­ği­miz ha­tı­ra­la­rın­dan şöyle bah­set­ti:

“Bu­ra­ya Bir Ho­ca Gel­miş, Zi­ya­re­ti­ne Gi­de­lim”

“1940’ta Kas­ta­mo­nu Li­se­si’nde ta­le­be iken be­nim gi­bi ‘Ri­fat’ adın­da din­dar bir ar­ka­daşım var­dı. Bir gün ba­na, ‘Bu­ra­ya bir ho­ca gel­miş, zi­ya­re­ti­ne gi­de­lim’ de­di. Ben de, ‘Pe­ki gi­delim’ de­dim. Var­dı­ğı­mız­da Üs­tad ya­ta­ğa ya­rı uzan­mış, ya­ni bir ye­re da­yan­mış, be­lin­den yu­karı­sı dik. Saç­la­rı ku­lak­la­rı­na ka­dar uzun, gö­zün­de­ki göz­lük ha­fif öne düş­müş hal­de elin­de bir ki­tap var­dı."

“Biz se­lâm ve­rip eli­ni öp­tük. Bi­ze göz­lü­ğün üze­rin­den ha­fif ba­ka­rak ‘Ma­şa­al­lah, ma­şa­al­lah!’ di­ye­rek bir-iki il­ti­fat et­ti ve iman-ahi­ret ders­le­ri ver­di...

“Ben Es­ki Ab­dul­lah’ımı Kay­bet­mi­şim!”

“Baş­ka bir gün, ‘Mu­al­lim­le­ri­miz Al­lah’tan bah­set­mi­yor­lar, bi­ze Ha­lı­kı­mı­zı ta­nıt­tır.’ demiş­tim. Üs­tad uzun izah­lar­da bu­lu­na­rak ce­vap­lar ver­di. Daha son­ra ‘Al­tın­cı Me­se­le’ ola­rak ya­zıl­dı."

“Biz git­ti­ği­miz­de ek­se­ri­yet­le Meh­met Fey­zi Efen­di bi­ze ri­sa­le­ler­den okur, biz de ye­ni yazıy­la ken­di def­te­ri­mi­ze ya­zar­dık."

“Ben o za­man­lar­da Üs­tad’ı tam ta­nı­ya­ma­mış­tım. Bir za­man son­ra Üs­tad’ı İs­tan­bul’da zi­ya­ret et­ti­ğim­de, daha sa­y­gı­lı ve daha hür­met­kâr idim. Üs­tad o za­man ba­na, ‘Ben es­ki Ab­dullah’ımı kay­bet­mi­şim!’ de­miş­ti."

“Halk Par­ti­li­le­rin Dük­kân­la­rı­nın Önün­den Ge­çer­di”

“Üs­tad’ımız hem çok te­va­zu sa­hi­biy­di, hem de kim­se­yi gü­cen­dir­mez­di. Kim olur­sa olsun Üs­tad’ımı­zı bir de­fa zi­ya­ret eden, bir de­fa gö­rü­şen he­men dost olur­du. Emir­dağ’da bulun­du­ğu­muz ye­rin ya­nı ba­şın­da Halk Par­ti­si’ne men­sup kim­se­le­rin dük­kan­la­rı var­dı."

"Üs­tad’ımı­zın yo­lu ora­ya düş­mez­ken, hu­su­sî ara­ba­yı o ta­ra­fa çe­virt­ti­rir, on­la­ra se­lâm ve­rir­di; on­lar da ‘Üs­tad bi­zi se­vi­yor.’ der­ler, se­vi­nir­ler­di."

“Sen Par­tin­de Kal, Bi­zi Mü­da­faa Et”

“Emir­dağ’da ‘Sü­ley­man’ is­min­de bi­ri­si Mil­let Par­ti­si’ne il­ti­hak et­miş idi. Bu şa­hıs Üs­tad’ımı­zın De­mo­krat Par­ti’ye rey ver­di­ği­ni bil­di­ği için, ‘Üs­tad’ım! Ben de DP’ye ge­çe­ce­ğim.’ de­di. Üs­tad’ımız, ‘Yok, ol­maz! Sen Mil­let Par­ti­si için­de kal, bi­zim aley­hi­miz­de ko­nu­şan olur­sa bi­zi mü­da­faa eder­sin.’ de­di, mü­sa­a­de et­me­di.”

Üs­tad’ın Ab­dul­lah Ağa­be­ye İl­ti­fa­tı

Sun­gur Ağa­bey an­lat­mış­tı:

“Üs­tad’ımız, Ab­dul­lah Ağa­be­ye de­di ki: ‘Ab­dul­lah! Bu ye­ni hu­ruf­la tab’ı se­nin ha­tı­rın için mü­sa­a­de et­tim, bü­tün Kül­li­yat se­nin ha­tı­rın için ye­ni harfle ta­be­dil­di…’ İş­te Üs­tad, Abdul­lah Ağa­be­ye böy­le il­ti­fat et­miş­ti..."

***

30 Ha­zi­ran 2001’de Ab­dul­lah Ağa­bey ve Üs­tad’ımız­la gö­rüş­müş ağa­bey­ler­den Kâ­mil Acar’la be­ra­ber, İz­mir Ke­mal­pa­şa Da­ğın­da çam or­ma­nı için­de­ki ders­ha­ne­ye be­ra­ber git­tik. Bir gün son­ra ya­pı­la­cak “Çam­lık der­si”ne gel­miş­ler­di. Bin­ler­ce ağus­tos bö­ce­ği­nin ceh­rî zi­kirle­ri al­tın­da ya­pı­lan gü­zel ders­ler­den son­ra Ab­dul­lah Ağa­bey bu­ra­da da ha­tı­ra­la­rı­nı bi­zim­le pay­laş­tı:

“Sı­la-i Ra­him, Mek­tup­la da Olur”

“Ur­fa’da ders­ha­ne­de ka­lı­yor­dum; dört se­ne ka­dar ol­muş, ay­rı­la­ma­mış­tım. Üs­tad’a bir mek­tup gel­miş; ya be­nim ağa­be­yim yaz­mış o mek­tu­bu ve­ya an­nem bi­ri­ne yaz­dır­mış... An­nem mek­tup­ta de­miş ki: ‘Ben has­ta­yım, eğer bir-iki ay izin alıp gel­mez­se ben hak­kı­mı he­lâl et­miyo­rum!’"

“Üs­tad’a böy­le bir mek­tup gel­miş. Be­nim ha­be­rim yok... Mek­tu­bu Üs­tad’a oku­muş­lar. Gü­ya Üs­tad de­miş: ‘Bir-iki ay izin yok, bir-iki gün var.’ Bu­nu da söy­le­yen Ze­ke­ri­ya Ki­tap­çı, şim­di Kon­ya’da pro­fe­sör... O ba­na iki sa­tır mek­tup yaz­mış: ‘Üs­tad’ımı­za böy­le bir mek­tup gel­di, an­nen has­tay­mış, Üs­tad bir-iki gün izin ver­di.’ di­ye…"

“Ben Ze­ke­ri­ya’nın mek­tu­bu­nu alın­ca, ‘Epey­dir Üs­tad’a gi­de­me­miş­tim, bir-iki gün izin­le Üs­tad’a da uğ­ra­rım.’ di­ye doğ­ru Is­par­ta’ya git­tim. Üs­tad Emir­dağ’a git­miş, ben de Emir­dağ’a geç­tim. Tren­le gi­der­ken Nu­ri is­min­de Hay­ma­na­lı bi­ri­ne rast­la­dım. O da Üs­tad’a gi­di­yor­muş. Ta­nış­tık, Üs­tad’a be­ra­ber git­tik. İki­miz oda­ya ay­nı an­da be­ra­ber gir­dik. Üs­tad be­nim­le hiç ko­nuş­mu­yor, Nu­ri’yle ko­nu­şu­yor­du hep."

“Ney­se onu gön­der­di, ba­na, ‘Sen ni­ye gel­din?’ de­di. Ben de de­dim: ‘An­nem­den böy­le bir mek­tup gel­miş, siz de­miş­si­niz ki: 'Bir-iki ay izin yok, bir-iki gün var.’ Üs­tad, ‘Be­nim ha­be­rim yok!’ de­di. Ora­da Cey­lan Ağa­bey var­dı. ‘Efen­dim! Bu, Ze­ke­ri­ya’nın dol­mu­şu­na bin­miş…’ de­di. (Ab­dul­lah Ye­ğin Ağa­bey bun­la­rı an­la­tırk­en bir ta­raf­tan ken­di­si gü­lü­yor, bi­zi de gül­dü­rü­yordu.) ‘Pe­ki, bu­gün bu­ra­da kal.’ de­di."

“Üs­tad er­te­si gün, ‘Ora­sı yal­nız ol­maz, ge­ri­ye dön. Sen mek­tup yaz­mı­yor­sun, sı­la-i rahim mek­tup­la da olur, sı­la-i ra­him yap­mı­yor­sun. Se­nin ora­yı terk et­men ol­maz, eğer se­ni gör­mek is­te­yen var­sa on­lar gel­sin.’ de­di. Mü­sa­a­de et­me­di, ya­ni be­ni tek­rar Ur­fa’ya gön­der­di. O za­man ders­ha­ne­de Ab­dül­ka­dir Ba­dıl­lı yal­nız kal­mış­tı."

“Hu­ku­kul­lah, Hu­kuk-u Re­su­lul­lah, Hu­kuk-u Üs­tad…”

“Az ev­vel an­lat­tı­ğım ha­di­se­den baş­ka bir za­man da Üs­tad’la şöy­le bir ha­tı­ra­mız geç­ti, ta­ri­hi­ni tam ha­tır­la­ya­mı­yo­rum. (Ab­dul­lah Ağa­bey bu ha­tı­ra­yı Üs­tad’ımız­dan ay­nen gör­dü­ğü gi­bi eli­ni aça­rak, tek tek par­mak­la­rı­nı ka­pa­ta­rak an­lat­tı):

“Üs­tad eli­ni aç­tı. Baş­par­ma­ğı gös­te­re­rek, ‘Şu hu­ku­kul­la­hı gös­te­rir (baş­par­ma­ğı ka­pa­dı); şu hu­kuk-u Re­su­lul­lah (işa­ret par­ma­ğı­nı ka­pa­dı), şu hu­kuk-u Üs­tad (or­ta par­ma­ğı ka­pa­dı), şu hu­kuk-u va­li­de (yü­zük par­ma­ğı­nı ka­pa­dı), şu hu­kuk-u pe­der (ser­çe par­ma­ğı­nı ka­pa­dı)…’ Son­ra eli­ni tam ka­pa­ta­rak, ya­ni yum­ruk ya­pa­rak, ‘Bak bu baş­par­mak hep­si­ni kar­şı­lı­yor mu? İş­te bun­lar hu­ku­kul­laha ay­kı­rı hiç­bir şey em­re­de­mez­ler, (kü­çük par­mak­lar) em­ret­se­ler de din­len­mez’ de­di, Üs­ta­dı­mız."

“Me­mu­ri­ye­tin Şart­la­rı Ne­ler­dir?”

“Bir gün Üs­tad de­di:

‘Me­mu­ri­ye­te mü­sa­a­dem yok, sa­de­ce üç şart­la mü­sa­a­dem var:

1. Me­mu­ri­ye­ti Ri­sa­le-i Nur’a, di­ne, ima­na hiz­me­te ve­si­le ya­pacak.
2. Me­mu­ri­ye­ti dü­rüst ya­pacak, al­dığı ma­a­şı he­lâl et­ti­re­cek, doğ­­­ru­­luk­tan ay­rıl­ma­ya­cak.
3. Al­dığı ma­a­şı ik­ti­sat­la sarf ede­cek, za­ru­rî mas­raf­la­rı­na sarf ede­cek.'

'Bu üç şar­tı ye­ri­ne ge­ti­ren­le­re me­mu­ri­ye­ti mü­sa­a­de edi­yo­rum.’ Daha çok öğ­ret­men­li­ğe teş­vik eder­di."

“Üs­tad’ı Ur­fa’ya Da­vet Et­miş­tim”

“Cey­lan ba­na tel­graf çek­miş­ti, ‘Üs­tad yal­nız.’ di­ye... Ur­fa’dan Is­par­ta’ya git­tim, ya­nın­da Vah­şi Şa­ban, Kü­çük Ali Efen­di var­dı. Ba­na, ‘Ben yal­nı­zım di­ye se­ni ça­ğır­mış­lar, ben yal­nız de­ği­lim, sen ora­yı yal­nız bı­rak­ma, tek­rar Ur­fa’ya git.’ de­di.

“Git­miş­ken Üs­tad’ı Ur­fa’ya da­vet et­tim. Ba­na de­di: ‘Ora­da Ri­sa­le-i Nur yok mu? Ri­sa­le-i Nur var­sa ba­na ih­ti­yaç yo­ktur, Ri­sa­le-i Nur olan yer­de Ri­sa­le-i Nur be­nim va­zi­fe­mi ya­par.’ Tek­rar sor­dum: ‘Üs­tad’ım, gel­me­ye­cek mi­si­niz?’ Hiç ses çı­kar­ma­dı, ne ‘ge­le­ce­ğim’ de­di ne de ‘gel­me­ye­ce­ğim’ de­di; sü­kût et­ti. Üs­tad ‘ge­le­ce­ğim’ de­di mi ge­lir, çün­kü Üs­tad ya­lan söy­le­mez. Ay­rıl­dık, bir ay son­ra has­ta ola­rak gel­di Ur­fa’ya..."

“Üs­tad Ni­çin Hün­gür Hün­gür Ağ­la­dı?”

“Üs­tad’ımız­la be­ra­ber Sa­rıy­er’e git­miş­tik. Oto­mo­bil­de Üs­tad, ben ve şo­för var­dı. De­ni­ze ba­ka ba­ka ge­li­yor­duk. Üs­tad’ımız bir ka­dın­la er­ke­ğin bir­bi­ri­ne sa­rıl­mış va­zi­yet­le­ri­ni gö­rün­ce bir­den hız­la ba­şı­nı öte­ki ta­ra­fa çe­vir­di ve baş­la­dı hün­gür hün­gür ağ­la­ma­ya… Kim bi­lir bu­günle­ri mi gör­müş­tü?"

“Sa­de­ce çar­şı­da pa­zar­da bir­kaç ders­ha­ney­le ol­maz. Her ev ders­ha­ne-i Nu­ri­ye ol­ma­lı. Siz he­men ya­rım sa­at ders ya­pa­yım di­ye baş­la­ma­yın evi­niz­de. İl­kin iki da­ki­ka, üç da­ki­ka der­ken ya­rım sa­ate va­ra­cak­sı­nız.. Alış­tı­ra alış­tı­ra ol­ma­lı. Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı-II’de Üs­tad’ımı­zın ev ders­le­ri­ne tav­si­ye­si var. Çocuk­la­rı sa­de­ce Kur’an kur­su­na gön­der­mek­le ol­maz, tah­ki­kî iman ders­le­ri için Ri­sa­le-i Nur­la­rı oku­ma­lı­lar."

“Evet Üs­tad’ımız, ‘On­lar ara­ma­lı, on­lar yal­var­ma­lı.’ di­yor, ama ben kaç ke­re gö­züm­le gör­düm, Üs­tad ve­si­le ol­mak için ça­lı­şı­yor­du. Gö­zü­ne kes­tir­di­ği­ni he­men ya­nı­na ça­ğı­rır­dı. Türk­me­noğ­lu bu şe­kil­de ta­le­be ol­muş­tur…"

“Üs­tad’a Ge­len İh­tar ve Sun­gur Ağa­be­yin Ba­ba­sı…”

“Üs­tad’ımız Emir­dağ’da iken ben de ora­da idim. Ra­ma­zan Bay­ra­mı na­ma­zı­na git­tik. Na­maz­dan çı­kar­ken Üs­tad’ımız bu­yur­du ki: ‘Bir Meh­met hak­kın­da ih­tar var.’

“Bi­ze en ya­kın, Meh­met Ça­lış­kan’dı o za­man. Üs­tad’ın dış iş­le­ri­ni gö­rü­yor­du, mek­tup ad­res­le­ri fa­lan Ça­lış­kan Ağa­be­ye ait­ti. ‘Onu ça­ğır, hak­kın­da ih­tar var, ma­son­lar al­da­tı­yor­lar!’ de­di. Ben de git­tim ça­ğır­dım. Bay­ram sa­ba­hı, er­ken­den dük­ka­nı aç­mış, dük­kan­da bek­li­yormuş. Üs­tad’ımız ona ya­rım sa­at na­si­hat et­ti. ‘Bi­ze en ya­kın Meh­met sen­sin, ol­sa ol­sa bu Meh­met sen ol­ma­lı­sın; dik­kat et kim­se­ye ka­pıl­ma, kim­se­ye al­dan­ma!’ di­ye. Son­ra Ça­lış­kan Ağa­bey çok mü­te­es­sir ol­du, ‘Ben ne yap­tım aca­ba? Ben kö­tü bir şey yap­ma­dım.’ di­ye...

“Bir-iki sa­at son­ra Üs­tad ba­na, ‘Git ba­ka­lım şöy­le bir do­laş, ba­ka­lım ne var ne yok.’ de­di. Ben Ça­lış­kan Ağa­be­yin dük­ka­nı­na git­tim. Bi­ri­si gel­se za­ten onun dük­ka­nı­na ge­lir­di ön­ce, mek­tup gel­se onun ad­re­si­ne ge­lir­di; onun ad­re­si, Üs­tad’ın ad­re­siy­di. O gün bir­kaç ta­ne mektup gel­miş, mek­tup­la­rı Üs­tad’a ge­tir­dim. Üs­tad hep­si­ni bi­rer bi­rer oku­du."

“Bir Meh­met’ten mek­tup ge­li­yor. Mek­tup res­mî, sa­rı bir zar­fa ya­zıl­mış. Ya­zan, Sun­gur Ağa­be­yin ba­ba­sı, De­niz­li ta­ra­fın­da ho­cay­mış. Oğ­lu­nu şi­kâ­yet edi­yor. ‘Se­nin ta­le­ben böy­le mi olur? Ço­lu­ğu­na ço­cu­ğu­na bak­mı­yor, ge­li­yor se­nin ya­nı­na; işi gü­cü sa­na hiz­met et­mek.’ vs. di­ye uzun bir şi­kâ­yet mek­tu­bu. He­men Üs­tad de­di, ‘Ta­mam, ih­tar bel­li ol­du; Meh­met Ça­lış­kan’ı ça­ğır, onu te­sel­li ede­lim.’ de­di. Ça­lış­kan Ağa­be­yi ça­ğır­dım. Üs­tad, ‘Bak bu mek­tup­ta ne ya­zıyor. Her şe­yi­ni fe­da et­miş, ge­ce gün­düz Ri­sa­le-i Nur’la hiz­met ede­ce­ğim, di­yen oğ­lu­nu şi­kâ­yet edi­yor. Ma­son­lar böy­le in­san­la­rı al­da­tı­yor!’ de­di."

“On­dan son­ra Sun­gur Ağa­be­yin ba­ba­sı­na mek­tup ya­zı­lı­yor. Ben yoktum, Üs­tad’ı zi­ya­rete ge­li­yor; ar­tık Üs­tad’ımız ona ne­ler söy­le­di­y­se tam ir­şat ve ik­na ol­muş. On­dan son­ra ben bir ke­re gör­düm; ‘Ben Sun­gur’a ye­ti­şe­mi­yo­rum, Sun­gur hiz­met­te be­ni geç­ti.’ di­yor­du. Son­ra Sungur Ağa­be­yi Üs­tad’ın em­ri­ne vak­fet­miş. ‘Üs­tad’ım! Be­nim bun­da hiç hak­kım yo­ktur! Se­nin em­rin­de­dir!’ de­miş."

“De­mek ih­tar na­sıl ge­li­yor? De­mek ki is­miy­le bi­le ih­tar bel­li. Kim­den ne­re­den bir teh­like var­sa onu Ce­nab-ı Hak bel­li edi­yor. İs­ter rü­ya şek­lin­de olur, is­ter il­ham şek­lin­de olur; onu ar­tık ih­ta­rı alan bi­lir, biz o ka­dar bi­le­me­yiz.”

Ders­ha­ne Ada­bıy­la Ala­ka­lı Tav­si­ye­ler

Ab­dul­lah Ye­ğin Ağa­be­yin ders­ha­ne ada­bıy­la il­gi­li tav­si­ye­le­ri­nin yer al­dığı bir mek­tu­bu bu­ra­ya al­mak­ta fay­da mü­la­ha­za edi­yo­ruz:

“Had­dim ol­ma­ya­rak kar­deş­le­rim din­ler­ler­se on­lar­dan ri­ca­la­rım var. Ders­ha­ne­ler­de duran kar­deş­le­ri­me ri­ca ve is­tir­ha­mı­mı, dik­kat edi­le­cek hu­sus­la­rı bil­di­ğim ka­dar ya­za­ca­ğım:

1. Ri­sa­le-i Nur’a ta­le­be olan, on­da­ki ha­ki­kat­le­ri öğ­re­nir ve elin­den gel­se tat­bi­ke ça­lı­şır. Bi­rin­ci de­re­ce­de onun ala­ka­dar ol­du­ğu, ima­na kuv­vet ve­ren ha­ki­kat­ler­dir.

2. Ken­di­ni be­ğen­dir­me­ye, in­san­lar için­de nü­fuz sa­hi­bi ol­ma­ya ça­lış­maz.

3. Nur ta­le­be­le­ri­nin hep­si­ni ken­di­sin­den üs­tün ve te­miz bi­lir, ri­ya­kâr­lık eden­le­ri bil­se bi­le on­la­rın ha­ta­la­rı­nı teş­hir et­mez.

4. Ri­sa­le-i Nur’da bah­si geç­me­yen şey­ler­le uğ­raş­maz, baş­ka mev­zu­lar­la ala­ka pey­da edip on­la­ra vak­ti­ni sarf et­mez. İlk ta­nı­dık­la­rı­na ima­nî ba­his­ler oku­ya­bi­lir.

5. Kim­se­ye ta­hak­küm­va­ri ha­re­ket ede­rek ken­di­si­ni mer­ci yap­ma­ya ça­lış­maz.

6. Zah­met­li iş­le­re gö­ğüs ge­rer, ken­di­si yap­mak is­ter; yar­dım eden olur­sa ken­di men­faati­ne de­ğil, umu­mun men­fa­ati­ne ait ise ka­bul ede­bi­lir.

7. Hod­fu­ruş­luk, ken­di­ni be­ğen­miş­lik, ge­len­le­re kar­şı üs­tün­lük tav­rı­nı ve bil­giç­lik tav­rı­nı ta­kın­maz, böy­le ya­pan­lar­dan da hoş­lan­maz; sa­de­ce Al­lah rı­za­sı­nı dü­şü­ne­rek, kim­se­nin ameli­ni be­ğen­me­si­ni de­ğil, Al­lah’ın be­ğen­me­si­ni esas tu­tar.

8. Be­ra­ber kal­dı­ğı kim­se­le­re dai­ma yar­dım­cı, her hu­sus­ta on­la­rın dert or­ta­ğı ol­ma­ya çalı­şır. Şa­hıs­la­rı de­ğil, Nur’da­ki düs­tur­la­rı öğ­ret­me­ye gay­ret eder.

9. Sö­zü dö­nüp do­laş­tı­rıp iman ha­ki­kat­le­ri­ne ge­ti­rir. Yüz­de 80 in­san­lar afa­kî ha­di­sat­la uğ­raş­tı­ğın­dan, gaf­le­ti ar­tı­ran mev­zu­la­rı ke­se­rek, işi tat­lı­lık­la iman ha­ki­kat­le­ri­ne ge­ti­rir. Daima dün­ya­nın ahi­re­te ba­kan veç­he­si­ni esas tu­tar.

10. Be­ra­ber kal­dı­ğı kim­se­ler­den ay­rı­lır­ken ne­re­ye git­ti­ği­ni bil­di­rir.

11. Ku­sur gör­se onu ta­hak­küm­le de­ğil, lü­tuf­la ıs­la­hı­na ça­lı­şır. Ge­len mi­sa­fir ta­le­be ve­sair kar­deş­ler dai­ma gü­ler yüz ve hüsn­üis­tik­bal­le kar­şı­la­nır. So­rul­ma­yan dün­yevî iş­ler­den bah­se­dil­mez, bah­se­den­ler olur­sa ha­tır kır­ma­dan din­le­ne­rek kim­se gü­cen­di­ril­me­den ağır­la­nır. Men­fî şey­ler­den bah­se­den ol­sa ki­bar­lıkla, gü­cen­dir­me­den sus­tu­ru­lur ve­ya ders okun­ma­ya baş­la­nır. Daha iyi oku­yan var­sa din­le­mek ter­cih edi­lir.”

(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-I)

***

Abdullah YEĞİN, henüz bir ortaokul talebesi iken Bediüzzaman Said Nursî'yi ziyaret edip elini öpmüş ve talebesi olmuştu. Bediüzzaman ona "Nurcuların Abisi" diye iltifat ederdi.

Bediüzzaman'ı Kastamonu'ya l936 Senesinde Sevketmişlerdi.

Onun bütün hayatı boyunca kaderin sevki ile gezdirildiğini görüyoruz. O, sıla ile gurbeti kendi gönlünde birleştirmişti. Bu sebepten dolayı nereye sürülmüşse, orayı da bir vatan parçası olması dolayısıyla hoş karşılıyordu.

Kastamonu'da l943 yılına kadar kaldı. Bu yıllarda İnebolu, Taşköprü, Daday ve Araç gibi kazalardan İslâmiyeti öğrenmek isteyenler, ecdadına, an'anelerine bağlı insanlar Bediüzzaman'ın etrafında halkalandılar. İşte o tarihlerde Abdullah YEĞİN de, henüz küçük bir talebe iken, bu fedakârlar kadrosuna dahil oldu.

Bediüzzaman'ın mektuplarında "Araçlı Abdullah" diye ismi geçer.

Nur Risalelerini okumaktan dolayı başından geçen hâdiseler roman çapındadır. Bu hatıralar belki bizim yapamadığımız böyle bir çalışmayı da kapı açar ümidindeyim. Onun kadar mahkeme huzuruna çıkmış çok az kimse vardır. Nur davaları sebebiyle Urfa, Gaziantep, Ankara ve Adana hapishanelerinde aylarca yatmış, davaların hepsi de beraat ile neticelenmiştir.

Uzun yılların çalışma ve araştırmalarının neticesi olarak "Yeni Lügat" isimli kıymetli bir de eseri vardır.

"İlk Görüşme"

Abdullah YEĞİN hatıralarını kendisi kaleme aldı. Şöyle anlattı:

"Kastamonu Lisesi, orta kısım ikinci sınıftayım. (l940-l94l), Üstad'ın kiraladığı evin sahibinin ve bize gelen zatların sitayişle bahsetmeleri üzerine, bende onu görmek ve ziyaret etmek arzusu uyandı. Onun hakkında duyduklarım, büyük bir zat olduğu, hediye kabul etmediği ve herkesi ziyaretine almadığı şeklinde idi.

"Bir gün okulda teneffüs esnasında sıra arkadaşım Rıfat'a bu konuyu açtım. 'Burada çok kıymetli bir hoca varmış' deyince arkadaşım, 'Ben onu tanırım, evi bizim evin karşısındadır. Çok iyi bir kimsedir. Beraber seninle gidelim. Ben bazan ona gidiyorum.' dedi.

"Münasip bir vakitte birlikte gittik. Kapıyı çaldık. Kapı açıldı. Yukarı çıkarak sağdaki ilk kapıdan odasına girdik. Evvelâ Rıfat, sonra ben elini öpüp oturduk. Karyola gibi yüksek bir divanın üstüne oturmuş, dizlerine yorganı çekmiş, geriye doğru yaslanmıştı. Elinde bir kitap vardı. Saçları kulaklarının hizasına kadar gelmişti. İnce gözlüğünün üzerinden bize bakarak, 'Sefâ geldiniz.' dedi. Arkadaşımdan beni sordu. O da 'Benim mektep arkadaşımdır.' diye beni tanıttı. İsmimi sordu. Çok iltifat etti. İslâmiyet'ten, imanın güzelliğinden, ölümden, âhiretten bahsetti. Bir müddet sonra yanından ayrıldık

"Çok Mütevazı İdi"

"Başka bir gün yine ziyaretine gitmiştim. Çok mütevazi, çok engin gönüllü bir insandı. Tevazuundan dolayı bana öyle geliyordu ki, çok şey bilmiyor. Çünkü hep bizim bildiğimiz şeyleri anlatıyordu. Allah'ın birliğinden, insanın serbest, başıboş olmadığından, zamanın tehlikelerinden anlatırdı.

"Onun tevazuu, mahviyeti, alçakgönüllü oluşu, sevgi ve alakası bizi kendisine bağlamıştı.

"Zaman zaman diğer bazı arkadaşları da alıp ona götürürdüm. Çeşitli suallerimize güzel güzel cevaplar verirdi. Mektepte bir kısım muallimlerden edindiğim din aleyhindeki menfi fikirler, ancak Üstad'ın yanına gidince zail olurdu. Ümit ve şevkle ayrılırdık yanından.

"Muallimlerimiz Allah'tan Bahsetmiyor"

"Yine bir ziyaretimde şöyle bir sual sormuştum: Muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyor. Bize Hâlıkımızı tanıttır."

"Bu mevzuda uzun uzun izahlarda bulundu. Bu sualimizin cevabı ne zaman yazıldı, iyice hatırlamıyorum. Yanına gittiğimde Ayetü'l-Kübrâ'dan, Küçük Sözler'den Mehmed Feyzi PAMUKÇU okur, biz de defterlerimize yeni yazıyla yazardık."

"Ekseriyetle kâtipliğini Mehmed Feyzi Efendi yapardı."

"Kastamonu civarında Karadağ ve Hacı İbrahimdağı denilen yerlere bazan pazar ve tatil günlerinde müteaddit defalar Üstad'la birlikte giderdik. Üç dört kişi kırda, Âyet'ül-Kübrâ'dan ve Sözler'den okurduk. Bazan iki Risaleyi karşılaştırır, tashih ederdi. İmanî, İslâmî mevzularda konuşmalar ve sohbetler olurdu."

"Bediüzzaman Hoca'nın Yanına Kimler Gitti?"

"Bir gün mektepte coğrafya dersinde idik. Coğrafya hocası, 'O mürteci Bediüzzaman denilen Hoca'nın yanına kimler gitti?' diye sınıfta sordu. Altı kişi parmak kaldırdık. Neden, niçin gittiğimizi sordu. Üstad'ın inkılâp düşmanı olduğunu, Atatürk'ü sevmediğini söyledi. Bizi inzibat meclisi denilen disiplin kuruluna sevketti."

"Disiplin kurulunda çeşitli sualler soruldu. Yazılı-cevaplı ifadelerimiz alındı. Neticede Suat isimli arkadaşımıza ve bana altı gün mektepten tard cezası, diğer arkadaşlara da ihtar, tekdir gibi cezalar verdiler. Verdiğimiz ifadelerde dinimizi öğrenmek için gittiğimizi, kimse aleyhinde bir konuşma olmadığını, dindar olduğumuzu, ibadet etmeyi sevdiğimizi söyledik. Bu hâdiseden birkaç gün sonra kaldığım evi polisler bastılar. İnceden inceye arama yaptılar. Bir şey bulamadılar."

"Üstad'ın evinde bana ait bir defter ve ismim bulunduğu için, Denizli savcısı telgrafla evimizin aranmasını istemiş. Emniyette ifadem alındı. Başımdan geçenleri olduğu gibi anlattım. Savcı: 'Müftü var, birçok hocalar var. Niçin onların yanına gitmiyorsunuz?' dedi. Ben de müftüyü tanımadığımı söyledim."

Urfa Yılları

"Askerlik yıllarımız hariç Urfa'da sekiz sene kaldım.

"Üstad, hayatının son yıllarında gezmeye başlamıştı. Biz, mutlaka Urfa'ya da gelir diye bekliyorduk. Hattâ davet etmiştik. Gazetelerden seyahatlarını takip ediyorduk. Vefatından bir iki ay önce Isparta'ya gitmiştim. Ziyaretimde:

"Üstadım! 'Urfa'ya geleceğim dediniz.' gelemediniz. Oradaki yatak vesair eşyalarınız ne olacak?' demiştim."

"Sen ne yaparsan yap, seni vekil ediyorum.' dedi.

"Ben de 'Satarım.' dedim. 'Sen bilirsin.' gibi cevaplar vermişti. Artık ben Urfa'ya geleceğinin ümidini kaybediyordum. Belki de gelemeyecek diye düşünüyordum.

"Üstad Geldi"

"O sırada Üstadımız çok seyahat ediyordu. Lehinde, aleyhinde yazılar gazetelerde çıktığı gün, gazeteleri takip ediyorduk. Kadıoğlu Camii hücresinde kalıyordum. Hüsnü kardeşim ve Zübeyir Ağabey Üstadımızın yanında idi. Abdülkadir Badıllı da askere gitmişti. Onun için yalnızdım. Gelen giden ziyaretçiler, Risale-i Nur isteyenler oluyordu. Bir pazartesi günü, öğle yakındı. Abdest alırken hararetle birisi geldi. 'Üstad geldi, Üstad geldi.' diye acele söyledi. Ben ayaklarımı yıkarken Zübeyir Ağabey acele ile dış kapıdan içeri girdi. Telaşla 'Üstad geldi. Acele gel.' diye beni çağırdı.

Acele ile ayaklarımı yıkadım. Hemen beraber koştuk. Sabri Küçük, 'En iyi otel, İpek Palas otelidir.' demişti. Taksiye bindik, o tarafa gittik. Takside Üstadımızın halini, zafiyet ve halsizliğini görünce, çok perişan olmuştum. Âdeta ağlamak istiyordum. Daha evvelki görüşmelerimizde sık sık bize diyordu:

'Bana bağlanmayanız. Risale-i Nur'a bağlanınız. Ben aciz bir insanım, kusurlarım var. Risale-i Nur, Kur'ân'ın malıdır, ona bağlıdır. O size yeter. Ben de sizin gibi bir ferdim. Beni büyük bir zattır diye tanımayınız. Risale-i Nur'da konuşan delil ve bürhan, hakikattır.'

"İşte bu sözlerin manasını düşünüyorum. Şaşkın bir halde idim. Üstad'la konuşmadığımız için üzgün olduğum gibi hastalığının şiddetini de görüyor, müteessir oluyordum. 'Bana bağlanmayınız.' sözlerini düşünüyordum. Hem Üstadımız geldi, diye seviniyor, hem de hastalığının şiddetinden çok müteessir oluyordum."

"Üstad çok rahatsızdı. Ayakta duramayacak bir halde idi, iki koluna girerek İpek Palas Oteline çıktık. Bu esnada gelen polisler Üstad'ın kim olduğunu soruyordu. Biz de cevap veriyorduk."

"Küfür Ölmüştür"

"Salı sabahı, yani gelişinden bir gün sonra rahatlar ve iyileşir gibi olmuştu. Yanına girdiğimde bana hitaben, 'Hiç merak etme! Küfür ölmüştür. Bundan sonra bir şeyler yapamazlar!' diyordu. Elimi bırakmak istemiyor, Urfa'nın ehemmiyetinden bahisle Urfalıların İslâmiyet'e olan hizmetlerinden anlatıyordu. Urfa'nın Türk, Arap, Kürt gibi Müslüman kardeşleri birleştirmeye vesile olacağından bahsediyordu. Gelen ziyaretçilere de çok alâka ve iltifat ediyordu. Yüzlerce Urfalı otele gelip, ziyaret edip elini öpüyorlardı."

"Polisler, zabıta müdürleri, çeşitli memurlar, gruplar halinde ziyaretine geliyorlardı. Otelin etrafı mahşerî bir kalabalıkla kuşatılmıştı. Üstad polislere hitaben: 'Biz sizlerin yardımcısıyız. Biz de emniyet ve asayişe hizmet ediyoruz.' diyordu."

"Hastayım, Urfa'dan Ayrılamam."

"Gelen memurlar, Üstad'ın Urfa'yı terketmesini istiyorlardı. Yukarıdan gelen emri tebliğ ediyorlardı. Üstad, onlara cevaben:

"Siz görüyorsunuz, ben hastayım. Belki de buraya ölmek için geldim. Bu vaziyette ben yola gidemem. Biz birbirimizin yardımcısıyız. Risale-i Nur ve talebeleri daima emniyet ve asayişe hizmet etmişlerdir. Biz ehl-i dünyanın işlerine karışmıyoruz. Benim halimi şimdi görüyorsunuz. Siz benim namıma gidin, çalışın, ben buradan gidemem."

diyordu. Polisler gittikten sonra halkın eşrafı ve Demokrat Parti ileri gelenleri otele girerek Üstad'ın durumu ile çok yakından ilgilendiler. 'Biz Üstad'ı hiçbir yere vermeyiz' diyerek vermemek için çalışacaklarını söyleyip ayrıldılar.

"Başvekil Adnan Merderes'e telgraflar çekildi. Senelerden beri imana hizmet eden, bütün ömrünü İslâmiyete vakfeden, daima milletimizin selâmetine çalışan ve dua eden, doksanlık bir İslâm mücahidinin Urfa'dan gitmesini istemek, neden icap etsin? Müfsitlerin, memleket ve din düşmanlarının iğfaline hükümetin, iktidarın vesile olmaması, âhir ömründe bu zatın serbest nefes almasına mani olunmaması için telgraflar çekilmesini, civar vilâyetlerdeki kardeşlerimize telefon ve telgrafla bildiriyorduk. Urfalıların müracaatlarıyla hükümet doktoru ve sıhhat müdürü gibi zatlar Üstad'ı muayeneye geldiler ve hastalığını gördüler. Katiyyen ve asla bu zat böyle yola çıkamaz, diye kararlarını verdiler. Salı günü halk ve hükümet arasında âdeta bir hâdise çıkacak gibi idi. Urfalılar: 'Biz Üstadımızı bırakmayacağız.' diyorlar ve hükümet ise Üstadımızın gitmesinin tekrar tekrar Ankara'dan Dahiliye Vekâletinden bildirildiğini söylüyorlardı. Urfa Demokrat Parti Başkanı merhum Mehmed Hatipoğlu celâlet ve şecaatla 'Üstadımızı vermeyeceğiz.' diye çalışması binlerce tebriklere şayestedir. Nihayet o gün mücadele ile geçti. Hattâ Üstadımızın geldiği arabayı Hüsnü Bayram kardeşimizden polisler teslim aldılar. Anahtarlarını alıp, 'Yarın sizi yola çıkaracağız.' diye hazırlıkta bulunmalarını söylediler."

"Üstad Vefat Etmişti"

"Üstadımızın başında sıra ile nöbet bekliyorduk. Otelci bize çok yardımda bulunuyordu. Kolaylık gösteriyordu. 'Benim misafirime polisler nasıl karışır, misafir olan böyle bir zatı nasıl rahatsız edebilir? Bunu kanun da kabul etmez, insanlık da.' diyerek, İslâmî şecaat ve cesaretini gösteriyordu. Gece geç vakte kadar Urfalı çok kimseler Üstadımızı ziyaret ettiler. Üstadımız hararetle onları okşuyor, vedalaşıyordu. Üstadımızın vefat edeceği hatırımıza geliyor ve fakat hizmetinin bitmediğini düşünerek aklımız kabul etmiyordu. Fakat birkaç ay önce Isparta'daki ziyaretimde, 'Ben Risale-i Nur neşroluncaya kadar bir ömür istiyorum. Ondan sonra bana lüzum kalmamıştır. Benim vazifemi Risale-i Nur yapar.' şeklinde konuşmuş idi. Fakat biz bunları düşünecek halde değildik."

"Gece saat üç sıralarında ben postahaneye merhum Adnan Menderes'e yıldırım telgrafı çekmeye gittim. Telgarafta,

'Doksan senelik ömrünü dinine, milletine hizmet için vakfeden kahraman-ı İslâm, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin bunca sene çektiği zulüm ve işkence yetmiyormuş gibi, bir de kendi memleketinde misafirliğine dahi müsaade edilmiyor. Bu zulmün müsebbipleri hesap vermeyecekler mi?'

gibi ifadeler vardı. Merhum Adnan Menderes, o zaman İstanbul Pera Palas Otelinde misafir idi. Ben postahaneden otele geldim. Bazı kardeşlerimiz Üstadımızın yanındaki başka bir odada idiler. Üstadımızın yanında Bayram Yüksel kardeşimiz bekliyordu. Ben de bir bakayım diye gittim. Bayram kardeşimiz bir kenarda, Üstadımızın odasında dua ediyordu. Bana gürültü etmeyelim, diye işaret etti. Fısıltı ile bana dedi ki: 'Üstadımız uyudu, Şimdi çok rahat, gürültü etmeyelim, uyanmasın.' Ben yaklaştım. Nabızlarına baktım, atmıyordu. Nefes alışına dikkat ettim. 'Kardeşim! Nefes aldığını hissetmiyorum.' Bayram kardeş de, 'Üstadımız bayıldı. Eskiden de bir defa böyle olmuştu.' dedi. Sonra Zübeyr Ağabey geldi. O da Üstadımızın bayıldığına ve uyuduğuna inanıyordu. Vefatını kabul etmiyorduk. Halbuki Üstadımız (Allah ondan ebediyen razı olsun) saat 03:00 sıralarında derin derin nefes alarak yatarken, Bayram kardeşimiz onun başucunda bekliyormuş. Üstadımız hafif doğrularak Bayram kardeşimize sarılır gibi yaparak uzanmış ve sakin bir hale geldiğinden Bayram kardeş, Üstadımız bayıldı zannederek etrafını örtmüş. 'Rahat etsin, inşaallah iyi olur.' diye bekliyormuş."

"Biz hepimiz üzüntü ve ızdırap içinde sabahı bekledik. Namazdan sonra Urfa'lı Kurrâ Hafız Mehmed Efendi geldi. Üstadımızı ziyaret etmek istiyordu. Bir gün evvel ziyaret etmek için, zannedersem Mahmud Hasırcı ile beraber göndermiştim. 'Gelsin' diye haber verilmişti. Üstadımızın kapısını açtık. Üstadımızın yüzünü açarak gösterdik. Mehmed Efendi 'İnnâ Lillah ve innâ İleyhi Râciûn' diyerek mağfiret duasında bulundu. 'Niye haber vermiyorsunuz?' dedi ve gitti."

"Her Tarafa Haber Saldık"

"Biz her tarafa, kardeşlerimize telefon veya telgrafla Üstadımızın vefat haberini bildirmeye başladık. Sabahleyin saat sekiz sıralarında bir Albayla, Emniyet Müdürü otele geldiler. Bize sert sert: 'Ne duruyorsunuz? Gitmeyecek misiniz?' diye çıkıştılar. Hemen bizden evvel otelci: 'Gitmeyecekler, boşuna uğraşmayın. Üstad vefat etmiştir.' diye onlara cevap verdi. Onlar da süratle dönüp gittiler. Ağlamak istiyorduk. Gözyaşları, hıçkırıklar boğazımızda düğümleniyordu. Fakat gelen telefon, sorulan şeylere cevap vermek zorunda idik."

"Üstadımızın kabrinin Dergâhta olmasına karar verildi. Çarşamba ve perşembe günleri Üstadımızın naaşı yıkanarak bekletildi. Urfa Valisi Urfa'da bulunmuyordu. Perşembe günü akşamüzeri Vali Bey, bizlerle görüşerek, fazla bekletilemeyeceğini ve imkân kalmadığını söyledi. 'Bu mübarek cuma gecesi onu kabre koyalım.' diyordu."

"Herkes Urfa'daydı"

"Nihayet biz de o gece Kadir Gecesi olması ihtimali, Ramazan'ın yirmi beşinci cuma gecesi olması ve Urfa'ya çok Nur Talebesinin gelmesi gibi sebeplerle ister istemez, kabre konulmasına taraftar olduk. Diğer vilâyetlerden 'Üstadımızın namazına biz de yetişelim' diyerek, telefon ve telgraflar geliyordu. Dergâhta Üstadımızın gasli için tedbirler alındı. Otelden Dergâha kadar kalabalık ve sokaklar almayacak derecede izdiham içerisinde Üstadımızın tabutu eller üzerinde götürüldü. Sanki bütün dünya Urfa'ya toplanmış gibi bir hal vardı. Urfa'nın eski hocalarından ve Üstadımıza çok hürmet ve sevgisi bulunan Molla Hamid Efendi ve daha birkaç hoca ve imamlar da Üstadımızın yıkanmasında hazır bulundular. Nihayet oradan alıp Ulu Cami'ye namaz kılınması için on binlerin elleri ve başı üstünde götürülmüştü. Caminin içindeki sol taraftaki bir odada akşama kadar bekletildi. Perşembe gecesi tabutu caminin içine alınarak hatimler indirildi. Sabahlara kadar dualar edildi."

Muhteşem Bir Cenaze Namazı

"Perşembe günü ikindi namazını müteakib Ulu Camiin avlusunda cenaze namazı kılındı. Her taraf, meydanlar ve binaların üzerleri dahi insanlarla dolu idi. Ekseri Nur Talebeleri, Urfalılar ve hariçten gelenler, Vali, Belediye Reisi, hep namaz da hazır idiler. Mübarek tabutu tekrar eller üzerinde, askerler, polisler yardımıyla ve iştirakiyle Halil-ür-Rahman Dergâhına götürdük. Gerek Üstadımızı Halil İbrahim Dergâhına götürürken, gerekse çıkartırken senelerce Üstadımızın hizmetinde bulunmuş Zübeyir, Bayram, Hüsnü birbirlerine kolkola vermişler, âdeta kendilerini kaybetmişler, ağlıyorlar, 'Ah Üstadımız!..' diye feryad ediyorlardı. Ben bir zaman onlara demiştim: 'Kardeşim, kendinize gelin, biz Üstadımızın fani şahsına bağlı değiliz.' Merhum Ceylân kardeşimiz de buna cevaben dedi ki: 'Sen ne konuşuyorsun, Üstadımız her şeyiyle Kur'ân'ındır, İslâmındır.' diye cevap verdiler... O gün âdeta kıyamet kopmuş gibi bir hal vardı. Yağmur yağıyordu. Sema ağlıyordu...

"Etraftan bütün bizi tanıyan kardeşlerimiz, 'Nur Talebeleri başınız sağ olsun' diyorlardı. Senelerce evvel Üstadımızın bana hitaben: 'Sana başın sağ olsun diyecekler, keçeli keçeli' dediğinin manasını o acı günde anlamıştım. Hayatımda böyle bir manzara ve bir hal ile karşılaşmamıştım. Böyle bir vefat hâdisesini görmemiştim. Üstadımızın senelerce evvel 'Ben de Urfa'ya geleceğim' demesi bu şekilde hiç beklemediğimiz bir tarzda tecelli etmişti. Bütün Urfalılar bizimle alâkadar oluyorlar, acılarımızı paylaşıyorlar ve bizleri teselli etmeye çalışıyorlardı. Bütün gelen misafirleri kurbanlar keserek memnun ediyorlardı. Ziyafetlerle, İslâmî kardeşliği yaşayışlarıyla temsil ediyorlardı. Ulu Camiin önünde müteaddit kazanlar konulmuş, yemekler pişirilmişti.

Hükümetin Evhamı

"Üstadımızın Urfa'ya gelişi hükümeti ve bilhassa muarızları evhama düşürmüştü. Üstadımızın kabrinin çok mübarek bir yerde bulunması, ziyaretçilerin her taraftan gelmesi, hususan etraf köylerden ahalinin kabri ziyaret edip, yüzlerini kabre sürmeleri gibi halleri ve aynı zamanda Şafii Mezhebinde cenaze namazının kabre karşı durarak da mevta kabirde iken de kılınabildiğinden, Üstadımızın cenaze namazına yetişemeyen Şafiîlerin kabre namaz kılmaları, zulmetli münevverler arasında suizanna sebep oluyordu."

"Gelenlerden bazıları şişelere Dergâhın suyundan dolduruyorlar, kabrin üzerine koyup dua ettikten sonra hastalarına şifa olsun diye içiriyorlardı. Yine bir kısmı Üstadımızın kabrinin üzerine şeker koyuyor ve onu hastasına götürüyordu. Bazıları da hatıra olarak, kabrin toprağını ceplerine koyup götürüyorlardı. Baktık ki kabirde toprak kalmıyor, beton ile üzerini sıvamak mecburiyeti hasıl oldu."

"Üstad sağlığında müdemadiyen mezarının gizli kalması için Cenab-ı Hak'tan niyazda bulunurdu. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda, 'Bu insanlar mezar ziyaretinin usulünü bilmiyorlar, mezarda yatan makbul kulları vesile ederek Cenab-ı Hakkın dergâhına el açacaklarken, tehlikeli bir şekilde mezarda yatanlardan dilekte bulunuyorlar. Hayatta rahat yüzü göremedim, mezarımda rahatsız edilmemek için Rabbimden mezarımın gizli kalmasını niyaz ediyorum' derdi. Gerçekten de mezarının birkaç ay Urfa'da kalması esnasında bu arzunun ne kadar isabetli olduğu açıkça anlaşılmıştı."

27 Mayıs'çıların Tutumu

"Ziyarete gelenlerin ekserisi 'Talebelerini göreceğiz' diye bizlerle görüşmeden gitmiyorlardı. Bu hal ehl-i dünyanın işine gelmezdi. Çünkü o havalide kuvvetli bir dinî cereyan daima ilerleyerek Risale-i Nur daha çok inkişaf edecek, dinsizlerin plânları târ ü mar olacaktı. 27 Mayıs'tan sonra da kaç gün ziyaretçiler devam etti. Türkiye'nin her tarafında bulunan talebeleri yer yer bazı vilâyetlerde, kazalarda ve köylerde sırf Allah rızası için halka Risale-i Nur'u okuyarak ders dinlettiriyorlardı. İmandan gelen bir fedakârlıkla Kur'ân-ı Kerim'in hakikatlarının öğretilmesine, tahkiki imana vesile olmaya çalışıyorlardı."

27 Mayıs'tan birkaç gün sonra dinsizlerin ifsadı neticesinde Urfa'daki tanınmış Risale-i Nur Talebelerine karşı hükümet harekete geçti. Zaten ordu idareyi ele almıştı. On beş-yirmi kadar, Urfa ve civarındaki Nur Talebelerinden bir kısmımızı topladılar ve jandarma merkez kumandanlığına götürdüler. İhtilâl olalı bir-iki gün olmuştu. Birkaç gün orada beklettikten sonra, sıra ile ifademizi almaya çağırdılar. İki binbaşı, birkaç asker bizi tekrar tekrar çağırarak, muhtelif sualler sordular."

"Jandarma karakolunda ilk ifademde çok şüphelendiklerini binbaşı soruyor, ben de cevap veriyordum. Binbaşının hakaret ve tehditlerini unutmuş vaziyetteyim. En çok üzerinde durduğu nokta, 'Niçin Urfa'da duruyorsun? İaşeni nasıl temin ediyorsun? Neden izinsiz camilerde ders okuyorsun?' sualleriydi. Sonra Zübeyr Ağabeyin de ifadesi alındı. Ondan sonra sıra ile hepimiz hâkim üsteğmenin yanına esas ifademiz için gönderdiler. Hâkim üsteğmen insaflı ve adaletliydi. Sandalye verdi, oturduk ve bir arkadaş gibi ifademizi aldı. Biraz konuştuktan sonra, 'Sizi yanlış anlatıyorlar, bizim bildiğimiz gibi değilmişsiniz. Sizin suçunuz yoktur. Siyasiler işi karıştırıyor. Hükümete askeriye hâkim olduğu için böyle oluyor.' diye konuşmuştu. O gün ifadelerimizi aldıktan sonra hepimizi serbest bıraktılar."

"Her Haliyle Müstesna İdi"

"Üstadımız lisan-ı hali gibi lisan-ı kali de bedi olduğundan onu gören hayretle ona bakardı. Çünkü kıyafeti, hali, hareketi kimseye benzemiyordu. Onun için onun şemâili hiç hatırımdan çıkmaz. İlk gördüğüm zaman ortaokulda olduğum halde kıyafeti bende öyle bir tesir bırakmıştı ki, ecnebi kılığını bir şiar-ı medeniyet telâkki eden Avrupa mukallitlerine karşı içimde bir nefret hasıl olmuştu.

"Hattâ önceleri Kürtlere karşı bir soğukluk vardı. Bizde Kürtlere hakaret ederler, elekçilere, çingenelere de Kürt derlerdi. Üstad'ı gördükten ve onun samimî, şefkatli, âlicenap, îmanlı, merhametli tavır ve sözlerini dinledikten sonra, fakirlere, Kürt denilen kimselere, îman, cihad ve din kardeşlerimize bir muhabbet, bir hürmet hasıl oldu. Eskiden konuşmak istemediğim, o kılık kıyafeti bize benzemeyen kimselere karşı içimden bir sevgi hasıl olmuştu. Zulmün şiddetli devrinde (l940 senelerinde), polisten, jandarmadan halkın çok çekindiği zamanlarda, aynı eski kılık kıyafetiyle sert ve dik adımlarla polis nezaretinden vali konağına doğru gidişini ve etraftan halkın ona hayretle bakışını, ürpererek seyredişini hiç unutmam.

"O zaman ben ve birkaç arkadaşım Kastamonu Lisesi bahçesinde idik. İmanı, inancı, yüzünden, her halinden okunan bu vatan evlâdı, haliyle, tavrıyla müstevlilerin medeniyet namına telkin ettikleri sahtekâr zihniyete azimle karşı duruyordu. Bu hali ben o zaman düşünemiyordum, fakat içimden dinsizlere, din aleyhindekilere karşı bir nefret hasıl olmuştu. Üstad'ımın lisân-ı hâli bana bu dersi verdiği gibi, onun daima Allah'a iman, âhirete iman, Kur'ân'ın kudsiyeti, dinsizleri sevmemek, onlara taraftar olmamak halini telkin etmesi de unutamadığım hallerindendi. Onun lisan-ı hali dindarlığın şerafetini ilân ediyor, zihinlere nakşediyordu.

"Yazdıklarını Yaşıyordu"

"Ben Üstad'ımın yanına şunun için gitmiştim: Kimseden hediye almazmış. Yaşayışını gördüm, hakikaten fakirdi. Odasının birinde bir kilim ve birkaç tane bezden seccade vardı. Gerisi ise tam takır, boştu. Halkın eşrafı ve zengin kimseleri ona bir şey getirseler, o çok lâtif bir surette onu reddederdi. Kimseyi de gücendirmek istemezdi. Mutlaka bir karşılık vermeden bir eşya almaz ve yemezdi. Hakikaten yazdığı derslerdeki hali yaşıyordu. Konuşmaları hep Risale-i Nur'du. O derslerin tekrarı gibiydi. Onun için ben dikkatsizlik eder ve bazen da sözlerine aldırış etmezdim. Bu yazılıdır, ben bunu okurum ve biliyorum zannı ile hareket ederdim. Bu gafletimi de unutmuyordum..."

"Kastamonu'da iken işim olmadığından ziyaretine giderdim. Ve bazen odun kırmak, suyunu getirmek gibi hizmetlerini yapmak isterdim. Onun kimsesiz haletine, fakirliğine merhameten yapmak isterdim. Bunu sonradan hatırlıyorum."

"Emirdağ'da bana: 'Ben şimdi eski Abdullah'ımı kaybetmişim. Eski Abdullah yok' derdi. Çünkü ben o zaman Üstad büyük bir zattır. Âhir zamanda gelen bir ıslahatçıdır, diyerek, ona daha başka hürmetle hizmet etmek isterdim. O bunları hissetmişti ve bana böyle derdi. 'Ben kendime hürmet istemiyorum, bana bağlanmayınız. Risale-i Nur'a bağlanınız. O Kur'ân'ın dersidir.'

"Allah Rızası İçin Çalışmayı Ders Verirdi"

"Bir gün bir iş için iki elim önde birbirini tutar durumda, farkında olmadan hürmetkârâne bir tavırda Üstad'ın önünde durmuştum. O beni şiddetle azarladı, 'Ben hürmet istemiyorum' diye hiddet etmişti..

"Bununla beraber sırf rıza-ı İlâhiyi hedef ittihaz etmemizi daima telkin ederdi. birkaç üniversiteli arkadaşla Emirdağ'a ziyarete gittiğimizde, bize şu şekilde tembihatta bulunmuştu:

"Kardeşim dünyada benden bir menfaat ümit ederseniz veya âhirette bir şey bekliyorsanız, benim yanımda duramazsınız. Benden hiçbir şey beklemeyiniz. Ben de âciz kusurlu bir insanım. Sırf Allah rızası için düşünüyorsanız sizi kabul ederim..."

"Hediye Kabul Etmiyorduk"

"Yanında, hizmetinde kaldığımız müddetçe otuz kuruş tayinat parasından başka da bir şey vermiyordu. Kimseden hediye kabul edemiyorduk. Bazan otuz kuruşa bir kilo un alır ve un çorbası yapardık. Bir Kurban Bayramı'nda komşumuz Cafer Ağa kurban kesmişti. Israr etti, 'Et getireceğim, kabul edin.' diye... Ben içimden Üstad gücenir diye kabul etmek istemedim. Fakat kalben kabul etsem ne olur, bu bayramdır, diye düşünüyordum. Bir müddet sonra Cafer Ağa, Üstad'ı gördü ve beni şikâyet etti. Kurban payı veriyorum, almıyor diye. Daha evvel Üstad, benim kalbimi okumuş ki, 'Sana bayramda et kabul etmene müsaade ediyorum.' demişti. Bu durum beni hem çok mahcup etmiş, hem de sevindirmişti.

"Ben Muallim Mustafa Sungur"

"Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde üçüncü sınıfta (idim, bir gün) derste iken, birisinin beni aradığını haber verdiler. Hemen çıkarak kapıya gittim. Köylü kıyafetinde genç bir arkadaştı.

"O kendisini 'Ben Muallim Mustafa Sungur.' diye tanıttı. 'Üstadımızın yanından geliyorum.' dedi ve beni kucakladı. Ben mahcup oldum, âdeta, ona sarılmak istemiyordum. Âlemin gözü önünde öyle köylü kıyafetli birisi ile sarılmak onuruma dokunuyordu. Fakat onun samimî anlatışları, fedailik durumu, Risale-i Nur'a olan sevgisi, bağlılığı bana çok tesir etmişti.

"Bunu nakletmekteki maksadım şudur: Risale-i Nur ve Üstad, insana samimî bir halet kazandırıyor. Mütevazi, enaniyetsiz, gurur ve kibirden âzade, kendini beğenmeyen, samimî, açık kalbiyle Cenab-ı Hakk'a müteveccih olmuş, dünyanın en hayırlı vechesine dönmüş bir halet kazandırıyordu. Bu hâl Üstad'da daha ulvî bir tevazu halinde görünüyordu. Hangi Nur Talebesiyle karşılaşsam, bu halet az çok belliydi. Hakiki ve ciddi bir samimiyet insanı sarıyordu. Onun için Üstadımızı ilk gördüğümde, onun tevazuu bana çok tesir etmişti. Hattâ 'Kitap yazabilir mi, Arapça bilir mi?' diye Feyzi Efendiden sormuştum.

"Risale-i Nur Kimdir?'

"Üstadımız kendisinden bahsetmezdi. Risale-i Nur'u methederdi. Ben de çocukluktan olacak, 'Bu Hocanın bahsettiği Risale-i Nur kimdir?' diye düşünürdüm. Bir gün Feyzi Efendi'ye sormuştum: 'Bu Risale-i Nur kimdir?' O da bana aynı odada kitap mütalaası ile meşgul olan Üstad'ımızı göstererek, 'Efendi, Efendi.' demişti. Ben de taaccüple bakmıştım. O zaman demiştim; 'Peki Efendim, kitap yazabilir mi? Arapça bilir mi?' ilâ ahir...

Üstad'ımızın, insanın en yakın dostu, en fedakâr kardeşi, en samimî arkadaşı gibi hareketleri ister istemez insanı kendisine bağlıyormuş. Fakat o kendisine değil, Kur'ân hakikatlarına, Risale-i Nur'a bağlanmamızı temine çalışıyordu.

"Ankara'da iken, her şeyi bırakıp Üstad'ımızın yanına gitmek istiyordum. Fakat düşünüyordum. Babam harçlık göndermezse, bir menfaat beklemeden, kimseden bir şey almadan nasıl yaşarım, diye cesaretim kırılıyor. Üstad'ın kalbimizden geçenleri bildiğine, çok zaman cevap verdiğine veya tevafukla bu gibi şeylerin nasıl halledildiğine misal olarak şu hâdiseyi zikrediyorum:

"Emirdağ'a geldiğimde bir kitap açtı, bir sahifeyi gösterdi ve 'Okuyabilir misin?' dedi. Kitap, Kur'ân yazısı ile yazılmıştı. 'Yavaş yavaş okurum.' dedim. Zora zora kitabı okudum. Orada 'talebe-i ulûm'un rızkına bereket düşer' meâlinde mühim bir ders vardı. Okuyup bitirdikten sonra, 'Dersini aldın mı?' dedi. Ben de Ankara'da o fikrimi hatırladım 'Aldım Üstad'ım.' dedim.

"Şimdiki Talebelerim Daha Fedakârdır"

"Bir gün fedakârlıktan bahsederken demişti:

"Benim şimdiki talebelerim, Ruslarla harbederken benimle Şark'ta kendini ateşe atan fedâilerden daha fedakârdırlar. Çünkü, bütün ömrünü feda etmek kolay değildir. Bir anda insan kendini ateşe atsa, şehit olur gider. Devamlı surette sadakatla, fedakârlık ise, öyle kolay değildir. Onun için benim bu zamandaki talebelerim Eski Said'in talebelerinden daha fedakârdırlar. Ne vakit Şark'ta bu sır inkişaf etse, benim hemşehrilerim dine büyük hizmet ederler."

"İslâm olanlardan kimsenin aleyhinde konuşmamızı istemezdi. Hattâ iyi biliyorum, Müslümanların reisidir diye, Mısır Devlet Başkanı Abdünnasır'ın aleyhinde konuşturmazdı. İngilizlere karşı sertçe ve cesurca karşı geldi, diye onu da takdir ederdi."

"Çok Muktesitti"

"Üstad'ımız muktesit olduğu gibi, bizi de iktisatlı harekete alıştırıyordu. Bir defa soğukta 'kömür yak' diye mangalı gösterdi. Ben her zaman yaktığımız kömürlerden bir-iki avuç fazla kömür koyarak yakmıştım. Şiddetle azarladı ve 'Bu fazla, israftır; ahmaklık etme.' diye fazla kömürü aldırmıştı."

"Her gün veya gün aşırı bir çanak yoğurt aldırırdı. Topraktan bir çanak 25 kuruşaydı. Ağzı örtülü gelmezse ondan yemiyordu. Hem ekmekten bir avucu ile ne kadar koparabilirse o kadar yerdi. Bazan onu da yiyemiyordu. Ekmek fırından ve kapalı yerden alınırdı. Açıktaki ekmekten aldırmaz ve ondan yemezdi. Bir bez torba içerisinde çarşıdan gelir ve daima kapalı kalırdı."

"Yemeği yalnız başına yemek isterdi. Yemek yerken görsek, yemeğinin belki yarısını bize veriyordu. Farkında olmadan yemek yerken içeri girsek, hemen 'Midenin kerameti var.' der ve biraz olsun yemeğinden verirdi."

"1953 seneleri zannederim, Çamlıca'da köşkü bulunan Barlalı eski talebelerinden bir zat Üstad'ı oraya davet etti. Üstad o gün benimle gitmişti. Yanımızda bir de şoför vardı. Çamlıca'ya vardık. birkaç zat da oraya gelmişlerdi."

"Öğle vakti yemek geldi. Fevkalâde bir ziyafet vardı. Üstad'ımız hane sahibine fevkalâde memnuniyetini söyledi ve sofraya oturmadı. 'Ben rahatsızım, midem rahatsız oluyor, bana bir parça ayırın, verin.' diyerek, bizden ayrı bir ağacın altına giderek sadece bir kap yemekten bir parça yemişti. 'Bunu padişah ziyafeti olarak kabul ediyorum.' diye ev sahibi zata iltifat etti. Sonra arabada gelirken bana iktisattan ve böyle ziyafetlerin zararlarından ve suistimal edildiğinden, din hizmeti mukabilinde karşılık almanın zararlarından, bu gibi zevkli, dünyevî ahvalin faniliğinden bahsederek tembihatta bulunmuştu."

"Zaten Üstad'ımız daima iki vakit yemek yerdi. Bir kuşluk vakti, bir de ikindiden sonra. Bir kap yemekten fazla yediğini pek bilemiyorum."

"Vefakârdı, Kimseyi İncitmezdi"

"Üstad'ımız hiç kimseyi incitmek istemediği gibi, eski sadık dostlarını da hiç unutmaz, onları hatırlarsa gözyaşı dökerdi. Onun şefkatini ve dostlarına sadakatını bilmeyen azdır."

"Üstad'ımız, yanına gelen meşhur kimselerden kim olsa onlara iltifat eder, onları kendi haliyle kabul ederek, iyi cihetlerinden bahsederek kendine müteveccih hizmetlere az çok teşvike çalışırdı."

"Emirdağ'da Samsun Mahkemesi için rapor almak icap etmişti. Oranın hükümet tabibini halk mason biliyordu. Hem de bu doktor Üstad'ın aleyhinde idi. Rapor vermesi de ihtimalden değildi. Öyle iken, Üstad onun müracaatını kabul etti ve doktoru eve davet ettik. Üstad'ımız yatıyordu. Doktor geldi. Onunla bir müddet yalnız görüştü. Sonradan duyduğumuza göre ona Üstad'ımız başına neler geldiğini, esas gayesinin ne olduğunu anlatmış. Hakikaten hasta olduğundan, rapor alması lâzım geldiğini söylüyor ve 'Sen bana rapor verme, Eskişehir'e havale et, sana bir zarar gelmesin.' diyor. Ve 'Hüccetü'z-Zehrâ' kitabını vererek namaz kılmasını tavsiye ediyor. Doktor evden çıkarken, 'Biz Hoca Efendi'yi bilememişiz, hakikaten tanıyamamışız, şimdi namaz kılmak ile de borçlandım.' diyerek gitmişti."

Hülâsa

"Hülâsa, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî kendisi için değil, dünyada rahat etmek için değil, hırka, fırka için de değil, imanı kurtarmak, imana musallat olan mikropları, vesveseleri tasfiye için çalışıyor; birlik beraberlik istiyor, ittihadı bozacak hallerden, ihtilaf çıkaracak mevzulardan çekiniyordu. Onun için sırf mü'minler arasındaki müşterek düsturları ele alarak onları vuzuha kavuşturuyor, teferruatla meşgul olmuyordu. 'Elbette her şeyden evvel, imanımızı taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.' diyerek, âhir zaman fitnesinden mü'minlerin salimen kurtulmasını niyaz ediyor, ona çalışıyordu. Onun için hep aynı mevzuları başka başka cepheden ders veriyordu. Talebelerini mümkün mertebe başka mevzulardan şahsî çekişmelerden men edip, Kur'ân'a dair her hizmeti alkışlıyordu. Risale-i Nur'a hizmeti her hizmetten üstün tutması bunun içindi."

"Şahsî kusurlara bakmıyordu. Bir şahsı, İslâmî cereyana ve Nurculuğa dost yapmaya kıymet veriyordu."

"Üstad'ımızın son günlerinde, vefatından bir iki ay önce idi. Tenezzülen beni Urfa'ya yolcu etmek için Afyon Çay nahiyesine doğru arabada gidiyorduk. Ben Üstad'ımıza Diyarbakır'dan ve orada hizmet eden Ağabeyden bahsettim, onu ziyaret edeceğimi söyledim."

"Üstad, 'Yok, Urfa oradan ileridir. Gitmeye lüzum yok!' diye bana iltifatla mukabele etti. Sonra da Hüsrev Ağabey'den bahsederek onu ziyaret etmeyi istemiştim. Yine Üstad'ımız ona da lüzum olmadığını, Risale-i Nur var, size kâfidir, diyerek reddediyordu."

" 'Başka bir şey, bir fikir sormak istiyorsan, işte Zübeyir.' diye yanındaki Zübeyr Ağabeyi gösteriyordu. Fakat o anda başka birisi de olsa idi Sungur, Ceylân gibi onları da gösterir ve onlara da havale edebilirdi."

Abdullah YEĞİN'in bu hatıraları, görüp işittikleri sadece bir kısmıdır. Elbette otuz beş yıllık hatıralar bu kadar olamaz. Bir bahr-ı ummân küçücük su testisine sığar mı?

(bk. Necmeddin ŞAHİNER, Son Şahitler-II)

Kategorileri:
A
Okunma sayısı : 8.540
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...