ABDURRAHMAN CERRAHOĞLU
Abdurrahman Cerrahoğlu Ağabey 1917 Burdur doğumludur. 1945’te İzmir’e yerleşmiştir. Risale-i Nurları İzmir’e ilk getiren ve neşreden saff-ı evvel ağabeylerimizdendir. 24 Ocak 2004’te Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Mezarı Buca Kaynaklar kabristanındadır.
Abdurrahman Ağabeyi Said Özdemir Ağabeyle beraber ziyaret etmek nasipte varmış. 2003 senesi Haziran ayında Said Ağabey, iki günlüğüne İzmir’e gelmişti. Beraberimizde Muzaffer Erdem, Ahmet Cevat Yaşar Ağabeyler de vardı. İzmir’in Hatay semtindeki evinde ziyaretine gittiğimizde Abdurrahman Ağabeyi çok yaşlanmış gördük. Kısmî felç geçirdiğinden hem zor konuşuyor, hem de tam hatırlayamıyordu.
Risale-i Nur’un İzmir’de İlk Neşri
Said Özdemir Ağabey önce kendisini hatırlatmak için:
“Ben Said Özdemir,” dedi, “Risale-i Nurların matbaalarda ilk neşrini Cenab-ı Hak bize nasip etti. Sizi rahatsız diye duyduk, bir ziyaret edelim diye geldik.”
“Dokuz sene oldu, sabaha kadar hiç uyku yok; bundan şikâyetçi değilim. Bazı ağrılarım oluyor, felç geçirdim; şükür Allah’a. Bunların hikmetleri var... Yirmi gündür hiç uyku girmedi gözüme. Hiç şikâyetçi değilim.”
Said Özdemir Ağabey, “Keffaratü’z-zünûp olur inşaallah. Geçmiş olsun!” dedi. O da:
“Hz. Üstad’ın çok duasını aldım, çok şükür. Siz demek eski tanıdıklarımızdansınız…”
Said Özdemir Ağabey: “Üstad’la ilk tanışmamız 1953’te oldu. 1960’a kadar beraberdik; gittik geldik yanına. Matbaada ilk tab işini bu âcize verdiler. Hatta 1200 lira verdiler, Sözler, Lem’alar, Mektubat bastırdık.”
“Burada (İzmir) ilk baskımız el yazması ... oldu” dedi Abdurrahman Ağabey, fakat düşündü, kitabın ismini hatırlayamadı.
“Yaşınız kaç muhterem ağabey?”
“Yaşım 87… Üstad’ın yanında siz mi vardınız bilmiyorum hacdan geldiğim zaman. Hatta mübarek Üstad dedi ki bana: ‘Ben senin o mübarek yere gittiğini bilseydim muhakkak karşılardım.’ Ve ‘Sizin validenizi hep hatırlıyorum; vefat mı etti?’ dedi. ‘Vefat etmedi efendim, sizinle meşgul, duanıza muntazır.’ dedim. ‘Söyle ona, has talebelerim arasına alıyorum onu; ama hemşiremi de alıyorum.’ dedi. Gelin kaynana çok iyi geçinirlerdi.”
İzmir’e Risale-i Nurlar İlk Defa Nasıl Girdi?
Said Ağabeyden müsaade alıp sordum: “İzmir’e ilk defa Risale-i Nurlar nasıl girdi?”
“Üstad’ın Burdur’a gelişi var. Ben o zaman ilkokul üçüncü sınıftayım. Nef’i Bey vardı. Üstad arabadan el salladı. Ben 12 yaşından beri hasta denilecek kadar okumayı severdim; elinizde bir kitap görsem isterdim... Bir kitapçıyla tanıştım. Burdur’da Risale-i Nur arıyorum, fakat herkes sanki yere gömmüş; bulmam mümkün değil... On sene de kendim kitapçılık yaptım. Burdur’da bir arkadaşım vardı: Hafız Emin… Onun dükkânına gittim. Sözler’i almış. ‘Bunu ister sat, ister ver; bunu okuyayım!’ dedim. ‘Hiçbirini yapmam’ dedi. Ağlarcasına üzüldüm.
“İzmir’de dükkâna geldim. Devlet Demir Yolları’nda çalışan Mehmet Yayla Ağabeyin elinde bir kucak kitap var. Okur musun?’ dedi. ‘Nedir?’ dedim. ‘Risale-i Nur’ dedi. ‘Hastaya kağnı soruyorsun, dünyaları bana veriyorsun!’ dedim, hemen aldım. O gece hiç uyumadım, sabaha kadar okudum; bana çok tesir etti. Validem de Osmanlıca bilirdi. Validem bir gün Üstad’ın mahkeme müdafaasını okuyordu; hem okuyor, hem ağlıyordu. ‘Ah, ah! Erkek olmalıydım ben…’ dedi. ‘Erkek olsan ne yapacaktın?’ dedim. ‘Hizmetine giderdim’ dedi.”
“İzmir’e Kaç Senesinde Geldiniz?”
“İzmir’e geleli 60 sene oluyor. Babam rahmetli, ortaokulu bitirince, ‘Okuman yeter, ne kitap istersen çantam dolu’ dedi. Babam İzmir’e geldikten sonra tanıdı risaleleri. Hayatımda bana tesir eden iki kişiden biri, muhterem hocam Mehmet Hatipoğlu olmuştur. Ondan dinimi, Kitap ve sünnet sevgisini öğrendim.”
Abdurrahman Cerrahoğlu Ağabey çok zor konuşuyordu ve çok yorulmuştu. Daha fazla sıkmamak için müsaade isteyip ayrıldık. Çok memnun olmuştu.
Risale-i Nur’da Mehmet Yayla ve Abdurrahman
Abdurrahman Ağabeyin bahsettiği Mehmet Yayla ve kendi ismi, Emirdağ Lâhikası’nda şu şekilde geçmektedir:
“Salisen: Risale-i Nur’un manevî avukatı ve bir kahramanı Ahmet Feyzi, İzmir’deki Nur’un teksiri ve intibahkârane İzmir vaziyetiyle Ahmet Feyzi alâkadar olmuş, teksirdeki tashihatı deruhte etmiş. Mehmet Yayla ve Abdurrahman gibi ve yardım eden kardeşler gibi İzmir’de Nur’un teksirinde alâkalarını devam ettireceklerine dair mektubu hapishanede Nur’un küçük bir kahramanı olan Bayram getirdi.” (Emirdağ Lâhikası-II, 63)
(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-I)
***
l9l7'de Burdur'da dünyaya geldi. Bediüzzaman'ı ilk defa l926'da Burdur'da görmüştü. Üstad'ın talebelerinden. Risale-i Nur nâşirlerindendir.
"Bir gün gönüldaşlarımla sohbette birkaç arkadaş merhum Bediüzzaman ile aramda geçen hatıralarımı yazmamı istediler. Gerçi ben aczimi bilirim. Denizin yanında bir damla olan bu aciz, bunu nasıl anlatacak! Bunu yıllarca düşündüm; nihayet, devam eden ısrarlara dayanamayıp 'peki' dedim. Karınca misali anlatmaya çalışacağım. Buradaki bütün kusurlar benim...
Hatıralarıma başlamadan evvel biraz kendimden bahsetmek gerekecek; her ne kadar, insanın kendinden bahsetmesi pek hoş olmasa da...
"Yıllarca Risale-i Nur'u Aradım"
"Aslen, Burdurluyum, l332 doğumluyum. Küçük yaşımdan beri dinime, milletime bağlıyım. Okumayı çok seviyorum. 933-934 Ortamektep mezunuyum. Yanılmıyorsam yıl l926, İlk mektep ikinci sınıftayım. Bir gün muallimimiz Nefi Bey Burdur'da bizi Karasenir Mahallesinin üstündeki Maşat Tepeye götürdü. Orada bizi gezdirirken uzaktan bir zatı gördük. Muallimimiz bize: 'Çocuklar, dağılmayın; ben şu zatla konuşup hemen döneceğim' dedi ve gitti. Beş dakika kadar konuştu, döndü. Bize o zatı göstererek: 'Bu, zamanımızın en büyük alim bir zatıdır. Bu zata Bediüzzaman derler' dedi. Biz, o tarafa bakıştık, bize gülerek el salladılar. Sonra ayrıldık. O zamandan beri, benim hafızamda bu zatın ismi ve siması hep baki kalmıştır. İlkokulu bitirince, yıllarca Risale-i Nurları aradım, bir görüp okuyayım diye... Yaşlı amcalarıma sorduğumda: 'Çok güzel risalelerdi, ama biz korkudan o risaleleri hep gömdük' diye cevap veriyorlardı.
"Hocam Mehmet Hatipoğlu"
"Yıllar geçti, orta mektebi bitirdim. Burdur'da Hatip Hoca namıyla maruf çok âlim bir hocaefendi vardı. Cumaları, bayramları hep onu dinlemeye giderdik. Babam da bundan çok memnun kalırdı. Sonra bu hocaefendi ile çok yakın temaslarım oldu. Onu, ikinci bir baba gibi çok sevdim. Fırsat buldukça evine de gitmeye başladım. Benim çocukluğumda hep arkadaşlarım benden çok yaşlı ve olgun insanlardı. Daima onların meclislerinde bulunur, bir kenarda hazla dinlerdim. Bunlar hayatıma çok şeyler kazandırdı. Ve hayatımda bana tesir edeni iki kişi de muhterem hocam Mehmet Hatipoğlu olmuştur. Ondan dinimi, Kitap ve Sünnet sevgisini öğrendim. Müstesna bir insandı. Kaynaklardan dört mezhebi incelemiş, sonra Rizeli Hacı Tahir Efendi isminde Burdur'a gelen bir hocaefendiden ve tavsiyelerinden selef mezhebini tanımış, uzun yıllar selef mezhebine ait ne varsa bütün kitapları okumuş, bu mezhebi savunmuştur. Her konuşmasında âyet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve Peygamberimizin hayatı, irşadları, ağzından düşmezdi. Hocam hakkında Ömer Rıza Doğrul Bey'in bana yazdığı mektupta; Hocaefendiyi ziyaret ettiğini, haz duyup bahtiyar olduğunu ve otuz yıl var ki, bu ayarda görüştüğüm bir kimse bulunmadığını yazmıştı. Yine bir görüşmemizde: Azizim! O ne hafıza, o ne hazmediş! Herkes bir şeyler okur, ama hazmetmek mesele...' demişti.
Hocam okuduğunu unutmaz, hatta yılı ve satırı ile söylerdi. Bir gün, Abdulaziz Çaviş'in yazdığı ve Mehmet Akif merhumun tercüme ettikleri "Anglikan Kilisesine Cevap" adlı eseri sormuştum!
"Ben onu 25 sene önce okudum. Şu sahifesindeki bahiste bir yanlış var.' dediler. Baktık, hakikaten aynen söyledikleri gibiydi. O hâfız-ı Kur'ân olduğu gibi, ehlinin söylediklerine göre hâfız-ı hadis de idiler. İleride bahsi geçecek Bediüzzaman Hazretleri onun bir allame olduğunu söylerdi. Bugün hâlâ dinî vazifelerimi yerine getiriyorken hep bu zat gözümün önüne gelir. Yıllar geçtiği halde hatıralarım daima tazeliğini muhafaza eder. Hocam hakkında o kadar çok hatıralarım var ki, bunu saymak mümkün değil. O, bir ayaklı kütüphane idi. Allah'ın geniş rahmeti üzerine olsun. O, cidden, Allah, Kur'ân ve Resul-i Ekrem (a.s.m) Efendimizin müdafii ve seveni idi.
"Mithat Çınar Efendi"
"Bende tesir eden ikinci şahıs; İzmir'de Midhat Çınar Efendi Hazretleridir. Bu zatı çok sevmiştim. l944 yılında İzmir'e tamamen yerleştikten sonra bu zata haftada bir kere gider oldum. Kendileri Nakşi tarikatının Halidiye kolu şeyhlerinden idi. Çok mütevazi ve sade bir hayat sürdürüyorlardı. Haftada bir, evinden-o da Cuma günleri-çıkıyorlardı. Burdurlu merhum hocam Mehmet Hatiboğlu bize tasavvuftan tarikattan hiç bahsetmezlerdi. Böylece İzmir'de bana yeni bir kapı açıldı. Ben de bulabildiğim kadar tasavvufa, ait kitapları toplamaya ve okumaya başladım. Artık Mithat Efendi Hazretlerine iyice ısınmıştım. Konuşmaları zevk veriyordu. O da fakiri seviyor, hep güler yüzle karşılıyordu. Bir gün beni de evlatlığa kabul buyurmasını söyledim; 'Oğlum, hele sen bir istihare yap, sonra konuşuruz' buyurdular.
"İstihare yaptığımda rüyamda ilk hocam Mehmet Hatipoğlu'nu gördüm. Elinde yeni bir ceket vardı. Bana göstererek: 'Oğlum hayatta olsaydım, bunu sana ben giydirirdim.' dediler.
"Rüyamı Midhat Efendi Hazretlerine anlattım. Kabul buyurdular. O zaman hemen aklıma geldi: Vaktiyle hocaefendi, Burdur'da bir kitap vermişlerdi, demişlerdi ki: 'Oğlum bu, ilerde sana lâzım olacak, bu kitabı al.'
"Eve geldiğimde o kitabı buldum. Baktım. O zamana kadar nedense, hiç doğru dürüst bakmamıştım. Kitap, Nakşibendi tarikatından bahsediyordu. Çok sevindim. Mithat Efendinin geniş bilgisinden çok istifade ettim. Allah'ın rahmeti daim üzerinde olsun.
"Günün saatlerini üçe ayırdığını söyler; bir kısmını istirahat ve uyku ile bir kısmını okumakla, bir kısmını da ibadetle geçirirlerdi. Şeriattan ayrılmaz, onu her şeyden üstün tutardı. Sevdiğini Allah için sever; buğz ettiğini de Allah için buğzederdi.
"Bir gün yeminle; 'Vasıf öldü gitti, ona bir fatiha okumadım, çünkü Müslüman değildi.' (Vasıf dedikleri kardeşi Vasıf Çınar'dı.)
"Namazda iken güzel bir ölümle vefat etti. Rahmetullahi rahmeten vasiaten...
"Beş lisan bildiğini biliyorduk. Sormayınca konuşmazlardı. Sohbetlerinden, vefatına kadar yedi yıl istifade ettim, feyiz aldım. Öğrenmek maksadıyla ben çok soru sorardım. Hoşuna giderdi. Sustuğum zaman: 'Oğlum, ortaya bir mesele at ki, sohbete renk gelsin.' buyururlardı.
"Bir gün Risale-i Nur'dan büyük Sözler'i kendilerine gösterdim, hayretle bakarak: 'Oğlum, bu eser kesbî değil, vehbidir; bunu oku ve okut, sevaba girersin.' buyurdular. Bu zat-ı muhteremle çok hatıralarım var. Asıl mevzumuz bu olmadığından yüce Mevla'mızdan rahmetler niyaz ederek burada kesiyorum...
"Bediüzzaman Said Nursî"
"İkinci askerliğimde (l943-l944) -Bu askerlik üzerimde çok etkili oldu. Kendi hissime göre hamdım, piştim diyebilirim. Bu askerliğimde Hoca Aziz isminde Tatvanlı bir arkadaşım vardı. Şafiî mezhebini ondan öğrendim, Hep, Said Nursi Hazretlerinden bahsederdi. 'Askerliğim bitince ilk işim bu zatı ziyaret etmek olacak.' diyordu. O benim içimde küllenen ateşi meydana çıkarıyordu. Askerliğimden Burdur'a dönünce Siirtli Şeyh İbrahim Efendiyi Hocam vasıtasıyla tanıdım. Bu zat Ulu Cami'de Hadis-i Şerif okur ve mânâlarını bize anlatırdı. Burdur'dan dönüşünde Emirdağ'ına uğrayıp Bediüzzaman Hazretlerinin duasını alacağını söyledi. Bu sözler bana büyük heyecan veriyordu.
"Validemin müsaadesiyle kader beni İzmir'e sevketti. Burdur'daki işimi bırakıp İzmir'e yerleştim. İzmir'de üç ay boş gezdim. Sonra Basmane semtinde bir dükkân buldum. Orada büyük aşkım olan içimdeki kitap sevgisini tatmin için Kitap-kırtasiye üzerinde bir dükkân açtım. Adını 'Cerrahoğlu Kitabevi' koydum; Pek kazanamıyordum, fakat manen tatmin oluyor, huzur buluyordum. Yine de evin masrafları çıkıyordu.
"Birkaç yıl sonra evvelce tanıştığım Ispartalı Emin İnsel Ağabeyin oyuncakçı dükkânına uğramıştım, oradan öğrendim. Hüsrev Altınbaşak Ağabeyin el yazısı ve teksir edilmiş şekliyle Bediüzzaman Hazretlerinin büyük Sözler'ini gösterdi, çok heyecanlandım. 'Yıllarca aradığımı buldum.' diye sevindim. Bu eseri nereden aldığını sordum. Isparta'dan on liraya aldığını söyledi. Masanın üzerine elli lira bıraktım: 'Ya bunu bana satın, veya okuyup geri vereyim' dedim. Hiç birine razı olmadı. Kitabı alıp hemen bir tarafa kaldırdı. Yıllarca merak edip göremediğim eseri ariyet için olsun alamadığıma çok üzüldüm. Bir boşluk içerisinde üzgün bir halde dükkâna döndüm. Dükkânımın önünde elinde büyücek bir paket ile müşterim olan Mehmet Yayla Ağabeyi (merhum) bekler buldum. Selamdan sonra dükkânı açtım. Bana dedi ki: 'Ben seni çok seviyorum, sana, okuyasın diye bazı kitaplar getirdim, okur musun?'
"Ne kitapları?' diye sorduğumda 'Risale-i Nur' dedi. Heyecanım büsbütün arttı. Hüznüm sevince kalboldu. O ânda bana dünyaları verselerdi bu kadar makbule geçmezdi. Kendimi zor tuttum.
"Ağabey bizde bir söz vardır: 'Hastaya kar mı soruyorsun' diye... Ben bu kitapları yıllarca aradım durdum. Daha şimdi büyük Sözler mecmuasını bir Ağabeyde görmüştüm. Gerek parayla, gerekse ariyet olarak alamamıştım. Büyük Allah'ımızın lütfuna bakın ki: Beni sizinle sevindirecek. Allah sizden razı olsun!' diye, yüklüce kitap paketini elinden aldım. Büyüklü, küçüklü hayli risaleler vardı."
"Bu İki Zatı Ziyaret Vacip Oldu"
"Eve gittiğimde o gece saatlerce okudum. Beni ihya etti. Hiç uyuyamadım. İçimde bambaşka duygular hasıl oldu. Tahkiki iman ne imiş; bizi yaratana nasıl iman edilirmiş; Peygamberimiz (asm.) ne imiş, hepsini görür gibi inanmaya başladım. Artık okuyor, okuyordum. O günlerde Üstad Hazretlerine bir minnet ve şükran mektubu yazdım. Yine o günlerde rüyamda Hüsrev Ağabeyi gördüm. Evvelce onu hiç tanımıyordum. Rüyamda eline bir ağaç dalı alarak, o ağaç dalı ile bir insanın dış hatlarını çizdi. Yine ortadan bir çizgi ile iki kısmı ayırdı. Bana dedi ki; 'İşte insanın şer tarafı, bu taraf da hayır tarafı. Risale-i Nur insanın şer tarafını hayra kalbediyor.'
"Uyandım, 'Hayırdır inşaallah' dedim. Birkaç gün sonra rüyamda Hz.Üstad'ı gördüm. Bir evin çıkıntılı olan ön kısmına oturmuş, ben selam vermeden 'Aleyküm Selâm dediler. Geriye baktım, Üstadımızın evinin üst kısmının kiremitleri noksan. Ben hemen, 'Müsaade buyurun Üstadım, şu yerdeki kiremitleri alıp noksan olan yerleri ben tamamlayayım' dedim. Yerdeki kiremitleri yüklendim, Üstad Hazretlerinin bulundukları yere götürürken uyandım; 'Hayırdır, inşaallah' dedim ve düşünmeye başladım. Karınca kararınca bana da bir vazife düştüğünü anladım. Böylece her iki zatı ziyaret etmek vacip oldu. En kısa zamanda ziyaret etmek için imkân aradım.
"Üstadı Ziyaretim"
"Önce Isparta'ya gittim. Hüsrev Ağabeyle tanıştım. Onu, önündeki rahlede yazı yazarken buldum. Bitmez, tükenmez azimle çalışıyordu. Rengi bembeyaz olmuş zayıf bir bünyesi vardı. Fakat, o haliyle bir iman kalesi olduğunu her hali ve konuşması ile belli oluyordu.
"Aradan kısa bir zaman sonra Emirdağ'a Üstad Hazretlerini ziyarete gittim. Emirdağlı Mehmet Çalışkan Ağabey vasıtasıyla Üstad Hazretlerinden müsaade alındı. Üstad'ın mütevazi odasına girdik. Yanımda İstanbul'dan hemşehrim Osman Göroğlu vardı. Ellerinden öptük.
"Bana: 'Hüsrev'e gittin mi?' diye sordular. Evvela, Hüsrev Ağabeyi ziyaret ettiğimi söyledim.
"İyi yaptın, Hüsrev'e kırk canım olsa, fedâ olsun.' dediler. Bir-iki dakika kadar oturduk,
"Eh, hoş geldiniz, safa geldiniz.' dediler. Bu, 'Tamam, kalkın' demekmiş. Arkamda bulunan Mehmet Çalışkan Ağabey işaret etti, kalktık.
"Ben henüz ne olduğunu anlamış değildim. Bize Risale-i Nur okumamızı tavsiye buyurdular. Kendileri ayağa kalktılar, Ayakta iken adlarımızı sordu. En son sıra bana geldi:
"Efendim, bendeniz, İzmir'den Burdur'lu Abdurrahman.' deyince; O, 'Ben seni yazdığın mektuba göre sakallı bir hoca efendi diye tahayyül ederdim, oturun.' buyurdular. Sevinerek tekrar oturduk. Bana ayrıca iltifat buyurup: 'Seni yeğenim Abdurrahman yerine kabul ediyorum.' dedi:
"Daha sonra İslâm'ın yüceliğinden, Kur'anî hakikatlardan, her şeyden önce sağlam bir imandan, Peygamberimiz Efendimiz (asm)'den, Kur'ânî hizmetlerden bahsettiler. Tekrar imanın gönüllere yerleşmesinden, imansız bilginin pek faydalı olamayacağından uzun uzun konuştular. Konuştukça devleşen bu zat-ı muhteremin gönülleri inşirah veren sohbetlerinden hudutsuz zevk alıyor, konuşmasının kesilmesinden korkuyordum. İmanını yaşayan o küçük yapılı ve mevcut kabına sığamıyor, bize çok müessir oluyordu. Bir aralık sükût buyurdular. Üstadımızı fazla yormak da doğru değildi. Çünkü bir buçuk saate yakın konuşmuşlardı. İzinlerini istedik. Dua buyurdular. Ellerinden öpüp başka dünyalarda yaşıyormuş gibi sevinçle ayrıldık. Tarifi mümkün olmayan zevkle dopdolu idim.
"Hz. Ali'ye Mensup Olan Benim"
"Bir defaki ziyaretimde yanımda Burdurlu merhum hocamın oğlu Hasan Hatipoğlu vardı. Üstadımıza Hasan Hatipoğlu'nu tanıştırdığımda, hemen:
'O benim ahiret kardeşimdi. Rahmetullahı rahmetten vasiaten; meşreblerimiz ayrı olmakla beraber o allâme idi; Onun din hususunda tuttuğu dalı kimse kurutamazdı. Çünkü yegâne mesnedi, âyât-ı ilâhiye ve hadis-i nebeviye idi.' dedi.
"Hoca Efendiden işitmiştim. Bediüzzaman Hazretleri zaman zaman hocamın evine teşrif eder, yalnız undan yapılmış çorba yerlermiş. Konuşmalarına biraz ara verdikten sonra bana dönerek:
"Kardeşim Abdurrahman, Hz. Ali (r.a.) Efendimize mensub kişi benim. Ne alıyorsam, o kanaldan alıyorum. Fakat beni bozuk Alevilerden zannetme.'
dedi. (Çünkü ben, dinin bazı yerlerini tağyir eden bozuk Alevilere çok kızıyordum.) Bu sözleri karşısında donmuş kalmıştım.
"Birkaç yıl evvel bir rüya görmüştüm. O rüyamı Midhat Efendi Hazretlerine anlatmıştım. Rüyam şöyleydi: l949 yıllarındaydı. Asker olmuşum. Altı aylığına Kore'ye gönderilmişim. Altı ay harbettikten sonra vatanıma dönerken Kanber Ağa isminde bir zat (bu zatı Midhat Efendi Hazretlerine devam ederken tanıyordum) bana bir kutu kaşık verdi, 'bunu çocuklarına hediye götür' dedi..
"Bu uzun rüyayı Midhat Efendi Hazretleri şöyle tabir buyurdular:
"Oğlum, Hz. Ali'ye mensub bir zat tarafından büyük fayda göreceksin, buna dikkat et' diye rüyamı yorumlamışlardı. O sırada Kore Harbi çıkmamış ve ben Kore neresidir, layıkı ile bilmiyordum. Bir müddet sonra Kore Harbi çıktı. Gazetelerde Kore'ye ait resimler çıkmaya başladı. Resimlere bakıyorum, inceliyorum, rüyamda gördüğüm yerler. Hep şaşırıyordum. Artık rüyamın doğru bir rüya olduğuna iyice inandım. 'Acaba Hz. Ali'ye (r.a.) mensub, kim diye zaman zaman düşünüyordum. Bu ziyaretimde Üstad Hazretleri, bana dönerek:
"Kardeşim, Hz. Ali'ye mensup benim.' deyince hayret edip donakalmıştım. Nice sonra kendime gelince içimden beni bu zata kavuşturan Cenab-ı Hakk'a şükrettim. Mevla'mız her iki zat-ı muhteremi sonsuz rahmetiyle mustağrak kılsın. Benim şaşkınlığım, Üstad Hazretlerine bu rüyamı anlatmamıştım.
"Cidden, Üstad Hazretlerinden istifadem büyük oldu. Üstad Hazretlerini tanıdıktan sonra hayatım boyunca o ezeli, ebedi varlığı hep hisseder oldum. Bir şey yapacağım zaman hemen Cenab-ı Hakkı anıyor, yarın ahirette-bunu yaparsam veya yapamazsam bana ne muamelede bulunur diye düşünür oldum. Cenab-ı Haktan bu duygu ve düşüncemi son nefesime kadar esirgememesini niyaz ederim.
"İzmir'de Sen Benim Vazifemi Aldın"
"l952 yıllarında olacak; Üstad Hazretleri Akşehir Palas'ta kalıyordu. Gençlik Rehberi için mahkemeye verilmişti. Bir ay ticaret için İstanbul'a gitmiştim. İyi bir tevafuk oldu. Fırsat bilerek Akşehir Palasa gittim. Tabii, ertesi gün mahkeme olacağından rahatsız etmek de istemiyordum. Hiç olmazsa selam ve hürmetlerimi yakınlarından birini vasıta kılarak arzetmek istemiştim. Girmeme, arkadaşlar müsaade etmediler. 'Zararı yok, selamlarımı, hürmetlerimi tebliğ edin' dedim ve bekledim.
"Hemen çağırın, gelsin' buyurmuşlar. Selamdan sonra: 'Efendim, şimdi sizin çok meşguliyetiniz var, sizi meşgul etmiş olmayayım' dedim. Bana. 'Kardeşim, bizim için her zaman birdir' buyurdular. Hatırımı sordular, dualar ettiler: 'İzmir'de sen benim vazifemi aldın. Öyle bir muhitte beni yormadın. Vallahi, her gün sana ismen dua ediyorum' buyurdular.
"Dostlarımızdan Gelen Tarizler Bize İkaz Olur"
"Bu sözler, benim için tarif edilmez sevinç ve şükür kaynağı oluyordu. Bir de şu sözleri ilave ettiler:
'Ben zaman zaman dualarımda şehirleri de sayarak dua ederim. Isparta, Eskişehir, İstanbul, Burdur... Burdur'a dua ederken Burdur'da Risale-i Nur'a sahip çıkan pek az, hayret ederdim. Meğer oradan Abdurrahman kardeşimiz çıkacakmış.'
"İşte bu iltifatın hazzı bana yetiyordu. Burdur'da Şekerci Hüseyin Efendiden, Babacan'dan ve Binbaşı Asım Beyden bahsettiler, rahmetle andılar. Merhum Asım Beyden şöyle bir hatıralarını söylediler:
"Isparta mahkemesinde Asım Bey şahit olarak dinlenecekmiş. Mahkeme kapısı önünde beklerken Asım Bey ellerini açmış şöyle demiş: 'Ya Rabbi, şimdi ben şahitlik edersem belki üstadıma bir zararı olabilir, onun için şu ânda benim ruhumu al ki kurtulayım. Mübarek o ânda ruhunu teslim etmiş ve mahkemeye girmemiş. (Asım Bey, benim orta mektepte sınıf arkadaşımın babası idi, Allah rahmet eylesin)
"Üstad Hazretleri, mahkemeden sonra 'Yarın yine gel' buyurdular. Ertesi gün gittim, çok neşeli idiler. Bir aralık ben, 'Üstadım hayret ettiğim bir şey, inanın gruptan bir kısım hocaefendiler bize düşman' dedim. 'Kardeşim, onlar bizi anlamıyorlar. Manevi saltanat düşkünü zannediyorlar. Ben onlara da dua ediyorum. Dostlarımızdan gelen tarizler bize ikaz olur' buyurdular. Sonra: 'Benim de Risale-i Nur'a ihtiyacım var' dediler. Mektubatın Altıncı Risale olan Altıncı Kısmı'nı okudular. Altı desiseyi geniş bir suretle açıkladılar.
"Üstad'ın Hizmetindeyim"
"Bir defasında Fatih Reşadiye Otelinde ziyaret ettim. Bana 'Nerede kalıyorsun?' buyurdular. 'Henüz belli değil' dedim. 'Öyleyse benim misafirim ol.' buyurdular. Yandaki odada Ahmet Aytimur, Ahmet Feyzi Ağabey, Nazif Çelebi Ağabey bu odada kaldık. Uyanık bulunduğum derecede, Üstadımızın bütün Müslümanların selameti, saadeti için dua ve niyazda bulunduklarına şahit oldum. Bir zaman sonra hepimiz uyumuşuz. Birden kapımız, elle vurulmaya başladı. Ahmet Aytimur kardeşimiz:
"Gidemem, ben ihtilam olmuşum, sen git.' dedi.
"Kardeşim, ben Üstad'a nasıl hizmet edebilirim; nasıl hizmet edileceğini bilmiyorum. Hem de bir şey lazımsa, nerde, ne var, bilmiyorum ki... Gel, beraber gidelim.' dedim.
"O yine: 'Ben böyle gidemem.' dedi.
"O zaman dedim ki: 'Bak, senin bu meselen gibi Asr-ı saadette olmuş; Ebu Hüreyre (r.a.) cünüb iken Resulullah (asm) ile karşılaşmıştı. Diyor ki, ben geriledim, yani geri çekilerek (gidip) yıkandım. Sonra geldim. 'Nerdeydin.' veya 'Nereye gittin?' buyurdu. 'Gerçek cünüp idim.' dedim. Buyurdu ki: 'Müslüman necis olmaz.'. Böyle olduğu halde, sen Üstad Hazretlerinin yanına niye gitmezmişsin.
"Tekrar: 'Yürü, beraber girelim' dedim. Beraber girdik. Gecikmemizden biraz serzenişte bulundular. Üstad Hazretlerini öksürük tutmuş; boğulacak gibi öksürüyordu. Hava da soğukça idi. Sobasını yaktık. Ben, gece olduğu için müsaadelerini aldım. Ahmed kaldı.
"Sonra Ahmed'e: 'Abdurrahman'a sorun, bana bir öksürük ilacı alın' buyurmuş. Ahmed geldi, sordu. Ben de on gün kadar evvel öksürük olmuştum. Bir ilaç bana çok iyi gelmişti. Ahmed iyice geç vakitlerde nöbetçi eczane aramaya çıktı. Ancak uzun dolaşmalardan sonra bulmuş.
"İlacı alıp geldi. Üstad Hazretleri tarifnamesini (prospektüsü) okutmuş, tarifte tok karnına içilmesi yazılı olduğundan: 'Şimdi benim karnım aç, hele dursun' buyurmuşlar. Ertesi sabah kalktık. Ahmed Feyzi Kul, Sabri Halıcı, Nazif Çelebi Ağabeylerle müsaade alıp ziyaret ettik. Üstadımızı iyi bulduk. Bize neşeli, güzel güzel konuştular. Hatta Sabri Halıcı Ağabey, açıklık saçıklıktan bahis açtılar. 'Üstadım, siz pek dışarıya çıkmıyorsunuz, bilmezsiniz' dedi. Buna karşı: 'Kardeşim Sabri, hepsini gayet iyi biliyorum' dediler. Ben ertesi gün yine orada kaldım, tekrar ziyaretten sonra müsaadelerini alıp İzmir'e ayrıldım.
"Üstad Beni Aratıyor"
"Yıl l953. İstanbul'un 500'üncü fetih günü yıldönümü. Üstad Hazretlerinin Çarşamba'da bir evde oturduğunu öğrendim. Adresini aldım. Ramazan-ı Şerif içindeydi. İkindiye yakın bir zaman içerisinde evi buldum. Kapıyı çaldım. Hizmetinde bulunanlardan bir arkadaş geldi. Kapı aralığından bana Üstadımızın çok yorgun olduğunu söyleyerek sert bir şekilde kapıyı üzerime kapadı. Ne de olsa o zaman gençtim 35 yaşlarında falan.... Ne bileyim, biraz da kızarak kapıya yüklendim.
"Kapı açıldı. 'Yahu, sizin hakkınız kadar, benim de burada hakkım var, beklerim. Üstadımız, istirahattan sonra müsaade ederlerse kalırım' dedim. İçeri girdim. Üstad Hazretleri uzanmış, gözleri kapalı istirahat ediyorlardı. Ses çıkarmadan çok az bir zaman kalıp ayrıldım. Kapıyı açıp beni almak istemeyen arkadaşa: 'Zaten siz beni istemiyordunuz. Uyanınca selam ve hürmetlerimi, dualarımı, beklediğimi söylersiniz' dedim.
"Ticari işlerimi görmek için çarşıya gittim. Arkadaşlarımızın naklettiklerine göre kısa bir istirahattan sonra, 'kim geldi' diye sormuşlar.
"Onlar da: 'İzmir'den Abdurrahman geldi' demişler.
"Onu niye bıraktınız, onunla konuşacaklarım vardı; şimdi gidin, bulun hemen getirin' buyurmuşlar.
"Yatsı zamanı Beyazıt Camiine giderken, tanıdıklardan bir genç arkadaşım beni görünce: 'Ağabey, nerelerdesiniz? sizi bulmak için hepimiz seferber olduk; ayaklarımıza kara su indi' dedi.
"Ben de: 'Kardeşim, siz öyle istediniz, halbuki ben bekleyecektim' dedim.
"Haydi, haydi gideceğiz. Üstadımız öyle istiyor' dedi. Beraber aynı eve tekrar gittik. Üstad Hazretlerinin elini öptüm. Bana sarıldı. 'Seni merak etmiştim, çünkü başından bir hadise geçti, korktun mu?' buyurdular.
"Duanız bereketiyle korkmadım' dedim. Memnun oldular.
"Amma daima müteyakkız olun, teenni ile hareket edin, bizim saklı gizli bir şeyimiz yok. Yolumuz belli. Hizmet etmek istediğimiz belli. Biliyorsun, ben gece kimseyi kabul etmem. Fakat seni merak etmiştim' buyurdular.
"O sırada benim dükkanım, evim sekiz polis tarafından basılmıştı. Başta Üstadımız dahil 84 kişi mahkemeye verilmiştik. O gün neşeli idiler. İstanbul'un fetih resm-i geçidini takibettiğini, o mübarek günü yaşadığını anlattılar. 'Yarın, yine gel' buyurdular.
"Üstad'dan Aldığım Tarikat Dersi"
"Ertesi günü tekrar ziyaret ettim. Yanında Abdulmuhsin kardeşimiz vardı. Abdulmuhsin'e giderek, şaka yollu: 'Keçeli, sen Risale-i Nurları polislere teslim ettin. Abdurrahman kardeşimizde hiç bulamadılar.' dedi.
"Bir aralık ben: 'Üstadım, İzmir'de pek çok ehl-i tarik var. Çoğu da bozuk bir tutum içerisindeler. Gerçi biz Telvihat-ı Tıs'ayı müsaadelerinizle teksir edip lüzumlu yerlere verdik. Bir de zat-ı âlilerinden tarikat hakkındaki fikirlerinizi dinlemek istiyorum.' dedim. Bana şu cevapta bulundular:
"Evvela sana gelince, mensub olduğun zattan ayrılma. Hatta seni kovsa devam et. Bundan kırk yıl kadar evvel Şeyh Esad Efendi kardeşim bana geldi.
"Kardeşim Said, tuttuğun bu yolu tarikatla birlikte devam edersen zamanın imam veya reisi olursun.' dedi.
"Cevaben dedim: 'Kardeşim, öyle bir zaman gelecek ki, iman adet kabilinden sallantıda olacak. Biz,-tarikat bir tarafa- hepimiz bugünden tezi yok imanî hüccetlerin gönüllerde yerleşmesi için birleşirsek, o zaman en faydalı, en lüzumlu vazifemizi yerine getirmiş oluruz.'
"Bana tarikatın lüzum veya adem-i lüzumunu şu veciz cümlelerle anlattılar:
'Kardeşim, öyle bir mürşid bul ki, hayatında Kur'ân-ı azimüşşan ve Peygamberimiz (asm)'in mübarek sözlerine ittiba edip, gayrı en küçük bir bidat işlememiş olsun. Böyle bir zatı bul da beraber intisab edelim. Ben ehl-i tarika muarız değilim. Benim on üç tariktan iznim var. Fakat bugüne kadar en yakınlarımın hiçbirisine tarikat dersi vermedim. Zamanımız onun zamanı değil...'
"Zamanımızın büyük Üstadı, manâ ordularının büyük kahramanı mücahid Bediüzzaman Hazretlerine de bu yakışıyordu. O arada Abdulmuhsin Alev söze karıştı.
"Ben tarikatın en yüksek mertebesinde olmaktansa Risale-i Nur'un en geride kalan, Kur'ân-ı Kerime hizmet eden bir talebe kalmayı tercih ederim' cevabında bulundu.
"Sonra Üstadımız, 'Bize kemmiyet lâzım değil, keyfiyet lâzım.' buyurdular. Çok yorulmuşlardı, müsaadelerini alıp ayrıldım.
Annemin Serzenişi
"Bir gün annem (merhume) Risale-i Nur okuyordu. Ağlamaya başladı. 'Neden ağlıyorsun?' dediğimde: 'Erkek olmadığıma... Erkek olsaydım gider, bu zat-ı muhteremin hizmetinde bulunurdum.' dedi.
"Kısa bir süre sonra Isparta'da Üstad Hazretlerini ziyaretimde ilk sözü şu oldu: 'Bugünlerde annenle uğraşıyordum, yoksa vefat mı etti?'
"Hayır Üstadım, selam ve hürmetleri var; dualarınıza muntazır. Ellerinizden öper.' dedim.
"Selam et ve söyle, onu da has talebelerimin arasına alıyorum.' dedi. İlave ederek: 'Refikanı da,, onlara hep dua edeceğim.' buyurdular... Annem ve zevcem dindar, birbirlerine bağlı muhlis kişilerdi. Makamları cennet olsun. Tabii, Üstadımızın söylediklerini, selamlarını söyleyince pek memnun oldular.
"Haberim Olsaydı Seni Karşılardım"
"l954 yılında hacca niyet ettim. Burdur'dan gitmek istiyordum. Polis her an başımda. Tarassut altındayım. Burdur'a hareketimden iki gün evvel Sorgu hakimliğinden çağırıldığımı bildirir bir bildiriyi 'tebliğ' ile bir memur eve geldi. Bütün korkum ve kudsi borçtan beni geri bırakmaları idi. Annem ve zevcemle birlikte niyet etmiştik. Hemen, şimdi rahmete kavuşan ağır ceza hakimlerinden Abdullah Arığ Ağabeyi buldum. Vaziyeti anlattım. Dedi: 'Sen korkma, ben kefil olurum, seni gönderirim.' Ve ilave etti: 'İnşaallah, Cidde'de buluşuruz.' dedi. Meğer o da ilk haccına niyetli imiş... Hakikaten, ben daha evvel Burdur'dan hacca gitmeme rağmen Medine-i Münevvere dönüşü Cidde'de karşılaştık. O da Ağabeyin ihlasını gösteriyordu. Allah rahmet eylesin...
"l954 yılında Medine-i Münevvere'de muhterem Ali Ulvi Kurucu beyle tanıştık. O beni, vaktiyle Van'da müftülük yapmış Hasan Hocaefendiyle tanıştırdı. Meğer, bu zat-ı muhterem Üstad Hazretlerini tanıyan bir kimseyi arar dururmuş. Hattat, Konyalı Abdullah Efendinin dükkânına götürdü. Oturduk. Üstad Hazretlerinden uzun uzun sordu. Dönünce selam ve hürmetlerini tebliğ etmemi, artık Medine-i Münevvere'ye yerleştiğini, evlendiğini, Üstad Hazretlerini davet ettiklerini söyledi. 'İnşaallah, dönüşte aynen söylerim' dedim. Pek memnun kaldılar.
"Hac farizamı bitirdikten sonra Burdur'a döndüm. Tebrike gelenlerden sonra o günlerde Üstad Hazretleri Isparta'da idiler. Ziyarete gittim. Kendileri çok hasta idiler. Konuşmaları anlaşılmıyordu. Bir şeyler söylüyor, biz anlamıyorduk. Sonra bize, Üstadımızın yakınında Zübeyir kardeşimiz naklediyordu. Ben çok üzülmüştüm. Bir aralık, hacca gittiğimi ve eski Van müftülerinden Hasan hocaefendinin selamlarını söyleyince meyyit gibi uzanan Üstadımız yataklarından fırlarcasına 'Ne, sen onu gördün mü?'
"Cenab-ı Hak hacca nasib etti, gördüm, Evlendiğini, davet ettiklerini söyledim.
"İnşaallah' dediler. İnceden inceye sordular. 'Demek, hacca gittin. Allah mübarek etsin. Eğer haberim olsaydı seni ben karşılardım' buyurdular. 'Bu selam bana şifa oldu. Allah senden razı olsun' dediler.
"Üstada Getirdiğim Hediyeler"
"O sırada elimde küçük bir paket vardı. Almayacağını bildiğim halde önlerine bıraktım. İçerisinde öyle kıymetli şeyler yoktu. Zemzem, hurma, Medine kınası, bir şişe gül yağı ve tesbih. 'Bunlar ne?' diye sordular.
"Efendim, bunlar hac hediyesi' dedim.
"Biliyorsun, ben hediye almıyorum. Bunlar mübarek yerlerden gelen hediyeler, Seni de çok severim. Ama parasını vereyim' buyurdular.
"Ben Üstadımı kırarım korkusuyla: 'Bunlar pek para tutmaz. Hiç para vermediklerim de var...' dedim. Buna rağmen on küsur lira hesap çıkardılar. Getirdiğim şeyler o kadar da etmezdi.
"Hatta şaka yollu, Zübeyir kardeş: 'Üstadım, bu hesapta siz aldandınız.' dedi.
"Ona gülerek: 'Keçeli, sen Abdurrahman'la aramdaki sırrı bilmezsin.' buyurdular.
"Ben yine, 'Af buyurun bu parayı almayacağım.' deyince:'Dur öyleyse' paketimi açıp koku, kına, zemzem ve hurmayı aldılar. 'Tesbih sende kalsın.' dediler. Buna karşılık mendilini, havlusunu-dur, aklıma geldi-diye bir de tesbih verdiler. Ben tesbihi görünce çok sevindim. Çünkü aynı tesbihi refikam Medine'de görmüş, 'bana bundan al' demişti. Ben de 'madem bu tesbihi beğendin, namazdan sonra düzine ile alalım, yakınlarımıza da hediye ederiz' demiştim. Fakat, ne hikmettir; o da, ben de unutmuşum. İlk hasta gördüğüm Üstadımızı iyi olarak güler yüzle bizi ayakta uğurlamasından çok sevindim."
"Burdur'a gelince, ilk işim, tesbihi refikama verdim. Yüzüme bakarak: 'Demek, bu tesbihi Medine'den aldın, bana haber vermedin.' dedi. Ben de: 'Bu tesbihi Üstad Hazretleri verdi.' dedim. Daha da sevindi. Vefatına kadar bu tesbihi yanından ayırmadı."
"Sıkıntılı Günler ve Dualarım"
"Biraz Burdur'da kalıp evi tamir ettirdikten sonra Akman Pasajının birinci katında yeni bir işe başlamak üzere bir dükkân kiraladım. Kâğıt işleri üzerinde işe başladım. Fakat ne hikmetse işlerim hep ters gidiyordu. Ne alırsam ziyan ediyordum. Bir yerde dükkânım vardı. Onu da sattım. Onun parası da eridi, gitti. Evet, haftada bir, hanımın tavsiyesiyle yarım kilo yağlı kıyma alabiliyor; o, bir hafta boyunca yemeklerimizin çeşnisi oluyordu. 'Yavaş yavaş küçük çapta imalata başlayayım' dedim. İlk işim, zamklı rulo kâğıt ve tüp içerisinde yapıştırıcı kola imalı oldu. Kalitesi, piyasadaki mallardan çok iyi olmasına rağmen satamıyordum. Beş altı ay daha satamazsam hepsi kuruyup atılacaklardı. Ev kira, dükkan kira, üç çocuğum okula gidiyorlar. Düşünmeye başladım. Son çare bir iş bulmak, tezgâhtarlık gibi bir şeyler yapmak. Dükkana geç gelir oldum. Hatta bir gün hiç unutmam. Büyük kızım 25 kuruş istedi. Bende beş kuruş dahi yok. Onu bütün bütün üzmemek için 'dükkanda unutmuşum' diye yalan söylemek mecburiyetinde kalmıştım. O gün yolda giderken Cenab-ı Hakk'a şöyle yalvarmaya başladım. 'Ya Rabbi, şöyle elli liralık alışveriş için bir müşteri gönder. Hem çocuğumun isteğini yerine getireyim. Bakkala olan borcumu vereyim.' Dükkana geldiğimde çok sevdiğim ciltçi, hattat Nazmi Altınkalem hocayı bekler buldum. Dükkanı açtım. Metresi beş liradan olan cilt bezinden on metre aldı. O ânda sevincimi tarif edemem. Cenab-ı Hakk'a içimden hamdettim."
"Sıkıntılı günler devam ediyordu. Bir gün dükkâna geldiğimde Hacı Recep Usta'yı beni bekler buldum. Ne hikmetse içime bir ferahlık doğdu. Oturmaya vesile olsun diye bir çay söyledim. Üstad Hazretlerinin yanından geldiğini, selam getirdiğini söyledi. Çok sevindim. Bana, Üstad Hazretlerinin işimi sorduğunu, merak etmememi, dünya yükünü üzerine aldıklarını söylemişler. Allah'a şükür, o günden sonra, bir kutu satamadığım mallarımdan 50-l00 kutu alanlar oldu. Çok çalışıyordum. Borçlardan kurtulmak için evce gece gündüz uğraşıyorduk. Bazı imalat işlerine girdim. Hepsinden umduğumdan fazla kazanıyordum. Buradaki küçük arsama basit bir işyeri yaptırdım. İşimi genişlettim. Günde yirmi saat çalıştığım çok oluyordu.Ben arkadaşlarla bir araya gelemiyordum. Bu defa beni korkaklıkla itham ediyorlardı. Bunlara pek aldırış etmiyordum. Öyle korkak olsaydım, Üstad Hazretlerine takip edildiğim zamanlar dört-beş defa gider miydim? Ben çalışmakla üzerimdeki borçlardan kul haklarından arınıyorum. Hem de Risale-i Nur için Mustafa Birlik gibi değerli kardeşlerimiz çoğalmıştı. Ben olmasaydım da oluyordu. Allah hepsinden razı olsun. Amin."
"Rüyada Gelen Şifa"
"l963 yılında tekrar hacca gittim. Halbuki bir daha o mübarek yerleri göremem diyordum. Medine-i Münevvere'de vazifelerimi yaptıktan sonra ilk işim Van müftüsü Hasan hocaefendiyi aramak oldu, buluştuk. İlk hac dönüşümdeki hadiseleri anlattım. O zamanlar, Hz. Üstad rahmet-i Rahmana kavuşmuşlardı. Hocaefendi: 'Evlat, hele otur, ben de sana bir şey anlatayım: Benim hanım cinnet geçirdi. Onu zaptedemez olmuştuk. Çok sıkıntı çekiyorduk. Bir gün rüyamda Peygamberimiz (asm) Efendimiz ile Bediüzzaman Hazretleri bize geldiler. Benim hanımı bir masaya yatırdılar Peygamberimiz (asm) ile Üstadımız okumaya başladılar. Uyanınca, hanımda o çekilmez hastalıktan eser kalmamış, sakin bir halde oturuyor buldum. Bugün yirmi beş kadar kız çocuklarına Kur'ân-ı Kerim okutuyor...' demişlerdi.
"Bir dahaki hacda, vefat ettiğini söylediler Allah rahmet eylesin. Şuraya kadar kırık dökük bu hatıraları ancak yazabildim. Unuttuklarım çok olmuştur. Yıllar geçti. İstediğimi yazamamışımdır. Üstadımız Hazretlerinin aziz ruhundan af dileyerek vefatından sonraki hatıramla noktalamak istiyorum.
"Böbrek Sancılarım ve..."
"Yıl l969. Hacca niyet ettim. Nedense o yıl içimden 'hacc-ı İrfad'a niyet etmek geldi. Öyle yaptım. O yıl, otobüsle Hacı Raif Cilasun Ağabeyle gitmiştim. İlk bayram günü Şeytanı taşlayıp Mekke-i Mükerreme yolunu tuttum. Tıraş olup guslettikten sonra 'İfaze tavafı'nı ve 'Sa'y'ı yaptıktan sonra Mina'ya döndüm. Çadırlarımıza yaklaşınca her yıl devam eden böbrek sancılarım başladı. Bu yedi yıldır devam ediyordu. O zaman farz olan tavafı vaktinde yaptığıma sevindim, şükrettim. Gecede uyuyamadım. Allah razı olsun, arkadaşlar seferber oldular. Karşımızdaki çadırdan ismini sonradan öğrendiğim Münevver ismindeki bir abla hemen yanıma koştu. Beyine su ısıtmasını söyledi. Sıcak su geldi. Biz kardeşiz, çekinme Havluyu böbreğimin olduğu mahalle serdi. Üzerine çaydanlık koydu. Hem Cenab-ı Hakk'a yalvarıyor, hem de sıcak suyu elinde tutuyordu. Beyine de zaman zaman su ısıtmasını söylüyordu. Ben onun saatlerce gece yarısı uğraşmasından, fedakârlığından gözyaşlarımla: 'Abla, ben sizin hakkınızı nasıl öderim?' dedim. Cevabı şu oldu: 'Sen yerde kıvranırken, ben nasıl istirahat edebilirim, sen üzülme.' Allah ondan, bütün arkadaşlarından razı olsun...
"Bir de şimdi rahmete kavuşan sağlık memuru Hacı Neşet Ağabeyi unutamam. O sık sık damardan ağrı kesici iğneler yapıyordu. Geçici de olsa ferahlıyordum. Şuna çok seviniyordum: Yüce Mevla'mız ibadet zamanları bana ruhsat veriyordu. O hacda hep Cenab-ı Hak ile idim. Bütün vaktim O'na yalvarmakla geçiyordu. Mâlayani ile vakit geçirmiyordum. İzmir'e geldik. Tebrike gelenler, sana ne oldu böyle diyorlardı. Çünkü o mukaddes beldede l2 gün sancı çekmiştim. Medine-i Münevvere'de kitapçı şimdi rahmete kavuştu. Muhammed Sultan Nemingani ismindeki ilk hacda tanıştığım zat böbrek ağrıları için Hintlilerin kullandıkları (Lüban Zikir) günlüğüne benzer bir ilaç vermişti. O bana biraz faydalı olmuştu.
"İzmir'de tekrar şiddetli ağrılarım başladı. Doktora gittim, röntgene havale etti. Röntgende sancı yapan sol böbreğimin hiç çalışmadığı belirtisini gösteriyordu. Doktor, bunun çaresi o böbreği ameliyatla almak dedi. Ben her şeye razı idim. Halbuki sağ böbreğim de arızalı idi. O, doğuştanmış. Halil Tellioğlu kardeşim: 'Ağabey, benim arabam ne güne duruyor İstanbul'a gidelim. Boğulursak büyük suda boğulalım. Bu işin otoriteleri var. Onlara gidelim. Belki o böbreği feda etmekten kurtuluruz' dedi. 'Peki' dedim.
"Üstad'ın Tedavisini Gördüm"
Benim o günlerdeki vaziyetim şöyleydi: Akşam namazını kılıyor, yatıyordum. Birkaç saat sonra sancı ile kalkıyor. Zorla, yatsı namazını edâdan sonra, sabahlara kadar dolaşıyor, kıvranıyordum. Yine bir gün sancı ile uyandım. Yatsı namazımı kıldım. O güne kadar olmayan bir hal oldu. Uykum galebe çaldı. Uyudum. Bir rüya gördüm, şöyle ki:
Büyük bir salondayım. Üstadımız Hazretleri ortada oturuyorlar. Hemen yanlarına gittim.
"Bana: 'Nerelerdesin, kardeşim?' buyurdular. Geri çekilip oturdum. Hiç seslenmedim. Etrafında birçok arkadaşlar vardı. Onlardan biri kulağıma eğilerek; 'Üstad Hazretleri bugün bize teşrif edecekler. Bir toplantı yapacağız, sen de gel.' dedi. Yavaşça: 'Ben hastayım, gelemem.' dedim. Hemen, benim hasta olduğumu Üstad Hazretlerine söyledi. Üstadımız ciddi bir vaziyette: 'Kalk bakalım, neyin var?' buyurdular. Ben vaziyeti anlattım. Ağrıyan böbreğimin ön kısmına sağ elini koyarak sesli duaya başladılar. Dualarından hep Cenab-ı Hakk'a sığınıyorlardı ve şifa diliyorlardı. (Duaları Arapça idi.)"
"O sırada uyandım. Baktım, bir aya yakın devam eden bendeki sıklet kalkmış, sanki hiç hasta olmamışım. Cenab-ı Hakk'a şükürden sonra 'Hey koca Üstad! Hayatında da mematında da kurtarıcısın. Allah seni daimi rahmetlerine gark buyursun.' diye ben de dua ettim."
"Zevceme koştum 'Ben kurtuldum' dedim. Çok inançlı bir insan olduğundan rüyamı ilk ona anlattım. Sevindi. Çünkü ben hissediyordum, ailecek ölümümün bu hastalıktan olacağını. Artık bitkin olmakla birlikte sakin bir hayat geçiriyordum. İşime bakabiliyordum."
"İki gün sonra kan pıhtısı içerisinde uzunca bir taş düşürdüm.Beni arabasıyla götürecek Halil Tellioğlu kardeşim: 'Hazırlan, İstanbul'a gideceğiz' dedi. 'Artık ben kurtuldum' dedimse de, 'Gideceğiz, hem gezmiş oluruz, çok sıkıldın' dedi. Kıramadım, gittik. O günün, sahasında otorite olan Prof. Gıyaseddin Korkut Beye muayene oldum. Bana hayretle: 'Bu taşı cidden idrar yollarından mı düşürdün? Bu mümkün olmayan bir şey' dedi. Ertesi günü tekrar röntgene gittim. Filmlere bakarken, 'Bak' dedi. 'Senin bu böbreğini alacağız diyen doktor deli. Halbuki, bu böbreğin öbürünkinden daha sağlam. Yedi yıl kadar evvel, bu hasta olmayan böbreğinden bir kanama geçirdin mi?' Ben, 'Evet' dedim. 'Fakat, bu da iyiye doğru gidiyor, merak etme. Bütün kullandığın ilaçları çöp sepetine at. İlaç gerekmez. Ekmeği az ye. Yürüyüş yap. Şişmanlamamaya gayret et, o kadar. İki yılda bir gel, kontrol edelim' dedi. Üç defa daha doktorun dediği gibi gittim 'Hiç bir şeyin yok dedi: Elhamdülillah, o günden sonra öyle şiddetli bir sancı görmedim."
"Ben Üstad Hazretlerinin sadece İslam için yaşadığını, bütün derdinin gönüllerdeki paslanmış imanları kurtarmak olduğunu elemi, kederi, hep İslâm için idi. Bunun için yaşamak arzusunu bu büyük şahsiyetle müşahede ettim. Daha ilk ziyaretim hayalimdeki İslam mücahidini bulduğuma inanmıştım. Şahsına yapılan zulümlerden pek bahsetmezlerdi.
"Şunu da yazmadan geçemeyeceğim:
"Çantay'ın İtirafları"
"Bir gün Hasan Basri Çantay Hoca (merhum) Üstad Hazretlerini meclisin ilk günlerinde Meclis-i Mebusan'a yazdıkları bir mektuptan hafifçe tenkit yollu anlatıyordu. Sözlerine yeni başlamıştı. Hemen eliyle ağzını kapayarak:
'Ben bütün o sözlerimi geri alıyorum. Söylediklerimi siz de duymamış olun. Biz rahat döşeklerinde uyurken o, Allah yolunda, Resulullah izinde bütün işkence hapislere rağmen İslamı savunuyordu. Ne yazık ki, hiç birimiz onun gibi olamadık.' dedi.
"Yüce Mevla'mız İslâm'a hizmet eden şuurlu bütün Müslümanlara rahmetini esirgemesin. Amin."
(bk. Necmeddin ŞAHİNER, Son Şahitler-II)