ÖMER OKÇU (HEKİMOĞLU İSMAİL)

Hekimoğlu İsmail ağabeyimizi randevu alarak 10 Nisan 2015 tarihinde İstanbul Cağaloğlu’nda kurucusu olduğu TİMAŞ Yayınları’nda ziyarettik. Bizi fevkalade samimi ve hasbi duygularla karşılardı, sorularımıza cevaplar verdi. Kendisini heyecanla dinledik ve konuşmalarımızı kamera ile kaydettik.

Hekimoğlu ağabeyimizin asıl adı Ömer Okçu’dur. Dedesinin ismi olan ‘Hekimoğlu İsmail’ imzasıyla yazılarını yazdı, böyle tanındı. 1932'de fakir düşmüş bir ailede, Erzincan’da doğdu. Anne ve babasının okuma yazması yoktu. Bu sebeple içinde kitap bulunmayan bir evde büyüdü. 1939 Erzincan Depremi'nde ablası, ağabeyi ve kardeşi depremde ölmüş, annesi, babası ve kendisi yaralı olarak kurtulmuştur.

İlk ve orta öğrenimini Erzincan'da tamamladıktan sonra 1950'de İstanbul'a giderek Zırhlı Birlikler Okulu'na yazılmıştır. 1952'de askeri okulu tamamlamasının ardından Kartal Maltepe'deki 1. Zırhlı Birlikler Tugayı'nda Tank Astsubayı olarak göreve başlamış, bir süre Erzurum/Kandilli'de görev yapmasının ardından 1960'ta Hava Kuvvetleri'ne geçerek ‘füzeci’ olmuştur. Amerika'ya elektronik üzerine 6 aylık eğitime gönderilmiş ve füzeler üzerinde uzmanlaşmıştır. Askerlik hayatı boyunca 10 kez Amerika'da eğitimlere katılmıştır.

Ömer Okçu, ilk kez 1957'de gördüğü Kuran'ı okumanın yanında, Arapça, İngilizce ve Osmanlıcayı da kendi çabasıyla öğrenmiştir. Din ile ilgilenmeye başlaması üzerine eserleriyle adını duyduğu Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ile bizzat tanışmak için 1957'de Emirdağ'a giderek Risale-i Nur talebeleri arasına katılmıştır.

1972'de ordudan emekli olan Ömer Okçu Nurcu kimliği sebebi ile birçok kez üstlerine şikâyet edilmesine rağmen çalışkanlığı ve bilgisi onun ordudan atılmasını önlemiştir. Ancak, askeriyede çok defa mahkeme kararı ile olmasa da komutan emri ile hapis cezası almıştır.

1967'de haftalık İttihad Gazetesi ile yazı hayatına başlayan Ömer Okçu, kendini gizlemek ve kitaplarını korumak adına Hekimoğlu İsmail müstear adını kullanmayı tercih etmiştir. 1967'de, 100'e yakın baskısı yapılan yüz binlerin okuduğu Minyeli Abdullah romanını yazmıştır. 1969-1974 yılları arasında Yeni Asya Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapmış, 1975'te Sur Dergisi'ni çıkarmıştır. 1975'te Ahmed Günbay Yıldız ile birlikte Türdav'ı, 1982'de ise birçok ortakla beraber, şu anda başında oğlu Osman Okçu'nun bulunduğu TİMAŞ Yayınevi’ni kurmuştur. 1988'den beri Zaman Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapmaktadır. Hekimoğlu İsmail’in 30′dan fazla eseri vardır. Yurtiçi, yurtdışı konferansları ise yüzlercedir.

Yazıları sebebi ile 11 defa hakkında soruşturma açılmıştır. Bir sene mahkûmiyet cezası almış, infaz yasası gereği cezasında indirime gidilmesi üzerine 1992'de Şile Kapalı Ceza ve Tevkifevi'nde 72 gün hapis yatmıştır.

Hekimoğlu İsmail 3 Şubat 2002’de Eyüp Sultan Camii’nde bulunduğu sırada beyin kanaması geçirmiş, komadan kurtulup evine getirilmesinin ardından 1 Mart 2002'de ikinci defa beyin kanaması geçirmiştir. Kendisine müdahale eden doktorların yüzde 5 yaşama şansı vermesine karşın hayatta kalmış ancak vücudunun sol tarafı felç olmuştur.

Hekimoğlu ağabey, hatıralarını bizzat okuyup tashih etmiştir.

Hekimoğlu İsmail Anlatıyor:

Başlangıçta bendeniz Nihal Atsız’la, Türkçülerle beraber çalışıyordum. Necip Fazıl, Osman Yüksel; onlarla da çok beraber oldum. Bir de duydum ki Said Nursi isminde bir kişi varmış, eserleri yasakmış. Madem yasak, ben de ona hizmet edeceğim dedim, gittim Emirdağ’ına. Sene 1957

BEDİÜZZAMAN: AMERİKA’DAN VE ALMANYA’DAN RİSALE-İ NUR İSTENİYOR, ORAYA GÖTÜR

Bana dediler ki; “Onları Süleymaniye Kirazlımescid sokak, 46 Numara’da bulursun.” Gittim oraya. Beni kapıda karşıladılar, gel bakalım dediler dersaneye aldılar. Önce “Niye geldin? Ne istiyorsun?” gibi sorular sordular. Dedim: “Üstad’ı tanımak istiyorum.” Dediler: “Üstad misafir kabul etmez, sen bir hizmet yap o hizmetle gidersin Üstad’ın yanına.” “Ne yapacağım?” dedim. Orada bana kitaplar verdiler, bunları Üstad’a götür dediler. Böylece Eskişehir üzerinden Emirdağ’ına gittim. Elle yazılan Osmanlıca kitaplardı, onları götürüyorum ben. O zamanlarda da bu risaleler yakalandı mı adamı hapse atıyorlar. Öyle bir devir… Askerdim aynı zamanda. Olsun dedim...

Beni Üstad’ın yanına getirdiler, kapıdan girer girmez hemen oturdum. Dedim: “Efendim, ben Kur’an okumasını bilmiyorum. Ne yapayım?” Üstad dedi: “Günah-ı kebâiri terk et. Sünnet-i Seniyyeye ittiba et. Namazı erkânı ile kıl. Sonundaki tesbihat’ı yap.” Tabi ben bunları hiç anlamadım o zaman. Ama hemen yazdım… Malum biz kalem, kâğıt, defter taşıyoruz. Hemen yazdım, anlamadım çünkü. Yanında değil, çıkınca dışarı yazdım. Sonradan gittim müftüye. İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen idi. Kâğıdı uzattım, dedim: “Hocam bunlar nedir?” Baktı “Evladım bunlar ilmihaldir. İlmihali al oku, hallolur bu iş” dedi.

Üstad sonra şunu söyledi: “Amerika’dan ve Almanya’dan Risale-i Nur isteniyor, oraya götür.” Ben de füzeci olduğum için her sene Amerika’ya gidiyorum zaten, orada füze atışları yapıyoruz. İçimden “Tamam” dedim.

GÜMRÜKLERDE YÜZ ALTMIŞ SUBAYIN BAVULU ARANDI, BENİM BAVULUM ARANMADI

Ve Risale-i Nurları Amerika’ya götürdüm. Bir bavula şahsî eşyamı koydum. Bir bavula da Risale-i Nur koydum. Hâlbuki Risale-i Nur’u daha yeni tanıdım, okumuş da değilim. İstihdam işte… Amerika’ya gittim. Türkiye gümrüklerinde, Amerika gümrüklerinde her bavul arandı. (heyecanla anlatıyor) Yüz altmış subay ve astsubayın her bavulu arandı, benim bavulum aranmadı. Bir arkadaş diyordu ki: “Yahu senin ne güçlü torpilin var böyle, senin bavulunu aramıyorlar.” Bazıları biliyordu Risale-i Nur götürdüğümü. Amerika’ya vardık. Üstad Amerika’ya götür dedi ama adres yok. Kocaman Amerika... Ben ne yapacağım şimdi, bu kitapları kime vereceğim diye düşünmeye başladım. Üstad çok keramet gösterirdi. Ben de onlardan bir kısmına şahid olmuştum. Kendi kendime dedim; Üstad bana yol gösterir...

Teksas Eyaleti Elpaso şehrinde dünyanın en büyük füze ve uçak okulundayız. Bavul okulda duruyor. Orada da sormuyorlar; başka hiç bavul yok okulda. Bu nereden geldi, niye geldi, nereye geldi diye soran yok. Başkalarının bavulu yok, yasak zaten. Biz ne kadar rütbeli olsak da okul yani orası, talebeyiz. Ayakkabı boyasına, tıraşımıza kadar dikkat ediyorlar, bavula bakmıyorlar. Papazlar geldi. Yaptığımız füzelerin insanlık âlemine faydalı olması için dua ettiler. Biz de âmin dedik. Ve İncil dağıttılar. Ben hemen bir tane aldım. Bir arkadaş da bana kızdı. “Yahu Türkiye’de hocalık yapıyorsun, burada papaz mı olacaksın?” dedi. Yani korumak istiyor beni aslında. Alma demek istiyor. “Yok, kültürdür bu, okuyacağım size ne.” dedim Yatakhaneye gidince İncil’i birinci sayfadan karıştırmaya başladım. Birinci sayfada “The İsmamic Center Washington” yazıyor. “İslam Merkezi Washington” Tamam adresi buldum dedim; hemen oraya bir mektup yazdım. “Türkiye’de Bediüzzaman Said Nursi isminde bir İslam âlimi var, eserlerini getirdim. Ne yapayım?” “Postaya ver gönder” dediler. Postaya verdim, gönderdim.

Dört sene sonra tekrar gittiğimde –zaten Türkiye’den giden uçaklar Washington’a iniyor- baktım küçük bir odada fevkalade güzel, özel bir dolap ayırmışlar. Dolabın önü kilitli camekân, Risale-i Nurlar içinde. İhlâs ve Uhuvvet Risalesi Latinceydi. Diğerlerinin hepsi el yazısı, teksir ve el yazısı büyük büyük kitaplar. Tabi anladılar adamlar; asar-ı antika… Ona göre muhafaza etmişler. Sonra, “Bunlar Risale-i Nur’dur, Bediüzzaman’ındır. Bediüzzaman bir İslam âlimidir” diye biraz anlattım onlara.

Bizim Amerika seyahatimiz 1956’da başladı, on sene devam etti. On defa füze atışı yapmaya gittim Amerika’ya. Türkiye NATO üyesi malum... Füzeleri veren de Amerika. Aslında Amerika bizi imtihan ediyor; “Türkler bu füzeleri kullanabilir mi…” diye. Onun için bizim çalışmamıza not veriyorlar devamlı. Elhamdülillah hep birinci olduk orada.

BEN RİSALE-İ NURLARI OKUMASAYDIM HAYATIM MAHVOLURDU

Üstad Bediüzzaman’la bir daha görüşemedim. Tarihçe-i Hayat 1958’de basılırken forma forma alırdım. Onları getirir okurdum. Üstad’ın hayatı bana çok tesir etti. Ben Risale-i Nurları okumasaydım, felsefe ile meşgul olan bir adamdım şimdi. Hayatım mahvolurdu… Beni Risale-i Nurlar kurtardı... Beni en çok etkileyen risaleleri soruyorsun. Risale-i Nur’da önemli olan Uhuvvet, İhlâs, bir de iktisat Risalesi… Bu üç risale beni eskiden beri ilgilendirmiştir. Ve halen de onlarla çalışıyorum. Benim şu anda yazdıklarım, konuştuklarımın hepsi Risale-i Nurdandır. Hala Risale-i Nur okurum. Bak işte önümde, masamda duruyor.

ADAM MÛSA AS. MI TANIMIYOR, YAZIYI OKUYAMIYOR, HAPSE GİRMEYİ GÖZE ALMIŞ RİSALE DAĞITIYOR

Bir hatıramı anlatayım sana:

Yine 1956 yıllarındayız. Erzincan’da vaiz efendiye götürdüm bir risale verdim. Vazifem dağıtmak yani… Akşam namazından sonra karanlık bastığında kitabı koynuma, pardösümün altına sokmuş öyle götürmüştüm evine. “Hele gel içeriye” dedi. Girdim, kitabı verdim. Vaiz efendi: “Oku bakalım, dinleyelim” dedi. “Ben okumasını bilmem” dedim. Kitap Osmanlıca Asa-yı Mûsa. “Hocam siz okuyun da ben dinleyeyim” dedim. Asa-yı Mûsa’dan okudu birazcık. Dedim: “Hocam bu Mûsa kim?” (Hekimoğlu ağabey gülüyor) Allah! Allah! Dedi adam. Sonra: “Şu hale bak. Adam Mûsa aleyhisselamı tanımıyor, yazıyı okuyamıyor, hapse girmeyi göze almış risale dağıtıyor. Aman ya Rabbi… Kardeşim benim bu işlere aklım ermez. Ne yaparsanız yapın, hiç görüşmemiş olalım. Bana kitap verdiğini kimseye söyleme” dedi. Korkuyorlardı… Bu sevk-i ilahidir… Bu istihdam-ı ilahidir…

AĞABEYLER, ÜSTAD’TAN SADAKAT DERSİNİ ALMIŞLAR, ONLAR FARKLI…

Ankara’da vazife yaparken Bayram Yüksel ağabeyle beraber Ankara’da gezer dersane arardık, kiralık ev. Yayan… O mübarek hiç yorulmazdı, ben çok yorulurdum. Bir gün dedim ki: “Bayram ağabey, ben sana dersaneler için maddeten yardım etmek istiyordum, fakat edemedim. Yazdığım kitaplardan Minyeli Abdullah’ı sana vereyim, sen bastır, sat, parasını hizmette kullan.” Dedi: “Kardeşim, Kur’an Allah’ın kitabıdır. Ben Kur’an bile basmıyorum ki bütün gücümü Risale-i Nur’a vereyim. Kur’anı başka Müslümanlar bastırıyor. Biz Risale-i Nur’dan başka bir şeyle meşgul olamayız.” Ve kabul etmedi… Onlar Üstad’tan sadakat dersini almışlar, onlar farklı… Bu kesin… Maaş yok… Para yok… Ama koşturuyorlar her gün… Devamlı koşturuyorlar… Böyle sadıktılar onlar...

‘MİNYELİ ABDULLAH’ GİBİ MISIRLILAR DA ‘ANKARALI ABDULLAH’ ROMANI YAZABİLİRLER

Minye[1], Mısır’da Nil nehri kenarında olan bir şehirdir. Minye’yi ben de bilmiyordum. 1967’de kitabı yazmaya başlayacağım zaman atlası önüme koydum, herkesin telaffuz edebileceği, Arapça bir kelime aradım, isim olarak. En iyisi “Minye” diye düşündüm. Çok kolay telaffuz ediliyor ve Arap memleketi orası. Minyeli Abdullah’ı öyle yazdık. Arabistan’dan Mısır elçiliğe ait birisi geldi; “Siz Türkiye’deki olayları Mısır’a yükleyip anlattınız. Biz de Minyeli Abdullah’ı, Ankaralı Abdullah diye yazacağız” dedi. “Yazın, ne yapayım bir şey demem” dedim…

[1] El-Minye ya da kısaca Minye, orta Mısır'da Nil ırmağının batı kıyısında bulunan bir kenttir. Kahire'nin takriben 250 km güneyinde yer almaktadır. Aynı zamanda Mısır'ın Minye ilinin idari merkezidir. Nüfusu 2006 sayımına göre 240.000 kadardır. Kent Yahuda'nın İncili'nin bulunduğu yerdir. Nüfusunun yaklaşık olarak yarısı Hıristiyan Kıpti kökenlidir. (Vikipedi Özgür Ansiklopedi)

bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-VII

***

1932'de Erzincan'da doğdu. Asıl ismi Ömer Okçu'dur. Yazılarını dedesinin ismiyle yazmıştır. Lise tahsilini yaptıktan sonra yurt dışında araştırmalarda bulundu. Uzun yıllar astsubay olarak görev yaptı. İlk kitabı Minyeli Abdullah romanını 1967'de kaleme aldı. Yazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı. Yirmi kadar kitabı vardır. 1957 yılında Üstadı ziyaret etti.

"Ekrem Ocaklı'nın vefatının hatırlattıkları"

"Bir gazetede, Gümüşhane eski milletvekillerinden Ekrem Ocaklı'nın vefat haberini okudum. Bu haber bana 1956 senesini hatırlattı. O zamanlar kerpiçten yapılmış iki odalı baba evinin bir köşesinde otururken, Ekrem Ocaklı Bey, sırtında kıymetli bir elbise ve vakur bir eda ile fakirhanemize teşrif ettiler.

"Gelmesinin tek sebebi vardı, o da, bendeniz Risale-i Nurları dağıtıyordum, haber almış, bizi görmeye gelmişti.
"Oturduk, konuştuk ve okuduk.

"Okuduk derken, o zamanlar eskimez yazıyla yazılı Risale-i Nurları ben okuyamazdım. Üstad Bediüzzaman Said Nursî, Kur'ân yazısını, öğrenilmesini istediği için, bizler de Kur'an yazısını kendi imkânlarımızla öğrenmeye gayret ediyorduk. Rahmetli Prof. Dr. Münif Çelebi'nin Kur'ân Alfabesi'ni alarak günlerce çalışıp Kur'ân-ı Kerim okumaya ve harekesiz yazıyı öğrenmeye gayret etmiştim. Öğrenmiştim de, fakat bir cümleyi belki beş dakikada okuyordum. Buna da okuma değil, heceleme denir.

"İşte bu sebepten Risale-i Nurları ben okumadım. Onlar okudular. Yer yer anlattılar. Dikkat ettim, Risale-i Nur kitapları, kültürlü kimselerin elinde bir ilim hazinesi olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.

"Ya Rab, bu milletin hali ne olacak?"

"Bu arada Ekrem Ocaklı Bey, Said Nursî Hazretlerini ziyaret etmiş, ona dair hatıralarını anlatmıştı. Hatırımda kaldığı kadarıyla 1950-1954 dönemi mebusu olan Ekrem Ocaklı Bey, bir bütçe tanziminde, Diyanet İşleri'nin bütçesi 57.000.000 lira teklif edilmişken, Meclis'in ekserisi buna karşı çıkmış ve Diyanet İşleri bütçesi 27.000.000 olarak kabul edilmiş. Böyle anlatmıştı veya hatırımda böyle kaldı. Ekrem Ocaklı Bey bu hâdiseye çok üzülmüş ve odasına kapanarak günlerce dışarı çıkmamış. Zaman zaman da 'Yâ Rab, bu milletin hali ne olacak?' diye hüngür hüngür ağlamıştı.

"Bir gün Ankara Hukuk Fakültesinden Atıf Ural isimli bir gencin kendisini görmek istediği haber verilmiş. Ayrıcı bu şahıs, Bediüzzaman'ın yanından da geliyormuş. Ekrem Ocaklı Bey hemen ayağa kalkmış, (Rahmetli bunları anlatırken yaptığı hareketleri de aynen gösteriyordu.) Ellerini bağlamış ve Atıf Ural'ı beklemeye başlamış.

"1.85 boyunda, buğday renkli, mahcup tavırlı, üstünde yeni olmayan bir elbise ile Atıf Ural içeriye girip 'Selâmün aleyküm' demiş. Kalbi yaralı olan Ekrem Ocaklı, bu gencin boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlamak istemiş. Göz yaşlarının yaralı kalbine şifa olacağını tahmin etmiş. Fakat insan her istediğini yapamıyor ki... Nihayet, titrek adımlarla Atıf Ural'a yanaşmış. Bir yandan ağlamamak için dudağını ısırırken, bir yandan da hafif bir sesle, hattâ ancak mırıldanırcasına, 'Hoş geldin kardeşim' demiş.

"Ekrem Ocaklı Bey, bir şeyler hissetmiş, fakat ne var, ne oluyor, onu bilememiş. Bu sırada Atıf Ural Bey: 'Efendim, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bana dediler ki:

'Git, Ekrem'e söyle; bu dünya ona bırakılmamış. Merak etmesin. Mülkü mâlikine teslim etsin. Allah'ın işine karışmasın. Kendi vazifelerini ihmal etmesin.'

"Ekrem Ocaklı bir iki adım geriye çekilmiş, alnından ve şakaklarından yuvarlanan ter tanecikleriyle birlikte koltuğa âdeta yığılmış ve eliyle işaret etmiş:

"Otur kardeşim.'
"Sonra iki elini başına götürmüş:
"Baş üstüne. Nasıl emrederlerse öyle olsun. Elbette ki onlar daha iyi bilirler.'
"Biraz durup yutkunmuş, yumruklarını sıkıp kendini topladıktan sonra devam etmiş:
"Acaba selâm ve hürmetlerimi kendilerine götürür müsün? Ve bu acizin hürmetlerini kabul eder mi?'

"Onların telsize, telgrafa ihtiyacı yoktur"

"Doğrusu Ekrem Bey âdeta sararmış, saçları diken diken olmuştu. O anı yeniden yaşıyordu. Biz de dehşet içinde kalmıştık. Çünkü karşımızda mebusluk yapmış, bilgili, zengin, iri yarı, halk tabiri ile 'kerli ferli' bir adam vardı. Fakat bu adam, ağlıyor, 'Ya Rabbi, bu milletin hali nice olacak?' diyor. Sonra bir hukuk talebesi geliyor. Bir şeyler söylüyor. Düşününüz 20-25 yaşındaki benim gibi bir Cumhuriyet çocuğunun kafasına bu işler nasıl sığabilir? Hayret ve dehşet içinde sordum:

"Ağabey, sizin üzüldüğünüzü Bediüzzaman haber almış mı?'

"Güldü, yerine oturdu. 'Onların telsize, telgrafa, mektuba, hattâ şu dünya gözüne bile (bu meselelerde) ihtiyaçları yoktur. Onları anlamaya çalışın.'

"Bu sefer merakım büs bütün arttı. Gerçi büyüklerimiz cin, peri hikâyelerini çok anlatmıştı. Bu arada kerametlerden ve mucizelerden de bahsetmişlerdi ne yalan söyleyeyim, o zamanlar kerametle mûcize arasındaki farkı bilmiyordum. Ama harika işler yapan din büyükleri varmış. Bunları duyardım. Şimdi ise böyle hâdiselerle karşı karşıyaydım. Ekrem Bey merakımı anlamış olacak ki, devam etti: 'Madem öyle, size bir hatıramı daha anlatayım':

"Şifahen mi soracağız, kalben mi?"

"Bitlis mebusu ile beraber oturup, dört soru hazırlamıştık. Bu soruları kâğıdın üzerine yazdık. Bediüzzaman Hazretlerine soracaktık. Ben dedim ki: 'Bunları şifahen mi soracağız, kalben mi?' Bitlis mebusu, 'Kalben soracağız' dedi ve kalkıp Üstad Hazretlerine gittik. İçeri girince bizi ayakta karşıladı. Bitlis mebusu arkadaşıma sarılarak, 'Gel! Bir cesedde iki ruh taşıyan kardeşim!' dedi, boynuna sarıldı. Ben elini öpmek istedim, benim de boynuma sarılıp, 'Hoş geldin kardeşim' dedi.
"Oturduk. Üstad, hemen sorularımızı cevaplandırmaya başladı. Hem de kâğıttaki sıraya göre. Dördüncü soru, mebusluktan istifa edip etmemeye dairdi. Onu da, 'Kardeşim, siyasette meşgul olmuyorum, dördüncü sorunuza cevap veremeyeceğim.' dedi.

"Neden bu derece keramet peşinde koşuyorsunuz?"

"Arzettim ya, bu sohbet karşısında kafam allak bullak olmuştu. Kendimi toplayıp, bir şeyler öğrenmek gayesiyle sordum:

"Efendim, neden bu derece keramet peşinde koşuyorsunuz? İslâm uleması kerametten çok, ilme ve ibadete önem vermişler. Mesele sizin için daha başka mıdır?'

"Ekrem Bey, durdu, düşündü. Yukarıda da belirttiğim gibi kültürlü bir insandı. Bilhassa Âkif'in Safahat'ı üzerinde adeta ihtisas sahibi idi. O tarihlerde neşredilen Safahat kitabının yanlışlarını düzeltmişti. Bunların niçin yanlış olduklarını bir izah edişi vardı ki, Arapça, Farsça ve Türkçe'ye vukufiyeti açıkça ortadaydı. Öte yandan gecenin saati hızla ilerliyor, 12'ye yaklaşıyordu. Şehir tamamen sessizliğe bürünmüş, bizim evde, petrol lâmbasının cılız ve dalgalanan ışıkları arasında sohbetimiz hâlen devam ediyordu. Bitmesini de isteyen yoktu. Ekrem Bey, gözlerini bana dikti:

"Sorunuzu iki yönden cevaplandırmam mümkün. Birincisi, Said Nursî Hazretleri yönünden. Hâşâ bu aciz, öyle bir İslâm kahramanına ve âlimine tercüman olacak durumda değildir. Bu selâhiyeti kendimde göremem. Yalnız hep beraber düşünelim. Said Nursî gibi bir şahıs, İslâmiyeti yaşamak, anlatmak istiyor. Fakat herkes ona cephe almış. Bütün kapılar yüzüne kapanmış. Posta telgraf imkânı yok. Haberciler çok az. Sürgün, hapis, gözaltında bir Said Nursî ne yapabilir? Amma o İslamiyete hizmet aşkıyla yanıyor. Her şeyini bunun için feda etmiş. İslâmiyet'in sahibi olan Allah, dinine hizmet eden bir Said Nursî'ye beş on tane keramet vermişse, bunu yerinde görmeliyiz, anlayışla karşılamalıyız. Hizmet için böyle şeylere, her âlim ihtiyaç duymuştur. Bazılarına, ihsân-ı İlâhî olarak verilmiştir.'

"Durdu, ayaklarından bir tanesini altına alıp diğer dizine dayanarak devam etti:

"Ben, Bayburt'un bir köyündenim. Rençberiz. Çiftimiz, çubuğumuz, koyunumuz var. Nasıl ki, çoban köpeğini kapıda tutabilmek için ona sık sık et atmak gerekiyorsa, Said Nursî de, benim gibi nefs-i emmâreye mensup birisine keramet etlerini atar ki, ben de onun kapısın bekleyeyim.'

"Dehşet içindeyim, 'Estağfirullah' diyebildim. Bu tevazu karşısında toparlanıp, ellerimi dizlerimin üzerine koydum. Bir çocuk gibi tekrar sordum: 'Nasıl olur efendim?' Bu, mânâsız bir soru idi. Bir şeyler sormak itiyordum. Fakat neyi, nasıl soracağımı bilmiyordum. Bugünkü kafam olsa ona derdim ki, 'Ekrem Ağabey, eğer mümkünse Said Nursî'ni ve senin iç dünyalarını aç, bana göster.'

"Amma bu da mümkün değil. Fakat asıl öğrenmek istediğim buydu. Dış dünyanın rezaletlerinden bıkmış, sefahetten kaçıyorduk. Bir adam düşünün, kaçıyor. Fakat nereye gittiğini bilmiyor ve kimse de ona yol göstermiyor veyahut gösterilen yolların çokluğu karşısında şaşkına dönmüş ne yapacağını bilmiyor... İşte o zamanlar kalbim böyle idi.

"Ârif adamdı. Benim şaşkınlığımı anladı. Bir misal daha verdi:

"Bir hastahane düşün. Orada tabibler kiminle daha çok meşgul olur? Ağır hastalarla değil mi? İşte ben hastayım. Bediüzzaman ise tabib... Beni kerametleriyle tedavi etti. Ötelerin varlığına, ruhların kuvvetine, İslâm'ın ulviyetine bir daha inandım. Artık ben bu kapının köpeğiyim.'

"Sonra tanıdığı velilerden misaller verdi. Onlardan da keramet görmüş, onların hallerini anlattı. Böylece benim için dehşet dolu bir geceydi.
"Ekrem Ocaklı Bey, bizim eve beş altı akşam devam etti. Okudu, anlattı, dinledi ve bana ilk Ebced dersini de o verdi. Kısacası kendisinden çok istifade ettim. Allah rahmet etsin.

"Bir bedende iki ruh"

"Bilmem hatırlayacak mısınız? Bitlis mebusunu (Galiba Gıyasettin Beyi) Bediüzzaman karşılarken, 'Gel bir bedende iki ruh taşıyan kardeşim' demişti ya. İşte bunun mânâsını da Ekrem Beyden sormuştum. İzah etti. 'Gıyasettin Bey, hem ehl-i tarik idi, hem de Risale-i Nurları okurdu. İşte bunun için öyle söyledi' demişti.

"Çok soru sormamdan da anlaşıldığı üzere, ben de çok okuyan ve sigara parasını bir ömür boyu kitaba ve mecmuaya veren kimse idim. Sırası geldikçe bu hususlara tekrar dokunacağım.

"Unutmadan hemen söyleyeyim ki, Ekrem Bey, 'Ben bu kapının köpeğiyim' derken, İslâm büyüklerinin ekserisi 'ben' ile 'nefs'i aynı şey kabul etmişlerdir. Nefis, yerine göre 'düşman', yerine göre 'köpek' vesaire olarak nitelendirilmiştir. Yoksa Ekrem Beyin müstesna şahsiyetini biz de her zaman tenzih ederiz.

Ruhlar ve gerçekler

"Tabii aradan günler, geceler geçiyor. İnsan, yaşadığı anın önemli veya önemsiz olduğunu bilemediğinden notlar almıyor. Dolayısıyla bu kabil hatıralar 'Bir gün, bir gece, bir zaman' gibi ifadelerle devam ediyor. Aslında tarihlerin de zannedildiği kadar önemi olmasa gerek.

Bir gece rüyamda trendeymişim. Dediler ki:
"Bediüzzaman Said Nursî de, bu trende seyahat ediyor.'
"Hemen fırladım, Bediüzzaman'ın yanına gitmeye koyuldum. Üçüncü mevki bir kompartımanda sekiz kişi oturmuş, pencerenin dibinde de Bediüzzaman Hazretleri vardı. Ben içeri girip, Üstad'ın elini öpmek istedim. Fakat kapının önündeki adam hemen ayağa kalktı, beni göğüsleyerek dışarı çıkardı:
"Sen kimsin?' dedi. Ben de,
"E... şehrinde Risale-i Nur dağıtıyorum' diye cevap verdim.
"Bu sözümü duyan Bediüzzaman, dışarı çıktı. Koridorda onunla karşı karşıya geldik. Bediüzzaman'ın elini tuttum, öpmeye başladım. İki defa öptüm. Bu sırada Bediüzzaman gayet sinirli bir şeklide bağırdı:
"Elimi öp, şekeri öpme.'
"Dikkat ettim, Bediüzzaman'ın avucunun içi şeker doluydu. Ben de iki defa bu şekerleri öpmüşüm. Üçüncüsünde Bediüzzaman'ın elini öptüm ve uyandım.
"Saatime bakınca sabah namazının yaklaştığını anladım. Yataktan fırlayıp bir acaip hâl içinde abdest alıp namaz kıldım. Artık uyumam mümkün değildi. Heyecanlanmıştım. Çayımı kaynatıp bir taraftan şekersiz çayları acı acı içerken, öte yandan bir şeyler okumaya ve notlar almaya gayret ediyordum.

"Niçin şekersiz çay?"

"Bilhassa bazı gençler niçin şekersiz çay içtiğimi merak edebilirler. Delikanlılık çağına gelmiştim. İnsanların keyfine tabi olmak istemiyordum. Bir kaideler manzumesi arıyordum. Değişmeyen, şaşmayan bir edebiyat. Nizâmı, İslâmiyet'te bulmuştum, daha doğrusu o nizami İslâmiyet'te görmüştüm. Halbuki benim yakınlarım İslâmiyeti yeteri kadar bilmedikleri gibi, ben de İslâmiyet adına tek satır ders almamıştım. Hattâ yıllar yılı İslâm düşmanı bir zihniyetin kitaplarını okumuş, derslerini dinlemiştim. Hani zaman zaman bazı kimseler söyler ve yazarlar ya; 'Cumhuriyet devrinde dinsiz bir nesil yetiştirilmek istenmiş.' İşte ben o nesle mensup bir genç idim.

"Bakınız, bir yanda dinsiz nesil yetiştirilmek isteniyor, öte yanda ben İslâmiyet'te üstün bir nizamı görüp, ona tabi olmak istiyorum. Sanki bir yanım buz tutarken, bir yanım alev alev yanıyordu. Bu zıtlıklar dünyasında yapacağım tek şey vardı, bilgimi artırmak. İşte memuriyetten artan vakitlerimde, şekersiz çaylar ve kahveler içerek uykuyu dağıtıp, okuyordum, notlar alıyordum, düşünüyordum. Hani şu 'yalnızlık' herkesin ağzında çiğnenen bir sakız olmasaydı, 'Kalabalık şehirlerde yalnız yaşıyordum' diyebilirdim.

"Aradığın bu adam"

"Mevzuya dönecek olursak, rüyayı gördüğüm andan itibaren kuşluk vaktine kadar çalıştım, yazdım ve bekledim. Artık tahammül bitti. Mutlaka dışarı çıkmam gerekiyordu. Rüyayı tabir etmiştim. Ben Risale-i Nur hizmetlerinin şekerleme gibi tatlı, zevkli, vecdli yönünde idim. Şimdi bana tehlikeli bir vazife veriliyor. Onu yapmak gerekiyor. Acaba nedir? İşte bu halet-i ruhiye içinde, izinli olmama rağmen hemen sokağa fırladım. Yürüyorum... Nereye yürüdüğümü, nereye gittiğimi ben de bilmiyorum. Fakat o rüya için, gitmem gerekiyor, gidiyorum...

"Sadece bir yolda yürümüyorum. Bazı sokaklara dönüyorum. İşte Buğday Meydanına girdim. Bilmiyorum? Bu meydan bu mevsimde boştur. Fakat yürüyorum işte. Buğday Meydanına girer girmez tanıdığım bir arkadaşla karşılaştım. Beni görünce yanındaki adama döndü,
"İşte aradığın bu adam!..' dedi.
"Biz selâmlaştık. Musafaha yaptık. Gelen şahıs, bana dedi ki:
"Ne yapıyorsun?'
"Hariçten lise bitirme imtihanlarına girdiğimi söyleyince, o:
"Lise müdürüne Risale-i Nurlardan verdin mi?'
"İsmini, memleketini ve ne olduğunu tanımadığım şu şahsa, âdeta hayatımın hesabını vermeye başlamıştım.
"Vermedim.'
"Gayet ciddi olarak dedi ki:
"Sözler basıldı, hemen bu kitabı alıp, lise müdürüne vermen lâzım. Unutma, bizim vazifemiz tebliğdir, irşad Allah'a (c.c.) aittir. Biz iman hakikatlarından herkesi haberdar etmek zorundayız. Bu sebeple bugün veya yarın Sözler'i al, lise müdürüne ver.
"Peki' diyerek yanından ayrıldım. Geceki rüya ile bu hâdise birbirini tamamlıyordu. Şimdi işin, şekersiz yönüne gelmiştim. Eğer lise müdürüne Risale-i Nurları götürüp verecek olursam, beni okuldan uzaklaştırabilecekleri gibi, memuriyetten de atabilirlerdi.

"Sonradan öğrendiğime göre, bu arkadaşın ismi Ayhan imiş. Ege Bölgesinde bir vilayette memur iken, kalben Bediüzzaman Said Nursî'den vazife istemiş. Devled de bu arkadaşı Şark vilayetlerinden birine çekirge mücadelesi yapmak üzere göndermiş. Geldiği şehirde her ikindiden sonra öyle bir rüzgâr çıkardı ki, değil çekirgeler, insanlar bile binalara sığınmak zorunda kalırlardı. Yani, tarih boyunca çekirge âfeti görmemiş bir yere Ayhan Bey, çekirge mücadelesine gönderilmişti. Tabii o, buralarda çekirgelerle mücadele etmeyeceğini anlamış ve kendisini Risale-i Nur hizmetlerine vermişti. İşe de, bizden başlamış.

"Sizinle konuşmak istiyorum"

"Mevzumuza gelelim:
"Vecd halinde eve geldim. Sözler'i paket yaptım, koltuğumun altına alıp lisenin yolunun tuttum. Liseden içeri girdim, elimdeki paket bir şeker kutusuna benzediğinden, 'Lise müdürüne şeker götürdü' demesinler diye, paketi hademeler odasına bıraktım. Lise müdürünün yanına girdim.
"Hocam, sizinle bir meseleyi konuşmak istiyorum.'
"Müdür sandalyesinden kalktı. Ellerini arkasına bağladı. Yanıma kadar sokulup:
"Ne söyleyeceksin?'
"Efendim, Türkiye'de Bediüzzaman Said Nursî isimli bir şahıs vardır. Bu şahıs pek çok kitap yazmıştır ve taraftarları da bulunmaktadır. Siz de münevver bir kimsesiniz. Bu şahıs ve kitapları hakkında bilgi sahibi olmalısınız.'
"Bana çok kimseler tesir etmek istemiştir. Her grup, her ideoloji beni kendilerine çekmeye çalışmıştır. Ben ise hiçbir gruba ve ideolojiye mensup değilim ve olamam da. Sonra siz bir talebesiniz. Benimle bu gibi hususları konuşamazsınız.'
"Hocam, bu hususları sizinle konuşabilmem için ne yapmam lâzım?'
"Hemen müdürün odasından ayrıldım, muavinin odasına gittim. İmtihana giriş karnemi muavine verdim. 'Artık imtihanlara girmeyeceğim, talebe değilim' dedim ve hızla müdürün odasına döndüm.
"Talebelikten ayrıldım. Şimdi sıra geldi, tevkif edilmeye ve memuriyetten atılmaya. Ne olursa olsun, yaptığım işlerin kötü olmadığına, bilâkis iyi olduğuna inanmıştım. Ben, insanlara içki, kumar dağıtmıyordum. Kitap veriyordum. Böyle birş eye karşı çıkılırsa, ben de karşı durmasını bilmeliydim. İşte bu azimle müdürün odasına girdim:
"Efendim, artık talebe değilim.'
"Seni dinliyorum. Fakat az konuş, benim anlatacağım çok şeyler var. Siz henüz öğrenme çağındasızın.'

"Mutlaka efendim, siz bugün bizim hocamız olduğunuz gibi, yarın ve her zaman hocamız olarak kalacaksınız. Her mevzuda biz sizlerden çok şeyler öğreneceğiz. Arzetmek istediğim husus şu kadardır: Türkiye'de Bediüzzaman Said Nursî isminde bir şahıs, Risale-i Nur kitaplarını yazmıştır. Risale-i Nur Talebeleri de vardır. Siz bunlardan haberdar olmalısınız. Bendeniz size Bediüzzaman'ın bir kitabını hediye olarak getirdim, kabul buyurunuz.'

"Müdür Bey, Türkiye'deki Turancılık, Kürtçülük ve Panislâmizm hakkında geniş geniş bilgi verdi. Belki bir buçuk saat, belki iki saat konuştuk. Ekseriyetle ben, kendilerini dinledim.

"Efendim, Descartes'i okuyan nasıl rasyonalist olmuyorsa, Bediüzzaman'ın bir kitabını okuyan da hemen Nurcu olmaz. Olsa olsa Risale-i Nurlar hakkında bilgi sahibi olabilir. Ben size Nurcu olun veya olmayın demiyorum, diyemem de. Ama siz mademki hocamsınız, münevver bir insansınız, Risale-i Nurları okumak zorundasınız ki, talebelerinize ve öğretmenlere duyup işittiklerinizi değil, okuyup tetkik ettiklerinizi anlatabilesiniz. Takdir buyurursunuz ki, en doğru yol da budur.'

"Kitabı istedi. Hemen hademeler odasına gidip getirdim ve kendisine takdim ettim. Teşekkür ve hürmetlerimi belirterek müsaadelerini isteyerek ayrıldım.

"Tarihçe-i Hayat basılıyor"

"1959 senesinde Tarihçe-i Hayat basılıyordu. Ben, forma forma alıp koyuyordum. Çünkü Bediüzzaman'ın hayatını çok merak ediyordum. Tarihçe-i Hayat'ta ise, Bediüzzaman'ın hayatından çok, fikirlerine yer verilmişti. Bunun sebebini sorduğumda dediler ki:

"Bediüzzaman'ın hizmetinde bulunanlardan biri, onun hayatını yazıyormuş. Bediüzzaman bu notları yırttırmış. Hayatından çok fikre yer verilmesini uygun görmüş...'

"Tabii Bediüzzaman gibi ihlâslı bir kimse, kendi hayatını kendisi yazamaz ve yazdıramazdı. Amma onun vefatından sonra, Bediüzzaman'ın hayatını bir değil, birçok kimseler yazmalı ve birçok eserler onun hayatına ayna tutmalıydı ki, idealist gençlerimiz ibret alsınlar.

"Eskişehir'e doğru"

"Tarihçe-i Hayat'ın baskısı bitip ciltlenince, arkadaşlar, Üstad'a götürülmek üzere, bir bavul dolusu kitap verdiler. Ben de, hatırladığım kadarıyla, akşam Haydarpaşa'dan hareket eden Anadolu Ekspresine bindim. Gece yarısından sonra Eskişehir'e indim, bir taksi ile söylenen otele gittim.

"Otelde uyumam mümkün olmadı. Şimdi anlıyorum ki, beni oldukça evham basmış, bir sürü korkuların pençesinde kıvranıp durmuşum. Daha evvel belirttiğim gibi, bu korkuların başında, memuriyetten atılmak, hapis olmak gibi hususlar geliyordu.

"Bir Avrupalı yazarın söylediği gibi: 'Korkusuz insan olmaz. Önemli olan korktuğunuz halde yine gayeye gidebilmenizdir.' Ben de insan olarak korkuyordum. Fakat Müslüman olarak gayeme gidiyordum. O günleri bir şükran ifadesi olarak hatırlayıp, Allah'ın sonsuz lûtf-u inayetine şükrederim.

"Sabah ezanları okununca, namazı bir camide kıldım. Emirdağ'a kalkan otobüslerin garajını buldum, sonra kahvaltı yapıp hemen garaja döndüm. Bileti alıp bavulumla birlikte otobüse bindim. O zamanlar modern otobüsler yoktu. Ufak, eski otobüsler vardı. Bunların üstüne de dağ gibi denkler sarılırdı. Otobüs acaip bir şey olurdu.

"Herkes Bediüzzaman'dan bahsediyordu"

"Ne ise, yola çıktık. Herkes Bediüzzaman'dan bahsediyordu. Düşündüm: 'Bunlar Bediüzzaman'dan bahsediyorlar ki, ben de bunlarla konuşayım ve beni yakalasınlar, kitapları elimden alsınlar.' Bu sebeple hiç kimseyle, hiçbir şey konuşmadım. Soru soran olduysa gayet kısa cevap verdim ve devamlı susarak hâdiselerin sonunu bekledim.

"Bediüzzaman'ın kerametlerini hatırlayıp, 'Aman, bana keramet göstermese' diyordum. Öyle ya, kalpten geçen sorulara cevap vermek, kesekâğıdının ters şekilde gelip ele yapışması... Ve, benim gördüğüm rüyalar, daha başka işittiklerim... Bunların bütünü kafamı allak bullak ediyor, keramet görmek istemiyordum. Doğrusu, kerametlerden korkuyordum. Aklımın alamayacağı, gözümün alışmadığı şeyler görmek, elbette beni endişeye düşürürdü. 'Mademki Üstad kalpten sorulan sorulara cevap veriyor, ben de kerametten korkuyorum, bana keramet göstermese' diyerek, yoluma devam etti.

"Emirdağ'a varıyorum"

"Şöyle bir tasarım vardı:

"Emirdağ'a inince hemen bavulu elime alıp, güya Emirdağ'ın yerlisi imiş gibi, bir sokağa doğru yürümeye başlayacaktım. O sokakta yaşlı bir kadınla karşılaşırsam, Bediüzzaman'ın kaldığı yeri soracaktım. Arzettim ya, beni öyle bir evham basmıştı ki, herkesi sivil polis zannedecek duruma gelmiştim. Hattâ belki bu yüzden genç hanımlara bile Bediüzzaman'ın kaldığı yeri sormayıp, ancak ve ancak yaşlı hanımlara sormayı kafamda tasarlıyordum.

"Nihayet Emirdağ'a geldim. Otobüsten indim. Şoför muavini, otobüsün üstündeki bavulların ve denklerin iplerini çözüp yavaş yavaş eşyaları sahiplerine veriyordu, ben de bekliyordum. Bu sırada otuz-otuz beş yaşlarında esmer, zayıfça birisi geldi. Kalabalığın içinde üç kişiyi işaret ederek, 'Siz şimdi gelin' diğer iki kişiyi de işaret ederek, 'Siz de sonra gelin' dedi.

"Ben bavulu elime aldım ve bu şahsı takip etmeye başladım. 'Eyvah' diyordum. 'Otobüsten iner inmez hemen polise yakalandık.' Kaçmanın, bir tarafa gitmenin, bir şey söylemenin imkânı ve gereği yoktu. İster istemez bavul önümde öndeki şahsı takip ettim. Bir bahçeden içeri girince, karakola geldiğime inandım. Çünkü o zamanlar, karakollar genellikle bahçe içinde bulunurdu ki, güya bazı kimselere sopa attıklarında feryadı dışarıdan duyulmasın diye. Böyle derlerdi. Bu sözün sıhhat derecesini bilmiyordum. Fakat ekseri vilâyet ve kasabalarda karakolların bahçe içinde olduğu da gerçekti.

"Üstad'ın kaldığı yere gelmiştik"

"Merdivenlerden birinci kata çıktık. Odalardan birinde gaz ocağı, çaydanlık, rahleler, kitaplar, kalemler görünce sevindim. Artık Üstad'ın kaldığı yere gelmiştik. Selâmlaştık, oturduk. Biraz sonra Üstad içeri girdi, sırtında tahmin ederim, bezden yapılmış siyah bir cübbe vardı. Boynunda beyaz bir atkı, başında kendine has bir sarık vardı, saçları uzundu. Bediüzzaman'ın içeriye girmesiyle kendimi on beşinci, on altıncı asır da yaşayan bir Osmanlı zannettim. O devir birden bire yanıma gelmişti.

"Zaten gıyaben Bediüzzaman'ın çok tesirindeydim. Evin fakirane hali, Bediüzzaman'ın giyimi bana daha da tesir etti. Yerimden kımıldayamadım. Bediüzzaman gelip benim çok yakınımdaki sedire oturdu. Misafirlerden biri kalkıp elini öpmek istedi. O iki eliyle selâmlayarak elini öptürmedi. Ve hepimiz oturduk. Evvelâ umumî bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın içinde dedi ki:

"Almanya ve Amerika'dan Risale-i Nurlar isteniyor. Buraya gidecek kardeşlerimiz Risale-i Nur götürsünler.'

"Sonra her birimizle tek tek konuşmaya başladı. Söylediklerini hepimiz işitiyorduk. Bu sohbetten sonra, 'Ben hastayım. Fazla kalamayacağım' diyerek kendi odasına çekildi. Bizler de müsaade alarak odadan çıktık. Hemen yandaki oda, Bediüzzaman'a aitti. Kapıdan bir göz attım. Yerde hiçbir şey yoktu. Tertemiz tahtalar vardı. Bir köşede ve pencerenin önünde karyola bulunuyordu. Bu fakirane bir hayat, her tarafta görülüyordu. Oradan çıkıp bir bakkal dükkânına gittik.

"Hemen belirteyim ki, götürdüğüm Tarihçe-i Hayat, Lâtin harfleriyle yazılmıştı. Bediüzzaman bu eserleri aldı ve memnun oldu. Aylarca sonra Tarihçe-i Hayat hakkında takibat açıldı.

"İki yüzlü bayrak hâdisesi"

"Evet, Bediüzzaman'ın yanından çıkıp bir bakkal dükkânına girdik. Yine o zamanlar Peyami Safa 'iki yüzlü bayrak' hâdisesinden bahsedip, yeraltı hareketlerinin olduğuna dikkati çekmek istemişti. Hâdise Emirdağ'da olmuştu. Bu hâdiseyi de soruşturup Peyami Safa'ya yazayım, dedim.

"Öğrendiğime göre, Adnan Menderes, Emirdağ'a gelmiş. Yirmi beş yaşlarında, gayet utangaç olan cami imamı ise düşünmüş ki: 'Başvekilimiz kasabamızı ziyaret ediyor, acaba biz ne gibi bir iltifatta bulunabiliriz?' Hemen aklına, minberin altında bulunan bayrak geliyor. Bu bayrağın ne ve nasıl olduğunu bilmeden koşup alıyor ve caminin damından sallıyor. Menderes de bu bayrağın altından geçmiş...

"Efendim, Osmanlı'ya ait her şey silinip süpürülürken, bayrakları da toplayıp, yakıyorlarmış. Bir köylü: 'Üzerinde Kelime-i Şehadet bulunan bayrağı yaktırmam' diyerek camiye geliyor, gizlice bayrağı alıp, beline dolayıp, köyün yolunu tutuyor. Aradan yıllar geçip DP iktidara gelince, 'Artık iyi günler geldi' diyerek, getirip, bayrağı yerine koymuş. Adnan Menderes de Emirdağ'ı ziyaret edince, imam efendi, bu bayrağı hatırlayıp, işin sonu nereye varır, hesaplamadan, hemen caminin damına çıkıp, sallamaya başlamış. Uzun müddet bayrağı tutmuş olacak ki, aşağıdan birisi müezzine, 'Biraz da sen çık, bayrağı tut, imam yorulmuştur' demiş.

"Adnan Menderes gittikten sonra şikâyetler başlıyor, zabıtlar tutuluyor ve gece yarısı imam, müezzin ve müezzine bayrağı tutmasını söyleyen kişi, birer saat arayla evlerinden alınıp, karakola getiriliyor. Bu hâdise gazetelere intikal, edince, Peyami Safa feryadı basıyor: 'Yeraltı hareketleri var, iki yüzlü bayrak çekiliyor' vesaire...

"Emirdağ'dan ayrılıyoruz"

"Bediüzzaman bize haber göndermiş. 'Hemen Emirdağ'dan ayrılsınlar' diye. Fakat araba yok. Pazar günleri Eskişehir'e araba bulmak mümkün değilmiş.
"Ceylan Çalışkan'ın kullandığı bir taksi geldi, bizi Çifteler'e kadar bırakacaktı. Taksiye üç arkadaş binerken baktım, Bediüzzaman'ın bize tek tek söylediği sözlerden, benimle ilgili olanının hatırlıyorum, diğerlerini hatırlamıyordum. Yanımdaki arkadaşa:
"Bediüzzaman benim için ne söyledi?'
"Ben de onu düşünüyordum. Sizlere söyledikleri hatırımda kalmamış, bana söylediğini biliyorum.'
"Üçüncü arkadaş daha kültürlü ve Risale-i Nurları da iyi bilen bir kimse idi. O, 'Bu meseleleri karıştırmayın' deyince, biz de 'Peki' diyerek, arabaya bindik. Hemen çocuklar koşarak geldiler ve arabaya doldular. Belki on beş-yirmi çocuk.. Hepsi de 6 ilâ 8 yaşları civarında... Arabaya binince başladılar, 'Annem beni yetiştirdi, bu hizmete yolladı' marşını söylemeye. Bediüzzaman çocukları çok severmiş. Çocuklar da her zaman ona alâka göstermeye çalışıyordu.

"Emirdağ'ın çıkışında jandarma okuluna gelince, çocuklar indirildi ve hepsi koşarak geriye döndüler. Yollarda bir kısım vatandaşlar durup, arabaya dönüyor ve hürmetle selâm veriyorlardı. İçeride Bediüzzaman'ın olduğunu zannediyorlardı.

"Çifteler'e geldik, yine araba yok. Sorup soruşturduk, bir otobüs ile bir de şoförü varmış... Onu bulduk, Eskişehir'e gitmek istediğimiz söyledik. 'Herbiriniz onar lira verirseniz, götürürüm' dedi. Doğrusu çok ucuz bulduk. Çifteler'den Eskişehir'e otuz lira için bir otobüs gidecek, ucuz... Otobüse bindik, çok beklemeden hareket edildi. Geçtiğimiz mahallede yolcular binmeye başladılar. Eskişehir'e indiğimizde ayakta yer yoktu. Şoför daha evvel inmiş, bizi beklemiş. Biz kendisine hiçbir şey söylememişken, o şöyle dedi:

"Hoca Efendinin talebelerini her getirişimde otobüs böyle dolar. Siz zannediyor musunuz ki, otuz lira için geldim? Böyledir işte, üç kişiyle yola çıkarım, tıklım tıklım Eskişehir'e inerim. Allah bereket versin...'

"Bütün bunlar karşısında sadece susup dinliyorum ve düşünüyorum. Arkadaşlardan ayrıldık. Bunlardan biri hukukçu, biri de desinatörmüş. İkisini de Bediüzzaman'ı ziyaret sırasında tanıdım.

"Tekrar trene binip, yoluma devam ettim. 'Almanya ve Amerika'dan Risale-i Nurlar isteniyormuş, oraya gidenler götürmeli...' Bu cümlenin benimle ne alakası olur? Fakat neden hep bunu düşünüyorum?

"Amerika'ya yolculuk"

"İki veya üç ay sonra Amerika'ya kurs emrim geldi. İlişiğimi kesip Erzurum'dan trene bindim. Beni uğurlayan iki kişi vardı. Milliyetçi olan İsmail Can, 'Amerika'ya ne götüreceksin?' diye sordu.
"Risale-i Nurları...'
"Kardeşim, ömründe bir defa Amerika'ya gideceksin Amerika yerine hapishaneye gitme...'
"Diğeri Nakşî Tarikatına bağlı bir dindardı. O,
"Bu, emri verene aittir, bizi ilgilendirmez' dedi. Halbuki bu şahsa da Bediüzzaman'ı ziyaret ettiğimden, onun söylediği sözlerden bahsetmemiştim.
"Milliyetçi olan,
"Öyle ise ben karışmıyorum kardeşim, sözümü geri aldım' dedi ve tren de hareket etti.
"Tahmin edeceğiniz gibi kafam karma karışıktı. Ne oluyor, birinin söylediğini, diğeri tekrar ediyor ve anlamadığım bir hal içinde gidiyorum.

"Ankara'ya gelince Risale-i Nurları temin ettim. Bunların bir kısmı eskimez yazı, pek azı yeni yazı ile idi. Eskimez yazı olanlarından sadece İhlâs Risalesi Mısır baskısı olup, Arapça idi. Diğerleri teksirle yazılmıştı. Teksirle yazılanların bazılarında sayfaların bir yüzü boştu. Boylu ve enli kitaplardı. Bütün risaleleri topladım, bir bavul dolusu kadardı. Onları bavula doldurdum, bavuldaki elbise, çamaşır ve ayakkabı gibi eşyalarımı da valize yerleştirdim. Böylece Esenboğa Havaalanına gittik.

"Dört motorlu iki Amerikan uçağı terminale yaklaşmıştı. O zamanlar jetlerle yolculuk yaygın değildi. Okyanusu pervaneli uçaklarla aşacaktık.

"Aranmayan tek bavul"

"Çıkış kontrolleri başladı. Yüz kişiydik. En başta yüksek dereceli kumandanların bavulları, gümrük çıkış kontrolüne tabi tutuluyordu. Bu durumu görünce canım iyice sıkıldı. Onların bavulları kontrol edildikten sonra bizimkiler haydi haydi... Artık dönüşü olmayan bir noktaya gelinmişti. Öyle ise hali, vaziyeti olduğu gibi kabul etmekten başka çare yok. Biz de kabul ettik, bekledik.

"Sıra benim bavulları kontrole geldi. Memur içinde Risale-i Nurlar olan bavulu tuttuğu gibi döner merdivene attı.

"Yine o zamanlar diyeceğim, çünkü çoktandır Esenboğa Havaalanından dış ülkelere hareket etmedim. Evet o zamanlar gümrük muayene bandının arkasında yuvarlak, ağaçlardan yapılmış bir yer vardı. Bavullar bu yuvarlak ağaçların üzerine konunca, her ağaç kendi ekseni etrafında dönüyor, bavul da rahat bir kayışla aşağı iniyordu. Oradan da alınıp, uçağa yükleniyordu.

"Risale-i Nurlar bulunan kocaman ve ağır bavul hiç açılmadan giden tek bavul oldu. Diğerleri iyice arandı. Bu arada benim valiz de arandı, hattâ iki veya üç kutu lokum vardı. Onları dahi sordular ve yokladılar.

"Amerika'da gümrük kontrolleri, bizden daha sıkı. Ayrıca Amerikan gümrükçüler çok selâhiyetli, bütün bavullar ve çantalar iyice aranıp, bilhassa yiyecek maddesi sokmuyorlardı. Sarî hastalıklardan korkuyorlarmış. Elma, armut gibi meyveleri üretmek için ziraat bahçelerine gönderirlermiş, geri kalan yiyecekleri de yakarak imha ederlermiş.

"Onlar da bavulları tek tek aramaya başladılar, bizim Risale-i Nur dolu bavula gelince adamcağız bir 'okey' çekti ve yine açılmayan tek bavul, bizimki oldu. Tabii Amerikalı gümrükçü de valizimi kontrol etti.

"Amerika'ya inince başladım Risale-i Nurları verecek adres aramaya. Washington'daki The Islamic Center'e mektup yazıp, Bediüzzaman hakkında bilgi verdim, arzu ettikleri takdirde Risale-i Nurların göndereceğimi belirttim. Kısa zamanda mektup geldi, eserleri istiyorlardı. Bir arkadaşımla oturduk. Türk personeline göstermeden, nasıl götürürüz, diye sohbetler yapıp, plânlar hazırladık. Yani Amerikan topraklarında Risale-i Nurları yine Türk personelinden gizliyorduk.

"Gerçi vatandaşlarımızın ekserisi İslâmiyete bağlıydılar. İslâmiyete hizmet için yazılmış Risale-i Nurlar, bazı çevrelerce halka yanlış tanıtılmıştı. Hâdiselere sebebiyet vermemek için tedbir alıyorduk, hepsi bu kadar.

"İki arkadaş kitapları omuzladık. Amerikan mezarlıklarından geçerek yola çıktık. Oradan otobüse bindik ve şehre inip, hemen Risale-i Nurları taahhütlü olarak postaladık. Daha sonra bu eserlerin alındığına dair mektup geldi, teşekkür ediyorlardı.

"Keramet niçin verilmiş?"

"Bütün bunların sonunda anladım ki, Bediüzzaman'a keramet iki sebebe binaen verilmiş. Birincisi imkânsız diyebileceğimiz şartlar için İslâmiyete hizmet ediyordu. Hizmetin yürümesi için kerametlere ihtiyaç duyuluyordu. Yukarıdaki misalde de görüldüğü gibi.

"İkincisi: Türkiye'de İslâmiyeti öğrenme imkânı yoktu. Öğrenilmeyince yaşanmıyordu da. Zaten yaşayanları da kınıyorlardı. Bediüzzaman gibi garip, fakir bir âlime kim, ne için bağlanacak? İşte ona bağlananların evvelâ kerametler çekmiş olabilir. Böylece bir kısım Risale-i Nur talebeleri evini, işini bırakarak, sonunun nereye varacağını hesaplamadan, Bediüzzaman'la birlikte hapse gidebiliyorlardı. İnsanlık tarihinde Bediüzzaman gibi, imkânsızlıklar içinde yaşayıp kitleleri peşinde sürükleyen bahtiyarların sayısı çok azdır.

"Hemen belirteyim ki, Risale-i Nurlardaki ifadeler, ispatlar, buluşlar keramet derecesinde insana tesir etmektedir. Kafama takılan, yıllarca cevabını bulamadığım sorularıma, Risale-i Nurlarda cevap bulmuş bir kimseyim.

"Öte yanda, Bediüzzaman'ın hayatı, bir keramet... Evden, barktan vazgeçmek... Mevkiyi, makamı, menfaatı terketmek... Hakikatleri söylemek için, idamı göze almak. Bir ömür boyu sürgün hayatı yaşamak veya hapiste yatmak. Meselâ ben, Bediüzzaman'ın bu yönlerini öğrenince, 'Neden kumarbazlar, sarhoşlar sokaklarda serbest serbest dolaşıyorlar da, İslâmiyete hizmet etmeye çalışan Bediüzzaman hapse atılıyor?' diye âdeta isyan edip, onun yardımına koşmuşumdur.

"1954-1955 yıllarında okuyamadığım Risale-i Nurları dağıtıyordum. Gördüğüm şahıslar, 'Bu kitaplarda ne yazıyor?' derlerdi. Ben de, 'Siz hocasınız, okuyabilirsiniz. Ben okuyamıyorum, fakat öğrenmeye çalışıyorum. İslâmiyete hizmet eden Bediüzzaman hapismiş, ona yardım ediyoruz. Siz okuyunuz, bize de anlatınız' derdim. Onlar da okuyup, anlatırlardı, hoşuma giderdi.

"Diyebilirim ki, bana en çok tesir eden Bediüzzaman'ın hayatıdır. Öyle bir hayat yaşadı ki, onu romanlara bile sığdıramıyoruz. Öyle bir hayat yaşadı ki, en güzel romanlarımız dahi onun hayatı yanında cılız kalır."

(Son Şahitler kitabının, üçüncü cildinden derlenmiştir...)

* * *

İslamiyet’i kıyamete kadar devam ettirecek olan Allah, Said Nursi’yi yirminci asır hastanesine baştabip olarak çıkardı. Hastalık iman zayıflığıydı. Said Nursi eserlerinin bütününü tahkiki iman üzerine yazdı.

İmanın altı esasını ispatlı anlatmaya tahkiki iman denir. İmanı sarsılan Müslümanlara imanın altı esasını anlatırken imanın gücünü hayatının bütünüyle yaşadı ve gösterdi. Madenler içinde demire mıknatısiyet veren Allah, Said Nursi’ye mıknatısiyet vermişti. O, insanlara tesir ediyordu. Onu seven, eserlerini okuyan, hapse atıldığı halde çok sayıda insan Risale-i Nurları okudu, faydalandı. Çünkü o, insanlara tesir ediyordu. Pek çok ilim ve ideoloji adamlarının etrafında bir kişi bulunmazken, Said Nursi’nin peşinden kitleler gidiyordu. İman öyle bir nurdur ki insanların manevi dünyasını aydınlatır. Böylece insanlar hak ile batılı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırır. Her türlü kötülüğü terk edip iyiliğin içine girerler.
Risale-i Nur, İslam üniversitesinin bir fakültesi’dir. Cemaatlerin her biri İslam üniversitesinin fakülteleridir. Müslümanlar beşikten mezara kadar devam eden İslamî eğitimi ancak cemaatlerde bulabilirler. İslam alimleri Kur’an deryasından zemzem akıtan çeşmelere benzerler. İslam alimleriyle cemaatler zahir planda İslamiyet’in devamına sebep olmuşlardır. İslamiyet’siz hayat karanlıktır. Kimin nereye gittiği belli değildir. İslamiyet gönülleri aydınlatır. Basiret gözü gerçeği görür.
Yollar boşaldı artık, yolcular buldu vaha.
Yolcular gitmese de yollar gider Allah’a.
İşte meyhaneye giden yolla camiye giden yolu birbirinden ayırmak, camiye giden yolları cemaatle doldurmak, iman hakikatleriyle mümkündür. Said Nursi’nin ömrü hapishanelerde ve sürgünlerde geçti. Risale-i Nurların ve Said Nursi’nin hizmetlerine mani olamadılar. Çünkü İslamiyet kıyamete kadar devam edecek. İslam’a hizmet edenler de bu yolda yürüyecek. “Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi ittiba-ı Kur’an’dır.”
Evet, dertlerin dermanı Kur’an’a uymaktır. Yazı ve lisan farkıyla Kur’an’dan uzaklaşan Müslümanlar, İslam alimleriyle Kur’an’la bütünleştiler. Her ırk, her ideoloji Kur’an’da bütünleşirse İslam milleti ortaya çıkar. Bu millet her bakımdan üstündür. Zaten inanan Müslümanlar üstündür. Süper güçler dünyayı idare edebilmek için ümmetçiliğe, İslam milletine karşı çıkar. Fakat şuurlu Müslümanlar teşkilatın adını koymadan da “müminler kardeştir” gerçeğine tabi olurlar.
Bir kısım medeniyetler ahlaksızlık mikrobuyla can verirken, Müslümanlar İslam’ın yüce ahlakıyla adım adım bu gecenin şafağına doğru yürüyorlar. Müslümanların yıllarca karanlıkta kalması bitmektedir. Çünkü her gecenin sabahı, her kışın baharı vardır.
Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Ümmetimin alimleri İsrail peygamberleri gibidir.” Nemrutların karanlık dünyasında kalan Müslümanları İslam alimleri nura çıkaracaktır ve çıkardı.
Said Nursi gibi bir İslam alimini anlamak için onu çok yönleriyle incelemek lazım. Bir tek insan nasıl oldu da günah bataklığına düşenleri tutup çıkardı, yolunu şaşıranlara sırat-ı müstakimi gösterdi? Devletlerin yapamadığı işleri nasıl oldu da Said Nursi Allah’ın izniyle yaptı? O, cevapsız kalan sorulara cevap vermişti. Şimdi karşımıza çıkan sorulara da Risale-i Nur talebeleri ispatlı cevaplar verecektir. İslamiyet kıyamete kadar devam edecektir. “Ümitvar olunuz! İstikbalde en güçlü seda İslam’ın sedası olacaktır.”

***

20. asır hastanesine çıkarılmış bir baştabiptir Bediüzzaman Said Nursi. 20. asrın hastalığı, "iman zayıflığı" olduğundan eserlerini iman üzerine yazmıştır.

İmanın esaslarını ispatlı şekilde anlatmıştır. Risale-i Nurlar ispat yolunu seçmiştir. Çünkü müspet ilimlerin yaygın olduğu bu devirde iman hakikatleri de ispatlı olarak verilmeli. Üslup yönünden bizi maziye bağlayan, Risale-i Nurları anlayanlar, hadisleri ve tefsirleri de anlarlar. Bediüzzaman'ın yaşayışı gösterdi ki zamana uymak değil, zamanı kendimize uydurmak zorundayız. En tesirli tebliğ, İslamiyet'i yaşayarak yapılan tebliğdir. Said Nursi mıknatıs gibiydi. İnsanları kendine çekerdi. Said Nursi'nin kitapları dünyanın her tarafına yayıldı. Evler dershane oldu. O, yaşayışıyla Asr-ı Saadet'ten bugüne gelmiş bir mü'min gibiydi. "Potansiyel suçlu" tabiriyle, suçu olmadığı halde ömrü sürgünlerde, hapishanelerde geçti.
1956 senesinde Tarihçe-i Hayat'ı kendisine götürdüğümde "Biz Kur'an okumasını bilmiyoruz, ne yapalım?" dediğimizde, buyurdu ki:
"Günah-ı kebairi terk, sünnet-i seniyyeye ittiba, namazı tadil-i erkan ile kılmak, sonunda tesbihatı çekmek."
O zaman bu tabirleri anlamamıştım. Müftüye sormuştum, o da demişti ki: "Büyük İslam İlmihali'ni al, onu oku, uygula." İşte benim hayatım böyle kurtuldu. Tanıdıklarımdan kimisi ayyaş, kimisi kumarbaz olurken, bazıları da intihar etti. Beni İslamiyet kurtardı.
"Yüz Soruda Bediüzzaman Said Nursi" kitabımda, Üstad'ı ve Risale-i Nurları geniş geniş anlatma imkânı buldum. Anladım ki cemaatler İslam üniversitesinin fakülteleridir. İslamiyet'i cemaatlerde öğrenmek ve yaşamak daha kolay. Müceddid, dinde yenilik yapmaz, İslami anlayışta yenilik getirir. Bediüzzaman'ın getirdiği yenilik, "Allah'ın yarattıklarını anlatan ders kitapları İslam'a aykırı olamaz." Yani biyoloji canlıları anlatır, canlıları yaratan Allah'tır. Allah'ın yarattıklarını anlatan biyoloji, İslam'a aykırı olamaz, İslam'ın dışında tutulamaz... Bediüzzaman diyor ki:
"1948'de lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. ‘Bize Halık'ımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar.' dediler. Ben de dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedip, Halık'ı tanıttırıyor."
Said Nursi, okulla camiyi, seccadeyle tezgahı bütünleştirdi. Evi yoktu, yardımcısı yoktu, bazen Barla Dağı'nda kaldığında, yatağı yoktu, yorganı yoktu. Orada oturur, Esmaü'l-Hüsna'nın tecellisini seyre dalardı. Hiçbir şeyi olmayan Bediüzzaman'ın bugün, her yerde dershaneleri var, milyonlarca talebeleri var. Onun hizmetini hiçbir şey durduramadı ve durduramaz. O, insanları hem kalbinden hem beyninden fethetti. İlimle imanı bir bütün olarak ele aldı.
Bediüzzaman diyorki:
"Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
"Birden ruhuma gelmiş bir endişeyi beyan ediyorum. Ehl-i dalalet, Risale-i Nur'un elmas kılınçlarına mukabele edemedikleri için, şakirdleri içinde, derd-i maişet cihetinden ve bahar mevsimi gafletinden istifade ederek; meşrebler veya hissiyatları muhalefetinden zayıf damarları bulup, şakirdler içindeki tesanüdü sarsmak istediklerini hissettim ve anladım.
"Sakın! Çok dikkat ediniz. İçinize bir mübayenet düşmesin. İnsan, hatadan hali olamaz, fakat tövbe kapısı açıktır. Nefis ve şeytan, sizi kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, ‘Biz değil böyle cüz'i hukukumuzu; belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevi saadetimizi, Risale-i Nur'un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek vazifemizdir.' deyip nefsinizi susturunuz!.. Medar-ı niza bir mes'ele varsa, meşveret ediniz... Çok sıkı tutmayınız. Herkes bir meşrebde olmaz. Müsamaha ile birbirine bakmak şimdi elzemdir. Umum kardeşlerimize birer birer selam ederiz."

Suikast

Üstad’a 1923’te Ankara’da zehir verdiler. Bu ağır hastalığından sonra Arapça Zeyl-ül Hubab’ı yazmıştır.

Kastamonu’daki zehirlenmeden sonra Ayet-ül Kübra Risalesini…
1944’ün güz aylarında Emirdağ’da verilen zehirden sonra Meyve Risalesi’nin Onuncu meselesini…
Yine Emirdağ’da ikinci zehirlenmeden sonra Arapça Hulasat-ül Hulasa Risalesini…
Afyon hapsinde birinci zehirlenmeden sonra El-Hüccet-üz Zehra’yı…
1950’de verilen zehirden sonra Hurbe-i Şamiye’yi Arapça’dan Türkçe’ye çevirdi.
On altıncı zehirlenme hadisesi: Gençlik Rehberi mahkemesine 1952’de gelip İstanbul Akşehir Palas Oteli’nde kalırken, pencerenin önünde sefer tasında bulunan iki adet köfteye sıkılan zehirle Üstad’ı zehirlediler. Kusma ve ağır rahatsızlıklardan sonra Allah yine şifa verdi.
On yedinci zehirlenme İstanbul’dan Emirdağ’a döndüğünde yine 1952’de oluyor.
On sekizinci zehirlenme 2.9.1953’de Kadir Gecesi Barla’da olmuştur.
Yirminci zehirlenme 1956’da.
O zamanlar buzdolabı olmadığı için Üstad artan çorbayı sefer tasıyla, ağzı kapalı olarak pencerenin önüne koyuyor ki gecenin serinliğinde sabaha kadar ekşimeden kalmasını sağlıyordu.
Zehirlenme işini planlayanlar merdivenle tırmanıp, yemeğin içine zehri enjektörle sıkıyorlar.
Üstad’ın ölmediğini görenler, doktordan şüpheleniyor. Bu sefer zehrin yarısını tabağa, yarısını da köfteye sıkıp köpeğe veriyorlar. Köpek ölüyor.
Hapishane zehirlemeleri daha kolay oluyor. Suyuna, yemeğine zehir katabiliyorlar.
Yine hapishanede aç bırakmak, kış mevsiminde camları olmayan odada onu yatırmak…
Kısacası imana, Kur’an’a hizmet eden bu alimi yok etmek istiyorlar.
Alimler olmayınca halk gerçek manada İslâm’ı öğrenemeyecek… Müslümanlar olmayınca İslâmiyet kitaplarda kalacak, nasıl tarih kitapları var fakat onun anlattığı devletler yoksa, İslâmiyet de o duruma düşürülecekti. Bunlar din düşmanlarının planı.
Allah da dinini kıyamete kadar devam ettirecek. İnsanı zehir, hastalık, kurşun öldürmez, hayatı veren kim ise alan da O’dur. Sebepleri Allah yaratmıştır, sebepler Allah’ın emrindedir.
“Ahir zamanın eşhas-ı mühimmesi öldürülemez!”
Ahir zamanın pek çok alâmeti çıkmıştır. Ahir zamanla ilgili insanlar da Yirminci Asırda mühim icraatlar yapmıştır, daha da yapacaklardır… Eğer 1923 zehirlenmesinde Said Nursi’nin manevi makamı anlaşılsaydı, diğerleri devam etmezdi.
Müridlerin, talebelerin sadakati ve iman kuvveti için kerametler, Allah’ın bir lütfudur.
İslâm’a hizmet edenler çektikleri çilelerle, hastalıklara maruz kaldıkları ihanetlerle, Allah’a daha çok sığınıp manevi makamları yükselirken; tesirleri de o derce artar.
İslâm’a ihanet edenler de ulaştıkları mevkiyle, makamla, servetle ve sağlıkla harama, inkâra battıkça batıp Cehennem’i hak ederler.
Ahirete inanan hizmetin eziyetine katlanır, ahirete inanmayanlar ise ihanetin sefasını sürer. Bu formülü umuma teşmil etmek doğru değildir, zirvede olanlara dikkat etmelidir.

Bize Yakın Olan

Ne doğduğu yer, ne doğum tarihi, ne de ismi… Çünkü bir memlekette, bir günde doğan ve aynı ismi taşıyan bir çok kimse bulunmaz mı? Bunlardan biri yükselir, diğerlerinden farklı olur.
Gün gelir bulutlarla sarmaş dolaş, gün gelir başı ak mı ak. Bu başa yıldırım iner; ak üstüne kara değil, kara üstüne ak düşer. Leke nedir? Bilmez. Ellerinde kova kova zift taşıyanlar bile Onun adına leke süremez.
O, bir milleti korumak için, yıldırımları üstüne çeker. İsmi paratonere eş mana taşır. Onun ismiyle beraber bir çok felâket ve eziyet hatırlanır. Onu tanıyan Demokles’in kılıcını da tanır.
Daima başı üstünde bir kılıç. Bu kılıç Onun boynunu kesmeye uzanırken; O, bununla kaleminin ucunu açtı. Cilt cilt kitaplar yazdı. Çalışmak için, hizmet için; yer, zaman ve imkân aramadı.Hapishaneler bile mektep oldu. Aynı kılıcın aksettirdiği ışıkla kitabını okurdu. İlme bu derece değer verirdi. Onu ilimsizlikle suçladılar.
...
ADALET bağlarında dolaşır, ağaçların gölgesinde yatar, meyvesinden yiyemezdi. Çünkü ellerinde kelepçe vardı. Zincirleri parçalardı. Kaçmak için değil, elleri kalemsiz edemezdi.
Kendisini vatana adamıştı. “Başka ülkelerde olsam buraya gelirdim” derdi. Bin senelik sancaktâr bir kavme, tekrar sancağını takdim etmek istedi. Bu gayret içinde bir asırlık ömrü bitti. Bir asır boyunca Onu kazdılar. Nihayet bir define buldular. Bu define, gayesiz bir millete hedefti.
Vatan sathında bozkırlar büyüyordu. Bu boz renk, bir nevi felâketti. Ormanlar yanıyor, çayırlar kuruyor, sular kesiliyordu. Bozkırlar el ele vermişti, bozkırlar bereketi yele vermişti… Bu bozkırlarla mücadele ederdi. Boz rengi, yeşile boyardı. Yeşilde hayat, yeşilde saadet vardı. Lâkin yeşilin düşmanı çoktu: Kimi yer, kimi çiğnerdi. Mânen renk körü olanlar, yeşil nedir bilmezdi. Bunun için “yeşil” kelimesinin manasını anlamazlardı.
...
Sanki zincirlerle bağlanmışlardı. Ona bağlananlar böyleydi işte... Karakoldan karakola, hapisten hapise ve beldeden beldeye gidiyorlardı. Onca, vatanın her yeri, yine vatandı. Hapishanesini bile sevmişti… Mahpuslara “kardeşim” der, taş duvardan ebediyete yol bulur, ilmen gezerlerdi.
ÇAMURA düşenlerin elinden tutar, sakatlara destek olurdu. Herkes kalp kırarken; O, kalbi saray etmiş, tahtında imanı oturtmuştu.
Bizi yangından çıkardı, gözümle gördüm: Bizi kurtarırken eli yanmıştı.
Görmediği, ilişmediği suçlara sahip çıktı. Gururdan, menfaatten, şöhretten uzak kalmak için, şefkat tokatları yediğini açıkladı.
Daima “müsbet hareket”i tavsiye ederdi. Doğruyu, güzeli, ölçüyü, ahengi göstermek istiyordu. Başka şey yoktu, ne varsa İslâmî idi.
Adını hedef ettiler. İslamiyet’e atılacak gülleleri Ona attılar. O, ne büyük bir şeye siper olduğunu bilir, yara aldıkça gülerdi.
Onun kanını görenler, yeşilleri unuttular. Kanın rengiyle, yeşili karıştırdılar. O; “Akılları gözlerine inmiş” diye onları tavsif etti. Onlar gerçeği göremediler.
Hâlâ şimşek çakıyor, hâlâ yıldırım akıyor o başa.
Hâlâ kar yağıyor, hâlâ fırtına kopuyor, hâlâ rahmet yağıyor o başa.
Hâlâ o başın gölgesinde başlar doğruluyor, hâlâ bir şeyler oluyor o başta.
O baş, yepyeni bir dünya gösteriyor bize. O baş bizi uykulardan uyandırıyor. O baş ezan okuyor minarelerde:
Allahü Ekber, Allahü Ekber!...

Emirdağ’da Sabah

Güneşin devri dönmüştü; akşam adım adım yaklaşıyor, gölgeler uzuyordu. Vatanın yüzü gölgeleniyordu.
Bir Zât girdi Emirdağ’a!. Yol kavşağında durdu. Hep yol kavşağında değimliyiz zaten? Kârla zararın, iyi ile kötünün ve doğru ile yanlışın… Fakat, o bildiğimiz yollardan birinin kavşağında durup, kendine benzemeyen birine ezanı sordu.
O, başını salladı “He!” diye..
Bir kişi ezanı okumuş, binlerce kişi dinlemişti. Tâ uzaklardan akis yaptı:
“Allahu Ekber!”
Herkes dinliyor, çırpınıyor, herkes bir rüya gördüyordu. Kâbus mu kâbus! Sonrada kıbleyi sordu. Beriki kolunu uzatarak gösterdi. Şaşkındı, konuşmaya mecali yoktu. Gelen Zât kendine hiç mi hiç benzemiyordu. Ya biz Ondan değildik, ya O bizden… Lâkin Türkçe konuşuyor ve dedeme benziyordu.
Omzundaki seccadeyi serdi yere, sermesiyle başlaması bir oldu. Dikili kaldı yanında iki jandarma neferi, pürsilah bekliyorlardı. Neyi bekliyorlardı? Sayfa sayfa, cilt cilt tarih olan şu Zâtı mı? Onumu bizden, bizimi Ondan koruyorlardı? Yoksa namazı süngülerin arasına mı almışlardı? Yahut O, Emirdağ’ı yerle bir mi edecekti? Acaba jandarma neferleri neyi bekliyorlardı? Bilinmedi gitti bu sır…
Birdenbire hayalim Süleymaniye’ye kaydı. Sinan, gökyüzünü ellere yaklaştırmak için kubbe yapmıştı. Bu Zât için yeryüzü bir camii ve bu iki jandarma neferi iki mermer sütundu. Gökyüzü süngülerin ucunda duruyordu.
O, Emirdağ’a gelmişti. Binlerce insan vardı, amma yinede yalnızdı. Garipliğini namaz kılışında bile okumak mümkündü. Belki aç karnına taş basar gibi, ellerini bağrına bağlamış, yahut gömmüş, iki kat idi. Dost bulamayınca Allah’a iltica etmiş, sanki Ona misafir, sanki Onun evindeydi.
Hürmeti bu derece dıştan okunur, bu derece hali bilinirdi.
Öyle rahat namaz kılıyordu ki, jandarmalardan birinin gölgesi üzerine düşmüştü. Anlaşılan kendini çoook emniyette hissediyordu.
Velhasıl her şeyiyle garip bir Zâttı. Adı da kendi gibiydi. O sanki İbn-i Kemal, yahut Zenbilli, yahut Ebu’s-Suud’du.
Evet, evet! Diliyle, şekliyle, yazısıyla dedemiz olan bu Zât, mezardan kalkmış, şimdi Emirdağ yol kavşağında namaz kılıyordu. Yanında iki jandarma vardı, ama onlarda onun torunuydu. “Evlâdım” derdi. “Kardeşim” derdi. Kendisine kelepçe vuranları bile severdi. İlme ve fenne o derece düşkündü ki; kelepçede sanat var diye, onu da beğenirdi. Hele hapishaneler vatanın bir parçasıydı. Diyar diyar sürgün gezerdi. Vatanını gezdirenlere dua eder, hidayet dilerdi. Kısacası yazılmayan hayatı, bir eserdi.
Bir Kur’an, birde Kitab-ı Kâinatı okurdu. Başka kitap vermezlerdi. Bunları da alamazlardı.
O gün Emirdağ’da kıyamet kopmuştu. Çünkü akşamüzeri güneş doğmuştu. İki güneşi bir arda gördü Emirdağlılar. Fakat kör olanlar gece nasıl yürürlerse gündüzde öyle yürürdü. Emirdağ’da emir vardı. Güneş balçıkla sıvanacak ve minareye kılıf uydurulacaktı.
Emirdağ’da gönüller aydınlandı. İnsanlar, hatta her şey sıcak sıcak, cana yakın oldu. Her şey erimiş, kardeş kardeş birbirine sarılmıştı: Emirdağ’a güneş doğmuştu.
Emidağ’dan yüzlerce kilometre uzaktayım. Fakat bir sıcaklık var içimde. Dün bir Emirdağlı gördüm, yanıyordu… “Batımı dedim o güneş?” Kalbini gösterdi, gözlerim kamaştı, bakamadım. Herkes ayna olmuş, her aynada o güneş parlıyordu.
Işığa düşman olan aydınlar, o aynaları kırdılar. Yinede her bir ayna parçasında bir güneş göründü…

İmandan gelen kuvvet

Bediüzzaman inziva sırasında sürekli namazda oturur gibi oturduğundan ayakları yara olmuştu.

Talebesi Molla Resul, Bediüzzaman Said Nursi'nin ayaklarına merhem sürerken "Hepimiz Allah'tan korkuyoruz. Ama senin ödün patlıyor! Sen de bizim gibi otursan ayağın yara olmazdı." diyor. Said Nursi, "Kısa ömürde, kısa dünyada, ebedi hayatı kazanmaya gelmişiz. Hem burada rahat olayım, hem cenneti dava edeyim. Olmaz böyle bir şey. Onun için cesaret edemiyorum böyle rahat oturmaya." diyerek emek sarf etmeden cennete girilemeyeceğini söylüyor.
Dünya ahiretin tarlasıdır. Ne ekersen onu biçersin. Dünyada ne ekmeliyiz? Ölüm öldürülemiyor, ahiret kapısı kapanmıyor. Ağaç köklerini, bitkileri yer altında koruyan, yaşatan Allah, toprak altındaki insanları da diriltecektir. Ölmekle beden ölür, ruh yaşamaya devam eder. Kur'an-ı Kerim'de "... Ölü iken sizi O diriltti, sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve sonra O'na döndürüleceksiniz." (Bakara, 28) buyruluyor.
Dünyaya gelmemizdeki gaye, Allah'ın verdiği beyinle İslam'ı öğrenmek, anlamak ve yaşamaktır. Bir şahıs elektrikçiliği öğrenir, elektriği anlamazsa kaza yapar. İşte İslamiyet'i öğrenmek de yetmiyor, anlamak lazım ki harama girilmesin. Dünya hayatıyla İslami hayat bütünleşmelidir. Dünya hayatıyla ahiret hayatı ayrı olamaz. Zaten İslamiyet, dünyada yaşanacak bir dindir.
İslam'a hizmet, Müslümanca yaşamaktır. Cennete giden yollar, dikenli ve zor gibi görünür. Yol zor değil, sıkıntılı değil... Adamın biri yalın ayak dolaşıyor, fakirliğine üzülüyormuş. Bakmış ki yoldan gelen bir adamın ayağı yok. "Çok şükür!" demiş. "Benim ayakkabım yok ama ayağım var." Şuurlu Müslüman'ın sıkıntısı yoktur. Çünkü sıkıntıyı rahmet olarak görür. Hasta olur, hastalığı Allah'ın hediyesi kabul eder, fakir olur, o haliyle şükretmenin zevkini tadar.
Çok zengin bir adamın çocuğu felç olmuştu. Diyordu ki: "Servetimin bütününü vereyim, şu çocuğumu iyileştirin..." Biz zannediyoruz ki o adam çok zengin. Halbuki servet denen şeyi bir "tedavi" için tüketmeyi göze alıyor. Huzur, insanın içinde olmalıdır. Saraylarda oturan insanlar rahat mıydı? İnsanın içinde sıkıntı varsa dışarıdaki konfor bir mana ifade etmez. Bu sebepten şuurlu Müslüman'ın başına gelen felaketler, bize göre felakettir, ona göre rahmettir.
Said Nursi Barla'da dağın başında otururken diyor ki: "Sungur, beni öldürmek için uçaklar gelse, ben derim ki "Sungur bana bir kahve yap!" Ki, üstad pek kahve içmezdi. Her türlü kötülüğe, zulme, haksızlığa razıydı. Çünkü bunları Allah'tan gelen rahmet olarak görürdü. İşte hayatın iyi ve kötü tarafları bizim anlayışımıza bağlıdır. Üstad Bediüzzaman, "Bin canım olsa imana ve ahirete feda etmeye hazırım." buyurmuş.
Osmanlı Devleti zamanında ve daha eskilerde savaşa giden askerler, "Allah'ım bana şehitliği nasip et." diye dua ediyorlardı. Ölümden korkmayanı düşman korkutamaz. Böylece onlar zaferden zafere koştular. Yavuz Sultan Selim düşman kumandanına diyor ki: "Eğer bizim üstümüze gelirseniz sizin dünyayı sevdiğiniz kadar, ahireti seven askerlerimle karşınıza çıkacağım."

Biliyorlar ki şehitler ölmez. Vuruldukları an, cennet hayatına geçecekler. Hürmet ettiğim bazı insanlar vardı, hâlâ var. Onları üzmemek için dikkatli hareket ederim. Onları üzmekten korkarım. Bu kadar nimetleri bana veren Allah'a karşı saygısızlık yapmaktan korkarım. Kalbimizi çalıştıran Allah, hayalimizden geçenleri bilir. Elhamdülillah beynimizde İslami ilimler, kalbimizde iman var. Böylece dünya denilen bu mekanda "İnsan" olduğumuzu Allah'ın izniyle ispat edip, ahirete gideceğiz inşallah. Dünya denilen bu fabrikada çalışıp, ücretimizi almaya gideceğiz inşallah...

Kategorileri:
Okunma sayısı : 5.710
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...