TAHİR BARÇIN (DR.)
l906'da Ermenek'te doğdu. Uzun seneler Anadolu'nun muhtelif yerlerinde hükümet tabibi olarak hizmet etti. Emirdağ'da Bediüzzaman'ın doktorluğunu yaptı. ll Mayıs l978'de İstanbul'da Allah'ın rahmetine kavuştu.
Tahir Barçın, Âkif'in Sarıgüzel'deki doğduğu evde oturuyordu
İstiklâl Marşi Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy'un Safahat'ını okuyanlar, şairimizin Sarıgüzel semtindeki bir evde dünyaya geldiğini bilirler. Bu evin yerinde bugün Barçın Apartmanı yükselmektedir. Doktor Tahir Barçın'ı ilk defa bu hanede tanıyıp, ziyaret edip, çok tatlı sohbetlerinde bulunmuştuk.
Seneler öncesinin o sohbetleri ve nuranî dersleri ebedî levhalara inkılap etti. Her hafta devam eden bu nurlu gecelerde Dr. Tahir Ağabeyin anlattığı hatıraları zevkle dinlerdik. Daha sonraki yıllarda, Fatih'ten Feneryolu'na taşınmıştı. Zaman zaman kendisini özlerdik, ziyaretine giderdik. Bu ziyareti seyrekleştirdiğimiz günlerde, rüyama girmişti. Başında kar gibi beyaz bir takke, Eyüpsultan'da küçük, mini mini masum yavruları Kur'ân-ı Kerim öğretip, okutuyordu. Feneryolu'ndaki evinde ziyaret edip, bu rüyayı anlattıktan kısa bir zaman sonra, kan zafiyetinden rahatsızlanıp hastahaneye kaldırılmıştı. İki ay gibi bir zaman içinde eriyip, aktı gitti ebediyete...
Dr. Tahir Barçın, Ermenek yaylasının bir mübarek evladı idi.
l322 (l906) senesinde Ermenek'in Sarıveliler köyünde dünyaya gelmişti. Babası Başdereli Mahmud Hoca Efendidir. Annesi Fatma Hanımdır. Bir ara Mısır'a gitmiş ve orada da tahsil yapmıştır.
l935 senesinde İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirdi. Viranşehir ve Emirdağ'da uzun seneler hükûmet tabibliği yaptı.
"Şarkın kapısını açtın"
Daha sonra Bitlis ve kazalarına sağlık müdürü olarak gitti. Orada vatan ve millete fedakârane hizmetler yaptı. Emirdağ'ın meyvesi olan Nur Risalelerini Bitlis'in kaza ve köylerine götürüp, dağıtmıştı. Üstad: "Şarkın kapısını açtın! Büyük hizmetlere medar oldun!" diye iltifat ve takdir etmişti Dr. Tahir Beyin hizmetlerini...
Daha sonra yine Emirdağ'a dönen Dr. Tahir Barçın, burada vazifesine devam etmişti..
"Bahtiyar doktor"
Emirdağ Hükûmet Tabibi ve İskân Müdürü olan Dr. Barçın, Üstad Bediüzzaman'ın "Bahtiyar Doktor" iltifatına erenlerdendi. Emirdağ'da Üstad'ına doktorluk yapmıştı. Bu vatanın aziz bir evladı olan doktorumuz aynı zamanda hıfzını da ikmal etmişti, hafızdı.
27 Mayıs İhtilalinde, diğer Emirdağlı Nur arkadaşlarıyla birlikte, Nur kitaplarını okudukları için tevkif edilmişti. Bir müddet Bolvadin Hapishanesinde yatmış, sonra tahliye ve beraat etmişti.
Daha sonraki senelerde İstanbul'un Zeytinburnu semtinde açtığı muayenehanede doktorluk yapıyordu. Binlerce fakir fukarayı, çok ucuz ve parasız olarak tedavi ediyordu. Bazı fakirlerin ilaç paralarını da kendisi veriyordu.
Ani bir hastalıkla iki ay zarfında irfan ufkumuzdan çekilip kayboldu; tıpkı "gökteki yıldızlar" gibi...
Cennete doğru kayan yıldızlar
Nur dâvalarının kahraman avukatı Bekir Berk'in "Yıldız yağmuru veya Cennetten gelen ses" başlıklı makalesinde, pek sevdiğim bir ifadesi vardı. Bu ifadeyle başlamak istiyorum. Dr. Tahir Barçın Ağabeyle alâkalı hatıralara. Şöyle diyordu Nur'un avukatı:
"... Dostluk dünyamızın semasından yıldızlar göçüyor ahirete doğru... Yıldızlar kayıyor Cennete doğru..."
Kur'ân semasının berrak ve parlak bir yıldızı, belki de kutup yıldızı idi doktor ağabeyimiz. Ehl-i kemal idi, ehl-i ilimdi, ehl-i takva idi. İstiklal Marşı Şairimizin evi, işte böyle bir zata nasip olmuştu. Evi bir dershaneydi, iman dershanesi, Nur dershanesi... Nurlu Üstad, kadim dostu Âkif Beyin evini Tahir Beyin aldığını duyunca sevinmişti.
On seneyi aşan bir zaman içinde Tahir Barçın Bey'den Üstad'la alâkalı hatıralarını dinlerdik. Bu hatıralardan tesbit ettiklerimizi burada kaydedeceğiz.
Tahir Barçın'ın Bediüzzaman'ı ilk görüşü
Dr. Tahir Barçın, Bediüzzaman Said Nursî'yi ilk defa Birinci Cihan Harbinin sonlarında, İstanbul'da gördüğünü şu şekilde anlatmıştı bize:
"İlk mektebi köyümüz olan Sarıveliler'de bitirdim. Altı yaşında Ermenek'e geldim. Daha sonra iki sene Konya'da okudum. İstanbul'a geldiğimizde şehir işgal altındaydı. Ağustos ayında İstanbul'a geldiğimizden iki ay sonra Ekim'in 6'sında kurtuluş oldu. O zamanki mekteplere kayıt olmuştum. İbtidai hariç üçte idim. (Şimdiki İmam-Hatip'in üçüncü sınıfına muadil olmaktadır.)
"Fatih Camiinin güney tarafında güreş kulübü bulunmaktadır. O zamanlar ağabeyim Mustafa Barçın ve Sedat Çumralı (İhtilâl sonrası koalisyonlarının adliye vekillerinden) ile medresede talebe olarak okuyorlardı. O zamanki ifade ile sahın iki'de idi ağabeyim. Sedat Çumralı ile oradaki medreselerde bir odada kalıyorlardı. Ben Sultanahmet'teki medreselerde kalıyordum. Bu medrese Sultanahmet türbesinin hemen bitişiğindeydi. Bazı günler ağabeyimin yanına gelirdim. Yine böyle bir gelişte ağabeyimle birlikte Fatih Camiine ikindi namazına gitmiştik. Sene l922.
"Camiden çıkarken büyük bir kalabalık vardı. Önde heybetli bir zat vardı, benim dikkatimi çekti, yanındaki ve arkasındaki kalabalık hep elpençe divan vaziyetindeydi. Mahallî kıyafetli, bellerinde kamalar vardı. Camiden çıkarak merdivenle çıkılan, Fatih'in odası olduğu söylenen kısma çıktılar. Ben on altı yaşlarındaydım. O zaman hatırımda kaldığına göre 'Bediüzzaman denilen bir âlimmiş' diyorlardı. O tarihlerde Eşref Edip Bey de oraya gelip gidiyordu. Sonra ağabeyimden öğrendiğime göre, Üstad Bediüzzaman orada kalıyormuş. Ağabeyim ziyaretine gitmiş, onda iki Mekteb-i Musibet'in Şehadetnamesi isimli eseri vardı. Onu, okuyorlardı. Sonra İstanbul'dan ayrıldı, Ankara'ya gitti."
Dr. Tahir Barçın'ın Bediüzzaman'ın ilk görüp, tanımasını kendi lisanından böyle tesbit ettik.
"Üstad'ı Emirdağ nüfusuna kaydettik..."
Bu tarihten tam yirmi iki sene sonra, lâtif bir tevafuk, yine bir yaz günü, Ağustos (Şaban) ayı, Afyon'un Emirdağ kazasının büyük meydanlığında bir kahvehanede Dr. Tahir Barçın bir mesai bitiminde oturmuş çay içip, sohbet etmekte...
Yine rahmetli Doktorumuzun kendinden dinleyelim:
"Emirdağ'da hükümet doktoru ve iskân işleri müdürüydüm. Bize bir yazı geldi. Bu yazıda şöyle deniyordu.
'Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ'a gönderilmiştir. Oraya iskân edilmesi...'
"Biz bu yazı üzerine Üstad'ı Emirdağ nüfusuna kaydettik. Sonra Üstad beni çağırtmıştı. Gittim, görüştük. Bana Denizli Hapishanesinin bir meyvesi olan eseri verdi. O zaman maalesef bu kıymetli eseri okuyamadım. Çok işlerimiz vardı. Bütün günlerimiz doluydu. Gece gündüz çalışıyordum. l6 saat mesai yapıyordum. Kazada benden başka doktor yoktu. ll0 parça köy ve l50 bin nüfus hep bana bakıyordu. O zaman vasıtalar da yoktu. Emirdağ'dan Eskişehir'e altı saatte gidiliyordu. Daha sonra yine çağırtmıştı, yine gidip görüştüm.
"Halk Partililer Üstad'la uğraşıyorlardı"
Emirdağ'a ilk geldiği zamanlar onu sevenler daha çoktu. Fakat sonra Halk Partililer Üstad'la uğraşmaya başladılar. Birtakım asılsız şeyler uyduruyorlardı. Milleti korkutup, Üstad'ın yanına yaklaştırmak istemiyorlardı. Biz Üstad'ı kalben sevdiğimiz için, bu iftiralara aldırış etmiyorduk, çekinmeden yanına gidip geliyorduk.
"Bitlis'e gitmemi tavsiye etmişti."
"Daha sonra aradan bir sene kadar geçti... l945'te beni Bitlis'e sağlık müdürü olarak tayin ettiler, ben gitmek istemiyordum. Yanımızda sağlık memuru olarak bulunan Hayri Dinçer (Daha sonraki senelerde adliye vekilliği yapan Hasan Dinçer'in teyze çocuğu) Üstad'a hizmet ediyordu. O, Üstad'a benim tayinimi haber vermiş, gitmek istemediğimi de söylemiş. Üstad 'Gelsin de bir görüşelim' diye beni yine çağırtmıştı. O arada Risalelerden bazılarını okumuştum. Üstad'a karşı kalbimdeki sevgi daha da artmıştı. Eserleri Hayri Dinçer getirip veriyordu...
"Görüştüğümde gitmek istemediğimden bahsettim. Üstad ise: "Git... git... yine gelirsin sonra...' diye Bitlis'e gitmemizi tavsiye etmişti.
"Bir ara hemşiremin hastalığı dolayısiyle İstanbul'a gelmiştim. Fatih'te hemşiremin ziyaretine geldiğim zaman bir gece hâlâ tesirinden kurtulamadığım bir rüya gördüm.
"Gördüğüm rüyadan sonra Nur Risaleleriyle daha yakından ilgilenmeye başlamıştım"
"Benim daha önceleri Mısır'da biraz tahsilim vardı. Bir buçuk sene kadar orada tahsil yapmıştım. Rüyamda Mısır'dayım...
"Kendimi Seyyide Zeynep Camiinde gördüm. Camide namaz kılıyordum. Namazdan sonra, bir zat kalktı mihrapta, ayakta konuşmaya başladı. Bende Şemail-i Şerif vardı. Ben onu okudum. Tatbik ettim, o konuşan zat Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselamdı. Camiin son cemaat yerinde de başka bir zat konuşuyordu. O da Bediüzzaman Hazretleriydi. Kendi kendime, herhalde bu zat Peygamberimizin vekilidir diye düşünmeye başlamıştım ki, uyandım...
"Bu rüyadan sonra Nur Risaleleriyle daha yakından alâkadar olmaya başladım. Eserleri okuyordum. Bitlis ve kazalarını dolaştım.
"Şark, Üstad'ı ölmüş biliyordu"
"Şarkta on ay kadar kaldım. Hizan'ın köylerini dolaştım. Hemşehrileri Üstad'ı ölmüş biliyorlarmış. Onlara üstad'ı anlattım, eserlerden dağıttım. Bitlis'ten Üstad'a optalidon habı gönderiyordum, kendileri de bana optalidona mukabil olarak Asâ-yı Musa ve diğer eserlerden gönderiyordu. Bu eserler Şarkta çok hizmetlere vesile oldu.
"Şarkta dokuz on ay kaldıktan sonra tekrar Emirdağ'a döndüm. Dönüşümde bana çok iltifat etti: "Şarkın kapısını açtın' diyordu. Halbuki orada bir iş yapmamıştım, fakat Üstad yine iltifat ediyordu.
"Kendi kendine izin vermiş"
"Eskişehir'in Poyra köyü vardır. Oralı bir Nuri Efendi vardı, onunla birlikte sık sık Üstad'ın ziyaretine giderdik. Kendisi hafızdı. Emirdağ'da imamlık yapıyor ve Kur'ân kursunu da idare ediyordu. Bu vazifeyi terk etmek istiyordu, besicilik yapacaktı. Üstad razı olmadı, sonra; 'Peki sen bilirsin, gidebilirsin, git...' dedi. Daha sonra Üstad bana; 'O hazırlanmış gelmiş, ben izin vermesem yine gidecek. Kendi kendine izin vermiş...' dedi.
"Yine bunun gibi ayrı bir hatıram daha var. Halil Çalışkan'ın evlenmesini de istemiyordu. Sonra Halil Çalışkan vefat edince beş çocuğu yetim kaldı.
"Sabah kahvaltısını Üstad'ın evinde yapardık"
"Üstad'ı ziyaretimizin arası açılınca akşamdan karar verirdik, Üstad'a gidelim diye. Sabah erkenden Mustafa Acet gelir, 'Üstad sizi çağırıyor' diye bizi haberdar ederdi. Bu ziyaretlerin ekserisi Pazar günleri olurdu. Bizi tebessümle karşılardı, çay ikram ederdi. Simit verirdi, sabah kahvaltısını orada Üstad'ın evinde yapardık."
Hatıralarının bu kısmını anlatırken duygulanan doktor Tahir Bey: "Allah rahmet eylesin... Allah yüz bin defa razı olsun, bizi kurtardı" diyordu. Şu anda bu satırları yazarken Doktor ağabeyimize biz de Cenab-ı Hak'ltan rahmet ve mağfiret niyaz ediyoruz.
"Bir Hıdırellez günü, kerametli tepeye gitmiştik"
Bir Hıdırellez günü Bediüzzaman, Emirdağlı talebeleri ve Doktor Tahir Beyle beraber kıra gidiyorlar. Emirdağ yakınlarındaki bir yüksek tepeye çıkıyorlar.
Meğer o gün kazada Doktoru çekemeyenler bazı tertiplere girişmişler. Fakat Doktorun Üstad Bediüzzaman'ın himayesi altında olduğunu idrak edemeyenler, içki içip, sarhoş olup birbirlerine girmişler. Çeşitli hâdiseler oluyor, o gün Emirdağ'da. Kazada çeşitli hâdiseler, bıçaklamalar vs. olurken, Nur Üstad'la, Nur talebeleri âsude ve yemyeşil bir tepede tatlı sohbetler, unutulmaz hatıralar yaşıyorlardı. Yine burada sözü Doktorumuza bırakalım:
"Tepeye gittiğimizde, kendileri yüksek ve dik bir yamaca oturmuşlardı. Biz ise kayıyorduk, tam oturamıyorduk, bizim bu halimize tebessüm ediyordu. Daha önceleri de o tepeye gelmişler. 'Bu tepe, kerametli tepe' diyordu. Beraber geldiği talebelerini göstererek:
'Buraya bu keçelilerle beraber gelmiştik,ekmeği düşürdüler, koştular ekmeğin peşinden, fakat bulamadılar, dereden elleri boş döndüler. Sonra ben kendilerini çağırdım. Ekmek kendilerinden evvel gelmişti. Bu dağın sahibi vardır, ekmeğimizi sizlerden evvel geri getirdi, dedim.'
"Üstad gülerek bu hatırayı anlattı. 'Bu tepe bundan dolayı kerametli tepedir' dedi.'
"Ben öldükten sonra yerimin bilinmemesini istiyorum"
"Yine o tepede, vefatından bahsetti. 'Ben ölürsem ne yaparsınız?' deyince?' Mehmet Çalışkan: 'Burada Hacı Yusuf Dede vardır, sizi oraya, o zatın yanına defnederiz!' dedi. Üstad cevaben:
"Yok, beni Ispartalılar isterlerse onlara verin. Hem ben öldükten sonra yerimin belli olmamasını istiyorum. Çünkü türbeye gelenler kimi ekmek asacak, kimi ip bağlayacak, kimisi de benden dilekte bulunacak. Beni kabrimde rahatsız edecekler. Şimdi birisi gelip de elimi öpmek istese, bana tokat vurmak gibi oluyor. Hiç böyle şeyleri istemiyorum. Mezarımın bilinmemesini istiyorum...'
"Daha sonraki cereyan eden hâdiseler malum... Zulmettiler ona, onlar zulmetti, fakat Cenab-ı Hak Üstad'ın duasını kabul etti..."
Üstad'a zulmeden Emirdağ kaymakamı...
Dr. Tahir Barçın Emirdağ hükûmet tabibi olduğu senelerde, başından geçmiş bir çok hatıra ve hâdiseler bulunmaktadır. Bunlardan birisi de, Emirdağ kaymakamı, Abdülkadir Uraz isimli bir kişi ile arasında geçen vak'adır... Rahmetli Tahir Barçın Ağabey şunları anlatmıştı bize:
"Gaziantepli Abdülkadir Uraz, mülkiyeden mezundu, sosyalistti. Emirdağ'a geldikten sonra Hazret-i Üstad'ın aleyhinde birtakım tertiplere girişmiş. Bizim hiç haberimiz yoktu, halbuki kendisiyle komşuyduk, aramızda sadece bir yol vardı.
"Emirdağ'a geldiğinde çok perişandı, zaten o zamanlar bütün memurlar perişandı. 60-70 lira kadar bir maaş alıyordu. Bu para katiyyen yetişmiyordu. Demek ki buna müstahaklarmış onlar. Biz acıyorduk, yardım ediyorduk. Bir ayakkabı alacak parası yoktu, pardesü değiştirecek imkânları yoktu... Memlekete çalışır vaziyetinde görüyorduk, bu sebeple bir kaç arkadaş yardım ediyorduk. Meğer adam Üstad'la uğraşmaya başlamış. Üstad bazan namaz için bir camiye gidiyordu. Nur talebeleri de ihtiyar halinde üşümemesi için, caminin son cemaat mahfiline bir küçük yer yapmışlar, oraya mangal koymuşlar.
"Bizim kaymakam bir gün gizlice camiye girmiş, sanki Üstad orada gizli kapaklı bir şey yapıyormuş gibi... Arkasından bir de iftira çıkarttı. Geceleri yanına tepsilerle baklava geliyormuş, filanlar fişmekanlar gidiyorlarmış... Üstad'a hizmet edenleri çağırtmış, 'artık hiçbiriniz yanına gitmeyeceksiniz' diye tehdit etmiş. Bekçileri Üstad'ın yanına göndermiş, 'ne isterse siz götürün' diye emir vermiş.
"Bu zattan ne zarar gelecek?"
"Benim bu durumlardan hiç haberim yoktu, bana Mehmed Çalışkan gelip haber verdi. 'Bu adam Üstad'ın yanına talebeleri sokmuyor, yabancılara Üstad'ı zehirletecek' dedi... Bu durumu müddeiumumiye haber vermeyi kararlaştırdık. Savcı, gerçi ayyaştı ama, imanlı bir adamdı, Üstad'ın evinin karşısında oturuyordu. Geceleri eve on ikide, birde geldiği zamanlar, Üstad'ın cehrî zikir sedalarını duyarak ürperirmiş. Biz gidip konuştuğumuz zaman:
"Yahu bu zattan ne zarar gelecek, sabahlara kadar ibadet edip, dua ediyor. Bu zattan ne fenalık gelecek. Burada ikamete memur edilmiş, yoksa kimseyle konuşmayacak gibi bir karar yoktur. Hürriyetini tahdit etmek olur mu? Olmaz böyle bir şey...'
Bize bunları söyledi. Sonra savcı, bekçileri çağırmış, onlara çıkışmış. 'Bundan sonra kapısına yaklaşırsanız sizi hapsederim' diye korkutmuş. Bekçiler kaymakama gelip durumu bildirmişler, 'bize böyle böyle yaptı, delidir bu adam, dediklerini yapar', diye Abdülkadir Uraz'a aynen söylemişler.
Kaymakamın başına gelenler
"Kaymakam bu işleri yaparken âniden askerliği geldi. Askerlikten te'cil muamelesi unutulmuş, dahiliye vekaletinden millî müdafaaya gönderilmemiş, derhal askere alınması için emir verilmiş. Kış ortası, karısı hamile, perişan bir durumda. Kışı geçirmek için, Afyon'dan rapor aldı. Kendisini apandisit ameliyatına yatırdık, ameliyat ederek iki ay askerliğini geciktirdik. Sonra doğru Doğubeyazıt'a gitti. O gittikten sonra Emirdağ'a bir kaymakam vekili geldi. Abdülkadir Uraz, Afyon'a giderken beraber gittiği arkadaşa, Emirdağ'a Üstad'ı imha için dahiliye vekili tarafından gönderildiğini söylemiş, bana da o arkadaş bildirmişti. Sonra Doğubeyazıt'tan Ankara'ya gelmiş, Emirdağ Belediye Reisine, 'yakında geliyorum' diye telgraf çekmişti. Tekrar Emirdağ'a gelmek için çok uğraştığı halde bir daha gelemedi.
"Üstad ehl-i ilme hep dostane bakardı"
"Üstad'ın ehl-i ilme karşı vaziyeti çok dostaneydi. Hatta bir defasında Mustafa Acet, Pilibeyli köyünün yaşlı hocası olan Hüseyin Efendi ile münakaşa etmişti. Sonra bu münakaşayı Üstad'a anlatınca, Üstad çok kızdı, 'Sen benim kardeşimle aramızı mı açacaksın, o benim kardeşimdir.' diye tekdir edip, kulunç değneği ile Acet'i dövmüştü. Üstad dedikoduyu, gıybeti katiyyen sevmezdi ve yaptırmazdı.
"Biz icazet vermeyi bıraktık"
"Bolvadin'de Nakşi Şeyhi Yörükzade Ahmet Efendi vardı, mübarek bir zattı. Ben onun doktoruydum. Bu zat talebelerine, diğer ziyaretçilerine ve hocalara:
"Biz icazetleri bıraktık, bizden icazet vermek selahiyeti kalktı. Bediüzzaman buraya geldikten sonra, bizden o vazifeyi aldı! Biz onun emrindeyiz...' diyordu. Bu zat Gümüşhaneli Ziyaeddin Efendi merhumun halifelerindendi. Hem hoca, hem dersiâmdı, Fatih dersiâmlarındandı. Vefat ettiği zaman Üstad talebelerini cenazeye gönderdi, sonra da kendisi ziyarete gidip, tâziye etti.
Lâdikli Ahmet Ağa
"Konya'nın Sarayönü kazasının Lâdik köyü'nde Lâdikli Ahmet Ağa diye mübarek bir zat vardı. Birinci Cihan Harbinde, Gazze Cephesinde çarpışmış, yaralanmış, bir mağaraya sığınmış, orada Hızır Aleyhisselamla görüşmüş, kerametleri zahir olan bir mübarek insandı.
"Üstad'ın sık sık Eskişehir taraflarına gittiği bir zamandı. Eskişehir'de hep zelzele oluyordu. Lâdikli Ahmet Ağa, Üstad'ın Eskişehir'e devamlı gitmesini şu şekilde değerlendiriyordu:
"Bediüzzaman her gün Eskişehir'e gidiyor, siz niçin bu kadar sık gittiğini biliyor musunuz? Ona vazife verdiler. Sen dua et, çünkü Eskişehir yıkılacak, taş taş üstünde kalmayacak, dua et, Cenab-ı Hakk'a yalvar dediler. Hastayım diye özür beyan ettiyse de özrünü kabul etmediler. Onun için gidiyor her gün Eskişehir'e...'
Hakikaten Üstad her gün sabah gidip, akşam dönüyordu, şehre girmiyordu. Şehrin dışında namaz kılıyor, dua edip geliyordu. Lâdikli Ahmed Efendi bu hâdiseyi böyle ifade edip, böyle değerlendiriyordu.
"Bunlar bizim muhafızlarımız.."
"Biz niçin gittiğini bilmiyorduk. Arkasından da polisler gidiyorlar. Polisler için Üstad: 'Bunlar bizim muhafızlarımız, bize zarar gelmemesi için bizi takip ediyorlar!' diyordu."
Üstad'la vedalaşmam...
"Nur talebeleri Üstad'ın şiddetli hasta olduğunu haber vermişlerdi. Hemen gittim, muayene ettim. Üstad'ın ateşi 38 dereceydi. Yaşlı insanlarda derece çok yükselmiyor. Çünkü vücut mukavemeti olmuyor. Ateş yükselmesi demek, vücudun mikroba karşı silah kullanması demektir. Üstad'ın hastalığı çok ciddî idi. Ağır bir zatürreye yakalanmıştı.
"Ben bir iğne yapmak istedim. Zübeyir (Gündüzalp), 'yapalım abi', diye iğne yapmamı istedi. Altı yüzlük veya sekiz yüzlük bir penisilin iğnesi yaptım. Ertesi sabah Üstad biraz açılmış ve rahatlamıştı. Yine harareti vardı, bu yüzden kar yedi.
"Hazırlık yaptılar. Isparta'ya gidecekti. Daha önceki de Isparta'ya, Ankara veya İstanbul'a giderken, vedalaşıp, helâlleşmezdi. Bu sefer Üstad'ın ayrılması acıklı olmuştu.
"Biz o zaman için Üstad'ın vefat edeceğini hiç hatırımızdan bile geçirmiyorduk, içimizden katiyyen böyle bir şey geçmiyordu. Fakat son ayrılışımız çok hazin olmuştu. Helâlleşti, Allahaısmarladık diye vedâ etti.
"Daha sonraki günlerde Isparta'ya, oradan da Urfa'ya gidip vefat ettiğini öğrendiğimiz zaman, çok çok üzülüp, sarsılmıştık. Son ayrılıştaki vedâlaşmasını ancak o zaman idrak ettim. Meğer Üstad artık ebedî âleme doğru yolculuğa çıkıyormuş, bu sebepten bizlerle, Emirdağ'daki Nur talebeleriyle teker teker vedâlaşmıştı."
(Son Şahitler kitabının, ikinci cildinden derlenmiştir...)