YUSUF SÖNMEZ
Zamanın Ezberini Bozan Dahi
Manevi çiçeklerin habercisi…
Yüreğindeki çiçekleri tohum tohum serpen bir ruh.
Şu aleme sanki başka bir asırdan gelmişti, sanki başka bir alemin adamıydı o. Duruşu, bakışı kıyafeti ve tavrı başından beri başkaydı. Ahir zamanda asr-ı saadeti arayan bir kalp duruyordu zamanın aynasında. Belki de garipliği bu yüzdendi. Bu yüzdendi belki de yeniliğin içinde eskiyenlere rağmen eskidikçe yenilenmesi. Zamanına “garip” gibi görünmesindeki güzellik bu yüzdendi belki de. Zamana asırların ötesinden açılan eşsiz bir güzelliği taşıyabildiği içindi belki de “Bediüzzaman” sıfatını taşıması.
Aradığı “neden” ve “niçin”ler öylesine doyumsuzdu ki; “ilmi”, yaşın ve zamanın sınırları içine hapsetmeye çalışanları gördüğünde medresenin duvarlarına sığmadığını fark etti ve küçük Said gündüz vakti bile herkesin güçlükle geçebildiği sık ve gür bir ormandan geçip; Zât-ı Zü’l-Celâlin azametini tecelli ettiren iri yıldız kümelerinin altında medreseyi terk etti. Bu onun ruhundaki yenilik arayışının ilk tezahürlerinden biriydi. Ne medresedeki talebeler böyle bir istidada tahammül edebilmişti ne de ilme aç bu küçük çocuk katlanabilmişti herkesin geçtiği yerlerden geçmeye ve herkesin bindiği vasıtalara binmeye…
O yepyeni bir ruh olmaya talip olarak gelmişti şu aleme. Ya da yepyeni bir ruhu tazelendirmek için… tozlanmış, paslanmış bir yüzü tekrar ve yeniden parlatmak için.
Bu yüzdendi acelesi, bu yüzdendi ummanı yüreğine doldurmaya çalışması. Belki de erken gelmişti ama zaman, gelecek olanlara zemin hazırlama zamanıydı. Bütün dünyada rengarenk açacak çiçeklerin tohumları serpilmeliydi ve tarla da alem-i İslam’ın şu zamandaki kalbi olan Türkiye idi.
Bu yüzden medresede usulüne göre yirmi senede ancak tahsili mümkün olan ilimlerin özünü üç ay gibi kısa bir sürede kendine has metotlarla ikmal ve tahsil etti. Sonuçta kendisine hangi kitabı sorduysa okudum diye cevap veren genç Said’e Molla Fethullah; “Geçen sene deli idin, bu sene de mi delisin?” Demişti. Zira bu kadar kitabı bu kadar kısa sürede bitirmesini aklına sığıştıramamıştı. Fakat sonrasında hangi kitaptan sorduysa cevabını aldığında ise hayretini de gizleyememişti.
Sadece Molla Fethullah değil onunla münazara yapan Doğu’nun bütün alimleri de sıradan bir istidat ve kabiliyetle karşı karşıya olmadıklarının farkındalardı.
Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın misafiriyken yine yüksek ilimlere dair 40 kadar kitabı hafızasına alıp üç ayda bir devrediyordu. Van Valisi Tahir Paşanın konağında da bütün müsbet ilimleri araştırıp öğrenmeye başladı. Kısa zamanda tarih, coğrafya, matematik, jeoloji, fizik kimya, astronomi, ve felsefe gibi ilimleri şahsında mezcetti. Coğrafyaya dair bir münazarada bir günde coğrafya kitabını, başka bir sefer 5 günde inorganik kimyayı öğrenmişti. Matematikteki en zor problemleri bile zihninden çözüyordu. Hatta matematiğe dair bir eser bile yazmış fakat bir yangın neticesinde kaybolmuştu.
İstibdada doğuştan hasımdı. Zira hürriyeti Rabbi doğuştan vermişti. Bu yüzdendi çorbasının tanelerini daha küçük yaşta karıncalarla paylaşması. Karıncalara bakarken de 1910'da gittiği Tiflis'deki Şeyh San'an tepesinde Rus polisiyle konuşurken de medresesinin planını yapıyordu. Her iki bakış açısı da aynı gerçeği gösteriyordu aslında. Biri kendinden zayıfları ezmemeyi ve elindekileri onlarla paylaşmayı ders verirken diğeri de tahakküm altında yaşamaktansa hürriyet için ölümün faziletini işaretliyordu. Hem bu yüzdendi kurtuluş savaşında cihada fetva vermeyen Şeyhülislamlara “karşı fetva” vermesi ve milletin hürriyeti için hayatını hiçe sayması. Yine bu yüzdendi meşrutiyeti İslam adına savunması.
Öyle ki hilafetin saltanata dönüştüğünden bu yana, gittikçe paslanmış olan bu sisteme alışkın bir direnç gösterenlerin direncini kırabilecek kadar güçlü delillerle ortaya çıkan tek İslam mütefekkiridir Bediüzzaman. Dolayısıyla yeri geldiğinde İslam’ın esaslarıyla çelişen bir gelenekçiliğe karşı çıkabilen bir tecdidin sahibi diğer taraftan ise Cumhuriyet ve yenilikçilik adı altında yapılan baskı ve keyfiliklere de “rast gelsem sille vuracağım” diyecek kadar gerçek bir hürriyet aşığıdır O.
Hürriyetin batı medeniyetiyle değil batıya dahi İslam medeniyetiyle ulaştığını ve hürriyetin en güzel Asr-ı saadet'te parladığını da ilk defa gösteren yine odur. Günümüzün İslam dünyasına baktığımızda ise bu görüşlerin hala Said Nursi’nin oldukça gerisinde kaldığını görebiliriz.
Fikirleri ve düşünceleri o denli yeni ve yenileyiciydi ki devrin devlet adamları zihinlerine sığdıramadıkları bu büyük fikirlerin sahibine “deli” damgası vurup medresenin duvarları arasına sığmayan bir dehayı tımarhanenin duvarları arasına sığdırmaya çalıştılar. Fakat “eğer Bediüzzaman’da zerre kadar delilik emaresi varsa, dünyada akıllı adam yoktur.” hükmünü veren doktor raporu ise yaşadığı zamanda kendisine biçilen elbiselerin hep dar geldiğini tescil eden vesikaların tekerrürü olarak kaldı.
Belinde hançer ve tabanca, göğsünde fişeklik ile tam bir erkan-ı harb kıyafetinde herkesin ezberini bozan bir alimdi Said Nursi.
İlmi, kıyafetin, yaşın ve kalıpların içine sokmaya çalışan herkesin ezberini bozan bir mütefekkirdi o.
Sadece görünüşüyle değil aynı zamanda tarzıyla da kalıpları kırabilecek bir dirayeti üzerinde taşıyordu üstelik. Özellikle İslam’a dair yazılan kitapların cam gibi Kur’an’ı göstermesi gerekirken yazılan kitapları anlamak için başka kitaplar yazılıyor ve şerhlerin şerhleri yapılıyordu. Oysa dünyadaki materyalist fikirler hızla yayılıyor ve semavi değerler reddediliyordu.
İşte zamanının ruhunu okuyabilen bu dahi adamın en önemli amacı, dinin gerçeklerini bu asrın anlayışına uygun en yeni izah ve yaklaşım metotlarıyla ispat ederek pozitif ilimlerle İslam’ın çağı okuyan kalp atışlarını, insanların kalplerinde ve ruhlarında hissettirmekti. Bu eğitim tarzını ise alem-i İslam’ın düğüm noktası olan Anadolu’dan başlayarak yaymaya çalıştı. Din ve bilim beraberliğini esas alan merkezi bir eğitim kurumu onun en büyük ideali ve hayaliydi. İkinci Abdülhamit’ten Sultan Reşat’a kadar pek çok devlet adamıyla görüştü. Çok uğraştı. Ama olmadı…
Bütün bu mücadelelerin ardında anladığı tek bir şey vardı; değişen ve başkalaşan zamanın şartları içinde gül yetiştirmek, gül kokmak ve gül olmak gerekti. Gül, nezafetini, tevazusunu ve kendisine verilen hakiki güzelliğin sahibini gösterebilmeliydi. Rengarenk gönüllerde açıp, can yakıcı güzelliği yüreklerde okunmalıydı. Madem ki özlemini duyduğu medresesi Van’da kurulamamıştı öyleyse yüreklerde kurulmalıydı. Duvarların arasına sığmayan fikirler pekala gönüllere sığabilirdi. Ama olmadı. Gönüllere de sığmadı ve taştı…
Evet gönüllere büyük ve yüksek iman üniversiteleri kuruldu. Her birinin yüzlerce binlerce gönüllü talebeleri olan iman üniversiteleri.
Odaları, sınıfları, duvarları ve sıraları olmayan açık üniversiteler kuruldu. Her duyarlı yüreğe açık bir mektep; nur mektebi, irfan mektebi.
Bu üniversitede Kur’an kainatı okuyordu. Devam devamsızlık gibi bir problem yoktu. Gönüllülük esastı ve her bir talebe özgür vicdanıyla hareket ediyordu. Kılık kıyafet şartı da aranmıyordu hem. İsteyen istediği kadar istifade edebiliyordu.
Sözü değil metni, kitabı ve vahyin ilk kelimesi olan “Oku!” emrini önceleyen bu hareket dolayısıyla sözü de kuvvetlendirmişti aslında. Evet her şey kitaplar üzerine kurulmuştu. İslam aleminin en geri kaldığı, en ihmal edildiği bir noktadan başlatılmıştı her şey.
Böylece ezberler yavaş yavaş bozulmaya başlıyordu....
***
Bir köy; Barla. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir köy.
Bir adam; Said Nursi. Lastik ayakkabısı çamura saplandığında bile yardım etmeye çekinen insanlar… Kendisine selam verenlerin alınıp sorguya çekildiği talihsiz zamanlar... “Dost istersen Allah yeter.” Sözünü söyleten sonu gelmeyen kareler… Vatanı için kanının son damlasına kadar savaşan bir vatanpervere vatanı zindan edenler… İşte Onu kasaba kasaba sürüp zindanlarda çürütmek isteyenler, Barla’da yalnızlığa gömüp unutturmaya çalışanlar, bu manevi çiftçinin Kur’an’ın manevi tohumları olan Nur Risalelerini, Anadolu’nun şehit kanıyla sulanmış bereketli topraklarına ve yüreklerine serpmesine vesile olduklarının da farkına varamadılar.
Zamanın duvarlarına sığmayan Said Nursi’yi hapishanenin duvarlarına sığdırmaya çalışabileceklerini zannettiler. Said’in, tohum gibi düştüğü her zindanda binlerle tohumu netice verecek bir ağaç olarak dallanıp budaklandığını göremeyecek kadar kördüler. Evet, çürüdükçe dirilen bir tohum, eskidikçe yenilenen bir ruh; Risale-i Nur…
Hayatın hidayetle açıldığı ve sadece bir kere değil her daim hidayete açıldığı bir diriliş. Tomurcuk tomurcuk, çiçek çiçek, renk renk... Hidayetlere tecelli ve ayna olan bir ruh. Kur’an hakikatlerinin o aynadan zamanın yüreklerine yansıdığı yüksek hakikatler… İşte yüreğini hakikat aynasına çeviren kabiliyetlerin her birini bir köşede yıldız yıldız yakan Nur Risaleleri…
Hayatı güzelleştiren Zat’ı hayatın içinde hissedebildikçe, hayatı anlamanın tercümesiydi Nur Risaleleri. Hayatın içinde zaten varolan o rengarenk ilahi isimleri fark ettirebildiği ölçüde ihya hareketi başlamış oluyordu. İmanın mertebelerindeki inkişaflar gerçekleştiği sürece yenilenme ve tazelendirme “diriliş” dediğimiz kelimeyi izah edebilecekti.
Akıl almaz bir okuma ve tefekkürle başlayan ve devam eden bir kesb. Bıkmadan yorulmadan ama dikkatle arayan bir ruhun nefesini tutarak hakikatlere açılması. Okumayı, tefekkürü ve şefkati yaşam biçimi haline getirmesi. Kalplere nüfuz edebilen bir yenilenme hareketi. Yaşadığı inayetler ise, Allah için anadan, babadan, yardan ve serden geçen bir gayrete Rahmanın en güzel hediyesiydi. Hakiki anlamda sadece Allah’a gönlünü açan Said Nursi’nin vehbe mahzar olması işte böyle bir şeydir.
Maddede boğulacak kadar dünyaya perestiş edenlere en güzel cevaptır “Beni dünyaya çağırma ona geldim fena gördüm” sözü. Ama aynı zamanda dünyadan el etek çeken bir anlayışa karşı semada süzülen bir uçağı göstererek “nevimle iftihar ediyorum” diyen de, maddi terakkinin gerekli olduğunu söyleyen de odur.
Sözgelimi Avrupa’dan gelen yeni buluşlara bid’at diyen Şeyhülislam Ziyaeddin Efendinin bu konuda ileri sürülen delillere direnmesi ve elektriği dahi bid’at olarak nitelendirmesi üzerine, Bediüzzaman’ın münazara ettikleri odanın elektrik düğmesini kapatarak cevap vermekten başka çaresi kalmamıştı. Evet bir şeyhülislamın elektriğe dahi bid’at dediği zamanlardı.
Bu bakış açıları, iki uç arasında gidip gelen günümüz Müslümanlarına doğru İslam’ı göstererek, çürük yaklaşım biçimlerinden kurtarmak için Said Nursi’nin mevcut ezberi bozan tavırlarından sadece birkaçıdır.
Dolayısıyla Bediüzzaman büyük bir medeniyet inşasını, bilgi toplumu üzerine kuruyor ve “Ben söylesem dahi mihenge vurun” diyen bir sorgulama ve tahkik etme metodunu önceliyor, bilgisiz teslimiyeti itikat zayıflığı sayıyordu. Bu da bilgi çağı olan günümüzde sağlıklı bilgiye ulaşmada Onun “delile” verdiği önemi ifade ediyordu.
Bu öylesine bir yenilenme ve yenileme hareketiydi ki hayatın her alanına nüfuz edebiliyordu. Sözgelimi medeniyet harikaları dediğimiz uçaktan ışınlamaya, sondajdan elektriğe, televizyon, radyo ve telsiz telefondan en ileri tıbbi gelişmelere kadar pek çok buluş, keşif ve icatlar Said’in tefsirinde Kur’an’ın peygamberler eliyle beşeri teşvik eden hakikatleri olarak yerlerini alırken diğer taraftan henüz o zaman için çok yeni olan güneşin 12 gezegeninden, atom altı boşluklar zannedilen ve henüz yeni yeni keşfedilen külliyatın tabiriyle akışkan şeffaf bir madde olan “esir” den bahsediliyordu. Kısacası bu öyle güçlü bir tefsir anlayışıydı ki içinde modern bilimlerden hadislere, felsefeden kelama, mantıktan söz sanatı olan belağata, sosyolojiden İslam tarihine, psikolojiden tasavvufa ve eğitime varıncaya kadar pek çok ilim dalı yepyeni bir anlayışla yeniden yorumlanmıştı. Dolayısıyla Nur Risaleleri Kur’an’ın ruhuna nüfuz ederek yapılan İslam’ın bu zamandaki en yeni ve en kapsamlı ihya hareketiydi.
İşte Said Nursi; “Beni, skolastik düşünce bataklığı içine saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum”derken tam da bunu kasteder.
O öylesine zamanının alışık olmadığı bir fikir ve dinamizme sahipti ki nihayetinde kabına sığmayan Said zamanına da sığmadı ve kendi zamanında bu yenilenmeyi anlamamakta ısrar edenleri, bulunduğu zaman diliminde bırakıp, zamanının ötesine geçerek konuşmaya başladı:
“Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nur'un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said'ler, Hamza'lar, Ömer'ler… Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum…”
Bu, Bediüzzaman’ın turfanda tazeliğindeki fikir ve görüşlerini zamanın içine hapsetmeye çalışanlara karşı verdiği en anlamlı cevaptı.
Böylece Mevlana’nın; "Şimdi yeni şeyler söylemek lazım" sözünü rehber ederek “sözün yenisini” arayanlar için Bediüzzaman’nın hayatını çekirdek yaptığı Nur Risaleleri zamanın en güzel cevabı olmuş oluyordu.
"Yazarların Gözüyle Bediüzzaman'ı Tanımak" eserinden alınmıştır.