ALLAH'IN SIFATLARI, ŞUUNATI, ESMA TECELLİLERİ
"Esmâ ve sıfât-ı İlâhiye ve şuûn ve ef’âl-i Rabbâniyeyi, bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edelim ki, o şecere-i nuraniyenin daire-i azameti, ezelden ebede uzanıp gidiyor." (Sözler, On Üçüncü Söz, Birinci Makam)
"Nimet içinde in’âm görünür, Rahmân’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’âma geçsen, Mün’imi bulursun." (Sözler, On Yedinci Sözün İkinci Makamı)
"Her eser-i Samedânî, bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâlin esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, esmâ yoluyla Müsemmâyı bulursun." (Sözler, On Yedinci Sözün İkinci Makamı)
"Masnuatta hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lâfz-ı mücessem olmasın, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsını okutturmasın. Madem şu masnuat elfazdır, kelimat-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy." (Sözler, On Yedinci Sözün İkinci Makamı)
"Bir eserde kemâl, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemâline delâlet eder. Fiilin kemâli ise, ismin kemâline, ve ismin kemâli, sıfatın kemâline, ve sıfatın kemâli, şe’n-i zâtînin kemâline, ve şe’nin kemâli, o zât-ı zîşuûnun kemâline, hadsen ve zarureten ve bedâheten delâlet eder." (Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Onuncu Lem'a)
"İnsan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır." (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, Birinci Nokta)
"Bir sultanın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır." (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Dal)
"Kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar." (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Dal)
"Mahlûkatın herbir tabakasında, az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm, herbirisinde has bir tecellî, has bir rububiyet, has bir isimle cilvesi vardır." (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Dal)
"Herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir." (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Dal)
"İnsan bütün esmâya mazhardır; fakat kâinatın tenevvüünü ve melâikenin ihtilâf-ı ibâdâtını intaç eden tenevvü-ü esmâ, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olmuştur." (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Dal)
"Sâni-i Zülcelâl, Fâtır-ı Bîmisal, zîhayata göz, kulak, akıl, kalb gibi havâs ve letâifle murassâ olarak giydirdiği vücut gömleğini, Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını göstermek için, çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir." (Sözler, Yirmi Altıncı Söz, Dördüncü Mebhas)
"Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen, Cenâb-ı Hakkın marifetini kazan. Çünkü, bütün hakaik-i mevcudat, ism-i Hakkın şuââtı ve esmâsının tezâhürâtı ve sıfâtının tecelliyâtıdırlar." (Sözler, Yirmi Altıncı Söz, Hatime, Dördüncü Fıkra)
"Maddî ve mânevî, cevherî-arazî, herbir şeyin, herbir insanın hakikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine istinad ederler. Yoksa, hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir surettir." (Sözler, Yirmi Altıncı Söz, Hatime, Dördüncü Fıkra)
"Cismaniyet en câmi’, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir." (Sözler, Yirmi Sekizinci Söz, Birinci Sual)
"Esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtını hissedip bilmek, zevk edip tanımak cihâzâtı yine cismaniyettedir." (Sözler, Yirmi Sekizinci Söz, Birinci Sual)
"Her şeyin hakikati, Cenâb-ı Hakkın bir isminin tecellîsine bakar, ona bağlıdır, ona âyinedir." (Sözler, Otuzuncu Söz, İkinci Maksat, Üçüncü Nokta)
"Nakkâş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemâlini ve hakaik-i esmâsını göstermek için öyle bir tarzda yazmıştır ki, bütün mevcudat hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder." (Sözler, Otuz Birinci Söz, Üçüncü Esas)
"Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfâtında misil ve misali yok. Fakat mesel ve temsille bir derece şuûnâtına bakılabilir." (Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf)
"Cenâb-ı Hakkın bütün kemâlâtı ve Esmâ-i Hüsnâsının bütün merâtipleri ve bütün faziletleri hakikî kemâlât olduklarından, bizzat sevilirler." (Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf)
"Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmâya istinad eder." (Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)
"Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir." (Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)
"Ey insan! Onun esmâ ve sıfâtına ait istidad-ı muhabbetini, sair bekâsız mevcudata verme, faidesiz mahlûkata dağıtma. Çünkü, âsâr ve mahlûkat fânidirler. Fakat o âsârda ve o masnuatta nakışları, cilveleri görünen Esmâ-i Hüsnâ bâkidirler, daimîdirler." (Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)
"İnsanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan, binler envâ-ı hâcât ile binbir esmâ-i İlâhiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır." (Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)
"Fenn-i sarfça, nasıl ism-i fâil masdardan yapılır. Öyle de, unvanların ve isimlerin dahi masdarları ve menşeleri, sıfatlardır." (Sözler, Otuz Üçüncü Söz, On Sekizinci Pencere)
"Ve son derece-i kemâlde sıfatlar, şüphesiz, son derece mükemmel olan şuûnât-ı zâtiyeye delâlet eder." (Sözler, Otuz Üçüncü Söz, On Sekizinci Pencere)
"Bu kâinattaki mevcudat, herbiri kendi zâtıyla, sıfâtıyla, çok imkânat yolları içinde has bir vücudu ve hikmetli bir sureti ve faideli sıfatları, nasıl bir Vâcibü’l-Vücuda şehadet ederler. Öyle de, mürekkebâta girdikleri vakit, herbir mürekkepte daha başka bir lisanla, yine Sâniini ilân eder." (Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuzuncu Pencere)
"Saltanat-ı ulûhiyet, Rahmân, Rezzâk, Vehhâb, Hallâk, Fa’âl, Kerîm, Rahîm gibi pek çok esmâ-i mukaddeseyi hakikî olarak iktiza ediyor. O hakikî esmâ dahi, hakikî âyineleri iktiza ediyorlar." (Mektubat, On Sekizinci Mektup, İkinci Mesele-i Mühimme)
"Cenâb-ı Hakkın bütün esmâsıyla hakikî bir surette tecelliyâtı var. Bütün eşyanın Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücut, çendan Vâcibü’l-Vücudun vücuduna nisbeten gayet zayıf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir." (Mektubat, On Sekizinci Mektup, İkinci Mesele-i Mühimme)
"Şu ilm-i muhît, o Zâta lâzım olduğu gibi, taallûk cihetiyle her şeye dahi lâzımdır. Yani, hiçbir şey Ondan gizlenmesi kàbil değildir." (Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam, Dokuzuncu Kelime)
"Kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcibü’l-Vücud, zât ve sıfât ve ef’âlinde bütün envâ-ı kemâlâta câmidir." (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam, İkinci Remiz)
"Cenâb-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnâsının had ve hesaba gelmez türlü türlü tecelliyâtı vardır. Mahlûkatın tenevvüleri ve ihtilâfları, o tecelliyâtın tenevvülerinden ileri geliyor." (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam, Dördüncü Remiz)
"Esmâ dahi, daimî ve sermedî oldukları için, daimî bir surette Zât-ı Akdes hesabına tezahür isterler. Yani nakışlarını görmek isterler. Yani, kendi nakışlarının âyinelerinde cilve-i cemâllerini ve in’ikâs-ı kemâllerini görmek ve göstermek isterler." (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam, Dördüncü Remiz)
"Cemâl ve kemâl sahibi bilbedâhe cemâl ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-ı Zülcelâl dahi cemâlini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin şuââtı olan esmâsını dahi sever." (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, İkinci Zeyl, İkinci Nükte)
"Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfâtında nazir ve şebih ve misli yoktur; öyle de, şuûnât-ı rububiyetinde misli yoktur. Sıfâtı nasıl mahlûkat sıfâtına benzemiyor; muhabbeti dahi benzemez." (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, İkinci Zeyl, Üçüncü Nükte)
"Mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, umumiyetle Bâkî-i Hakikînin hüsün ve ihsan ve kemâlâtının işârâtı ve çok perdelerden geçmiş zayıf gölgeleridir, belki cilve-i Esmâ-i Hüsnânın gölgelerinin gölgeleridir." (Lem'alar, Üçüncü Lem'a, Birinci Nükte)
"Cemîl-i Zülcelâlin bütün isimleri, “Esmâü’l-Hüsnâ” tabir-i Samedânîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler." (Lem'alar, Yirmi Beşinci Lem'a, On Dokuzuncu Devâ)
"Nasıl ki bütün mahlûkatın tesbihatları ism-i Kuddûsa bakar; öyle de, bütün nezafetlerini de Kuddûs ismi ister." (Lem'alar, Otuzuncu Lem'a, Birinci Nükte)
"İsm-i Kuddûsün cilve-i âzamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor." (Lem'alar, Otuzuncu Lem'a, İkinci Nükte)
"Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücutta kalır, bekà bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur." (Lem'alar, Otuzuncu Lem'a, Altıncı Nükte)
"İntizamla tahrik eden hareket etmemek ve devamla tağyir eden mütegayyir olmamak gerektir, tâ ki o iş intizamla devam etsin." (Lem'alar, Otuzuncu Lem'a, Altıncı Nükte)
"İnsan, hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, mânâlar ve hisler vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı kudsiyesine âyinedarlık eder." (Lem'alar, Otuzuncu Lem'a, Altıncı Nükte)
"Herbir ferd-i müstehlikte zevilhayata âit cüz’î faidelerden başka esmâ-i İlâhiyenin tecelliyatına ve faaliyetteki esrar ve şuûnâtına ait gayr-ı mütenâhi hikmetler, gayeler vardır." (Mesnevi-i Nuriye, Zeylû'l-Hubâb)
"Cenâb-ı Hakkın mahlûkatındaki tasarrufu, yalnız bir emir ve iradeyle olur. Bizzat mübaşereti yoktur; şemsin kâinatı tenvir ettiği gibi..." (Mesnevi-i Nuriye, Zeylû'l-Hubâb)
"Kesif bir şeyin ayinesi ne kadar lâtif olursa, o nisbette suretini vâzıh gösterir. Ve nurânî ve lâtif bir şeyin de ayinesi ne kadar kesif olursa, o nisbette esmânın cilvelerini cilâlı gösterir." (Mesnevi-i Nuriye, Şule)
"Hikmet-i İlâhiye her şeye değeri nisbetinde feyiz veriyor. Ve herkes bardağına göre denizden su alabilir." (Mesnevi-i Nuriye, Şulenin Zeyli)
"Bir zîhayat vücuda geldiğinde Bâri isminin cilvesine, teşekkülünde Musavvir sıfatının cilvesine, gıdalandığı zaman Rezzak isminin cilvesine, hastalıktan şifa bulduğunda, Şâfi isminin tecellîsine, ve hâkezâ, tesirde mütesanit, âsârda mütehalif, çok sıfat ve isimlere mazhardır." (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
"Cenâb-ı Hakka malûm ve mâruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur... Cenâb-ı Hakka mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, mârufiyet şuâları bir derece tebarüz eder." (Mesnevi-i Nuriye, Habbe)
"Lâfza-i celâli, bütün sıfât-ı kemâliyeyi tazammun eden bir sadeftir. Çünkü Lâfza-i Celâl, Zât-ı Akdese delâlet eder; Zât-ı Akdes de, bütün sıfât-ı kemaliyeyi istilzam eder." (İşaratü'l-İ'caz, Fatiha Sûresi)
"Esmâ-i Hüsnâdan herbirisinin tecellîgâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır." (İşaratü'l-İ'caz, Fatiha Sûresi)
"Beşerin iradesi ve sair sıfatları, mevcudatın hüsün ve kubuh, büyüklük ve küçüklük gibi ahvâlinden müteessir olduğu gibi, sıfât-ı İlâhiye müteessir olmaz. Sıfât-ı İlâhiyeye göre hepsi müsavidir." (İşaratü'l-İ'caz, Bakara Sûresi, 17-20.Âyetin tefsiri)
"Sâni-i Zülcelâl, Vâhid ve Vâcibü’l-Vücud olduğu gibi, bütün sıfât-ı kemâliye ile de muttasıftır. Zira âlemde ve masnuatta bulunan kemâlât tamamıyla Sâniin kemâlinden tecellî eden gölgeden muktebestir." (İşaratü'l-İ'caz, Bakara Sûresi, 21-22.Âyetin tefsiri)
"Allah’ın kudreti, ilmi, iradesi, kelâmı, zâtî sıfatlarıdır, Zât-ı Akdese lâzımdırlar. Onlarda teceddüd yok, ziyade ve noksan olmaya kabiliyet yok, tagayyürleri yok ki mertebeleri olsun." (İşaratü'l-İ'caz, Bakara Sûresi, 26-27.Âyetin tefsiri)
"Bu masnuat, bir Hâkim-i Hakîmin, bir Kebîr-i Kâmilin hudutsuz sıfât ve isimleriyle ve nihayetsiz, mutlak olan ilim ve kudretiyle yapılıyor, icad ediliyor." (İkinci Şuâ, İkinci Makam, Birinci Muktazi)
"Fâilsiz bir fiil ve müsemmâsız bir isim mümkün olmadığı gibi, mevsufsuz bir sıfat, san’atkârsız bir san’at dahi mümkün değildir." (Şualar, Yedinci Şua, Âyetü'l-Kübra)
"İman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esmâ-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek derecesine gelir." (Emirdağ Lâhikası-I, 63.Mektup)
"Cenâb-ı Hak hakkında suret muhal olmasından, suretten murat, sîrettir, ahlâk ve sıfâttır." (Emirdağ Lâhikası-I, 91.Mektup)
"Sâni-i Zülcelâl, ne kadar evsaf-ı kemâliye varsa, onlarla muttasıftır. Zira mukarrerdir ki: Masnûda olan feyz-i kemâl, Sâniin kemâlinden iktibas edilmiş bir zıll-i zalîlidir." (Muhakemat, Üçüncü Makale, Birinci Maksad)
"Bütün hakaik-i kâinat, o mahiyetin Esmâ-i Hüsnâsından olan Hak isminin şualarıdır." (Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam, Onuncu Kelime)
"Nur isminin maddî ve cüz’î ve câmid bir âyinesi hükmünde olan güneş, böyle teşahhusuyla beraber, küllî yerlerde küllî işlere mazhar olsa, o Zât-ı Zülcelâl, ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?" (Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf)
"Sıfat mevsufsuz olamaz." (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
"San’at-ı câmia içinde, hadsiz envâ-ı nimeti anlayacak, kabul edecek, isteyecek cihazat ve âletler vardır ki, bütün kâinatta tecelli eden bütün esmâsının cilvesine mazhardır." (Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam, Dördüncü Kelime)