بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ 1

Ahmed yaratılmış o büyük Nur-u Ehadden,
Her zerrede nurdur, o ezelden, hem ebedden.

Bir nur ki odur hem yüce, hem lâyetenâhi,
Ol fahr-i cihan Hazret-i Mahbub-u İlâhî.

Parlattı cihanı bu güzel nur-u Muhammed (a.s.m.)
Halk olmasa, olmazdı bir zerre ve bir fert.

Ol nuru ânın, her yeri, her zerreyi sarmış,
Baştan başa her dem bu kesif zulmeti yarmış.

Bir nur ki odur sade ve hem lâyetezelzel,
Ârî ve berî cümleden üstün ve mükemmel.

Bir nur ki bütün zerrede ancak o nümâyân,
Bir nur ki verir kalblere hem aşk ile iman.

Bir nur ki eğer olmasa ol nur hele bir an,
Baştan başa zulmette kalır hem de bu ekvan.

Bir nur ki değil öyle muhat, hem dahi mahsur
Bir nur ki eder kalbi de pürnur, çeşmi de pürnur.

Bir lem’adır andan, şu büyük şems ve kamerler.

Hep işte o nurdan bu acâib koca âlem,
Halk oldu o nurdan yine Cennetle Cehennem.

Şek yok ki o nurdur okunan Hazret-i Kur’ân,
Ol nur-u ezel hem sebeb-i hilkat-i insan.

Herşeye odur mebde’ ve asıl ve esas hem,
Ondan görünür nev-i beşer böyle mükerrem.

Bir zerre değil, bahr-i muhit o bahr-i münirden,
Hem nasıl beşer hiç kalıyor hepsi de birden.

Şek yok ki cihan, katre-i nurundan o nurun,
Şek yok ki bu can, zerre-i nurundan o nurun.

Sönsün diye üflense, o derya gibi kaynar,
Söndürmeye hem kimde acep zerre mecal var?

Söndürmeye kalkmıştı asırlar dolu küffar,
Kahreyledi her hepsini ol Hazret-i Kahhâr.

Hep sönmüş asırlar, yanıyor sönmeden ol,
Tarihe sorun, kimdir o nur, hem kimmiş menfur?

Alnında yanan nur-u Muhammeddi Halîl’in,
Yetmezdi gücü bakmaya her çeşm-i alîlin.

Görseydi Resulün o güzel nurunu Nemrud,
Yakmazdı o dem, nârını ol kâfir-i matrud.

Bir sivrisinek öldürüyor o şâh-ı cihânı,
Atmıştı Halil’i âteşe çünkü o canî.

Bir perde açıp söyledi Hak gizli kelâmdan,
Ol âteşe bahseyledi hem berd ü selâmdan.

“Dostum ve Resulüm yüce İbrahim’i, ey nâr,
At âdetini, yakma bugün, sen onu zinhar!”

Bir gizli hitap geldi de ol dem yine Haktan
Bir abd-i mükerrem dahi kurtuldu bıçaktan.

Ol nurdan için Yûnus’u hıfzeyledi ol hût,
Ol nur ile kahreyledi hem kavmini ol Lût.

Ol hüsn-ü cemal, eyledi âlemleri hayran,
Nerden onu bulmuş, acaba Yûsuf-u Ken’an?

Hikmet nedir, ol dertlere sabreyledi Eyyûb,
Hem sırrı nedir, Yûsuf için ağladı Yakub.

Öldükçe dirildikçe neden duymadı bir his?
Ol namlı nebi, şanlı şehid Hazret-i Cercis.

Hasretle neden ağladılar Âdem ve Havvâ?
Kimdendi bu yıllarca süren koskoca dâvâ?

Hem âh, neden terk edilip Ravza-i Cennet?
Bir dâr-ı karar oldu neden âlem-i mihnet?

Nur şehri olan Tûr’da o dem Hazret-i Mûsa
Esrâr-ı kelâm hep çözülüp buldu tecellâ.

Bir parça Zebur’dan okusa Hazret-i Dâvud,
Başlardı hemen sanki büyük mahşer-i mev’ud.

Bilmem ki neden, yel ve sular hep onu dinler,
Bilmem ki neden, hep işiten âh diye inler.

Mahlûku bütün kendine râm etti Süleyman,
Nerdendi bu kuvvet, ona kimdendi bu ferman?

Yellerle uçan şanlı büyük taht-ı mukaddes
Esrâr-ı ezelden o da duymuş yine bir ses.

Ol hangi acip sır ki, çıkar göklere İsâ,
Kimdir çekilen çarmıha, kimdir yine Yûda.

Nur derdi için tahtını terk eyledi Edhem,
Bir başkasının tahtı olur derdine merhem.

Çok şahs-ı velî, nur ile hem etti kanaat,
Çok şahs-ı denî, nur ile hem buldu kerâmet.

Her hepsi de pervanesi, üftadesi nurun,
Her hepsi muamma, gücü yetmez bu şuurun.

Fillerle varıp Kâbe’ye, hem Ebrehe zâlim;
İsterdi ki, yapsın nice bin türlü mezâlim...

İsterdi ki, o beyt yıkılıp şöhreti sönsün,
Halk Kâbe’yi terkederek, kiliseye dönsün.

İsterdi ki, çeksin doğacak nura bir sed,
Hem doğmadan ölsün diye “Mahbub-u Müebbed.”

Günlerce gidip Kâbe’ye, hem yaklaşan ordu,
Birden bire bir tehlike sezmiş gibi durdu.

Sür’atle gelip bir sürü kuş, semt-i bahirden,
Taş harbine başlar, pek acip hepsi birden.

İndikçe havadan, o muammâ gibi taşlar,
Cansız yıkılıp yerlere yatmış nice başlar.

Şahıyla beraber kocaman ordu-yu Mevlâ,
Olsun diye mahbuba nişan, eyledi mûtâ.

Hem kavm-i Kureyş, söndürelim derken o nuru,
Erkek ve kadın, cümlesinin kaçtı huzuru.

Müşrik ve muvahhid, iki fırka olup urban,
Yıllarca dökülmüş yine üstüne bir kan.

Şakk etti kamer, Fahr-i Beşer, ol Yüce Server,
Her yerde ve her anda onun nuru muzaffer.

Kur’ân’dı kali, nurdu yolu, ümmeti mutlu,
Ümmet olanın kalbi bütün nur ile doldu.

Çekmezdi keder, ol sözü cevher, özü kevser,
Ol Sûre-i Kevser, dedi a’dâsına “ebter!”

Ol Şems-i Ezelden kaçınan ol kuru başlar,
Gayyâ-i Cehennemde bütün yakmış ateşler.

Bitmişti nefes, çıkmadı ses, bıktı da herkes,
Ol nura varıp baş eğerek hem dediler pes!

İdrâki olan kafile ayrıldı Kureyşten,
Feyz almak için doğmuş olan şanlı güneşten.

Ol kevser-i Ahmed’den içip herbiri tas tas,
Olmuştu o gün sanki mücellâ birer elmas.

Ol başlara tâç, derde ilâç, mürşid-i âlem,
Eylerdi nazar bunlara nuruyla demâdem.

Bunlardı o a’dâyı boğan bir alay arslan,
Hak uğruna, nur uğruna olmuş çoğu kurban.

Bunlardan o gün ehl-i nifak cümle kaçardı,
Müşrik ise, ol aklı anın kalmaz, uçardı.

Bunlardı o Peygamberin ashabı ve âli,
Dünyada ve ukbâda da hem şanları âlî.

Tavsif ediyor bunları hep şöylece Kur’ân,
Sulh vakti koyun, kavgada kükrek birer arslan!

Hep yüzleri pâk, sözleri hak, yolları haktı,
Merkebleri yeller gibi Düldüldü, Burakdı.

Bir cezbe-i “Yâ Hayy!” ile seller gibi aktı,
A’dâya varıp herbiri şimşek gibi çaktı.

Bunlardı o gün halka-i tevhidi kuranlar,
Bunlardı o gün baltalayıp küfrü kıranlar.

Bunlardı mübarek yüce cem’iyet-i şûrâ,
Bunlardı o nurdan dizilen halka-i kübrâ.

Bunlardı alan Suriye, Irak, ülke-i Kisrâ,
Bunlarla ziyâdar o karanlık koca sahrâ.

Bunlardı veren hasta, alîl gözlere bir fer,
Bunlardı o tarihe geçen şanlı gazanfer.

Her hepsi de bir zerre-i nuru o Habîbin,
Her an görünür gözlere ondan nice yüz bin.

Nur altına girmiş bulunan türlü cemaat,
Hem buldu beka, hem de bütün gördü adalet.

Ecdâd-ı izâmın o büyük ruhları küskün,
Zira ne küfürler okunur onlara hergün.

Yağmıştı o gün âh ne kederler, ne elemler,
Âciz onu hep yazmaya, eller ve kalemler.

Binlerce yetimin yıkılan kalbini sen yap,
Affet yeter artık, o Habîb aşkına, yâ Rab!

Derken yeter artık, bizi affet güzel Allah!
Sarsıldı cihan, öldü de bir gümgüme nâgâh.

Buz parçası halinde bulut, bir yere düşmüş,
Erkek ve kadın hepsi de ol semte üşüşmüş...

Derhal açılıp gökyüzü hem parladı ol nurdan gelen Risâlei’n-Nur
Hallâk-ı Rahîm eyledi mahlûkunu mesrur.

Zulmet dağılıp başladı bir yep yeni gündüz,
Bir neş’e duyup sustu biraz ağlayan o göz.

Bir dem bile düşmezken onun âhı dilinden,
Kurtuldu, yazık dertli beşer derdin elinden.

Ol taze güneş, ülkeye serptikçe ışıklar,
Hep şâd olacak, şevk bulacak kalbi kırıklar.

Her kalbe sürur, her göze nur doldu bugünden,
Bir müjde verir sanki o bir şanlı düğünden.

Arz eyleyelim ol yüce Allah’a şükürler,
Kalkar bu kahr ü cehl ve dalâl, şirk ve küfürler.

Ol nur-u Hüdâ saldı ziya, kalbe safâ hem,
Gösterdi beka, göçtü fenâ, buldu vefâ hem.

Çıkmıştı şakî, geldi nakî gördü adâvet,
Eylerdi nefiy, oldu hafî nur-u hidâyet.

Fışkırdı Risale-i Nur, ufuktan nur-u Risalet
Ol nur-u Risalet verecek emn ü adâlet.

Allah’a şükür, kalkmada hep cümle karanlık,
Allah’a şükür, dolmada hep kalbe ferahlık.

Allah’a şükür, işte bugün perde açıldı,
Âlemlere artık yine bir neş’e saçıldı.

Artık bu sönük canlara can üfledi cânan,
Artık bu gönül derdine ol eyledi derman.

Bir fasl-ı bahar başladı illerde bu günden,
Bir sohbet-i gül başladı dillerde bu günden.

Benden bana ben gitmek için Risale-i Nur diye koştum,
Nur derdine düştüm de denizler gibi coştum.

Bir zerrecik olsun bulayım der de ararken
Düştüm yine derya gibi bir nura bugün ben.

Verdim ona ben gönlümü baştan başa artık,
Mâşukum odur, şimdi benim, ben ona âşık.

Ol nur-u ezel hem kararan kalblere lâyık,
Ol nurdan alır feyzini hem cümle halâyık.

Kahreyledi ol zulmeti Risale-i Nur’a akanlar,
Nur kahrına uğrar, ona hasmâne bakanlar.

Küfrün bütün alayı hücum etse de ey nur,
Etmez seni dûr, kendi olur belki de makhur.

Sensin yine hâzır, yine sensin bize nâzır
Ey nur-u Rahîm, ey ebedî bir cilve-i kudret-i Fâtır!

Bir neş’e duyurdun imanla sırr-ı ezelden,
Bir müjde getirdin bize ol namlı güzelden.

Mâdem ki içirdin bize ol âb-ı hayattan
Bir zerre kadar kalmadı havf şimdi memattan.

Hasret yaşadık nuruna yıllarca bütün biz,
Mâsum ve alîl, türlü belâ çekti sebepsiz.

Yıllarca akan, kan dolu göz yaşları dinsin,
Zâlim yere batsın, o zulüm bir yere sinsin.

Yıllarca, asırlarca bu nurun yine yansın,
Öksüz ve yetim, dul ve alîl hepsi de kansın.

Ey nur gülü, nur çehreni öpsem dudağından,
Kalb bahçesinin kalbine diksem budağından.

Her dem kokarak hem o güzel râyihasından
Çıksam yine ben âlem-i fâni tasasından.

Nur güllerin açsın, yine miskler gibi tütsün,
Sînemde bu can bülbülü tevhid ile ötsün.

Sensin bize bir neş’e veren ol gül-ü hâlis,
Sensin bize hem cümleden âlâ, dahi muhlis.

Ey nur-u Risaletten gelen bir burhan-ı Kur’ân!
Ey sırr-ı Furkan’dan çıkan hüccet-i iman!

Sendin bize matlub, yine sendin bize mev’ud,
Sayende bugün herkes olur zinde ve mes’ud.

Her an seni bekler ve sayıklardı bu dünya,
Hak kendini gösterdi, bugün bitti o rüya.

Bin üç yüz senedir toprağa dönmüş nice milyar
Mü’min ve muvahhid seni gözlerdi hep ey yâr!

Her hepsi de senden yana söylerdi kelâmı
Her hepsi de her an sana eylerdi selâmı.

Nur çehreni açsan, atarak perdeyi yüzden
Söyler bana ruhum yine 2 مَا ازْدَدْتُ يَقِينًا

Vallah, ezelden bunu ben eyledim ezber:
Risalei’n-Nurdur vallah o son müceddid-i ekber.

Yüzlerce sened, hem nice yüzlerce işaret,
Eyler bu mukaddes koca dâvâya şehadet.

En başta gelen şâhid-i adl Hazret-i Kur’ân
Göstermiş ayânen otuz üç yerde o burhan.

3 يَامُدْرِكًا ’in kalbine gömmüş Esedullah,
Çok sırki, bilenler oluyor hep sana âgâh.

4 كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ demol pîr-i muazzam,
Binlerce velî hem yine yapmış buna bin zam.

Mu’cizdir o söz, haktır o öz, görmedi her göz,
Artık bu muammaları gel sen bize bir çöz.

Altıncı Sözün aldı bütün fiil ve sıfatı,
Verdim de arındım ona hem zât ve hayâtı.

Müflis ve fakir bekliyordum şimdi kapında
Tevhide eriştir beni, gel vârını sun da.

“Ben!.. Ben!..” diye yazdımsa da sensin yine ol Ben,
Hiçten ne çıkar, hem bana benlik yine senden.

Affet beni ey affı büyük lütfu büyük Risalei’n-Nur!
Bir dem bile hem eyleme senden beni yâ Rabbenâ mehcur!

Nur aşkına, Hak aşkına, dost aşkına ey nur!
Nurunla ve sırrınla bugün kıl bizi mesrur.

Ey nur-u ezelden gelen nur-u Muhammed (a.s.m.),
Ey sırr-ı imandan gelen nur-u müebbed!

Binlerce yetimin duyulan âhını bir kes,
Sarsar o büyük arşı da vallah bu çıkan ses.

Vallah cemilsin, yeter artık bu celâlin!
Göster bize ey nur-u Muhammed, bir kere cemalin!

Dergâhını aç, et bize ihsan, yine ey nur-u Risalet!
Biz dertli kuluz, kıl bize derman, yine ey nur-u hakikat!

Emmâre olan nefsimizin emrine uyduk,
Ver bizlere sen nur ile îkan, yine ey nur-u Kur’ân!

Hırs âteşi sönsün de gönül gülşene dönsün,
Saç nurunu, hem feyzini her an, yine ey nur-u iman!

Sen nur-u Bedi’, nur-u Rahîmsin, bize lûtfet,
Hep isteğimiz aşk ile iman, yine ey nur-u İlâhî!

Dinin çekilip, dev gibi saldırmada vahşet,
Rahmet bizi, gark etmeye tufan, yine ey nur-u Rahmânî!

Pürnura boyansın bütün âfâk-ı cihanın,
Her yerde okunsun da bu Kur’ân, yine ey nur-u Sübhânî!

Mahbubuna uyduk, hepimiz ümmeti olduk,
Ağlatma yeter, et bizi handân, yine Ey nur-u Rabbânî!

Ol Ravza-i Pâk-i Ahmedi (a.s.m.) göster bize bir dem,
Artık olalım hep ona kurban, yine Ey nur-u Samedânî!

İslâma zafer ver bizi kurtar, bizi güldür,
A’dâmızı et hâk ile yeksan, yine ey nur-u Furkanî!

Her belde-i İslâm ile, olsun bu yeşil yurd,
Tâ haşre kadar Cennet-i cânan, yine ey nur-u imanî!

Ol Fahr-i Cihan, Âl-i Abâ hakkı için, yâ Rab.
Hıfzet bizi âfât ve belâdan, yâ Nûra’l-Envâr, Bihakkı ismike’n-Nûr!
Âciz, bîçâre talebeniz
Hasan Feyzi (Rahmetullahi Aleyh)
• • •

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:

1 : “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Fakat Allah nurunu tamamlayacaktır—kâfirler isterse hoşlanmasınlar.” Saf Sûresi, 61:8.
2 : (Gayb perdesi açılsa) yakînim (şüphesizliğim) artmayacaktır. [Hz. Ali (r.a.)]
3 : Ey (felâket asrına) ulaşan!
4 : Zamanın kâdirîsi ol.
Önceki Risale: ( 71 ) / Sonraki Risale: ( 73 )
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

abd-i mükerrem : ikram edilen, saygı gösterilen kul
âb-ı hayat : hayat suyu
acep : acaba
acip : acayip, şaşırtıcı
âciz : güçsüz
a'dâ : düşmanlar
adâvet : düşmanlık
adliye : adaleti sağlama görevi olan resmî makamlar
âfâk-ı cihan : dünyanın etrafını saran ufuklar
âfât ve belâ : afetler ve musibetler
âgâh : uyanık; dikkatli
Ahmed : Hz. Muhammed (a.s.m.)
akîm kalmak : sonuçsuz, neticesiz kalmak
âl : aile, sülale
âlâ : üstün, kıymetli
alay : topluluk; üç taburdan oluşan askerî topluluk
âlem : dünya, kâinat
âlem-i fâni : gelip geçici dünya
âlem-i mihnet : dert ve zahmet dünyası
Âl-i Abâ : Hz. Peygamber (a.s.m.) kızı Fatıma (r. anha), damadı Hz. Ali (r.a.) ve torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in (r. Anhüma) üzerini mübarek elbisesiyle örttüğü için hepsi bu isimle anılmıştır
âli : yüce, yüksek
alîl : hasta, hastalıklı, kör
andan : ondan
ârî : saf, arınmış, uzak
arş : en yüksek gök tabakası
arz : sunma
ashab : Hz. Peygamber’i (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden Müslümanlar
ayânen : açıkça
aziz : çok değerli, izzetli
bahr-i muhit : okyanus
bahr-i münir : aydınlatan deniz
beka : devamlılık, sürekli ve devamlı olma
belâ : musibet, sıkıntı
belde-i İslâm : İslâm beldesi
berd ü selâm : serin ve selâmetli, güvenli
berî : salim, kurtulmuş, temiz, pak
beşer : insan
beyan etme : açıklama, anlatım
beyt : Kâbe
bîçâre : çaresiz
Bihakkı ismike'n-Nûr : bütün nurların ve aydınlıkların hakikî kaynağı olan Allah’ın Nûr ismi hakkı için
Burak : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Mi’rac yolculuğunda bindiği binek; Cennete mahsus bir binek
burhan : güçlü ve sarsılmaz delil
burhan-ı Kur’ân : Kur’ân delili
cânan : sevgili
canî : cinayet işlemiş olan kişi
celâl : heybet, haşmet
cem’iyet-i şûrâ : danışma meclisi
cemaat : topluluk
cemal : güzellik
cemil : güzel
Cennet-i cânan : canların, sevgililerin buluştuğu Cennet
cezbe : Allah aşkıyla kendinden geçme
Cezbe-i “Yâ Hayy” : ey gerçek hayat sahibi olan ve her canlıya hayat veren Allah mânâsındaki “Yâ Hayy!” sözüyle kendinden geçme
cihan : dünya
cilve-i kudret-i Fâtır : benzersiz şeyler yaratan Allah’ın kudretinin cilvesi, yansıması
cümle : herkes
çarmıh : (Dörtçivi) suçluyu cezalandırmak için kurulmuş haç şeklinde darağacı
çeşm-i alîl : ağlayan yaralı göz
çeşmi : göz
dalâl : dalâlet, hak yoldan sapkınlık
dâr-ı karar : karar kılınacak, durulacak yer
dâvâ : iddia
dem : an, vakit
demâdem : zaman zaman
dergâh : yüksek bir şahsiyetin bulunduğu yüce makam
derman : ilâç, tâkat, güç, kurtuluş sebebi
derya : deniz
desise : hile, aldatma
Düldül : Peygamber Efendimize (a.s.m.) Mısır hükümdarınca hediye edilen katırın ismi
ebed : sonu olmayan sonsuzluk
ebedî : sonsuz
ebter : nesli kesilen, adı, hayrı ve ihsanı kalmayan kişi
ecdâd-ı izâm : büyük ecdat; geçmiş büyüklerimiz
ehl-i nifak : münafıklar, iki yüzlülük yapanlar
ekvan : varlıklar, âlemler
elem : acı, keder
emare : belirti, işaret
emmâre olan nefis/nefs-i emmâre : insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden duygu
emn ü adâlet : emniyet ve adâlet
esas : temel
Esedullah : Allah’ın aslanı mânâsında Hz Ali’nin (r.a.) bir ünvanı
esrâr-ı ezel : bilinmeyen sonsuzluk
esrâr-ı kelâm : kelâmın sırları; vahiy, İlâhi kelam
evham verme : şüpheli şeyleri söyleyip gereksiz kuruntulara sebep olma
ezel : başlangıcı olmayan sonsuzluk
Fahr-i Beşer : insanlığın iftiharı olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
Fahr-i Cihan : bütün varlık âlemlerinin övünç kaynağı, Hz. Muhammed (a.s.m.)
fasl-ı bahar : bahar mevsimi
fenâ : gelip geçicilik
fer : ışık, canlılık
ferman : buyruk, emir
feyiz : manevî bolluk, bereket, lütuf
feyz : ihsan, bolluk, mânevî gıda
fırka : grup
fütuhat : fetihler, zaferler
fütur : usanç, gevşeklik
gark olmak : batırmak, boğmak
Gayyâ-i Cehennem : Cehennem çukuru
gazanfer : kahraman, cesaretli
gülşen : gül bahçesi
gül-ü hâlis : saf ve temiz gül
habbeyi kubbe yapmak : küçük meseleleri abartarak olduğundan büyük göstermek
Habîb : Allah’ın en sevdiği kul olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)
hafî : gizli, saklı
hâk ile yeksan etme : yerle bir etme
Hak : hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
hakikat-i Kur’ân : Kur’ân hakikati
halâyık : fıtratlar, mizaçlar, yaratılıştan gelen özellikler
halk olma : yaratılma
halk olunmak : yaratılmak
halka-i kübrâ : büyük halka
halka-i tevhid : tevhid halkası, Allah’ın bir olarak bilinip, ilân edildiği tevhid halkası
Hallâk-ı Rahîm : her bir varlıkta şefkat tecellîleri olan ve herşeyi sü-rekli olarak çokça yaratan Allah
handân : şen, neşeli
has şakirt : özel talebe; Üstadın çok değer veridiği, ilk sıradaki talebe
has : özel; Nur talebelerinin ileri gelenleri
hasmâne : düşmanca
haşir : insanın öldükten sonra âhirette diriltilerek tekrar Allah’ın huzurunda toplanması
havali : etraf, çevre, bölge
havf : korku
hâzır : her yerde hazır bulunan Allah
Hazret-i Kahhâr : her şeyi hükmüne itaat ettirebilen bir hâkimiyet sahibi, düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan eden ve kudretinin karşısında her şeyi âciz bırakan Allah
Hazret-i Mahbub-u İlâhî : Allah’ın sevgilisi, Allah’ın resûlü Hz. Muhammed (a.s.m.)
hıfz eylemek : himaye etmek, korumak
hıfzetme : koruma, saklama
hikmet : gaye, fayda, sır
hitap : konuşma, nida, sesleniş
hulûl etme : girme, sızma
hût : balık
hüccet-i iman : güçlü ve sarsılmaz iman delili
hüsn-ü cemal : güzellik ve cemal
icmalen : kısaca, özetle
idrâk : anlama, kavrama
ihsan : bağış, ikram, lütuf
ihtar : hatırlatma, ikaz
îkan : kesin delil ve burhanlar ile bir mesele hakkında köklü kanaat sahibi olma
ilham : Allah tarafından kalbe gelen mânâ
istimal etme : kullanma
itimat : dayanma, güvenme
kafile : grup, topluluk
kâfir-i matrud : kavulmuş kâfir, uzaklaştırılmış, tard edilmiş kâfir
kahr ü cehl : zulüm ve cehalet
kahr : ezilme, mahvolma
kal : söz
kamer : ay
kanaât : görüş, fikir, inanma
kanaat : yetinme
kaside : övgü şiiri
katre-i nur : nur damlası
kavim : topluluk
keder : sıkıntı, üzüntü
kelâm : ifade, söz
keramet : bağış, ihsan, lütuf
kesif : katı, yoğun, saydam olmayan
kevser : Cennette bulunan bir havuz
kevser-i Ahmed : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) cennetteki Kevser havuzu
küffar : kâfirler
küfür : Allah’ı inkâr etme, inanmama
küfür : Allah’ı veya Allah’ın kesin olarak bildirdiği bir şeyi inkâr etme, kabul etmeme
lâyetenâhi : sınırsız, sonsuz
lâyetezelzel : sarsılmaz
lem’a : parıltı
lûtfetmek : ikram etmek, sunmak
lütuf : iyilik, ihsan, bağış
mahbub : sevgili, sevilen
Mahbub-u Müebbed : sonsuza kadar sevilecek olan
mahiyet : temel nitelik, özellik
mahlûk : yaratık, yaratılmış
mahsur : sıkışıp kalmış, kuşatılmış
mahşer-i mev’ud : büyük kalabalık, topluluk
makhur : ezilen, kahrolan, mağlup
mâsum : günahsız, suçsuz
mâşuk : aşık olunan
matlub : istek, arzu
mebde : temel, kök, başlangıç
mecal : güç, kuvvet, takat
mehcur : uzaklaşmış, terk edilmiş
memat : ölüm
menba : kaynak
menfur : nefret edilen
merkep : binek
mes’ud : mutlu
mesrur : sevinçli, mutlu
metanet : sağlamlık, kararlılık
mev’ud : vaad edilmiş, söz verilmiş
mezâlim : zulümler, katliamlar
mu’ciz : insanı âciz bırakan olağanüstü şey
muallim : öğretmen
muammâ : sır; anlaşılması ve çözülmesi güç şey
muhat : kuşatılmış, çevrilmiş
muhlis : samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten
mukaddes : her türlü çirkinlikten ve eksiklikten arınmış, kutsal
mûtâ : verilmiş, kendisine bir şey verilen
muvahhid : Cenâb-ı Allah’ın varlığına ve birliğine inanan
muzaffer : zafer kazanmış, galip
mü’min : iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanan
müceddid-i ekber : en büyük müceddid, en büyük yenileyen, yenileyici
mücellâ : cilâlı, parlak
müflis : iflas etmiş
mükerrem : ikram edilen, saygı gösterilen
münafık : iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen
münafıkane : ikiyüzlü bir şekilde davranma
mürşid-i âlem : dünyanın, kâinatın yol göstericisi
müşrik : Allah’a ortak koşan
nâgâh : ansızın, birden bire
nakî : çok takvalı, temiz insan
nâr : ateş
nazar : bakış
nâzır : her şeyi gören Allah
nebî : peygamber, elçi
nefyetmek : inkâr etmek, reddetmek
neş’e : sevinç
nev-i beşer : insanlar
nişan : alâmet, işaret
nur : hakikat, aydınlık
nur-u Bedi' : eşi, benzeri olmayan ve eşsiz güzel olan Allah’ın nuru
Nur-u Ehad : bir olan ve herbir varlıkta birliği tecellî eden Allah’ın nuru
nur-u ezel : başlangıcı olmayan, sonsuz nur
nur-u Furkanî : hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur’ân’ın nuru
nur-u hakikat : hakikat nuru
nur-u hidâyet : hidayet nuru
nur-u Hüdâ : hidayet verici olan Allah’ın nuru
nur-u İlâhî : Allah’ın nuru
nur-u imanî : imandan kaynaklanan nur, aydınlık
nur-u Kur'ân : Kur’ân’ın nuru
nur-u Muhammed : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru
Nur-u Muhammedî : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru
nur-u müebbed : sonsuza kadar etrafını aydınlatacak olan nur
nur-u Rabbânî : herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın nuru
nur-u Rahîm : şefkat ve rahmetinin çok özel tecellîleri olan Allah’ın nuru
nur-u Rahmânî : rahmet ve şefkati bütün varlıkları kaplayan Allah’ın nuru
nur-u Risalet : Peygamberlik nuru
nur-u Samedânî : hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şey Kendisine muhtaç olan Allah’ın nuru
nur-u Sübhânî : her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah’ın nuru
Nûru'l-Envâr : bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan nurların nuru, Allah
nümâyân : görünen, aşikâr olan
ol : Osmanlıca’da üçüncü tekil şahıs olan “o” kelimesini ifade eder
ordu-yu Mevlâ : Allah’ın ordusu
pâk : temiz
pîr-i muazzam : büyük öncü, mânevî lider
pürnur : çok nurlu, çok aydınlık
Rab : her bir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
rahmet : ihsan, bağış; “rahmet et, rahmetini göster” mânasında kullanılan dua ifadesi
Rahmetullahi Aleyh : Allah ona rahmet eylesin
râm etmek : boyun eğdirmek
Ravza-i Cennet : Cennet bahçesi
Ravza-i Pâk-i Ahmedi : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) tertemiz makamı
râyiha : güzel ve hoş koku
Resul : Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)
sadakat : bağlılık, sebat
safâ : gönül hoşnutluğu
sahrâ : çöl
sebat : kararlılık
sebatkâr : sebat eden
sebeb-i hilkat-i insan : insanın yaratılış sebebi
sed : engel
semt-i bahir : deniz tarafı
Server : reis, baş; Hz. Muhammed (a.s.)
sıddık : sadakatli, gönülden bağlı
sırr-ı Furkan : Kur’ân’ın sırrı
sırr-ı iman : imanın içinde gizli olan sır
sîne : göğüs, kalb
sohbet-i gül : gül sohbeti
sulh : barış
Sûre-i Kevser : Kur’ân’ın 108. sûresi olan Kevser Sûresi
sürur : mutluluk, sevinç
şâd : neşeli, memnun
şâh-ı cihân : dünya şahı, cihan padişahı
şâhid-i adl : âdil şahid, doğru sözlü şahid
şahs-ı denî : kötü, alçak kimse
şahs-ı velî : velî şahıs, evliya; büyük zât
şak etme : ikiye ayrılma, yarılma
şakî : haydut, yol kesici
şakirt : öğrenci, talebe
şehadet : şahidlik, tanıklık
şehid : Allah yolunda canını feda eden Müslüman
şek : şüphe
şems : güneş
Şems-i Ezelî : Ezelî Güneş. Bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah için veya Onun ebedi nuruyla aydınlanmış Peygamber Efendimiz (a.s.m.) için bir benzetme olarak kullanılır
şirk : Allah’a ortak koşma
şuur : bilinç, anlayış, idrak
şükür : Allah’a karşı minnet duyma, Ona teşekkür etme
taht-ı mukaddes : kutsal taht, makam
tavsif : vasıflandırma, niteleme
tecellâ : yansıma, görünme
tevhid : birleme; her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu gösteren inanç
ukbâ : âhiret
urban : çöl Arapları
üftade : biçare, zavallı, âşık
ülke-i Kisrâ : Kisra’nın ülkesi
ümmet : Hz. Peygambere (a.s.m.) inanıp onun yolundan giden mü’minler
vahşet : inkarcılıktan ortaya çıkan dehşetli gelişmeler
Yâ Rabbenâ : ey Rabbimiz; ey herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ımız
yel : rüzgâr
Yûda : Hz. İsâ’yı (a.s.) 30 tane gümüş madeni karşılığında ele veren kişidir
zahirî : açıkta olan, görünürde olan
zam : ekleme, katma
zerre : atom, çok küçük parça
zerre-i nur : nur zerresi
zinhar : “sakın”
zira : çünkü
ziya : ışık, parlaklık
ziyâdar : ışıklı, nurlu
zulmet : karanlık
Yükleniyor...