O ecnebî, düşman görünenler birer dost, kardeştirler. Ve o müthiş cenazeler ise, kısmen hayattar ve ünsiyetkâr ve kısmen vazifeden terhis edilenlerdir. Ve o ağlayan yetimlerin vâveylâları ise, zikir ve tesbihin zemzemeleri olduğunu nur-u imanla gördüğümden, o hadsiz nimetlerin menbaı olan imanı bana veren Hâlık-ı Zülcelâle hadsiz hamd ediyorum.

Ve bu dünyada, bu dünya kadar büyük, hususî dünyamdaki bütün mevcudatı, hamd ve tesbihât-ı İlâhiyede tasavvur ve niyetimle istimal etmek bir hakkım olduğu nokta-i nazarından, bütün o mevcudatın herbirisinin ve umumunun lisan-ı halleriyle beraber, “Elhamdü lillâhi alâ nûri’l-îmân deriz” demektir.

Hem o gafletkârâne hâlet-i müthişeden hiçe inen ezvâk-ı hayat ve bütün bütün çekilip kuruyan emeller ve en dar bir daire içinde sıkışıp kalan, belki mahvolan şahsıma ait nimetler, lezzetler, birden -başka risalelerde kat’î bir surette ispat ettiğimiz gibi- nur-u imanla, kalbin etrafındaki o dar daireyi öyle genişlettirdi ki, kâinatı içine aldı ve o Horhor bahçesinde kurumuş ve lezzetini kaçırmış nimetler yerinde, dâr-ı dünya ve dâr-ı âhireti birer sofra-i nimet ve birer tabla-i rahmet şekline getirdi.

Göz, kulak, kalb gibi on değil, yüz cihazat-ı insaniyenin herbirini, gayet uzun bir el suretinde, her mü’minin derecesi nisbetinde o iki sofra-i Rahmân’a uzatıp, her tarafından nimetleri toplayacak bir tarzda gösterdiğinden, hem bu ulvî hakikati ifade, hem o hadsiz nimete şükür için, o vakit böyle demiştim:

اَلْحَمْدُ ِللّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ الْمُصَوِّرِ لِلدَّارَيْنِ مَمْلُوئَتَيْنِ مِنَ النِّعْمَةِ وَالرَّحْمَةِ، لِكُلِّ مُؤْمِنٍ حَقاً يَسْتَفِيدُ مِنْهُمَا بِحَوَاسِّهِ الْكَثِيرَةِ الْمُنْكَشِفَةِ بِاِذْن ِخَالِقِهِ

Yani, “Dünya ve âhireti nimet ve rahmetle doldurmuş bir surette, hakikî mü’minlerin nur-u iman ve İslâmiyetle inkişaf ve inbisat etmiş bütün hasselerinin elleriyle o iki muazzam sofradan istifadeyi temin eden ve gösteren nur-u iman nimetinin mukabiline, o imanı bana veren Hâlıkıma, bütün zerrât-ı vücudumla, dünya ve âhiret dolusu hamd ve şükür, elimden gelse yaparım” demektir.
« Önceki Sayfa  | | Sonraki Sayfa »
Önceki Risale: Yirmi Beşinci Lem'a / Sonraki Risale: Yirmi Yedinci Lem'a
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

âhiret âlemi : öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat
cihazat-ı insaniye : insana ait cihazlar, organlar
dâr-ı âhiret : âhiret yurdu, öteki dünya
dâr-ı dünya : dünya yurdu
Elhamdü lillâhi alâ nûri’l-îmân : iman nurunu nasip eden Allah’a hamd olsun
emel : arzu, istek
ezvâk-ı hayat : hayatın lezzetleri, zevkleri
gafletkârâne : umursamaz ve duyarsız bir şekilde
hadsiz : sayısız
hakikat : esas, gerçek
hakikî : asıl, gerçek
hâlet-i müthişe : dehşet verici durum
Hâlık-ı Zülcelâl : sonsuz haşmet sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah
hamd : övgü ve şükür
hasse : duyu, his
hayattar : canlı
hususî : özel
inbisat etmek : genişlemek, yayılmak
inkişaf etmek : açığa çıkmak
istimal etmek : kullanmak
kâinat : evren
kat’î : kesin
lisan-ı hal : hâl ve beden dili
menba : kaynak
mevcudat : varlıklar
mü’min : Allah’a ve Ondan gelen herşeye inanan
müthiş : dehşet veren
nimet : iyilik, lütuf
nisbetinde : ölçüsünde
niyet : bir işi yapmayı önceden düşünme, maksat
nokta-i nazar : bakış açısı
nur-u iman : iman nuru, aydınlığı
rahmet : İlâhî şefkat ve merhamet
risale : Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi
sofra-i nimet : nimet sofrası
sofra-i Rahmân : dünya ve âhirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah’ın sofrası
suret : biçim, görünüş
şükür : teşekkür etme, Allah’a karşı minnet duyma
tabla-i rahmet : rahmet tablası, tezgâhı
tasavvur etmek : düşünmek, hayal etmek
terhis etmek : göreve son vermek, serbest bırakmak
tesbih : Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma
tesbihât-ı İlâhiye : Allah’ı zikir ve tesbih etmek
ulvî : yüce
umum : bütün, genel
ünsiyetkâr : dostça, cana yakın bir şekilde
vâveylâ : çığlık, feryat
yetim : babası ölmüş olan çocuk, kimsesiz
zemzeme : nağme, hoş ses
zikir : Allah’ı anma
Yükleniyor...