Hem nasıl ki, şu insan gayet mânidar bir mektub-u Rabbânîdir, muntazam bir kaside-i kaderdir. Öyle de, şu kâinat dahi, aynı o kalem-i kaderle, fakat büyük bir mikyasta yazılmış muntazam bir kaside-i kaderdir.

Hiç mümkün müdür ki, hadsiz alâmet-i farika ile bütün insanlara bakan şu insan yüzündeki sikke-i vahdete ve bütün mevcudatı omuz omuza, el ele, baş başa veren kâinat üstündeki hâtem-i vahdâniyete Vâhid-i Ehadden başka birşeyin müdahalesi bulunsun?

İKİNCİ FIKRA: اِبْدَاعُهُ لِذَاكَ...الخ Meâli şudur:

Sâni-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedî bir surette halk edip âyât-ı kibriyâsını üstünde nakşetmiş ki, kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş. Ve insanı dahi öyle bir tarzda icad edip, ona akıl vererek, onunla o mu’cizât-ı san’atına ve o bedî kudretine karşı secde-i hayret ettirerek, ona âyât-ı kibriyâyı okutturup, kemerbeste-i ubûdiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid fıtratında yaratmıştır. Hiç mümkün müdür ki, şu mescid-i kebirin içindeki sâcidlerin, âbidlerin mâbud-u hakikîleri, o Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası olabilsin?

ÜÇÜNCÜ FIKRA: اِنْشَاۤؤُهُ لِذاَكَ...الخ Meâli şudur ki:

O Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl, âlem-i ekberi, bahusus küre-i arz yüzünü öyle bir surette inşa ederek yapmıştır ki, birbiri içinde hadsiz daireler olup, herbir daire bir tarla hükmünde olup, vakit be vakit, mevsim be mevsim, asır be asır eker, biçer, mahsulât alır. Mütemadiyen mülkünü çalıştırır, tasarruf eder.

En büyük daire olan zerrat âlemini bir tarla yapıp, her zaman kâinat kadar mahsulâtı, kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldırır. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba, daire-i kudretten daire-i ilme gönderir.

Sonra, mutavassıt bir daire olan zemin yüzünü, aynen öyle bir mezraa yapmış ki, mevsim be mevsim âlemleri, envâları içinde eker, biçer, kaldırır. Mânevî mahsulâtını dahi gaybî, uhrevî, misalî ve mânevî âlemlerine gönderir.
« Önceki Sayfa  | | Sonraki Sayfa »
Önceki Risale: Birinci Makam / Sonraki Risale: Yirminci Mektubun Onuncu Kelimesine Zeyl
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

abd-i sâcid : Allah’a secde eden kul
âbid : ibadet eden, kul
alâmet-i farika : ayırt edici işaret
âlem : dünya; evren
âlem-i ekber : en büyük âlem
âlem-i gayb : görünmeyen, fakat mahiyeti Allah tarafından bilinen âlem
âlem-i şehadet : görünen âlem, dünya
asır be asır : her asır
âyât-ı kibriyâ : Allah’ın büyüklüğüne işaret eden âyetler, deliller
bâhusus : özellikle
bedî : eşsiz derecede güzel, benzersiz
daire-i ilim : ilim dairesi
daire-i kudret : Allah’ın sonsuz güç ve iktidarının hâkim olduğu daire
envâ : neviler, türler
fıkra : bölüm, kısım
gaybî : bilinmeyen, gayb âlemine ait
hadsiz : sonsuz, sınırsız
halk etme : yaratma
hâtem-i vahdâniyet : Allah’ın birlik mührü
hikmet : ilim, yüksek bilgi
icad etme : yoktan yaratma
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kemerbeste-i ubûdiyet : kulluk için el bağlayıp Allah’ın huzurunda durma
kudret : güç, iktidar
küre-i arz : yeryüzü
Mâbud-u Hakikî : gerçek ibadet edilmeye lâyık olan Allah
mahsulât : ürünler
Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl : bütün mülkün gerçek sahibi, büyüklük ve haşmet sahibi olan Allah
mescid-i kebir : büyük mescid
mevsim be mevsim : her mevsim
mezraa : tarla
misalî : görüntüden ibaret
mu’cizât-ı san’at : san’at mu’cizeleri
mutavassıt : orta seviyeli
mülk : sahip olunan
mütemadiyen : sürekli olarak
nakş etmek : işlemek
sâcid : secde eden
Sâni-i Hakîm : herşeyi hikmetle yaratan ve herşeyin san’atkârı olan Allah
Sâni-i Vâhid-i Ehad : birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de görülen ve her şeyi san’atla yaratan Allah
secde-i hayret : saşkınlıktan secdeye kapanma
sikke-i vahdet : Allah’ın birliğini gösteren mühür
suret : biçim, şekil
tasarruf etme : dilediği gibi kullanma
uhrevî : ahirete ait
Vâhid-i Ehad : birliği herşeyi kapladığı gibi, herbir şeyde de görülen Allah
vakit be vakit : her an
zerrat : atomlar
Yükleniyor...