On Birinci Ders

وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰى - وَالنَّهَارِ اِذَا تَجَلّٰى - وَمَا خَلَقَ الذَّكَرَ وَاْلاُنْثٰى - اِنَّ سَعْيَكُمْ لَشَتّٰى - فَأَمَّا مَنْ اَعْطٰى وَاتَّقٰى - وَصَدَّقَ بِالْحُسْنٰى - فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرٰى - وَاَمَّا مَنْ بَخِلَ وَاسْتَغْنٰى - وَكَذَّبَ بِالْحُسْنٰى - فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرٰى
1

Ey Avrupa! Sen, sağ elinle, sakîm ve mudill (yani dalâlete sevk eden) bir felsefeyi, sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup, “Beşerin saadeti bu iki şeyledir” deyip dâvâ edersin ve beşeri bunlara dâvet edersin. Senin bu iki elin kırılsın. Senin bu iki hediyen, senin başını yesin!

Ey nâşir-i küfr-ü küfran! Ayâ, hiç câiz olur mu ki, bir adamın akıl ve kalbi ve vicdan ve ruhu müthiş bir derecede musibet içinde olduğu hâlde, cismen zâhirî bir derece refah ve ziynet içinde bulunmasıyla o adama mesut denilsin ve saadetine hükmedilsin? Görüyoruz ki, bir adam, inkisar-ı hayale uğrasa veya bir emel-i vehmîden meyus olsa veya bir emr-i cüz’îden ümidi kesilse, nasıl dünya ona darlaşır. Onun tatlı şeyleri, ona nasıl acı gelir… Acaba, bütün âlâmın menşei ve bütün âmâlin hâdimi ( هَادِمٌ ) olan senin bu şeametin ve bu dalâletinle hasta olup yeis ve yetimlikle mânevî bir cehenneme düşen bir kalb ve bir ruh sahibi, nasıl bir cennet-i kâzibe-i zâile içinde mesut olabilir?

Ey beşeri ifsad eden müfsid Avrupa! Beşerin başına getirdiğin binler belâlardan birtekini söylüyorum, dinle! Ve onu izah eden bu temsile bak:

Ey felsefe-i Avrupa tilmizi! Seninle ikimiz, şimdi, tenezzüh için bir seyahate çıkıyoruz. İşte, önümüzde iki yol var. Gel, bak: Biz, şu gafil medenîlerin gittikleri yola gidiyoruz. İşte, şurada burada her yerde, hattâ gözümüzün yetiştiği yerlerde, belki bütün seyahatimiz müddetince böyle göreceğiz ki, her adım başında bir âciz adam duruyor. Bir kısım kavî ve galip insanlar o bîçareye hücum edip, öyle bir sûrette mal ve hayvanatını gasp ediyorlar ve hanesini tahrip ediyorlar ve bazan onu öyle bıçaklayıp cerh ediyorlar ki, hâline semâ ağlıyor. İşte, her nereye baksan bu hâl taammüm etmiş. Her yerde, zâlimlerin velvelelerinden ve mazlumların vaveylâlarından başka birşey işitilmiyor. Bütün yol boyunca bir matemhane-i umumî şeklini alan bu hâl devam ediyor. Madem ki insanız; insan, insaniyeti cihetiyle başkasının elemiyle müteellim olur. Bu hadsiz âlâm-ı beşere nasıl tahammül ederiz? Vicdan nasıl bu hâle dayanabilir?

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:

1 : “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Yemin olsun kaplayan geceye. Ve parlayan güneşe. Ve erkeği ve dişiyi yaratana. Sizin işiniz türlü türlüdür. Kim bağışta bulunur, günahtan kaçınır ve (dinin) en güzelini tasdik ederse, Biz de ona hayır ve kolaylık yolunu kolaylaştırırız. Kim cimrilik eder, kendisini (âhiret nimetlerine) muhtaç hissetmez ve (dinin en güzelini) yalanlarsa, Biz de ona kötülüğün ve Cehennem gibi zorlu bir âkıbetin yolunu kolaylaştırırız.” Leyl Sûresi, 92:1-10
2 : Yıkan, yok eden, mahveden.
« Önceki Sayfa  | | Sonraki Sayfa »
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

âlâm : elemler, acılar
âmâl : emeller, beslenen ümitler
ayâ : acaba
âciz : güçsüz, savunmasız
ahmak : akılsız
âlâm-ı beşer : insanların elemleri ve acıları
gafil : gerçeklerin farkında olmayan
gàlip : daha kuvvetli, baskın
gasp etmek : zorla almak, haksız yere el koymak
gayet : son derece
hadsiz : sayısız, sınırsız
hâlet : hâl, durum
hane : ev
hariç : birşeyin dışında olan
hayvanat : hayvanlar
helâket : mahvolma, yok olma
hevesat : gelip geçici, nefsin hoşuna giden istek ve arzular
hodendiş : yalnız kendini düşünen, yalnız kendisi için endişe duyan
hüdâ-i Kur’ân : Kur’ân’ın insanlara sunduğu hak ve hidayet yolu
ifsad etmek : bozmak
insaniyet : insanlık
izah eden : açıklayan
kavî : güçlü, kuvvetli
lehviyat : nefsin hoşuna giden haram eğlenceler, fantaziler
matemhane-i umumî : herkesin yas tuttuğu yer
mazlum : zulme uğramış
muvakkaten : geçici olarak
müfsid : bozguncu, bozucu
müteellim olmak : üzülmek, acı duymak
müteessir etmek : etkilemek
ruh-u beşer : insan ruhu
selâmet : esenlik, rahatlık
semâ : gök
seyahat : yolculuk
sûret : biçim
şâmil : içine alan, kuşatıcı
taammüm etme : yayılma, yaygınlaşma
tahrip etme : yıkıp bozma
tecerrüd etmek : sıyrılmak, soyutlanmak
temsil : analoji, kıyaslama tarzında benzetme
tenezzüh : gezinti
tilmiz : talebe, öğrenci
vâveylâ : feryad
velvele : gürültü, bağrışma
beşer : insanlık
caiz : sakıncasız, geçerli
cennet-i kâzibe-i zâile : yok olup gidici olan yalancı cennet, geçici dünya mutluluğu
dalâlet : hak yoldan ayrılma, sapkınlık
dâvâ etmek : iddia etmek
emel-i vehmî : temelsiz ümit, kuruntuya dayalı beklenti
emr-i cüz’î : bireysel, ferdî iş; küçük ve basit bir iş
hâdim : yok eden, yerle bir eden
hükmedilmek : karar verilmek
inkisar-ı hayal : hayal kırıklığı
menşe : esas, kaynak, kök
mes’ut : mutlu
meyus olmak : ümitsizliğe düşmek
musibet : belâ, sıkıntı
muzır : zararlı
nâşir-i küfr-ü küfran : küfür ve küfranı yayan; kutsal şeylere karşı inkarcılığı ve nimetlere karşı nankörlüğü yayan
refah : huzur, rahatlık
saadet : mutluluk
sakîm : hastalıklı, kötürüm
sefih (medeniyet) : yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkünlüğü, ahmaklığı esas alan
sevk etmek : yöneltmek
şeamet : uğursuzluk
yeis : ümitsizlik
zâhirî : görünüşte
ziynet : süs, zenginlik
Yükleniyor...