“Hem imân, yalnız ilim ile değil, imânda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i imâniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır.” İşte Risale-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor. Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor ve müstakim ve selâmetli yapıyor.
Eski hükema, ahkâm-ı şer’iyeden ve akaid-i imâniyeden bazıları için: “Bu nakildir, imân ederiz, akıl buna yetişmez” demişler. Halbuki, bu asırda akıl hükmediyor. Bediüzzaman Said Nursî ise, “Bütün ahkâm-ı şer’iye ve hakaik-i imâniye aklîdir. Aklî olduğunu ispata hazırım” demiş. Ve Risale-i Nur’da ispat etmiştir.
Risale-i Nur’da, müstesna bir edebiyat ve belâğat ve icaz, nazirsiz, câzip ve orijinal bir üslup vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üsluba mâliktir. Onun üslubu, başka üsluplara muvazene ve mukayese edilemez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üsluplara nazaran pek münasip düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte bir imâ veya ince bir mânâ veya hikmet vardır. Ve o beyan tarzı, oraya tam muvafıktır.
Fakat, o ince inceliği, âlimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için, Bediüzzaman’ın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri Risale-i Nur’la fazla iştigal etmemiş olanlar, birden intikal edemezler. Büyük şairimiz, edebiyatımızın medâr-ı iftiharı merhum Mehmed Akif, bir üdebâ meclisinde: “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler, Descartes’lar, edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler” demiştir.
Edip ve şâirler, zevâl ve firaktan ağlamışlar, ölümden vaveylâ etmişlerdir. Güz mevsimini hüzünle tasvir etmişlerdir. Hattâ, dünyaca meşhur Arap edipleri “Eğer firak olmasa idi, ölüm ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi” mânâsında
لَوْلاَ مُفَارَقَةُ اْلاَحْبَابِ مَاوَجَدَتْ لَهَا الْمُنَايَا اِلٰۤى اَرْوَاحِنَا سُبُلاً demişlerdir.
Eski hükema, ahkâm-ı şer’iyeden ve akaid-i imâniyeden bazıları için: “Bu nakildir, imân ederiz, akıl buna yetişmez” demişler. Halbuki, bu asırda akıl hükmediyor. Bediüzzaman Said Nursî ise, “Bütün ahkâm-ı şer’iye ve hakaik-i imâniye aklîdir. Aklî olduğunu ispata hazırım” demiş. Ve Risale-i Nur’da ispat etmiştir.
Risale-i Nur’da, müstesna bir edebiyat ve belâğat ve icaz, nazirsiz, câzip ve orijinal bir üslup vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üsluba mâliktir. Onun üslubu, başka üsluplara muvazene ve mukayese edilemez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üsluplara nazaran pek münasip düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte bir imâ veya ince bir mânâ veya hikmet vardır. Ve o beyan tarzı, oraya tam muvafıktır.
Fakat, o ince inceliği, âlimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için, Bediüzzaman’ın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri Risale-i Nur’la fazla iştigal etmemiş olanlar, birden intikal edemezler. Büyük şairimiz, edebiyatımızın medâr-ı iftiharı merhum Mehmed Akif, bir üdebâ meclisinde: “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler, Descartes’lar, edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler” demiştir.
Edip ve şâirler, zevâl ve firaktan ağlamışlar, ölümden vaveylâ etmişlerdir. Güz mevsimini hüzünle tasvir etmişlerdir. Hattâ, dünyaca meşhur Arap edipleri “Eğer firak olmasa idi, ölüm ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi” mânâsında
لَوْلاَ مُفَارَقَةُ اْلاَحْبَابِ مَاوَجَدَتْ لَهَا الْمُنَايَا اِلٰۤى اَرْوَاحِنَا سُبُلاً demişlerdir.
Önceki Risale: Lemeât