İKİNCİ ESAS

Melâikenin vücuduna ve ruhanîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icmâ-ı mânevî ile, tabirde ihtilâflarıyla beraber, bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek, bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir. Hattâ, maddiyatta çok ileri giden hükema-i işrâkıyyunun meşâiyyun kısmı, melâikenin mânâsını inkâr etmeyerek, “Herbir nev’in bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri vardır” derler. Melâikeyi öyle tabir ediyorlar. Eski hükemanın işrâkıyyun kısmı dahi, melâikenin mânâsında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak “ukul-u aşere“ ve “erbâbü’l-envâ’“ diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyan, “melekü’l-cibal, melekü’l-bihar, melekü’l-emtar” gibi, her nev’e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadıyla bulunduğunu kabul ederek, o namlarla tesmiye ediyorlar. Hattâ, akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemâdat derecesine mânen sukut etmiş olan maddiyyun ve tabiiyyun dahi, melâikenin mânâsını inkâr edemeyerek, HAŞİYE “kuvâ-yı sâriye“ namıyla bir cihette kabule mecbur olmuşlar.

Ey melâike ve ruhaniyatın kabulünde tereddüt gösteren biçare adam! Neye istinad ediyorsun, hangi hakikate güveniyorsun ki, bütün ehl-i akıl bilerek, bilmeyerek melâikenin mânâsının sübutuna ve tahakkukuna ve ruhanîlerin tahakkukları hakkında ittifaklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun? Madem ki Birinci Esasta ispat edildiği gibi, hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki neticesidir, zübdesidir. Bütün ehl-i akıl, mânâ-yı melâikenin kabulünde mânen müttefiktirler. Ve şu zeminimiz, bu kadar zîhayat ve zîruhlarla şenlendirilmiştir. Şu halde hiç mümkün olur mu ki, şu feza-yı vasîa sekenelerden, şu semâvât-ı lâtife mutavattinînden hâli kalsın?

Hiç hatırına gelmesin ki, şu hilkatte câri olan namuslar, kanunlar, kâinatın hayattar olmasına kâfi gelir. Çünkü, o cereyan eden namuslar, şu hükmeden kanunlar itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardır; ademî sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melâike denilen ibâdullah olmazsa, o namuslara, o kanunlara bir vücut taayyün edemez, bir hüviyet teşahhus edemez, bir hakikat-i hariciye olamaz. Halbuki, hayat bir hakikat-i hariciyedir. Vehmî bir emir, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler:

HAŞİYE : Melâike mânâsını ve ruhaniyatın hakikatini inkâra mecal bulamamışlar; belki fıtratın namuslarından “kuvâ-yı sâriye“ diye, “cereyan eden kuvvetler” namını vererek yanlış bir surette tasvir ile bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar. Ey kendini akıllı zanneden!..
« Önceki Sayfa  | | Sonraki Sayfa »
Önceki Risale: Yirmi Sekizinci Söz / Sonraki Risale: Otuzuncu Söz
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

biçare : çaresiz
câri : geçerli
cemâdat : cansız varlıklar
cihet : taraf, yön
ehl-i akıl : akıl sahibi kimseler
ehl-i edyan : din sahipleri, dine inananlar
erbâbü’l-envâ : türlerin yöneticileri; bir felsefî iddiaya göre her türün bir tanrısının olması
feza-yı vasîa : pek geniş uzay
fıtrat : yaratılış
hakikat : gerçek, içyüz, esas
hâli : boş
hilkat : yaratılış
hükema : filozoflar
ilham : Allah tarafından kalbe atılan mânâlar
inkâr : kabul etmeme, inanmama
insaniyet : insanlık
irşad : doğru yolu gösterme
istinad : dayanma
işrâkıyyun : bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunanlar
ittifak : birlik
kâinat : evren, yaratılmış herşey
keşşaf : keşfedici, açığa çıkarıcı
kuvâ-yı sâriye : akıcı ve gezici güçler
maddiyyun : materyalistler, herşeyi maddeye bağlayanlar
mahiyet-i mücerrede-i ruhaniye : ruha ait soyut bir özellik
mânâ-yı melâike : “melekler” kavramının özü
mânen : mânevî olarak
mecal : güç, kuvvet, takat
melâike : melekler
melek-i müekkel : vekil tayin edilmiş, görevli melek
melekü’l-bihar : denizlerden sorumlu melek
melekü’l-cibal : dağlardan sorumlu melek
melekü’l-emtar : yağmurdan sorumlu melek
mevcudat : varlıklar
mutavattinîn : vatan edinmişler, yurt tutunmuşlar
muztar : mecbur
müttefik : birleşmiş
ruhanî : maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlık
ruhaniyat : maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âleminin varlıkları
sekene : sâkinler, yerleşmiş olanlar
semâvât-ı lâtife : güzel gökyüzü
sukut : düşme, alçalma
suret : şekil, biçim
sübut : sabit olma, kesin olarak meydana çıkma
tabiiyyun : tabiatçılar, yaratıcı olarak tabiatı kabul edenler
tabir etme : açıklama, ifade etme
tahakkuk : gerçekleşme
tasdik : doğrulama, onaylama
tasvir etme : anlatma, ifade etme
tereddüt : şüphe
tesmiye etme : isimlendirme
ukul-u aşere : on akıl; eski bir felsefî iddiaya göre kâinatı on aklın idare etmesi
vahy : bir emrin veya hakikatin Allah tarafından Peygambere bildirilmesi
zîhayat : canlı
zîruh : ruh sahibi
zübde : en seçkin kısım, öz
Yükleniyor...