Belki, o âsâr-ı acîbeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imanî bir tarzda; ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat, o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri, aklîdir, şuhudî değil. Belki, bazan hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder; pek güçlükle inanabilirler.

İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin âzâları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi Zühre, Katre, Reşha farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor; biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani, onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.

İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul eden ve nefsi kesafet peydâ eden arkadaş! Sen Zühre ol. Nasıl ki o Zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor; ve o renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.

Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan Katre olsun ki, kamer, güneşten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir, o da o nurla parlar. Fakat o Katre, o nurla yalnız kameri görür, güneşi göremez; belki imanıyla görebilir.

Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan bilir, esbabı bir perde telâkki eder fakir adam, o da Reşha olsun. Öyle bir Reşha ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp Zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya güneşin timsalini gözbebeğinde saklıyor.

Şimdi, madem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız: Bizde ne var, ne yapacağız?

İşte, bakıyoruz ki, bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.
« Önceki Sayfa  | | Sonraki Sayfa »
Önceki Risale: Yirmi Üçüncü Söz / Sonraki Risale: Yirmi Beşinci Söz
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

âsâr : eserler
âsâr-ı acîbe : hayrette bırakan eserler
ayn-ı mutlak : kayıtlı ve sınırlı olmayanın ta kendisi
âzâ : organlar
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah
esbab : sebepler
farz etmek : varsaymak
feyiz : bolluk, bereket
feylesof : filozof, felsefeci
hakikat : gerçek, doğru
hâlis : katıksız, saf
hükm-ü imanî : imanî hüküm
ihsan : bağış, iyilik
inhilâl : çözülüp açılmış, dağılmış
isnad : dayandırma
istidat : yetenek, kabiliyet
kâfi : yeterli
kamer : ay
Katre : damla
kesafet peyda etmek : katılaşmak
kurbiyet : yakınlık
maddiyât : maddi şeyler
mukayyed : kayıtlı
müsademe : çarpışma
nefis : insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet
nur : ışık, aydınlık
perestiş : taparcasına sevme
Reşha : sızıntı
safvet : arılık, berraklık
suret : şekil, görüntü
şems : güneş
şuhudî : görürcesine, açıkça
şuhud-u kalbî : kalbin görmesi
şuhud-u kevniye : kâinatta görünüp yaşanan şeyler, gözlemler
şuur : bilinç, idrak, anlayış
şuurlu : bilinçli
telâkki : kabul etme
temsil : kıyaslama tarzında benzetme, analoji
tenvir : aydınlatma
terbiye : besleme, yetiştirme
tevaggul : dalma, derinliğine girme
teveccüh : yönelme
tezyin : süsleme
timsal : nümune, örnek
Zât-ı Kerîm : sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah
zıll : gölge
ziya : ışık
ziya-yı şems : güneşin ışığı
ziynetli : süslü
Zühre : çiçek
Yükleniyor...