Şimdi, biri o adamlardan birisine dese, “Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim. Yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim”; o söz hakikattir. Çünkü, haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.

İşte, dünya nazarıyla, dar fikrimizle, âhirete müteveccih hakaik-ı sevabiyeyi o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Mûsâ (a.s.) ve Hârun’un (a.s.) meçhulümüz olan hakikî sevapları ile muvazene değil çünkü teşbih kaidesi, meçhulü malûma kıyas eder belki muvazene edilen, malûmumuz olan ve tahminimize giren sevaplarıyla, bir abd-i mü’minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır.

Hem de, deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, güneşin tamam-ı aksini tutmakta müsavidirler. Fark keyfiyettedir. Hazret-i Mûsâ (a.s.) ve Hârun’un (a.s.) deniz-misal âyine-i ruhlarına in’ikâs eden mahiyet-i sevap, bir katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevaptır. Mahiyetçe, kemiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tâbidir.

Hem bazan olur ki, birtek kelime, birtek tesbih öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı hâlât oluyor ki, birtek âyet, Kur’ân kadar faide verebilir.

Hem İsm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile İsm-i Âzam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibarıyla, kemiyetçe bir nebînin feyzi kadar sevap alıyor denilse, hilâf-ı hakikat olamaz.

Hem de sevap ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasıl ki, bir zerrecik bir şişede, semâvât, nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, niyet-i hâlise ile şeffafiyet peydâ eden bir zikirde veya bir âyette, semâvât gibi nuranî sevap ve fazilet yerleşebilir.
« Önceki Sayfa  | | Sonraki Sayfa »
Önceki Risale: Yirmi Üçüncü Söz / Sonraki Risale: Yirmi Beşinci Söz
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

abd-i mü’min : iman etmiş kul
âhiret : öteki dünya, öldükten sonraki hayat
âlem : dünya
Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
âyet : Kur’ân’ın her bir cümlesi
âyine-i ruh : ruh aynası
bedevî : çölde yaşayan, göçebe
daire-i fikr : düşünce alanı
deniz-misal : deniz gibi
fazilet : değer, üstünlük
feyz : mânevî gıda, lütuf
feyz-i İlâhiye : Allah’ın feyzi, lütfu
hakaik-i sevabiye : sevap gerçekleri
hakikat : gerçek, doğru
hakikî : gerçek, doğru
hâlât : haller, durumlar
haşmet : görkem, ihtişam
haşmet-i padişahî : padişahın haşmeti, görkemi
hilâf-ı hakikat : gerçeğe aykırı
in’ikâs : yansıma
İsm-i Âzam : Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı
kaide : düstur, prensip
Katre : damla
kemiyet : sayıca çokluk, nicelik
keyfiyet : özellik, nitelik, durum
mahiyet : nitelik, esas
mahiyet-i sevap : sevabın mahiyeti
malûm : bilinen
mazhar : yansıma ve görünme yeri
meçhul : bilinmeyen
mukabil : karşılık
muvazene : karşılaştırma
mü’min : iman etmiş
müsavi : eşit, denk
müteveccih : yönelik
nazar : bakış
nebî : peygamber
niyet-i hâlis : saf, temiz niyet
nur : ışık, aydınlık
nuranî : nurlu, aydınlık
nücum : yıldızlar
Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
saadet : mutluluk
semâvat : gökler
şeffafiyet peydâ etmek : şeffaflık kazanmak
şevket : büyüklük, haşmet
tamam-ı aks : yansımanın tamamı
tesbih : Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma
teşbih : benzetme
umum : bütün
Veraset-i Ahmediye : Hz. Muhammed’in varisliği
vird : zikir
zerre : maddenin en küçük parçası
zıll : gölge
Yükleniyor...