Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarîkatten hilâfet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş. O zât ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: “İşte beni anladın.” O da dedi: “Madem senin irşadınla bu makamı buldum; seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım” diye Cenâb-ı Hakka yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birden bire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış.

Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe’nidir.

Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesanüdünü ve birbirine karşı hüsn ü zanlarını bozmak için derler: “İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar âdi, âciz insanlardır.” Her ne ise, musibette gerçi çok zararımız var, fakat umum âlem-i İslâmı alâkadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından, pek çok ucuz olarak pek büyük kıymeti var. Buna benzer vukua gelen hâdiseler, ya siyaset-i diniye veya başka sebeplerle, umum âlem-i İslâm namına olamadılar.
• • •

Eski Said’in matbu Lemeat başındaki acip imzası az tağyirle şimdiki halime ve yetmişinci sene-i ömrüme tam muvafık gelmesi cihetiyle yazdım. Münasip görseniz, hem müdafaatın, hem Meyvenin, hem küçük mektupların âhirinde imza yerinde yazarsınız. İşte o garip imza, gelen üç buçuk satırdır...
« Önceki Sayfa  | | Sonraki Sayfa »
Önceki Risale: On İkinci Şuâ / Sonraki Risale: On Dördüncü Şuâ
Ekranı Genişlet
Lügat Listesi

Lügatler :

acip : hayret verici, şaşırtıcı
âciz : güçsüz, zayıf
âdi : sıradan, basit
âhir : son
alâkadar etmek : ilgili kılmak
âlâm : elemler, acılar
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
bâ-âsâm : günahlarla, hatalarla
bîçare : çaresiz
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
cihetiyle : yönüyle
ed-dâî : dua eden
ehl-i sadâkat : doğruluk ve bağlılıkta kusur etmeyenler
emvât : ölüler
fena : kötü, çirkin
ferâset : çabuk sezme ve anlama kàbiliyeti
gayet : son derece
hüsn-ü zan : güzel zanda bulunma
hüsrân-ı İslâm : İslâmın maruz kaldığı zarar
ıslah : düzeltme, iyileştirme
irşad : doğru yolu gösterme, uyarma
keyfiyet : durum, nitelik, oluşum
lemeat : parıltılar, Risale-i Nur Külliyatı’nda Sözler kitabının sonunda yer alan bir bölüm
matbu : basılmış
musibet : belâ, dert, felâket
muvafık gelmek : denk, uygun gelmek
müdafaat : savunmalar; Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur talebelerinin çeşitli mahkemelere sundukları savunmaların yer aldığı risale
münafık : iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kişi
münasip : uygun
mürid : Allah’ın rızâsına kavuşmayı isteyen, bir mürşidin talebesi
mürşid : irşad eden, doğru yolu gösteren
mürşid-i hakikî : gerçek irşad edici, yol gösterici
sene-i ömr : ömrün senesi
siyaset-i diniye : din siyaseti
sukut : alçalma, düşüş
şe’n : bir şeyin gereği; hâl, özellik
şeyh : tarîkat kurucusu; bir tekke ve zaviyede ders veren ve müridleri bulunan zât
tağyir : değiştirme
terakki etmek : ilerlemek
tesanüd : dayanışma
uhuvvet : kardeşlik
umum : bütün
vukua gelmek : meydana gelmek
ziyade : çok
Yükleniyor...