AHMED NAZİF ÇELEBİ
Risale-i Nur hizmetlerinde İnebolu’nun sembol ismi “Ahmed Nazif Çelebi”dir. Külliyat'ta çok yerlerde ismi ve mektupları geçen bu kahraman Ağabeyimizin yaptığı hizmetler, bilhassa teksir makinesiyle yaptığı tab hizmetleri, Üstadımız tarafından takdir ve sena ile bahsedilmektedir. Nazif Çelebi Ağabey 1891 İnebolu doğumludur. 1964 senesinde vefat etmiştir. Kabirleri oğlu Selahaddin Çelebi ile aynı kabristandadır, yakındır.
Kendisini elbette ki göremedik. Onu, Onu görenler bize anlattılar. O tarihî hizmetlerin, teksirlerin yapıldığı evini gezdik. Ve gözlerimize inanamadık: Bu ev, sanki o günün şartlarına göre, tam bu hizmet için yapılmış. Lâbirent gibi bir yapı. İç içe odalar; gizli geçitler; dolaptan dolaba geçişler; karmakarışık merdivenlerden üst ve alt katlara inişler-çıkışlar. Ve teksir makinesinin bulunduğu tavan arası… Tavan arasından zemine inerken biz bile yolumuzu kaybettik. Ne yazık ki bu ev şimdi metruk ve harabe vaziyette. Sahibi de başkası… Biraz tanıtabilmek için, her cepheden fotoğraflarını çektik.
Bediüzzaman’ı Nasıl Tanıdı?
Ahmed Nazif Çelebi, Bediüzzaman ismini daha 17 yaşlarında iken duymuş ve kalbinde yer tutmuştur. 1909’da İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Hazretleri, 31 Mart hadisesinden sonra kurulan Divan-ı Harp Mahkemesinde beraat eder ve Van’a dönmek üzere yola çıkar. Trabzon’a kadar deniz yoluyla olan Van yolculuğu sırasında, İnebolu’ya da uğrar. İşte o sırada çarşıda bulunan Nazif Çelebi, Bediüzzaman’la göz göze gelir ve selamlaşırlar. Kalbi heyecan içinde çırpınır, içinden ılık bir akıntı geçer genç Çelebi’nin. İşte O gün!.. O kadarla kalmıştır. Bu hadiseyi Nazif Çelebi Ağabey Kastamonu Lâhikasında kendi kalemiyle şöyle izah etmektedir:
“…on yedi yaşımda bulunduğum ve çok cahil ve çocukluk devresinde iken, bu mübarek isim kalbimde yer tutmuş. Ve bu kalbî muhabbet hürmeti için olacak ki; 1326 (1908) senesinde Hazret-i Üstad'ın 'Bediüzzaman Said-i Kürdî' lakabı altında Karadeniz seyahatinde iki hizmetkârı ile İnebolu'yu ziyaret ederek, o zaman İnebolu'nun meşhur ulemasından Hacı Ziya ve diğer ulema arasında vapura teşyi' edildiği sırada tesadüfen çarşıda karşılaştığım ve çok derin muhabbet hissiyle bu mübarek zâta selâm durarak mütebessim ve nuranî sîmalarıyla ve keskin nazarlarıyla selâmlarına ve manevî nazarlarıyla iltifatlarına mazhar olduğum günden beri artan muhabbet ve alâkamı, otuz senelik hatırımdan kat'iyyen silinmediğini aynelyakîn görüyordum.” (bk. Kastamonu Lahikası, 31. Mektup, s. 41)
Nazif Çelebi, tam otuz sene sonra, İnebolu’da bir kahvehanede, zavallı bir sarhoştan; "Ya Rab! Bana bir mürşid-i kâmil ihsan buyur." diye, yana yakıla aradığı mürşidin Kastamonu’ya geldiğini duyar. Nazif Ağabey işin bu kısmını da Kastamonu Lâhikasında şöyle açıklamaktadır:
“…On seneden beri Cenab-ı Rabb-ül Âlemîn Hazretlerinden niyazımda, daima beş vakit dualarımda, 'Ya Rab! Bana bir mürşid-i kâmil ihsan buyur.' niyazında iken, bundan üç sene evvel yani hicri bin 1357 ve miladi 1938 senesinde, İnebolu'da bir kahvede, Kastamonulu bir zavallı sarhoşun sitayişle bahsettiği bir zâtın Kastamonu'da mevcudiyeti ve menfî olarak bulunduğunu işittim. Dikkat ettim ve tahkik ve ta'mik ettim. Anladım ki; otuz senedir kalbimde saklı olarak taşıdığım o zamanki Said-i Kürdî olduğunu hayretle öğrendim. Ve kalbimdeki sevgi günler geçtikçe ateşlendiğini hissettiğimden, her tehlikeyi göze alarak ziyaret edip, mübarek ellerini öpmek lâzım ve şart olduğunu bildim. Ve ziyaretimde, Eski Said'in ism-i mübarekleri Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur'un müellifi ve sahibi olarak buldum. Kemal-i aşk ve ihlasla sarıldım. Ve benim yegâne mürşidim ve rehberim ve büyük üstadım o Risale-i Nur'dur dedim." (bk. age., s. 42)
Aynı sayfanın altına Risale-i Nur’un bu büyük talebesi için Bediüzzaman Hazretleri şu dipnotunu koymuştur:
“Evet, bazı ehl-i velayetin ileride talebesi olacak zâtlar, daha dünyaya gelmeden, hiss-i kabl-el vukuun inkişafıyla kerametkârane keşfettikleri gibi; Risale-i Nur'un talebelerinin mühimlerinden birkaç zât dahi, çok zaman evvel, bir hiss-i kabl-el vuku' ile ileride Said ile alâkadar bir surette bir Nur'a hizmet edeceğini hissetmişler. İşte, onların birisi de Nazif'tir.”
Çok Celalli ve Haşmetli Bir İnsandı
O zamanlarda bütün Türkiye’de sadece iki yerde teksir makinesi bulunmaktaydı. Birisi, Isparta-Sav’da İbrahim Gül’ün evinde, Diğeri ise “Küçük Isparta İnebolu”dadır. O da “Ahmed Nazif Çelebi” Ağabeyimizin evinde, tavan arasında bulunuyordu. Teksir konusunda İnebolu Isparta’dan daha kıdemlidir. Tarih itibariyle makine ile tab işi ilk önce İnebolu’da başlamıştır. Sonra Tâhirî Ağabey tarafından Isparta'ya da bir makine alınmıştır.
1978 İnebolu seyahatimizde Denizli Hapsinde Hazret-i Üstad'la ve Nazif Çelebi Ağabeyle beraber yatan Gülcü Hüseyin ve Sâlih Uğurtan anlattılar:
“Nazif Ağabey İnebolu’nun eşrafındandır. Çok celalli ve haşmetli bir insan idi. Âdeta bastığı yer titrer, çarşıdan geçerken herkes hürmetle temennaya dururdu. Ahmed Nazif Çelebi Ağabeyimiz İnebolu'da çok saygın bir insandı…”
Böyle söylediler, Salih ve Gülcü Hüseyin Ağabeyler.
İşte böyle bir zat, Bediüzzaman’a talebe olduktan sonra oğlu Selahaddin ve etrafındaki Nur Talebeleriyle beraber öyle gayretli ve ihlâslı hizmetlerde bulunuyorlar ki; Bediüzzamanın dilinden, İnebolu şehrini “Küçük Isparta” namıyla şereflendiriyorlardı… Salih ve Gülcü Hüseyin Ağabeyler, yapılan teksir Risaleleri ciltlettikten sonra, gizlice kasalar içinde gemilerle Anadolu’ya sevk ettiklerini de söylediler.
İnebolu ziyaretimizde beni en çok hayretlere düşüren bir şey oldu: Birçok Nur Talebesi tarafından varlığı ve ehemmiyeti pek fark edilmediğini zannettiğim, Nazif Çelebi Ağabeyin, o dillere destan hizmetlerini yaptığı evi ve bu evin özellikleri oldu.
Hayret Verici Bir Ev
23.07.1998 deki İnebolu ziyaretimizde Gülcü Hüseyin ve Sâlih Ağabeyler bize Nazif Çelebi Ağabeyimizin evini gezdirdiler. Dört katlı eski bir Rum evi olan bu bina, şu anda metrûk bir vaziyette. Şimdiki sahibi de Almanya’da bulunuluyormuş.
Evi gezerken hayret hayret içinde kaldık. O zamanki baskın ve tarassutları düşünürsek, bu ev, sanki o günkü şartlara göre tam bu hizmet için yapılmış. Lâbirent gibi bir yapı... İç içe odalar; gizli geçitler; dolaptan dolaba geçitler; karmakarışık merdivenlerden üst ve alt katlara inişler-çıkışlar. Ve teksir makinesinin bulunduğu tavan arası. Burası ayakta dik durulamayacak kadar alçak. Kahraman Ahmed Nazif Ağabey, ayağında tokyo terliklerle sabahlara kadar burada iki büklüm olarak risaleleri teksir edermiş. Bütün Anadolu’ya neşriyatı buradan gerçekleştirmişler. “Îman tekniğe meydan okudu” sözüne masadak olmuşlar.
En garip tarafı da: Bu evin karşısında, o zamanın hükümet binası, onun önünde jandarma karakolu, bir bina ötedeki sokakta da polis karakolunun bulunmuş olmasıdır. Daha da hayret verici bir înayet ise: Bu ev, polis ve jandarma tarafından defalarca basıldığı, arandığı halde, teksir makinesinin kat’iyyen bulunamamasıdır. Bizi gezdiren Salih Uğurtan ve Gülcü Hüseyin Ağabeyler bunları anlattılar bize. Yani hadiselerin içinde olanlar, yaşayanlar anlattılar.
Hakikaten makine odasının bulunması mümkün değildi. Biz dahi tavan arasından zemin kata inerken yolumuzu kaybettik... İnebolu’ya gidenler bu evi gezmelidirler.
Abdullah Yeğin Ağabey’e danıştım: “Şimdi evin sahibinin Almanya’da olduğunu, inşallah zamanla alınabileceğini…” söyledi.
(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-II)