ALİ DEMİREL

Ali Demirel 1924 Burdur doğumlu olup askerî pilotluktan emeklidir. Şimdi İstanbul Fatih’te ikamet etmektedir.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin askerlere, hususen havacı olanlara taltif ve dualar ettiğini Tarihçe-i hayat kitabından her zaman okuyor ve Ağabeylerin anlattığı hatıralardan dinliyordum. Ali Ağabeyin hatıralarını da kamera ile kaydedip yazdıktan sonra Tarihçe-i Hayat’taki ifadelerin âlemimde tam yerini bulup yerleştiğini hissettim. Ali Demirel gibi fedakâr şahsiyetler çok güzel ifade edilmişti bu satırlarda. Şöyle deniyor Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat kitabında:

“Askerler içinde, bilhassa havacılardan pek çok Nur Talebeleri vardı. Bunların her birisi îmanlı ve yüksek ahlâk sahibi olup, şecaat-ı milliye-i İslâmiye ile serefrâz, ihlâslı, kalpleri muhabbet-i Nebevîye ve cihan-değer hizmet-i İslâmiye ve vatanîye ile meşbu kimselerdi.” (bk. T. Hayat, s. 646)

Yine aynı kitapta Hz. Üstad’ın tayyarecilere ayrı bir müjdesi ve şöyle ince bir mesajı var:

“Yine bir gün vaktiyle Eskişehir'de, tayyareciler ve subaylar ve askerlere de aynen şu dersi vermişti:

"Bu tayyareler, bir gün İslâmiyet’e büyük hizmet edecekler. Farz namazlarınızı kılsanız, kılamadığınız zaman kaza etseniz asker olduğunuz için her bir saatınız, on saat ibadet; hususan hava askeri olanların bir saati, otuz saat ibadet sevabını kazandırır. Yeter ki kalbinde îman nuru bulunsun ve îmanın lâzımı olan namazı îfa etsin.” (bk. T. Hayat, s. 466)

Havacı Astsubay Emekli Pilot Ali Demirel Ağabey, bu temenni ve iltifatın ma’kes bulduğu îmanlı, yüksek ahlâk sahibi, ihlâslı, şecaat-ı milliye-i İslâmiye ile serefrâz mümtaz şahsiyetlerden birisidir… Hatıralarının tamamı okununca bunu hayret, tebrik ve takdir ile anlayacağız. Burada sadece bir örnek vermek istiyorum: Cebinde bile bir küçük risale taşıyanların hapislere atıldığı, işkence edildiği bir dönemde Pilot Ali Ağabey, sayısız asker ve subayın arasından kolilerle Risale-i Nur kitaplarını geçirip, askeri jiplerle dağıtıyor, askeri uçakla muhtaç olan uzak beldelere taşıyor. Hatta bir keresinde Birinci Ordu Komutanını taşıdığı uçakta yapıyor bu kahramanlığı… Bunların anlatımı kendi ifadeleriyle gelecek…

Tayyareci Ali Demirel’in Bediüzzaman Hazretlerine çok sayıda ziyaretleri de oluyor, onun duasını alıyor. Meslek hayatı hep böyle risk taşıyan hizmetlerle geçtiği, hem devamlı takip edildiği, hatta Milliyet Gazetesine konu bile olduğu halde, inayet-i İlâhiye ile bir kere bile başına ciddi bir vukuat gelmiyor Ali Ağabeyin. Kendisi "Bu hizmet kabiliyetle değil, inayet-i İlâhiye ile istihdam olunmaya bakıyor." diyor.

Hatıralarını almak için randevu talebimize, 1 Nisan 2010 tarihinde evinde kabul ederek bizi sevindiren Ali Ağabey, doyumsuz sohbetiyle ve bir döneme ışık tutan çok kıymetli, çok değişik hatıralarıyla bizi coşturdu, saatlerce yanından ayrılamadık. Daha önce de bazı hatıralarının yazılıp yayınlandığını fakat bunların çok eksik ve nakıs kaldığını belirten Ali Ağabey her sorumuza açık ve geniş olarak cevaplar vermiştir…

Tayyareci Ali Ağabey, merhum Gazeteci-Yazar Hüseyin Demirel ve Hattat Muhsin Demirel’in babalarıdır, aynı zamanda. Bir de bu hizmet-i kudsiyenin hanım hâdimlerinden "Nurdan" isminde bir kızı var Ali Ağabeyin. "Çocuklarımı cemaate teslim ettim, cemaat yetiştirdi onları." diyor kendisi…

Dünyada en büyük sermayem dediği bu hatıralarına, bir vefa örneği göstererek muhterem eşi Şükran hanımı da şerik ediyor Ali Ağabey… Hayat arkadaşı hakkında, “Evimizdeki hizmetlerin en büyük kaynağı hanımdır. Eğer o kabul etmemiş, izin vermemiş, razı olmamış olsa böyle olmazdı.” diyor. Biz de bu vesileyle, hizmetlerini hep duyduğumuz Şükran ablamıza şükranlarımızı arz ediyoruz…

Ali Demirel’in hatıralarını yazıp düzenledikten sonra, torunu Nedim Celal Demirel vasıtasıyla kendisine gönderdim ve tashih ettirdim…

ALİ DEMİREL ANLATIYOR

6 Eylül 1924 tarihinde Burdur vilayetinin Karamanlı kazasında doğmuşum. 1931’de ilkokula başladım, ortaokulu Burdur’da bitirdim. Burdur’da lise yoktu, Denizli’de ve Antalya’da vardı; oralara gitme imkânımız da yok. Sanki her taraf kapalı, yalnız havacılık açık… Sene 1941, 2. Dünya Harp yılları içindeyiz. Türk Hava Kurumu devamlı reklam yapıyor; süslü elbiseler gösteriyor. Biz adeta oraya, havacılığa sevk edildik.

Havacı olmaya karar verdikten sonra ilk olarak Burdur Türk Hava Kurumu’na gittik. Oraya vardığımızda bize alaka gösterdiler, para verdiler, trene bindirdiler, Eskişehir İnönü’deki Türk Hava Kurumu’na gönderdiler. Eğitime alınmadan önce adaylar muayeneler ediliyor, sınıflara ayrılıyordu; makinist, pilot gibi… Benimle birlikte doksan kişiyi pilot olarak yetiştirmek üzere ayırdılar. İlk etapta birkaç ay planörle eğitim aldık. Oradan Türk Hava Kurumu’nun Ankara’daki Etimesgut Tesisleri’ne gittik. Orada çeşitli dersler görmeye, motorlu tayyarelerle uçuş yapmaya başladık. Bir senelik eğitimden sonra yani 1942’de tekrar Eskişehir’e, bu sefer, Hava Kuvvetleri Hava Okulu’na sevk edildik. İki sene sonra 1944’de pilot olarak mezun olduk.

Üç Arkadaş, O Ramazan İlk defa Oruç Tuttuk

Pilot olarak mezun olduktan sonra, 1944’de ilk görev yerim Bursa’ya tayin oldum. Üç sene orada kaldıktan sonra 1947’de Kütahya’da vazifeye başladım. O zamanlar dinle imanla pek alakamız yoktu. Bir gün, hemşerim silahçı Hasan Coşkun ve pilot arkadaşım Abdülkadir Ağar ile gezerken Hasan, “Ramazan geliyor, bir oruç tutsak...” dedi. Abdülkadir de hemen “Yemeği ben yaparım.” diye iştiyakla bu teklifi kabul edince ben de “Erzakları da ben alırım.” diye destekledim. Mesele hallolmuş oldu. Evli olan Hasan’ın hanımı memlekette olduğundan bizi hep birlikte evinde kalmak için davet etti. Ve biz üç arkadaş, o Ramazan ilk defa bütün bir ay oruç tuttuk. Temmuz ayıydı. Çok sıcak zamanlardı. 23 yaşındayız, genciz. Niye başladık, diye hiç aklıma gelmedi. Zevkle yapıyorduk çünkü. Talebeyken de kimse bir şey söylemediği halde birkaç kere oruç tutan arkadaşlarla birlikte oruç tutmuştum. Memlekete gidip de oruç tuttuğumu söyleyince “Peki namaz kıldın mı?” diye sormuşlardı. Oruç tutup da namaz kılınacağından haberim bile yoktu. Ama demek ki iyi niyet varmış.

Ramazan ayı boyunca hava meydanında herkes öğle yemeğine giderken oruç tutan yirmi-yirmi beş kişi söğütlerin altında oturup sohbet ediyorduk. Tarikatta ders verme salahiyeti olan Astsubay Telsizci Adil Koç isimli bir arkadaş vardı. Onun anlattıklarıyla biz hem namaz kılmaya başladık, hem de Nakşî tarikatına girdik. Eskişehir’de Muttalip Köyü’nde ikamet eden, Hacı Hilmi (Okur) Efendi’ye bağlandık.

Namaz kılmaya başlayınca Kur'an öğrenmek de lazım geldi. Oruç tutmak her şey için başlangıç oldu yani. O zamanlar Latince anlatımlı bir tek Kur'an alfabesi vardı. Gidip aldık. Kuran’ı öğrendikten sonra her gün bir sayfa okumaya başladım. Bazı günler vesaiti kaçırırdım, mesaiye geç kalırdım, ama o bir sayfayı okurdum. Yayan giderdim alaya. Yani o kadar gayret gösterirdim.

Kütahya’da görev devam ederken 1948’de evlendim. Orda üç yıl kaldıktan sonra alayı lağvettiler. 1950 senesinin Şubat ayında tayinim Erzincan’a çıktı. Bilinmedik bir memleketti. Zelzele olmuş, on sene geçmiş, caddeler sokaklar hala çamur içindeydi. Gece on birde indik trenden. Elektrikler sönmüş… Bir fayton tuttuk. Hani evler, diyorum. Faytoncu gösteriyor, inanmıyorum. Etrafta hep tek katlı evler. Meğer tüm bu zorlukların içinde, daha önce adını bile duymadığımız bu şehirde, Cenab-ı Hak Risale-i Nurları bulduracakmış, oradaki hizmet bizimle başlayacakmış.

Risale-i Nur’u Ömer Halıcı Vasıtasıyla Tanıdım

Abdülkadir’le birlikte Erzincan tayyare alayında vazifeye başladık. İkimiz ayrı taburlardaydık. Bir gün arkadaşım Abdülkadir “Yahu bizim taburumuzda bir başçavuş pilot var, bir besmele çekti ki… Allah! Allah! Bir duyacaktınız.” dedi. Düşünün, o zaman besmele çekilmesi bile dikkati çekiyordu. “Kim O?” dedim. “Ömer Halıcı” diye cevap verdi. Meğer Ömer Halıcı da bir hafta olmuş namaza başlayalı. Sonradan öğrendik ki Konyalı Halıcı Sabri’nin oğlu; babası Afyon’da Üstad’la beraber hapis yatmış birisi. İstanbul’dan hafız getirtip çocuklarına ders aldırmış zamanında. Ömer namaz kılmaya yeni başlamış ama çocukluğundaki bu derslerden mütevellit besmele çekmeyi iyi biliyor.

Velhasıl Ömer Halıcı ile tanıştık. Bir araya geldiğimizde biz ona sık sık tarikattan bahsediyorduk. Çok hoşuna gidiyordu. Bir gün “Şeyh Efendiye mektup yazsan da bana da bir ders verse.” dedi. Ben de “Tarikat işi böyle mektupla olmaz; gidersin, Şeyh Efendi’nin önüne diz çökersin, ben ders istiyorum dersin. Herkese de vermez zaten.” diye cevap verdim. Bu konuşmanın üzerinden kısa bir vakit sonra Ömer Halıcı izin aldı, memleketi Konya’ya gitti. Varınca babasına demiş ki “Ben Muttalip’e gideceğim.”, Babası merakla “Ne yapacaksın Muttalip’te?” diye sormuş. Ömer de “Tarikat dersi alacağım.” deyince; “Oğlum, Emirdağ’ında Bediüzzaman var, sen ona git.” demiş ve ona Üstadı anlatmış. Derken Ömer Halıcı tarikatçı olmak için gitti, Nurcu olarak geri geldi. Dolayısıyla biz de Risale-i Nur’u ve Bediüzzaman’ı Ömer Halıcı vasıtasıyla duymuş ve tanımış olduk.

Ömer Halıcı kısa bir süre sonra Emirdağ’dan kitaplar getirtti, büyük boy teksir kitaplardı bunlar. Biz de aldık bu kitaplardan. Sözler, Tılsımlar, El Hüccet-ül Zehra ve Cevşen almıştım ben ilk olarak. Ama tabi kitaplar Osmanlıcaydı. Aslında ilk tayin yerim Bursa’da henüz daha din imanla alakamız yokken, Cenab-ı Hakk’ın sevkiyle, boş vakitlerimizde ev arkadaşlarımla birlikte bir şeyler yapalım diyerek Osmanlıca öğrenmiştik biraz. Ama Risale-i Nurları okuyacak kadar iyi bilmiyordum.

İlk Olarak Asa-yı Mûsa Okudum

Ömer Risaleleri Eskişehir’den getirince ilk olarak Asa-yı Mûsa okudum. Bütün kitaplar Osmanlıcaydı. Yalnız Asa-yı Mûsa’yı yeni harflerle teksir etmişler, ama daha ciltlenmemişti. İlk defa kitabı açtım, okumaya başladım. Tarikatta murakabe var, yani tefekkür. Tefekkürün içinde Allah’ın büyüklüğünü, kudretini düşünüyorsun. Baktım, Asa-yı Mûsa’nın içinde tefekkür nevinden güzel meseleler var. Onun üzerine bu kitaplar ne kadar güzel diye takdir ettim. Yani Risale-i Nurların ne kadar güzel olduğunu idrak ettim.

Risale-i Nur Okuyalım mı Diye Şeyhimize Sorduk

Bir gün tayyare ile Erzincan’dan Eskişehir’e vazifeli gitmiştik; Şeyh Hilmi Efendi’yi ziyaret ettim; “Efendim bizim elimize Bediüzzaman Hazretlerinin kitapları geçti, ne yapalım, okuyalım mı?” diye sordum. “Evladım onları hem okuyun, hem de kendisini mutlaka ziyaret edin.” diye cevap verdi. “Herkesi kabul etmiyormuş, Hilmi Efendi’nin talebesi deyince kabul ediyormuş.” dedi. Ben sonradan öğrendim ki bizim Hilmi Efendi de üç defa Üstad’ı ziyaret etmiş.

Velhasıl Erzincan’da kaldığımız süre boyunca akşamları yatsı namazından sonra beş on kişi bir araya gelip Risale-i Nur okumaya başladık. Bir sene Asa-yı Mûsa’yı okuduk. İkinci sene Sözler’i okuduk. Hocalar vardı aramızda. Onlar meseleyi biliyorlar tabi. Yahu bu nasıl yazılır, diye hayret ediyorlardı. Biz de onların anlattıklarından mühim bir şey olduğunu idrak ediyorduk. Ben de bu süre zarfında Osmanlıca risale okumasını iyice öğrenmeye başlamıştım.

Diyarbakır ve Muzaffer Aksu

İki sene sonra 1952’de bizim alay Erzincan’dan Diyarbakır’a kalktı. Türkiye NATO’ya girmişti o zamanlar. Pervaneli tayyareler yerine jet tayyaresi alacağız. O vakte kadar daha jet tayyaresi yoktu Türkiye’de.

Diyarbakır’a gittim, bir camide Nurcuları sordum. Bana bir kahve tarif ettiler. Orada Eski İçişleri Bakanlarından Abdülkadir Aksu’nun babasını tarif etmişler. Meğer o sırada Diyarbakır’da Nurculuk hizmetlerini o tanzim ediyormuş. Muzaffer Aksu ile o kahvede tanıştık. O sırada her hafta bir Lâhika mektubu geliyordu Üstad'dan. Muzaffer bu mektupları alıyor, kahveye gelen her Nurcu kardeşe okuyordu, bir kişi daha geliyor, ona da okuyor; çok enteresandır kırk kişi gelse hepsine o mektubu okuyordu. Postanede veznedardı Muzaffer Aksu. Zübeyir Ağabey de Urfa’da postanede çalışıyordu o sırada, onunla her gün konuşuyordu. Her zaman Urfa’dan Zübeyir Gündüzalp, Abdullah Yeğin ve Hüsnü Bayram’ın selamı var, diye söylüyordu kahvede.

Üstadı İlk Ziyaretimiz

1952’de Diyarbakır’da Türkiye’ye yeni gelen jet tayyaresiyle uçuş kursunu almak için Ömer’le (Halıcı) beraber ikimiz Eskişehir’e gittik. Kursu ve muayeneleri bitirdik, henüz Eskişehir’deyiz. O sırada Üstad da Emirdağ’da. Üstadı ziyaret etmeye karar verdik. 1952 senesinin Ekim ayında dört asker, üç sivil olarak yedi kişi bir taksi tuttuk. Askerler, Binbaşı Reşat, Yüzbaşı Ekrem, Ömer Halıcı ve ben. Siviller ise, Eskişehir’in vaaz hocası Abdullah Toprak, Saatçi Muhiddin Yürüten ve ev sahibimiz elbiseci Mustafa. Yola çıkmadan bir gün evvel Hacı Hilmi Efendi’ye gittik; o da yeni hacdan gelmiş. Üstada hurma, misvak, koku, tespih, zemzem gönderdi.

“Namaz Kılsın Kılmasın Havacılara Dua Ettim”

Üstadın yanına vardık. Üstad evvela Hilmi Efendi’nin hediyeleri açtı, hurmaları saydı: sekiz tane hurma. Yedi kişi biz, bir de Üstad, sekiz kişiyiz. Üstad bu tevafuku görünce “Fesübhanallah!” dedi. Sonra bana, “Bir sayı söyle.” dedi. Diğerlerinin de birer sayı söylemesini istedi. Sayıları toplayıp ilk söyleyenden sağa doğru saydı. Kime denk geldiyse -unuttum kime çıktığını- en güzelini seçme hakkı onun oldu. Küçüğünü alanlara, Üstad, “Yoook! En güzelini alacaksın.” diyordu.

Sonra anlattıklarını dinlemeye başladık. “Ben üç zümreye dua ediyorum; bir Nurcular, iki Muttalipçiler (çünkü Hilmi Efendi bütün talebelerini Üstada yönlendiriyordu. O sırada Muttalipçiler’in neredeyse yüzde sekseni aynı zamanda Nur talebesiydi.), üç havacılar” dedi. Üstad devam etti: “Bir zamanlar kunduracılar çok geliyordu, bir zaman terziler çok geliyordu, şimdi havacılar çok geliyor; çünkü ben onlara dua ettim, namaz kılsın kılmasın havacılara dua ettim.” dedi.

Bahsi geçen bir diğer konu da Ticanilerdi. Ticaniler 1940’ların sonuna doğru ortaya çıktılar, heykelleri kırıyorlardı. Onların yaptıklarına karşı Üstad: “Kardeşim! Ben bir emir versem, Türkiye’deki bütün heykelleri kırdırırım, ama bu heykellerin bize bir zararı yok ki, biz asıl kalplerdeki heykelleri kıralım.” dedi.

“Tek Başıma Kaldım, Beş Altı Kişi Beraber Olsaydık…”

Üstad bir ara Abdullah Toprak Hocafendi’ye döndü: “Kardeşim Hafız Abdullah, ben tek başıma kaldım, 5-6 kişi beraber olsaydık Türkiye’nin hali böyle olmazdı.” dedi. Tabi biz meseleden bir şey anlamadık; evveli yok, sonu yok. Sekiz sene sonra bu mesele meydana çıktı. Şöyle ki:

Üstad vefat ettikten sonra, Birinci Meclis’te mebusluk da yapan Balıkesirli âlim Hasan Basri Çantay hastalanmış, İstanbul’a gelmiş. Üsküdar tarafında bir hastanede yatıyormuş. Bir gün Bekir Berk, Fırıncı Mehmet, Birinci Mehmet, Hakkı Yavuztürk ve Mehmet Kutlular bunu ziyarete gidiyorlar. Hasan Basri bunları görür görmez başlıyor hüngür hüngür ağlamaya; “Biz Üstad’ın kıymetini bilemedik, ona sahip çıkamadık, eğer biz 5-6 kişi birlikte olsaydık böyle olmazdı. Bediüzzaman mecliste konuşurken, biz, ‘Onu kızdıracaksın.’ diye eteğinden çekiyorduk.” diye anlatmış. İşte Üstadın tek başıma kaldım, dediği buymuş, ilk mecliste Üstad’a sahip çıkmamışlar. Hasan Basri Çantay gibi üç ciltlik Kur’an meali olan bir âlim onu tutmaya çalışınca ne yapsın Üstad?

Dört Yıllık Nurcu Ömer Halıcı Şehid Oldu

Üstadı bu ilk ziyaretimizin üstünden yaklaşık bir buçuk yıl sonra henüz Eskişehir’de vazifeliyken 1954 senesinin temmuz ayında Ömer bir uçak kazasında şehit oldu. Üstadın Ömer için benim yerime şehit oldu, dediğini bir yerlerden işitmiştim. Meğer Üstad ve yanındaki birkaç kişi Ömer’in şehit olduğu gece, Eğirdir’de kayıkla fırtınaya yakalanmışlar. Daha sonradan duydum ki Ömer’in şehadetinden sonra Üstadı bir havacı ziyaret etmiş, Üstad kendisine Ömer’i tanıyıp tanımadığını sormuş. Sonra da “Ben onu yirmi evliyaya değişmem.” diye kendisini yâd etmiş. Düşünün, Ömer 1950 senesinde namaza başlıyor, 1954 senesinde şehit oluyor. Cenab-ı Hak dört yıl zarfında hem dindar olmayı, hem Risale-i Nur’la tanışıp hizmet etmeyi hem de Üstadın bu taltifine mazhar olmayı nasip ediyor kendisine.

İzmir’de Mustafa Birlik’le Hizmete Başladık

1954 senesinin ortalarında, Hava Harp Okulu Eskişehir’den İzmir’e kalktı. Biz de İzmir’e uçuş öğretmeni olarak gittik. Okul Gaziemir’deydi.

İzmir’de hizmet eden Abdurrahman Cerrahoğlu Ağabey varmış, hem teksir yapmış, hem de risaleleri neşretmiş. İzmir’e varınca onu aradım ilk önce. Meğer hacca gitmiş, bizim gittiğimiz zaman da onun hac dönüşüydü. Eskiden Tilkilik’te dükkânı varmış diye biliyordum. Bir hafta boyunca her akşam mesaiden sonra oraya gidip, onu tanıyanlara hacdan dönüp dönmediğini soruyordum. Fakat bir türlü Cerrahoğlu Ağabey gelmedi. Sonunda bana dediler ki: “Senin derdini şu adam anlar.” Gittim, işaret ettikleri adama baktım: Mustafa Birlik. Cerrahoğlu’nun eski dükkânının yakınında züccaciye dükkânı işletiyordu. Cerrahoğlu Ağabey Mustafa Birlik’e Bediüzzaman’dan bahsetmiş, ama mahiyetine dair fazla bir şey bilmiyordu.

Re’fet Barutçu Ağabey vardı; bir gün bana demişti ki: “Kabiliyetler ya odundur, ya çıradır. Çıraya çaktın mı kibriti şar diye yanar; oduna istediğin kadar kibrit tut yanmaz.” Yani Mustafa Birlik de hakikaten çıra gibiymiş, bir iki ay içerinde adam oldu tam bir Nurcu. Artık ikimiz birlikte Nurculuk yapmaya başladık İzmir’de.

Bir gün uçuştan geldim dediler ki “Seni bir asteğmen arıyor.” Allah… Allah… Kim ola ki diye, düşündüm. Baktım ufak boylu bir adam. Faik Özdemir. Bu arkadaş, İstanbul Kirazlımescid’de kalmış, hizmeti biliyormuş. Benim adresimi Isparta’dan vermişler. Olduk İzmir’de üç kişi. Ahmed Feyzi Ağabey falan var, ama onunla o kadar irtibatımız yoktu o zaman. Üçümüz bir araya gelip, haftada bir gün olmak üzere, sırayla evlerimizde ders yapmaya başladık. Benim ev Ballıkuyu’daydı o zamanlar.

Muzaffer Arslan

Mustafa Birlik bana dedi ki: “Erzurumlu bir çocuk var, bir Nurcu olsa çok kıyak olur.” “Yok ya, kim bu?” dedim. “Muzaffer Arslan” diye cevap verdi. Muzaffer Arslan üç ay amelelik yapıyor, iktisatla bir sene geçiniyormuş. Hanlarda, umumi yerlerde yatıyormuş. Bir gün Faik kardeşimiz ikindi namazına camiye gitmiş. Caminin bahçesinde hoca, müezzin, bir de Muzaffer Arslan’ın konuşmalarına kulak misafiri olmuş. Muzaffer Risaleleri tenkit ediyormuş. Faik, konuşmalarına iştirak edip Muzaffer’e Risaleleri hiç okuyup okumadığını sormuş. Okumadığını söyleyince ona Sıracünnur’u vermiş. Onun etkisi kuvvetli olmuş ki bir gün üç kişilik dersimize Muzaffer de iştirak etti. o gün de iktisat risalesini okuyorduk. Kendi meşrebine uygun olduğundan İktisat Risalesi çok hoşuna gitmişti. Risalelerle tanıştıktan sonra Muzaffer’in çok hizmetleri oldu.

İlk Osmanlıca İşârat-ül İ’caz Kitabını Üstada Götürdüm

Derken bizi daha on bir ay olmadan 1955’de İzmir’den Ankara’ya gönderdiler. Orada da on bir ay kaldım. Ankara’daki kaldığımız ilk yıl babam Ankara’ya yanıma geldi ve büyük oğlum Hüseyin’i memlekete götürdü. Hüseyin beş yaşındaydı o zaman. Ben birkaç ay sonra çocuğu almak için Karamanlı’ya gittim, oradan dönerken Isparta’ya uğradım. Burdurlu olduğumuz için Isparta’dan geçiliyordu zaten. Fakat Üstad Emirdağ’a gitmiş. Isparta’da evvela Hüsrev Ağabeye gittik. “Nereye gidiyorsun?” dedi. “Üstada” dedim. “Öyleyse bu Arapçadan Türkçeye çevrilip Osmanlıca olarak teksir edilen İşârat-ül İ’caz kitabını Üstada götür, tashih etsin.” dedi. Bir arabaya bindik, Afyon’a vardık, o gece bir otelde yattık. Ertesi gün Eskişehir arabasına bindik, Emirdağ’a gelince şoföre dedim ki; “Burada ne kadar kalacaksın?” “Hocaya mı gideceksin?” dedi. “Evet.” deyince, “Bekleriz o zaman sizi.” dedi. Bu tavrı, Üstadın o civarda sevildiğinin, ona hürmet edildiğinin bir işaretiydi.

Emirdağ’da önce Mehmet Çalışkan’ın bakkal dükkânına, sonra da Üstadın yanına gittik. Kitabı, daha doğrusu kitabın formalarını Üstada götürdüm verdim. Nüshaları alınca çok memnun olduğunu söyledi. Hüseyin de yanımdaydı. Üstad ona dönerek “Bunun adı ne?” dedi. Ben “Hüseyin” deyince “Maşaallah” dedi ve dua etti. Ziyaret sonrasında aynı arabayla yola devam ettik. Dört ay sonra bu kitap ciltli olarak çıktı.

Ankara’da Atıf Ural’la Beraber İlk Defa Bir Teksir Makinesi Görüyorduk

Ankara’ya tayin olduğumuz vakit, ilk olarak hukuk fakültesinde okuyan Atıf Ural’ı bulmuştuk. Küçük bir odada kalıyordu. Haşir Risalesini çok severdi. Ne zaman okumaya başlasa, uykusu dağılıyor, sabaha kadar Haşir Risalesini okuyordu. 1955’in Kasım ayında bir gün dedi ki; “Ali Ağabey, şu Haşir Risalesini teksir yapsak?” “Olur, ama teksir için bir teksir makinesi lazım, daktilo lazım.” dedim. O zaman mali yılbaşı Mart ayıydı; “Mart gelsin eğer maaşlara bir fark gelirse taksitle bir teksir makinesi alırız.” diye de ekledim. Mart geldi ama maaşlarda bir değişiklik olmayınca makineyi alamadık. Bu arada Atıf’ın Ağabeyi Kemal Ural Balıkesir Kepsut’tan, Kastamonu Taşköprü’ye tayin olmuş; oraya giderken Atıf’a uğramış, Atıf teksir meselesinden bahsedince bir miktar parayı çıkartıp uzatmış, “Al kardeşim şu parayı bir teksir makinesi ve bir daktilo al.” demiş.

Teksir makinesi ilk geldiğinde babam vardı evde. Ondan gizlice arkadaki mutfaktan soktuk içeriye. Babam gittikten birkaç gün sonra kardeşler bizim eve geldi. Çalıştıracağız ama kimse bilmiyor. Karşıdan görmüş bazıları. Ali İhsan Tola, Said Özdemir, Mustafa Türkmenoğlu, Atıf Ural, birkaç Nurcu kardeş ve ben. Yepyeni bir teksir makinesi... Makineyi çalıştırdık. Mürekkebini koyduk. Said Özdemir teksir makinesinin kolunu tuttu. Ali İhsan Tola kendine has üslubuyla “Çevir kardeşim, çevir…” diyordu. “Dur dur dikkat et!”, “Kâğıt getirin” filan… Bir heyecanla makineden ilk kâğıt çıktı.

Teksir makinesini tecrübe ettik birlikte, ama sonrasında teksiri yapacak Atıf’la ikimizden başka müsait kimse yok. Bir şekilde bu işi ikimizin yapması lazım. Ama ben de çoluk çocuk var, bir. Mesaiye gidiyorum, iki. Uçuşa çıkıyorum, dolayısıyla güzel uyumam lazım, üç. Bunlar mani oluyor. Derken en evvela apartman satıldı. Ev sahibi çıkın, dedi. Filo’nun İstanbul’a gitme ihtimali var. İşler karıştı: Teksir olacak. İstanbul’a gideceğiz. Evden çık, dediler. Ne yapacağız? Baktım işler karışık. Hanımın kardeşi Celal Ankara’da tıp fakültesinde talebeydi o zamanlar. Memlekete gidiyordu. Ona hanımı ve çocukları al git, dedim. Onlar gittikten sonra hava meydanına vardım. Benimle birlikte birkaç kişiye ikinci bir emre kadar uçmayacaksınız, dediler. Uyku meselesi de halloldu. Peki, ev meselesi nasıl hallolacak? Ev sahibi de dedi ki: “Madem tayin meselesinden dolayı sıkıntıdasın, eşyanı bir süreliğine evin bir odasına koy, dursun.” Böylelikle ev meselesi de halloldu. Bütün meseleler hallolduktan sonra Atıf’ın Ulucanlar’daki dershanesinde başladık teksir yapmaya. Mesaiden gelince bir başlıyordum teksir makinesini çevirmeye sabah dörde kadar. Atıf da makineden çıkan kâğıtları dağıtıyordu, birbirlerine yapışmasınlar diye… Sabah dörtte sabah namazını kılıp yatıyordum. Üç saat uyuyup kalkıp alaya gidiyordum. İçindeki ayet-i kerimeleri Harbiye de yedek subay talebe olan Mustafa Sungur yazıyordu. Altmış beş sayfanın bittiği gün alaya gittiğimde filonun İstanbul’a nakledileceği haberini aldım.

Uçağım Arızalanınca Tarlaya İndirdim

Sene 1956. Bizim filonun tayini Ankara’dan İstanbul’a çıktı. Bir yere tayin olduğumuzda ev eşyalarımızı uçakla taşıyorduk. Eşyalarımı İstanbul’a getirmek üzere uçağa yüklediğim gün, bir yüzbaşı, koyma dediğimiz halde, bazı demir eşyalar da koydu. Tabi yükümüz çok oldu. Uçak, yirmi kişilik C47, DAKOTA, pervaneli uçak. Bu uçaklar 1939’dan 1995 senesine kadar kullanılmıştı; dünyanın en çok uçan uçaklarıydı onlar.

Velhasıl İstanbul’a doğru havalandık, Yalova üstünde iken uçakta bir arıza meydana geldi. Meydana inmek için manevra yapamadık. Geri dönmek de mümkün değil. Baruthane denilen mevkide, tarlaya mecburi iniş yaptım. Tam ineceğimiz sırada önümüze Demir Yolları’na ait upuzun bir demir direk çıkmasın mı; çarptık ona. Uçak bir vurdu, bir daha vurdu; sol kanat, sol motor ve kuyruk koptu. Uçak biraz gidip durunca baktım ki önüm açık, ama çok şükür ben de hiçbir şey yok. Asıl enteresan olan eşyaların bulunduğu yer sanki kaza görmemiş gibiydi. Eşyaların yanında bizden habersiz uçağa binen iki asker vardı, onlara da hiçbir şey olmamış. İçeride ayrıca üç-dört kişi vardı; kimisinin ayağı, kimisinin kafası bir yerlere vurmuş kanıyordu. Hepsi o kadar...

Üstadımıza bir ziyaretimde anlattım bu kazayı. Üstad cevaben; Emirdağ’da Çalışkanlar’ın dükkânı yanında bir yangın çıktığını, içerde Ayet-ül Kübra olduğunu, onun hürmetine Allah’ın inayet ettiğini, dükkânın mahfuz kaldığını söyledi. Benim eşyalarımın içinde de Kuran-ı Kerim, Sahih-i Buhari ve Risalelerim vardı.

“Kardeşim Ben Bu Risaleyi Yirmi Kitap Yerine Kabul Ettim.”

Kazadan istirahat verdiler. Memlekete giderken Ankara’ya vardım önce. Haşir Risalesi’ni verdiler, tashih için Üstada götüreyim diye. Üstadımız Isparta’daydı o zamanlar.

Önce Hüsrev Ağabey’e götürdüm, almadı. Sonradan anladım, Latin harfleriyle olduğu için almamış. Sonra Üstadın yanına vardım. Üstad da bir yere gidiyormuş, ayakta, merdivene yakındı. Kitabı kendisine verince “Kardeşim ben bu risaleyi yirmi kitap yerine kabul ettim.” dedi. Sonra bir şey demek istiyor, ben anlamıyorum. Meğer elimdeki ikinci nüshayı da istiyormuş. Ceylan dedi ki: “Elindekini de istiyor.” İki nüshayı da alarak bizi taltif etti.

Risale-i Nurları Taşımak da Nasip Oldu

Kitaplar Ankara’da basılıyor, Said Özdemir Ankara’da 12. Nakliye Hava Alay Komutanlığı’nda Astsubay Mehmet Akif Usanmaz’a gönderiyor. Ordan İstanbul’a, Yeşilköy Hava Meydanı’na, yani bana geliyor, ben de gerekeni yapıyordum. Artık bu şekilde Ankara’dan kolilerle Risale-i Nur gelmeye başladı bana. Kolilerin üstünde ne yazıyor biliyor musun? “İstanbul Medresesine” bazılarında da “Ankara Medresesinden İstanbul Medresesine” yazıyordu. Said Özdemir’i üç-dört sene evvel gördüğümde aklıma geldi sordum; “Sen mi yazıyordun?” “Ben yazıyordum.” dedi. Şimdi düşünüyorum, ne yapsın adam, yoksa kitaplar koskoca hava alanında kaybolacak.

Bir keresinde bir paket geldi, bir kaldırdım ki içinde sanki kurşun varmış gibi ağır. Üzerinde yine “İstanbul Medresesine” yazıyor. Paketle birlikte vardık Süleymaniye, Kirazlımescid 46 numaraya. Açın bakalım şunu, dedim. Baktık Üstadın resimleri, kuşe kâğıda basılmış, ondan dolayı ağır. İlk önce beş yüz tane Risale gönderilmiş, bunlar cilt yapılmış İstanbul’da; bunlar için iki bin beş yüz tane de resim. Her Tarihçe-i Hayat için beş tane.

Kitapların ciltleri İstanbul’da yapılmaya devam etti. Birkaç ay sonra da geri kalan 4 bin beş yüz tane kitap için 22.500 resim, makarna kutularının içinde geldi.

Zamanında rahmetli oğlum Hüseyin: “Baba ben bunları yazmak istiyorum. Bir de Mehmet Akif Ağabey’le bir röportaj yapayım.” dedi. Ben de Mehmet Akif’le bu vesileyle konuştum “Ağabeycim sana gelen Risaleler üç-dört paketti, bazen bir kamyon geliyordu bizim oraya, her tarafa gönderiyorduk.” dedi Mehmet Akif.

O zamanlar her sabah Ankara’daki Hava Kuvvetlerinden biri şarka biri garba iki kurye tayyaresi kalkıyordu. Garba sabahleyin kalkıyor, Eskişehir, İstanbul, Bandırma, Balıkesir, İzmir’e varıyor, sonra akşama Ankara’ya geri dönüyordu. Şarka giden de Merzifon, Kayseri, Malatya, Diyarbakır’a uğruyor, sonra akşama Ankara’ya dönüyordu. İşte Mehmet Akif sadece İstanbul’a değil, bu iki uçağın gittiği bütün vilayetlere üçer dörder paket Risale gönderiyormuş. Bazen bir kamyon Risalenin dağıtıldığı oluyormuş.

Birinci Ordu Komutanını Götürdüğüm Uçakta Risale-i Nur Taşıdım

Vazifeli olarak bir şehre gideceğim bir gün önceden belli olurdu. Bana uçuş yazıldığı günün akşamı Süleymaniye’ye gider, o şehre gidecek emanet var mı diye sorardım. Eğer varsa uçağımla kolileri oraya götürüyor, oradaki kardeşlere teslim ediyordum.

Bir gün zamanın Birinci Ordu Komutanı bizim komutana telefon ediyor ve diyor ki; “Bana bir tayyare hazır edin, yarın Bursa’ya teftişe gideceğim.” Uçağın pilotu olarak beni ve bir arkadaşı yazmışlar. Ben yine akşamdan Süleymaniye’ye gidip Bursa’daki kardeşlere ulaştırılacak Risaleleri istedim, hava meydanına getirdiler.

Sabah oldu, Risaleleri kolileri yükledik. Fakat o gün hava biraz bozuktu; bizim Kumandan yanımızda telefon etti Ordu Komutanına; “Paşam hava bozuk bugün gitmeseniz.” dedi. “Kardeşim bineriz tayyareye gidemezsek döneriz.” demiş. Birinci Ordu Komutanı yanında bir emir subayıyla bindi bizim uçağa, havalandık. Baştan yağmur yağmaya başladı, baktık, Bozburun tarafına varınca hava açılıverdi. Bursa’ya inince bize paşanın pilotları diye bir jip verdiler. Eşyaları koyduk jipe, Çekirge mevkiindeki askeri birliğe gittik. Meğer o jip tabur komutanınınmış; verin o jipi dediler, bize kapısız bir jip verdiler. Kolileri diğer jipe taşırken pilotun paketleri diye oradaki askerler de şevkle taşıyordu. O jiple doğru Leblebici Ali Çakmak’a gittim ve kitapları teslim ettim. Ali Çakmak o zaman Bursa’nın hizmet edeniydi, hala hizmet eder, Bursa’da hayattadır.

Cenab-ı Hak nasip etti, hiçbir şey soran olmadan Allah’ın lutfuyla yaptık bu işleri. Bu hizmette ister kabiliyetli ol ister olma, Cenab-ı Hak kulağından tutuyor yaptırıyor. Aynen böyle…

Belim Ağrıyordu, Üstad Bir Şeyin Yok, Dedi

1957 senesinin başında, 56’da yaptığımız uçak kazasından dört ay sonra, o kazadan mütevellit belim ağrımaya başladı. Kasımpaşa’daki Deniz Hastanesine gittim; “Arkadaş sen pilotsun biz senin derdinden anlamayız seni Eskişehir Hava Hastanesi’ne gönderelim.” dediler.

Eskişehir’e vardım, saatçi Şükrü Yürüten Ağabeyin dükkânına oturdum. Ceylan Çalışkan geldi “Üstad burda, yalnız Yarbay Reşad Bey geldi bazı hadiseler oldu, biz namazı kılıp hemen Emirdağ’a gideceğiz, sen şehrin dışına çık, Üstadı orada görürsün.” dedi. Namazı kıldım, şehrin dışına çıktım, bekliyorum. Baktım Üstadın taksisi çıktı geldi, önümde durdu. Ceylan şoför, Zübeyir Ağabey yanında, Üstad arkada. Kapıyı açtı “Ne arıyorsun sen burada?” diye sordu Üstad. “Efendim belim ağrıyor, hastaneye geldim.” dedim. “Senin hiçbir şeyin yok.” dedi ve gitti Üstad. Hakikaten sonra hastaneye gittim ama hiçbir şey olmamış gibi iyileştim ve bu yaşa kadar geldik, hiçbir şey kalmadı o ağrıdan.

Üstadla görüştükten sonra tekrar Saatçi Şükrü Ağabeyin dükkânına geldim, oturdum. Meğer polisler benim Üstadla konuştuğumu görüp İnzibat Başçavuşu’na demişler ki “Şurada bir tayyareci var, git onun hüviyetini al.” Dükkânda otururken Başçavuş yanıma geldi, hüviyetimi istedi, verdim. Bir hafta sonra vardık Yeşilköy’e vazifemizin başına. “Yahu ne yaptın sen?” demeye başladı arkadaşlar. “Hiçbir şey yapmadım.” dedim. Meğer Eskişehir Valisi yazı yazmış; “Uzun zamandır bu taraflarda tarikatçılık yapan Said Nursi isminde birisinin, Birliğinizden Kıdemli Başçavuş Ali Demirel taksisini durdurmuş, elini öpmüştür, falan…” Bizim Kumandan şaşırıp kalmış. İki kişiye sormuş biri demiş “O namazını kılar, iyi birisidir.” Diğeri de “Kitap okur ama yasak değil zaten.” demiş. Komutan da “Yazın öyleyse müspet bir yazı demiş gitmiş. Bu hadise 1957 senesinin başında olmuştu.

Meğer Devamlı Takip Ediliyormuşum

Sene 1958. Alaya bir perde alınacaktı gittim, ben aldım. Yetmemiş bir daha alacaktım kumandan “Onu göndermeyin.” demiş. Meğer Emniyetten biri gelmiş komutana demiş ki: “Bu Ali Demirel çok tehlikelidir, biz bunu devamlı takip ediyoruz. Bir şehre bir vazife çıksa -bir gün evvelden program yazıldığı için- hangi vilayete gittiğini bildirip Pilot Ali Demirel gelecek kiminle görüştüğünü takip edin diye haber veriyoruz, onu takip ettiriyoruz. Arkasında bir sürü polis var.” demiş. Kumandan “Yahu bir tane adam için yazık değil mi bu memleketin parasına?” diye bana çıkıştı. Ondan da hiçbir şey çıkmadı hamdolsun.

Aradan bir sene geçti, 27 Mayıs 1960 ihtilalı oldu. İhtilaldan 3-4 ay sonra Ankara’ya vazifeli gittik. Ulus’ta Murat Lokantası’nın üstünde Said Özdemir’in dersanesi vardı; oraya -bir hafta gitmedim- bir hafta sonra gittim, o gün de baskın varmış meğer. Zübeyir, Abdullah Yeğin Ağabeyler bir yerden gelmişler. Bizi de alıp götürdüler. İki gün süreyle gözaltında tutup ifadelerimizi alıp benimle birlikte bazılarını bıraktılar.

İstanbul’daki kumandan bunu duyunca demiş ki “Ben o Ali Demirel’e göstereceğim.” Üç dört gün sonra İstanbul’a geldim. O gün ihtilalcılar yedi bin subayın terhisini vermiş, aynı gün de tebliğ etmişler. Bizim kumandan ertesi günü geldi, fotörü giymiş, baktık kafası böyle önüne eğik. Biz dokuz sene daha çalıştıktan sonra 1969’da normal yolla emekli olduk.

Bu zamanda bile hâlâ Risale-i Nur’dan korkan insanlar var. Biz korkmuyorduk o devirde. Daha doğrusu korkmak aklımıza gelmiyordu. O yıllarda yalnız devletten emekli olunabiliyordu. Beni askerlikten çıkardılar mı biterdi her şey, ama Allah içimizdeki korkuyu almıştı.

Tılsımlar…

Risaleleri yazmak çok mühim. Okumaya teşvik ediyor devamlı. Hem yazdıkça öğreniyorsun da. Vazifeliyken gece saat üç buçukta kalkar Risale yazar sonra da hava meydanına giderdim. Memlekete izne gittiğimizde de hiç durmadan yazardım. Hem de ne şevkle yazardım.

İzmir’de Tılsımlar Risalesini yazmaya başlamıştım. Askerlik mesaisinden yazmak zor oluyordu tabi. Ankara’ya tayin oldum, orda da devam ettim. İstanbul’a gelince de biraz daha yazdım ve tamamladım. “Yahu ben bunu Üstadımıza vereyim.” diye düşündüm. O vakit Üstadın yanına giden Ahmet Aytimur’a verdim. Üstadımızın Tılsımlar mecmuasının olmadığı bir zamana denk gelmiş. Çok memnun olduğunun haberi geldi. Bir sefer Eskişehir’e gitmiştim. Üstadla otelde karşılaştık. Zannediyorum Hilmi Efendi’yi ziyarete gelmişti. Beni görünce hemen sordu: “O Tılsımlar’ı sen mi yazdın?” “Evet, efendim.” diye cevap verdim. “Ben sana yüz banknot vereceğim.” dedi ve ekledi: “Seni otuz talebe yerine kabul ediyorum.”

“Burdur’da On Bin Talebem Olması Lazım.”

Yine Eskişehir’de Üstadı bir ziyaretimizde de Üstad “Nerelisin sen?” diye sordu. Ben “Burdurluyum.” dedim. Birden ciddileşti: “Burdur’da on bin talebem olması lazım. Isparta’da on bin talebem var. Ama Burdur’da kemiyete ihtiyaç yok. Bir talebe bin talebe yerinde.” dedi ve bazı talebelerinin isimlerini zikretti. Binbaşı Asım, Mustafa Çavuş... Ve hizmetlerini anlattı. Mesela bir tane Mustafa Efendi varmış. Yeşilovalı. Üstada o kadar çok hizmet etmiş ki hakikaten bin talebe yerine geçecek kadar.

Üstadla Son Görüşmemiz ve Milliyet Gazetesi

1960 senesinin birinci veya ikinci günü hanımım derse gitmişti, eve gelince dedi ki: “Müjde, Üstadımız geliyormuş İstanbul’a.” Hemen yemeğimi yedim, sivil elbiseleri giydim, Kirazlımescid 46 Numaraya gittim, orası dershane. “Kardeşler Üstadımız geliyormuş, nereye gelecek?” diye sorunca, “Valla bizim haberimiz yok.” dediler. Oradan çıktım, arkama Risalelerin Anadolu’ya sevkini yapan Halil Yürür takıldı. Ne yapar eder bu Üstadı bulur, görür diye geliyordu arkamdan. Gelme desem de geliyordu. Doğru Avukat Bekir Bey’in yazıhanesine gittim. Yazıhane o zaman Cağaloğlu’ndaydı, Atay Apartmanı’nda. Rahmetli Atıf Ural’ın Ağabeyi Kemal Ural vardı orada. Onun haberi varmış, Üstadın Piyer Loti Oteli’ne gittiğini söyledi. Vardık otele. Sonradan isminin (Birinci Şubeden) Faruk Eriş olduğunu öğrendiğim bir İrticai Şefi otelin kâtibi kılığında karşımıza dikildi, “Buyurun efendim, ne istiyorsunuz?” dedi. Ben de “Bediüzzaman’a ziyarete geldik.” dedim hemen. Cebinden bir kalem çıkardı, “İsminizi söyleyin, yukarıya telefonla bildireyim.” dedi. “İsme lüzum yok, bir ziyaretçi dersiniz.” dedim. Halil de yanımdaydı. Aynı salonda karşıda her masada bir adam oturuyor; ya polis ya da gazeteci bunlar. Hızlı hareket ettiğimden mi, yoksa ortamdaki insanlardan mı ne, birden içim sıkıldı içerde, nefes almaya dışarı çıktım; baktım karşıda siyah bir araba, içinde polisler. O arada Halil Yürür “Ali Abi!” diye bağırmasın mı? Hemen akabinde Üzeyir Şenler geldi. Üstada demişler ki: “Tayyareci Ali ile Halil Yürür geldi.” Üstad hemen “Gelsinler.” demiş. Onunla birlikte yukarı çıktık. Ertesi günkü Milliyet Gazetesi şöyle yazıyordu: “İstanbul teşkilatından olduğu anlaşılan ‘Ali Abi’ isminde birisi en son saat 19.30’da vakit geçirilmeden kabul oldu.”

O Gün Üstadın Sesi İlk Ziyaretimizdeki Gibi Gür Çıkıyordu

Üstad karyolada oturuyordu, Bekir Berk’le Necdet Doğanata ayakta. Necdet Bey’i ilk defa orada gördüm ben. Zübeyir Ağabey yanında, ben ayakucundayım. Mehmet Fırıncı, Galip Gigin, Hakkı Yavuztürk de ordaydılar. Üstad: “Bu kadar kalabalık nasıl geliyorsunuz siz buraya, bu kadar tezahürat niye? Ben sizi çağıracaktım.” diye bizlere, yani içerde olanlara önce sitem etti, sonra epey konuştu. O gün Üstadın sesi ilk ziyaretimizdeki gibi gür çıkıyordu. Sonra beni gösterip “Bu kim?” dedi. “Tayyareci Ali” dediler. (Beni daha evvel bıyıklı görüyordu hep, sonra bıyıkları kestirmişlerdi.) Hemen akabinde Üstad odadakilere döndü. “Sizi affettim.” dedi.

Bir ara Üstad yatağın içinde konuşurken birden ayağa fırladı. (Sonradan Bekir Bey onun fırladığı gibi fırlamak istemiş, denemeler yapmış ama Üstad gibi hiç yapamamış. Düşünün Üstad üç ay sonra vefat etti.) O anda 31 Mart Hadisesinde Divan-ı Harb-i Örfi’deki mahkeme safahatından anlatıyordu:

“Mahkeme Reisi Hurşid Paşa bana ‘Said sen de mürteciymişsin?’ diye sordu. Ben de ona ‘Meşrutiyet bir zümrenin istibdadı ise bütün cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciyim.’ dedim.”

Bir ara da dedi ki: “Kardaşım ben bir emir versem Türkiye’yi yüz Şeyh Said gibi karıştırırım, fakat bin Şeyh Said kadar kuvvetimiz olsa da müspet hareket edeceğiz, asayişi muhafaza edeceğiz.” Mehmed Fırıncı anlatıyor; bu sözleri Ankara’da da söylemiş; oradaki kardeşlere de çok tesir etmiş.

Ben Seni Vekil Tayin Ettim

Üstad Bekir Berk beye üç sefer tekrar ile “Ben seni vekil tayin ettim.” dedi. Sonra Bekir Berk beyin, Üstadın vefatından on üç sene sonraya kadar Risale-i Nur’un fahri avukatlığını yaptığını düşünürsek, Üstadın bu sözündeki incelik meydana çıkar. Ayrıca Üstadımızın vefatından evvel altını imzaladığı boş kâğıtları Bekir Berk’e icap ederse kullanırsın diye vermiş. Yani o kadar kendisine itimat ediyordu.

“Yeşil Battaniyenin İçinde Yeşil Atlastan Bir Yorgan…”

Ziyaret sonrasında Zübeyir Ağabey bana “Yeni bir yorgan var mı kardeşim?” dedi. Onların içinde evli olan yalnız ben vardım. Hiç kullanılmamış bir yorgan getirdim Üstada. Yine Milliyet Gazetesi ertesi günü şöyle yazıyordu: “Talebenin biri yeşil battaniyenin içinde yeşil atlastan bir yorgan getirdi.” Hâlbuki sadece battaniye yeşildi. Yorgan ise yeşil değildi. O zaman Üstadın siyah olan şemsiyesini bile yeşil diye yazmışlardı. Gayeleri Üstadı bir şeyhe benzetip onu olmadığı bir şekilde göstermekti.

Üstad konuşma esnasında “Üç dört gün kalacağım, Eyüp Sultan’a gideceğim” demişti. Ertesi gün gazeteciler yattığı odanın balkonuna çıkıp öğle namazını kılarken fotoğrafını çekmişler. Üstad buna sinirlenip hemen Ankara’ya döndü. Üstad’la son görüşmemiz böyle oldu.

Kayseri’de Şerafeddin Kartal’ın Çok Hizmeti Vardır

Pilot olduğumuzdan tayyarelerin bakımı için Kayseri’ye sık giderdik. Dikkatimi çekmişti: Kayseri’de camiler tıklım tıklım dolu. Fakat dershane yok. Birkaç defa “Yahu kardeşim bu kadar dindar insanlar var, burada bir dershane niye yok?” dedim.

Meslek hayatımızın sonunda 1967’de tayinimiz çıkmasın mı oraya. İçimden “Ali Demirel, Kayseri’nin dersanesiyle uğraşırken al bakalım, ne edeceksen et, işte sana vazife.” Çocuklar İstanbul’da okuyor, götüremiyorum, kendim gittim Kayseri’ye.

Orada Ahmed Şükrü Kılıç diye bir arkadaş vardı, öğretmen; O da İstanbul’a Bakırköy Lisesi’ne tayin oldu sonra. Babasının Kayseri’de dükkânı vardı. Oraya irtibata geçebileceğim bir Nurcu öğrenmeye gittim ki Ahmet’in kendisi ordaymış, meğer izin alıp memleketine gelmiş. “Haberin var mı, Erzincanlı Mehmet Küçükağa diye birisi geldi bir dersane buldu.” dedi. Sevindim “Nerde?” dedim. “Turan Oteli’nin yanındaki Şeyh Camii’nin yanında.” dedi. Hemen gittim, yeni kuruluyor daha, iki aydır ev arıyorlarmış, yeni bulmuşlar. Ev bulamayıp çok darda kalınca Seyyid Burhaneddin Hazretlerinin kabrine gidip dua etmişler Allah’a, nasip olmuş.

Biz dershanede kalıyoruz. Birkaç gün geçti bizi Eskişehir’e kursa gönderdiler. Kurstan geldik, fakat dersane öyle bir yerde ki evler uzakta, önü meydanlık. Ben resmi elbiselerle girip çıkıyorum, herkes görüyor. Artık ben orduevinde yatmaya başladım. Akşamüstleri sivil geliyordum. Mehmet Kurdoğlu ile Hüseyin Bulut o sırada Kayseri’de, Mehmet Küçükağa’ya yardım ediyorlar.

Bir gün baktım bir karışıklıklar var. Meğer Müslim Gündüz oraya el koymuş. Mehmet Kurdoğlu oradan ayrılınca Müslim, Hüseyin’i kandırmış, dersaneye el koymuş. Bekir Berk’le Hilmi Doğan mektup yazmışlar, Batman’dan Ali Mutlu’ya. “Orada karışıklıklar var tayyareci Ali Demirel’le konuş.” diye. Ben kurstan bir günlüğüne gelince baktım, Muzaffer Arslan gelmiş Kayseri’ye. Dershaneye gittim, baktım Müslim Gündüz yatıyor orada. O gece çekti gitti o. Bir iki adam da getirmiş, Muzaffer Arslan onların da otobüs paralarını vermiş gönderdi. Velhasıl Muzaffer Arslan’la üç-dört ay orada Nurculuk yaptık.

Muzaffer Arslan gidince, Bayram Yüksel: “Mersin hapsinde Şerafeddin Kartal var, çıkınca onu oraya göndereceğim.” dedi. Ve Şerafeddin Kartal’ı gönderdi. Bir sene Şerafeddin’le beraber Kayseri’de hizmet ettik beraber. Bir sene sonra İstanbul’dakiler “Biz günlük İttihad Gazetesi çıkaracağız, emekli ol gel.” dediler. Ben de 1969’de emekli olup tekrar İstanbul’a geldim.

Şerafeddin kaldı orada. O sırada tarikatçılar geliyordu dersaneye, Nurcu olacaklardı. Tarikatçıların ileri gelenleri yabancı bir adamı, başına fotör giydirip dersanenin etrafında polis gibi gezdirip korkutmuşlar, hiç kimse kalmamış Şerafeddin Kartal’ın etrafında. Yalnız Ahmed Gazezoğlu geliyordu. Şerafeddin ne yaptı; bir-iki çocuk buldu, onlara Risalelerden ezberletti, dükkânları gezdi, yavaş yavaş Kayserilileri alıştırdı hizmetlere. Orada, Kayseri’de, Şerafeddin’in çok hizmeti vardır.

Gidecek Başka Yer Yoktu

Daha önce de söyledim İstanbul’a 1956 senesinde geldik. Nurcuları bulduk evvela. Kirazlı Mescid Sokak, numara 46. Galip Gigin, Üzeyir Şenler, Hakkı Yavuztürk, bir iki kişi daha vardı o zamanlar. O zamanlarda evli, ailesi de bu işlerin içinde Nurcu pek yoktu. Gidecek başka ev de yoktu. Bu kardeşlere hep bizim eve yemeğe gelin, diyordum. Israrla davet ediyordum. Gelmiyorlardı baştan. Zorla getiriyordum. Sonra bizim evde ders yapmaya başladık. Bu zaman diliminde çok feyizli, nurlu ve bereketli hizmetler oldu. Misafirler ağırlandı, yenildi içildi. Geriye dönüp baktığımız zaman büyük bir bereket ve mazhariyet olduğunu anlıyoruz. Hizmette maddi imkânların olmadığı o günlerde evimiz; gelen giden kardeşler, dersler, sohbetler ve istişarelerle -tabiri caizse- bir merkez gibiydi. Bekir Berk, Mehmet Fırıncı ve Mehmet Birinci gibi kardeşlerle de sayısız hatıralarımız oldu. Hüsrev, Hulusi, Ahmet Feyzi ve Mehmet Feyzi Ağabeyler hariç neredeyse o zamanın tüm Nurcuları bizim eve gelip yemek yemiştir.

İstanbul’da Fındıkzade semtinde yedi sene kaldık, 1964 senesinde Küçükçekmece’ye taşınmamızla yeni bir dönem açıldı. Çok güzel bir evimiz vardı. Kardeşlerimize teneffüs amacıyla da gelmek nasip oldu.

Hizmetler dönem dönem farklılaşıyor. Bir zamanlar evimiz Nurcularla dolup taşıyordu, nefes alacak başka yer yoktu; sonra imkânların artması ile dershanelerin çoğaldı, hizmet alanları genişledi. Nurculuk böyle inkişaf edince artık kardeşler bizi davet etmeye başladılar. Bu hal bize nerelerden nerelere dedirtiyor. Eskiden sabır dönemi idi, şimdi ise şükür dönemi elhamdülillah...

Şükran Hanım İzin Vermese Böyle Olmazdı

Evimizdeki hizmetlerin en büyük kaynağı hanımdır. Eğer o kabul etmemiş olsa, izin vermemiş, razı olmamış olsa böyle olmazdı. Tabi bizim hanım Risale-i Nurları ilk tanıdığımızdan itibaren eve gelen giden Nurcuları dinliyordu. Bu işin mühim bir mesele olduğunu hissediyordu. Kendi isteğiyle Nurcuların dershanelerine gidiyor, temizlik yapıyordu. Sahip çıkmasa da nasıl yapardık? Seve seve yapıyordu. O zamanlar çamaşır makinesi almak istemiştim. Hanım karşı çıkmış, "Bu kapıdan içeri sokmam.", diye yemin etmişti. Sonra makinenin iyi bir şey olduğunu duyunca, Nurcuların çamaşırlarını yıkayacaksam alalım diyerek razı oldu. Yemin ettiği için eve nasıl soksak diye düşünürken Ceylan Çalışkan “Pencereden sokalım.” diyerek meseleyi halletti. Sonunda çamaşır makinesi de Nurcuların dershanelerin çamaşırlarının temizlenmesine vesile olarak hizmetten nasibini aldı.

Bizim Çocukların Esas Hocaları Nurcular

Nurcular bizim eve sürekli gelip gittiklerinden çocuklar da devamlı onlarla birlikteydi. Umumi olarak biz de ilgileniyorduk ama, bizim çocukların esas hocaları Nurculardı. Onların çok emeği var. Bilhassa Birinci’nin kızım Nurdan’ın üzerinde çok etkisi var. Çocuklarım için “Ne kadar iyi yetiştirmişsin.” diyorlar. Ben yetiştirmedim ki Nurcular yetiştirdiler.

Bu Hatıralarım Dünyadaki En Büyük Sermayemdir

İyi niyetli olunca Cenab-ı Hak sebepler ihsan ediyor. O gizli niyetini sen bilmiyorsun, Cenab-ı Hak biliyor. Cenab-ı Hak seni tayyareci yapıyor, Nurcu yapıyor, hizmete giriyorsun. Esasında bizim kabiliyetimizden değil, Cenab-ı Hakk’ın nasip etmesi. Yani bu davadaki en büyük mazhariyet istihdamiyet, bu da Allah nasibiyle oluyor.

Benim bu hatıralarım, bu dünyadaki en büyük sermayemdir. Bediüzzaman Said Nursi gibi bir İslam Kahramanını görüp sohbetlerinde bulunmam ve duasını almam en büyük mutluluktur bana. İnşaallah ahirette Üstadımız ve bütün kardeşlerimizle birlikte Resulullah’ın liva-i hamd sancağı altında bulunmak nasip olur da orda bu dünyadaki hizmetlerimizi seyrederiz.

Hatıraların yazılmasına vesile olan Ömer Özcan kardeşten de Allah razı olsun, çalışmalarını destekliyor, kitaplarını okuyor ve çok istifade ediyorum.

(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-V)

***

1925'te Burdur-Karamanlı'da dünyaya geldi. Emekli pilot astsubayıdır. Bediüzzaman'la müteaddit defalar görüşmüştür.

"Risale-i Nurları Oku ve Üstadı Mutlaka Ziyaret Et"

"Ben Erzincan'da havacı astsubay iken Risale-i Nurları, arkadaşım Pilot Başçavuş Ömer Halıcı'dan duymuştum. Teksir edilmiş çeşitli Risaleleri onda görmüş ve okumaya başlamıştım."

"Tayinimin Erzincan'dan Diyarbakır'a çıkması üzerine, Risale-i Nur talebeleriyle tanışmam burada oldu. Risale-i Nurları okumaya başlamam ve iman hizmetinin içinde bulunma devrem, Diyarbakır'daki Nur talebelerinin tanımadan itibaren başladı."

"Pilot Astsubay olmam hasebiyle Diyarbakır'dan Eskişehir'e Jet kursuna gitmiştim. Bu sırada Üstadı görmeye karar verdim. O zamanlar Eskişehirli tarikat şeyhi, Muttalip köyünden Hacı Hilmi Efendinin tarikatına bağlı idim. Bu sebeple Üstada gitmeden önce Hacı Hilmi Efendiye uğradım. Risale-i Nurları gördüğümü ve Bediüzzaman Said Nursî'yi ziyaret etmek istediğimi şeyhime anlattım ve bu konudaki görüşlerini sordum. O da bana, 'Risale-i Nur'ları oku ve Üstadı mutlaka ziyaret et' diye tavsiyede bulundu."

"Yedi kişilik bir kafile ile Eskişehir'den Emirdağ'a, Üstadı ziyarete gitmiştik. Kafilemizde; Binbaşı Reşat Bey, Yüzbaşı Ekrem Bey, Pilot Başçavuş Ömer Halıcı, Saatçi Muhittin, Elbiseci Mustafa, Hacı Hafız Abdullah Efendi (Toprak) vardı. Üstada gideceğimiz zaman Hacı Hilmi Efendi yeni Hicaz'dan gelmişti. Üstada götürmemiz için, bize tesbih, misvak, koku ve hurma vermişti. Bu mübarek zat, daha önce bir kaç sefer Üstadı ziyaret ettiğini ifade etmişti."

"Üstadı Ziyaret Ediyoruz"

"Emirdağ'a vardığımızda Mehmet Çalışkan'ın bakkaliye dükkânına uğrayıp, oradan da Üstad'ın yanına gittik. Üstad yatakta oturmuş vaziyette idi. Duvarda bir cep saati asılıydı. Ayrıca orta boy bir radyo da duvarda vardı."

"Üstad, kendisine hediye olarak Hacı Hilmi Efendi tarafından gönderilen hurmaları açtı. Sekiz tane vardı. Biz de Üstad ile beraber içeride sekiz kişi idik. Üstad, 'Fesübbanallah' dedi. Ve sayı saydırarak bize hurmaları dağıttı. Sayı kendine düşen, hurmaların en büyüğünü almak mecburiyetinde idi. Bazı arkadaşlarımız küçüğünü almaya kalkıştıklarında Üstad mâni oluyor ve en büyüğünü almalarını istiyordu."

"Üstad bu hediyelere mukabil bir hediye vermek istedi, etrafı araştırdı, epeyce aradıktan sonra bir tesbih buldu, çıkardı:

"Tesbih mübarektir, bunu kendisine götürün, selâm söyleyin. Kardeşim, Hilmi Efendi birkaç defadır benim ziyaretime geliyor, artık gelmesin, ben onun ziyaretine geleceğim' dedi."

"Üstad, Hilmi Efendiyi İki Kere Ziyarete Gitti"

"Bu hadiseden beş sene sonra, 1957'de, Üstad, Hilmi Efendinin hafız cemiyetine dâveti üzerine, trenle Isparta'dan Eskişehir'e gelerek oradan da Muttalib'e gitti. O zaman köyde çok kalabalık olmuş, birkaç bin kişi toplanmıştı. Ertesi sene Üstad, dâvet edildiği günden üç gün evvel, yine Muttalib'e gitmişti. Üstad'ın dâvet edildiği duyulduğu için, çok büyük bir izdiham ve kalabalık olacaktı. Fakat Üstad, 'Benim kandilde Isparta'da bulunmam lâzım.' diye Muttalib'e ziyareti, üç gün evvel yaparak geri dönmüştü. Ben Yıldız Oteline gitmiştim. Otelde Zübeyir Ağabey vardı. Bana, Üstad'ın Muttalib'e gittiğini ve hemen döneceğini söylemişti."

"Benim Gibi 6-7 Kişi Daha Olsaydı, Memleket Bu Hâle Gelmezdi"

"Üstad yanımızdaki Hafız Abdullah Toprak'a şöyle diyordu:

'Kardeşim Hafız Abdullah, ben tek başıma kaldım. Eğer benim gibi altı-yedi kişi daha olsaydı, bu memleket bu hale gelmezdi.'

"O zamanlarda Ticanilerin menfî hareketleri oluyordu. Üstad onların bu hareketlerini hiç tasvip etmiyor, bu hâdiseler yüzünden İslâm'a zarar geleceğine üzülüyordu."

"Ben Tayyarecilere Dua Ediyorum"

"Üstad'ın giyinişi Şark usulü idi. Yanakları pembe, gözleri maviye çalıyor, parmakları ince ve uzundu. Arkadaşlarımın hepsini tanıdığı halde beni yeni görüyordu. Bunun üzerine Ömer Halıcı'ya beni göstererek, 'Bu kim?' dedi. Ömer Halıcı, 'Bizim alayda Başçavuş Ali Demirel' diye cevap verdi. Üstad da, 'Maşaallah, onu talebeliğe kabul ettim.' diye iltifat etti. Üstad devamlı konuşuyordu. Şöyle dediğini hatırlıyorum:

"Kardaşlarım, ben önce Risale-i Nur talebelerine, sonra Muttalipçilere (yani Şeyhim Hacı Hilmi Efendinin talebelerine. Bunlar da sık sık Üstadı ziyaret ediyorlardı), sonra da tayyarecilere dua ediyorum. (Ve biz havacılara dönerek) Kardaşlarım, ölümle karşı karşıya olan kahramandır. Siz kahramansınız. Ben de din kahramanıyım.'

"Sonra Üstad'dan müsaade alarak ayrılmıştık.

"Üstad Eskişehir'e gelince Yıldız Otelinde kalırdı. Burada da ziyaretine gitmiştim. Beni görünce, 'Sen nerelisin kardaşım?' dedi. Ben de, 'Burdurluyum' deyince, Üstad,

'Benim Burdur'da on bin talebem olması lâzımdı. Isparta'da on bin talebem vardır. Burdur'da kemiyete ihtiyaç yok. Keyfiyet olduğu için, sadece on tane vardır. Binbaşı Asım Bey, Mustafa Çavuş, Rasih Hoca, Abdurrahman Cerrahoğlu' demişti.

"Oğlum Hüseyin'i de Üstada Götürdüm"

"Burdurlu olmam hasebiyle, Isparta'da bulunan Üstadı müteaddit defalar ziyaret etme bahtiyarlığında bulundum. Ben Ankara'dayken büyük oğlum Hüseyin'i, babam alıp memleketimiz olan Burdur'a götürmüştü. Oğlum Hüseyin'i almak için memlekete gittim. Dönüşte Üstadı ziyaret edip öylece dönmeye karar verdim. Isparta'ya gittik. O zaman Üstad Emirdağ'daymış. Isparta'da bulunan Hüsrev Ağabeyin yanına gittik. Türkçe İşaratü'l-İcaz'ın eski yazı ile yazılan bazı nüshalarının tashih edilmesi için Üstada götürmemi istedi. Isparta'dan Afyon'a geçtik. Orada bir gece kaldıktan sonra, ertesi günü Emirdağ'a gitmek için otobüse bindik. Vasıtalar az olduğu için aynı otobüsle geri dönmek istiyordum. Onun için otobüs şoförüne Emirdağ'da ne kadar kalacağını sordum. Şoför bana, 'Hoca Efendiye mi gidiyorsunuz?' diye sormuştu. Ben de, 'Evet' demiştim. 'Sizi beklerim' demişti. Üstadı ziyarete gidenler çok olduğu için, artık şoför ziyaret maksadıyle gidenleri tanıyordu. Hürmetkâr tavrı, Üstad'ın o çevrede sevildiğinin bir işaretiydi.

"Emirdağ'da Mehmet Çalışkan'ın bakkal dükkânına, oradan da Üstad'ın yanına gittik. Emaneti verdim. Yanımdaki beş yaşındaki oğlum Hüseyin'e dönerek, 'Bunun adı ne?' dedi. Ben 'Hüseyin' dedim. 'Maşaallah' dedi ve dua etti. Dışarıya çıktığımızda Hüseyin bana, 'Bu hocanın gözleri niye yeşil baba?' diye sordu. Geldiğimiz otobüsle Afyon'a, oradan Eskişehir üzerinden Ankara'ya döndük."

"Siz Amme Hizmeti Görüyorsunuz"

"Başka bir seferinde ise Burdur'dan iki hemşehrimle Üstadı ziyarete gittik. Arkadaşlarımdan biri Devlet Demiryollarında vazifeliydi. Üstad yanımızdaki trenciye şunları söyledi.

"Kardaşım, siz âmme hizmeti görüyorsunuz. Farz namazlarınızı kılsanız yaptığınız vazifeler ibadet hükmüne geçer.'

"Üstadı Son Ziyaretim"

"En son ziyaretim, 1959 senesinde, Üstad'ın İstanbul'a gelişi sırasında oldu. 1959 yılını 1960'a bağlayan günlerdeydi. Üstad, Piyer Loti Otelinde kalıyordu. O zamanki gazetelerden hatırladığıma göre Üstad, İstanbul'a avukatı Bekir Berk Beye vekâlet vermek için gelmişti.

"Ben Üstad'ın geldiğini duyunca hemen onu ziyaret etmeye gittim. Otele gittiğimde otelin kapısında ve çevresinde çok miktarda polis ve gazeteciler vardı. Sonradan isminin (Birinci Şubeden) Faruk (Eriş) olduğunu öğrendiğim bir polis memuru, ötelin kâtibi rolüne girmişti. Ben kapıdan girince, 'Kimi arıyorsunuz?' diye sordu. Bediüzzaman'ı görmek istediğimi söyleyince 'İsminizi alayım, telefondan geldiğiniz söyleyeyim' dedi. Ben polis olduğunu anladığım için, 'İsmime lüzum yok. Birisi sizi görmek istiyor deyin.' dedim. O sırada arkadaşım Halil Yürü, 'Ali Ağabey' diye beni çağırdı. Dolayısıyla ismimi öğrenmişlerdi. Polisin yanında sonradan Milliyet gazetesi muhabiri olduğunu öğrendiğim sivri sakallı birisi vardı.

"Ertesi Günü Milliyet Gazetesi Şöyle Yazıyordu:

'İstanbul teşkilâtından olduğu anlaşılan Ali Ağabey isminde birisi, en son saat 19:30'da itirazsız kabul olundu.'

Üstad'ın manevî kuvvetinden korkanlar böylece en ufak bir hareketten bir mânâ çıkarıyor, âdeta bir gizli teşkilatın var olduğunu göstermek istiyorlardı. Üstad'ın üstüne örtmesi için evden battaniyeye sarılı bir yorgan getirdim. O zaman Üstad'ın siyah olan şemsiyesini bile yeşil diye yazmışlardı. Halbuki battaniyede sadece yeşil çizgiler vardı. Yorgan yeşil değildi. Gayeleri Üstadı bir şeyhe benzetip onu olmadığı bir şekilde göstermekti.

"Yanına gittiğimizde 13-14 kişiydik. Hepimizin birden yanına gidişine sinirlenmişti.

"Ben sizi tek tek kabul edecektim. Neden hepiniz birden geldiniz? Görüyorsunuz bu adamlar tezahürattan telaşa kapılıyor' diye konuşmuştu. O günkü gazetelerde Üstad günün konusuydu. Bütün gazetelerin baş haberi Üstad idi. Üstad için çeşitli yalan yanlış şeyle yazıyorlardı.

"Biz müsbet hareket edeceğiz; asayişi muhafazaya çalışacağız"

"Üstad'ın sesi o gün çok kuvvetli çıkıyordu. Yatağın üstünde ayağa kalkarak bize 31 Mart hâdisesindeki Divan-ı Harb-i Örf"i'deki mahkeme safahatından anlattı:

"Mahkeme Reisi Hurşid Paşa bana, 'Said sen de mürteciymişsin?' diye sordu. Ben de ona, 'Meşrutiyet bir zümrenin istibdadı ise, bütün cin ve ins şahid olsun ki ben mürteciyim.' dedim. Kardaşlarım, bir emir versem yüz Şeyh Said gibi Türkiye'yi karıştırırım.. Ama bin Şeyh Said kadar kuvvetimiz de olsa, biz yine müsbet hareket edeceğiz. Asayişi muhafazaya çalışacağız.'

"Üç dört gün kalacağını ifade etti. Eyüb Sultan'ı ziyaret edeceğini söyledi. Maalesef ertesi günü gazeteciler yattığı odanın balkonuna çıkıp namaz kılarken resmini çekmişlerdi. Üstad buna sinirlenip, beklemeden Ankara'ya döndü."

"Ben Seni Vekil Tayin Ettim"

"Avukat Bekir Berk'e şöyle dediğini de söylemeden geçemeyeceğim. Üstad, Bekir Beye üç sefer tekrar ile 'Ben seni vekil tayin ettim.' demişti. Sonra Bekir Berk Beyi, Üstad'ın vefatından on üç sene sonraya kadar Risale-i Nur'un fahrî avukatlığını yaptığını göz önüne getirirsek, Üstad'ın sözlerindeki incelik meydana çıkar."

"Benim bu hatıralarım, bu dünyadaki en büyük sermayemdir. Bediüzzaman Said Nursî gibi bir İslâm kahramanını görüş bazı sohbetlerinde bulunmam en büyük mutluktur bana."

(bk. Necmeddin ŞAHİNER, Son Şahitler-III)

Kategorileri:
A
Okunma sayısı : 5.127
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...