HALİL İBRAHİM ÇÖLLÜOĞLU (MİLASLI)

Risale-i Nur’da adı çokça geçen Milaslı Halil İbrahim Çöllüoğlu, 1897 yılında Milas’ta dünyaya gelmiş ve 1 Temmuz 1956’da vefat etmiştir. Milas Asrî Mezarlığa defnedilen Çöllüoğlu ağabeyin kabri, daha sonraları mezarlıkla beraber şehrin başka bir noktasına nakledilmiştir.

Halil İbrahim Çöllüoğlu, Padişah Sultan Abdülaziz devrinde babasının hancılık -bugünkü anlamda otelcilik- yaptığı aynı mekânda baba mesleğine devam etmiştir. Kendilerine ait olan bu tarihi hanın adı, soyadlarıyla bütünleşip ‘Çöllüoğlu Hanı’ olarak tanınmış, bilinmiş ve bu şekilde tarihe geçmiştir. Şimdi metruk halde bulunan bu Han, Milas Belediyesi tarafından istimlâk edilmiş ve restore edilmeye başlanmıştır. 2008 yılında Şerafeddin Kartal ağabeyle beraber ziyaret ettiğimiz Milas’ta, Çöllüoğlu ağabeyin evlatlığı Sadi Özgen bey, bu tarihî Han’ı bizleri gezdirdi; Halil İbrahim ağabeyi ve Han’da dersane olarak kullandığı hususi odasını gösterdi, anlattı… Han’ın bolca fotoğraflarını çektik…

Merhum Çöllüoğlu ağabeyin hiç çocuğu yoktu, evlâtlıkları vardı. Bir de öz teyzem Havsa Özer’in damadı Hakkı Çöllüoğlu vadır. Merhum Hakkı eniştem Halil İbrahim Çöllüoğlu’nun yeğenidir. Bir Milâslı olarak, evimizle okuduğumuz ilkokulun yolu üzerinde bulunan Çöllüoğlu Han’ının önünden, ağabeyim Abdülkadir Özcan’la beraber neredeyse her gün geçtiğimiz halde, o yaşlarda uzaktan da olsa bu akrabalığın farkında olamamıştık. Dolayısıyla dünya gözüyle Halil İbrahim ağabeyi göremedik; belki de gördük, çocuk gözüyle fark edemedik…

Sadi Özgen, Çöllüoğlu ağabeyin kız evlatlığının oğludur. İlhan Yüksel de lise çağına kadar yanında büyümüş manevi evladıdır… Sadi Bey Çöllüoğlu ağabeyi çok fazla hatırlamıyor. 1929 doğumlu İlhan Bey ise manevi babasını çok iyi hatırlıyor. Kendisiyle ayrı bir röportaj yaptım, sorular sordum… Anlatımı gelecek…

Rahmetli teyzem ve Çöllüoğlu ağabeyi tanıyan Milaslılardan ve bilhassa manevi evladı İlhan Yüksel’den kaydettiklerimin teyidini Risale-i Nur’dan ve hatıra sahibi ilgililerden aldım. Halil İbrahim Çöllüoğlu hakkında topladığım bilgiler şöyledir:

Halil İbrahim Çöllüoğlu’nun Risale-i Nur’u Tanıması

İlme ve kitaba müştak bir zat olan Halil İbrahim Çöllüoğlu’nun Han’ına bir gün Isparta’dan bir müşteri gelir. Aslı Bitlis Adilcevazlı olan ve Bediüzzaman’ın “Âhiret Kardeşim Âdilcevazlı Kürt Bekir Ağa” dediği ümmi, fakat kutuplar derecesinde hizmetleri bulunan bu zat çerçi esnafıdır; yani köy ve pazarları dolaşarak ufak tefek tuhafiye eşyası satan seyyar bir satıcı... Heybesinde hep taşıdığı Risale-i Nur eserlerinden Han sahibi Halil İbrahim Çöllüoğlu’na birkaç parça bırakır… Bu kitaplardan birisinin, Onuncu Söz Haşir Risalesi olduğu Bediüzzaman’ın Eskişehir’de mahkemeye karşı Halil İbrahim’i müdafaa için söylediği ifadelerinden anlaşılıyor.

İlme ve okumaya çok meraklı olan Halil İbrahim ağabey kitapları okuyunca adeta büyülenir. Hemen ‘Han’ içerisinde bir odayı kütüphane olarak tahsis eder ve hizmete başlar. Daha sonra da Barla’da bulunan Bediüzzaman hazretlerine bir ziyarette bulunur.

Milâs'ın Hacı İlyas Mahallesinde oturan Halil İbrahim Çöllüoğlu, Risale-i Nur’da isimleri geçen Mehmed İnce, Şefik Sarıoğlu gibi yardımcılarıyla beraber yıllarca Milas’ta kahramanca hizmet etmiştir. Sonraki yıllarda, Risâle-i Nur’un manevi avukatı sıfatıyla meşhur olmuş, Aydın’ın Ortaklar Bucağından Ahmet Feyzi Kul ve Isparta kahramanlarından Mustafa Ezener ağabeylerin de Risâle-i Nur’’u tanımasına vesile olmuştur...

Bediüzzaman’ın Müdafaasında Çöllüoğlu

Azîz Üstad, 1935 Eskişehir ve 1943 Denizli hapishanelerinde yanında bulunan bu pek kıymetli talebesi Milâslı Halil İbrahim’den, Risale-i Nur’da sena ile çokça bahsediyor. Meselâ; Emirdağ Lâhikasında

“Milâslı Halil İbrahim, hakikaten Risale-i Nur'un demir gibi metin ve sarsılmaz bir şakirdidir. O kasaba onunla iftihar etmeli.” (Emirdağ Lahikası-I, 31. Mektup, s.59),

“Bu zât, Risale-i Nur'un çok eski ve çok sadık ve çok fedakâr bir şakirdidir...” (Emirdağ Lahikası-I, 60. Mektup, s. 99) diyor.

Çöllüoğlu ağabey, Risale-i Nur’u 1929 senelerinde, aslı Bitlis-Adilcevazlı olan, Hz. Üstad’ın memleketlisi ve “Âhiret kardeşim Âdilcevazlı Kürt Bekir Ağa” dediği zat vasıtasıyla tanımış ve 1931 veya 32 yıllarında Bediüzzaman hazretlerini Barla’da ziyaret etmiştir. Bu tarihler, Hz. Üstad’ın 1935’de Eskişehir Mahkemesine karşı talebeleri için yaptığı müdafaada şöyle geçmektedir:

“Hem ezcümle Milâslı Halil İbrahim; Bu adam altı-yedi sene evvel benim eski memleketli bir talebem vasıtasıyla bana karşı bir dostluk hissetmiş. Sonra bu üç-dört sene evvel kendi işi için Eğirdir'e gelip Barla'da beni gördü.”

Aynı müdafaada Bekir Ağa’nın ismi şu şekilde zikredilmektedir:

“Çok yerden benden risaleler istiyorlar, yazacak adamım yok. Bekir sizi tercih edip gönderdi.” Hz. Üstad bir sonraki paragrafta da Halil İbrahim Çöllüoğlu’nun Risaleleri ilk defa tanıma vesilesini mahkemeye karşı şöyle izah ediyor; “Mesmuatıma göre, 'Onuncu Söz'ün şapirografla yazılmış tetimmesini 'Onuncu Söz' ile beraber yedi sene evvel hanına gelen bir yolcudan almıştır.” Burada Hz. Bediüzzaman’ın bir yolcu dediği, adı geçen Bekir Ağa’dır. Çöllüoğlu ağabeyi tanıyan Milaslıların da nakilleri bu şekildedir, tam örtüşüyor…

Bediüzzaman hazretlerinin 1935 Eskişehir Müdafaası, Osmanlıca “27. Lem’a Eskişehir Mahkeme Müdafaa Risalesi” olarak yayınlamıştır…

Üstad Milaslı İbrahim'i Müdafaa Ediyor

1935 Eskişehir Mahkemesinde Üstad Bediüzzaman, Milâslı Halil İbrahim'i şöyle müdafaa ediyordu:

"Hem ezcümle Milâslı Halil İbrahim... Bu adam altı-yedi sene evvel benim eski memleketli bir talebem vasıtasıyla bana karşı bir dostluk hissetmiş. Sonra bu üç-dört sene evvel kendi işi için Eğirdir'e gelip Barla'da beni gördü. Hafız Bey ve Hacı Hüsnü gibi meb'uslara verdiğim ve gösterdiğim risalelerimden bir-iki tanesini vermiştim."

"Sonra bu adam Kur'ân'a ve imana fazla iştiyakı olduğundan, musırrane benden imanî eserler isteye isteye ve her bir fırsatta bana selâm ve tebrik mektupları samimî gönderdiğinden dayanamadım. Kendime mahsus yazdırdığım risaleleri ona göndermeye mecbur oldum. Fakat başkalarına göstermemek için üzerlerine 'Mahremdir' diye yazıyordum. Hattâ bir mektubunda onun ısrarına karşı kandırmak için 'Çok yerden benden risaleler istiyorlar, yazacak adamım yok. Bekir sizi tercih edip gönderdi.' Bu mektup da onun ısrarı üzerine bir kandırmaktan ibarettir. Şimdi ben kendi vicdanımla bu zatta iman ve Kur'ân'a karşı iştiyaktan başka bir his bulamadığını ve benim gibi siyasetle hiç alâkası olmadığını ve benim mesleğimden hariç entrikalara kapılmadığını kanaatım geldiğinden, onu da hususî kardaş telâkkî ettim. Kendime has yazılarımı ona da gönderdim."

"İşte on sene zarfında Halil İbrahim gibi iki-üç dostuma hususî ve imanî risalelerimi göndermek elbette, hiçbir cihetle itiraz olamaz. Tesettür risalesi ise yanlışlıkla ona gitmiştir. Mesmuatıma göre, 'Onuncu Söz'ün şapirograf ile yazılmış tetimmesini 'Onuncu Söz' ile beraber yedi sene evvel hanına gelen bir yolcudan almıştır. İşte bu adamın benim hakkında tesbit edilmeyen suçumdan ona hakikî bir suç ifraz edip ve onun suçundan İnce Mehmed gibi bazı adamlara hisse çıkarmak, elbette Eskişehir mahkemesi gibi kuvvetli hüsn-ü adaleti takip eden yüksek bir mahkeme bunu hoş görmez." (bk. Osmanlıca Yirmi Yedinci Lem’a)

MANEVİ EVLADI İLHAN YÜKSEL ANLATIYOR

1929 Milas doğumluyum. Elektrik Yüksek Mühendisiyim, 1954 İTÜ (İstanbul Teknik Üniversitesi) mezunuyum. Muhtelif kurumlara çalıştım, şimdi emekliyim. Bazen Milas’ta bazen de İzmir’de ikamet ederim…

Halil İbrahim Çöllüoğlu aslında benim eniştem oluyor, Halam Naciye Hanım’ın kocasıdır. Onların çocukları yoktu… Biz üç kardeşiz… Üçüncü kardeşim doğunca 5-6 yaşlarımda iken beni kucaklayıp evlerine manevi evlat olarak alıp götürdüler. O yaştan itibaren ilkokul-ortaokul son sınıfa kadar eniştem Halil İbrahim Çöllüoğlu ile beraberdim hep. Onların elinde, onların yanında büyüdüm. En az on sene kadar beraberdik… İTÜ’ye 1944’de gittim. Yalnız resmen onların üzerine geçmedim ben, onun için soyadım farklıdır. Manevi evlatlarıydım. Halam Naciye Hanım da dindar bir kadındı. Sadi Özgen; Halil İbrahim Çöllüoğlu’nun bir kız evlatlığı vardı, onun oğludur. Sadi’yi de üstüne almamıştı rahmetli.

Tarihî Çöllüoğlu Han’ı Milas’ın En Güzel Yerindedir

Eniştem Halil İbrahim Çöllüoğlu’nun evleri Milas’ın Hacıilyas Mahallesindeydi. İşlettikleri Çöllüoğlu Han’ı ise şehrin merkezi bir noktasında, Belen Camiinin hemen yakınındadır. Bu han Abdülaziz Ağa tarafından Ağa Camisinin yakınında 1719-1720 tarihinde inşa ettirilmiş...

Çöllüoğlu Han’ı, babalarından iki kardeşe, Ali Çöllüoğlu ve Halil İbrahim Çöllüoğlu’na miras kalmıştı. Bu han kare şeklindedir. 1,5 duvarı ağabey Ali Çöllüoğlu’nun, 2,5 duvarı Halil İbrahim Çöllüoğlu’nundur. Yani yüzde 38’i birinin, yüzde 68’i diğerinin gibi… O Han’ın yeri tam on dönümdür. Her bir kenarı 100 metredir. Milas sıcak bir şehir olduğundan zenginler, ekâbir daima yukarılara çıkmıştır, dolayısıyla Çöllüoğlu Han’ının yeri Milas’ta çok önemlidir. Daha güzel yer yoktur Milas’ta. Belen Camiinin yanındadır Han. Han demek, hayvanlı yolcuların ikamet ettiği otel... Alt kata hayvanlar bağlanır, üst tarafta odalar vardır, orada müşteriler yatardı. Bu Han’ı Milas Belediyesi istimlâk ederek satın aldı. Eski eserleri koruma diye bir şeyler uydurup aldılar. Çocukluğumda bu Han’a çok giderdim. Bilhassa Milas’ın Salı Pazar’larında çok kalabalık olurdu Han. Müşteriler genellikle hayvanla gelirlerdi.

Rahmetli Hoşsohbetti, Her Gün Bir Şeyler Anlatırdı Bize

Rahmetli eniştem Halil İbrahim Çöllüoğlu’nun Bediüzzaman’ı tanıması şöyle oluyor:

Bir rüya görmüş, bir meşale ile birini görmüş rüyasında. Rüyasını birisine açmış, Bediüzzaman’ı tarif etmişler, gördüğün o olabilir demişler. O sıralarda Han’ına Isparta’dan seyyar bir satıcı –çerçi- geliyor. Onun vasıtasıyla Risale-i Nur’u ve Bediüzzaman’ı tanıyor.

1935 yılında ilk defa Eskişehir’e mahkemeye gittiler, altı aya mahkûm oldular. Eskişehir’e hapishaneye giderlerken ben yanındaydım. Altı yaşındaydım ama gayet iyi hatırlıyorum.

1943 yılında tekrar Denizli’ye aldılar onu. Bir ihbar üzerine Milas’ta kimler var diye liste veriyorlar, toplayıp alıp gittiler hepsini. Ben bu baskın sırasında okuldaydım, eve geldiğimde halam olanları anlatı bana. Dokuz ay sonra bu sefer beraat ederek geri döndüler.

Rahmetli çok konuşkandı, hoşsohbetti, her gün bir şeyler anlatırdı bize. Dünyevî hırsı yoktu, Han’a çok müşteri gelsin de çok para kazanayım gibi bir hırsı yoktu. Baba olarak bize Bediüzzaman hocadan çok bahsederdi, başka bir davranışı, zevki yoktu diyebilirim. O hale gelmişti ki, benimle konuşmak yerine şu eserleri yazın, çoğaltın derdi gelenlere.

Eniştem Çöllüoğlu, Bediüzzaman için canını verirdi. Bize devamlı Risale-i Nur okur anlatırdı. Fakat daha çok, ‘okuyun’ diye değil, ‘yazın’ diye haber gelirdi onlara. Habire yazar, yazar, yazar… Eski yazı tabi… Sonra onları Bediüzzaman’a gönderirdi. Yazısı da çirkindi, kim okurdu o yazıları bilmiyorum artık. Bana İTÜ’de okurken mektup yazardı, okuyamazdım. Bediüzzaman’dan mektup şeklinde gelirdi risaleler, onları bizden bile saklar, gizlerdi yani. Çok baskı vardı…

Ahmet Feyzi Kul ve Milaslı Mehmet İnce

Ahmet Feyzi Kul diye çok önemli bir Risale-i Nur talebesi vardır, rahmetli ondan çok bahsederdi. Denizli Hapishanedeki hatıralarından bahsederdi bize. Ona kitabı ilk defa o vermiş herhalde.

Bir de; Milaslı Mehmet İnce vardı. Onun da çocuğu yoktu. Nüktedan, konuşkan, çok becerikliydi bir insandı o. Küçük bir dükkânı vardı, unculuk yapardı orada; un alıp satardı. Bir yazı yazardı matbaa gibi; matbaadan daha güzel yazardı, inci gibi yazardı, mükemmel bir yazısı vardı. Çöllüoğlu’yla beraber hapis yatmışlardı beraber.

Rahmetli eniştem 1956’da ben askerde iken vefat etmişti, cenazesinde bulunamadım… Allah rahmet etsin… Şimdi duyuyoruz bütün dünya tanıyormuş onu…

(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-V)

***

Çiseleyen bahar yağmurunun altında, Milas kabristanında bir hakikat kahramanının temiz ruhuna dualar okuyorduk. Ay-yıldızlı mezar taşı kitabesinde bu şair ve âlim zatın, Hak yolunun yolcusu oluşunun da ifadelerini bulmuştuk:

"Arz-u hâl için sultana geldim,
Sâilim, lütf-u ihsana geldim.
Bildim ki varlık perdedir Hakka,
Ref edip âni cânana geldim."

l897 yılında dünyaya gelen Halil İbrahim Çöllüoğlu, 1 Temmuz 1956'da Allah'ın rahmetine kavuşmuştu. Nur risalelerinin, Lem'alar, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Kastamonu Lâhikası ve Emirdağ Lâhikaları'nda şiirleri yazıları bulunmaktadır.

İsmi ile müsemmâ olarak kardeşlik ve dostluk mesleğinin mensubu olan bu zâtı Üstad, Emirdağ mektuplarında şöyle ifade etmektedir:

Demir Gibi Metin ve Sarsılmaz

"Milâslı Halil ibrahim, hakikaten Risale-i Nur'un demir gibi metin ve sarsılmaz bir şakirdidir. O kasaba onunla iftihar etmeli."

Milâs'ta dedelerinden kalma tarihî Çöllüoğlu hanında hancılık ve otelcilik yapan Halil ibrahim Çöllüoğlu, şarklı bir Nur talebesi vasıtasıyla Üstadı ve Nurları tanımıştı. Mustafa Ezener, Ahmed Feyzi Kul ve çeşitli kimselere Nurları ve Üstadı tanıtıyordu.

Ahmed Feyzi Kul Nurları tanıdıktan sonra Üstada yazdığı mektubun altını "Aydın müftüsü" diye imzalamıştı. Bu yüzden Eskişehir hapsinde Nurlardan haberi olmayan, Üstadla alâka ve görüşmesi olmayan Aydın Müftüsü Mustafa Efendiyi de tevkif etmişler. Barla Lâhikası'nda "Her an ayaklarının altını öpmek ateşiyle mütehassır ve nâlan, ahkar-ı mahlûkat: Ahmed Feyzi" diye imzasını atan Ahmed Feyzi Kul'un bu mektubunu Üstad şöyle takdim etmektedir:

"Yeni mühim bir kardeşimiz müftü Ahmed Feyzi Efendinin fıkrasıdır.

"Bu fıkra çendan şahsıma bakıyor. O zat şahsımı görmemiş, dellâllığım eseri olan Risaleleri gördüğünden, haddimden pek çok fazla olan sena ve medhi, risalelere ve esrar-ı Kur'ân'a ait olduğu için kabul ettim."

***
Halil İbrahim Çöllüoğlu'nun evinde hanımı Naciye Çöllüoğlu'nu ziyaret ettiğimde, zengin kitaplarını ve kendi el yazması şiirlerini yazdığı hatıra defterini bulmuştum. Hatıra defterinde gün gün Eskişehir hapsini ve hadiseyi anlatmaktadır. Emekli yüzbaşı Refet Barutçu'dan dinlediğim, Isparta köylerinde "Ramazan'a aittir" diye Ramazan Risalesi'nin üzerinde yazdığından dolayı Ramazan isimli, hiçbir şeyden habersiz bir köylü vatandaşın da tevkif edilerek Eskişehir'e götürüldüğünü, Çöllüoğlu'nun manzum hatıralarında okumaktayız.

Bu elli yıldır hiç el sürülmemiş hatıra defteri, Naciye Çöllüoğlu Hanımın muhafazasında ve Bircan Çelik'in gayretleriyle bize intikal etti. Defterden 19 Ağustos l935 tarihi taşıyan sayfa "Çok büyük bir musibet olan vâkanın küçük bir hatırası." başlığını taşımaktadır.

Bu acı günlerin hatırasını birlikte okuyalım:

Babamızdan kalma bir eski handa,
Hancılık işlerdim çoktan beri o zamanda.

Bakardım kendi halime, hiç kimsenin işine karışmazdım,
Hem ibadet, bazan mütalâa, hem de geçinmek için çalışırdım.

Severdim bu işleri, zira misafire bakmak hoştur diye,
Gerçi ücretle kabul edersem de, bu o zamanda meşrudur diye.

Hesabımca hanın bir kısmını ayırmıştım, garip yoksullara,
Ücret almazdım, muavenet ettiğim de olurdu öksüzlere.

Hayatımda birçok musibetlere kaldım maruz,
Bu hepsinden zor geldi, nâçar ona da gerdim göğüs.

Pederimin vefatında dört yaşlarında kaldım yetim,
O zamandır akıyordu gözyaşlarım düm düm.

Uzatmayalım macerayı, 935 senesi, o günkü 26 Nisan'dı,
İkindi namazını edadan sonra Belen Camiinde biraz kaldımdı.

Dışardan geliyordu birkaç ayak sesi,
Meğer benim camide olduğumu haber almış hükûmetin polisi.

Nihayet girdi içeri bir bekçi ile bir polis,
Dediler: "Seni istiyor komiser, yürü tiz."

Kalktım camiden, hana uğramadan polisle yürüdüm,
Boduroğlu mağazasının önünde komiseri gördüm.

Dedi: "Haydi bakalım, bir tarafa gideceğiz,
Bu iş için sizin evi taharrî edeceğiz."

Yürüdük iki polis, biri komiser, iki de mahalleden âzâ,
İşte ondan itibaren gösterdi kendini kader-i İlâhî olan kaza.

Vardık eve, girdik içeri, başladılar, her tarafı arıyorlar,
Evdekiler telâş ve havfla, bana "Bu nedir?" diyorlar.

Aradıkları benden, Bediüzzaman Hazretlerinin Risaleleri imiş,
Zaten gizli olmayan Risaleleri bulunca dediler: "Gerisi nerede?" Bu ne iş?

Komiserin istihza ile yüzü gülmüştü,
Çünkü yakalamıştı güya mücrimi.

Aldılar Risaleleri, beni de götürdüler polis dairesine,
Dinle artık, sen komser Besim'in hailesine.

Dinlememek elde mi, çünkü kabahat çok büyük imiş,
Bilmiyordum, kitap ve dinî risale okumak kabahatmış.

Kendimden geçmiş bir vaziyette düşünüyordum bir nice,
O halde alaturka saat altı olmuştu gece.

Komiser Besim'in ağzından zehir çıkıyordu,
Mücrim yakalamış gibi dişleri gıcırdıyordu.

Mümkün olsa da komsere sormuş olsaydım,
"Bu hükûmetin tesisinde hizmetin nedir?" deseydim.

Mutlaka vereceği cevapta epeyce düşünecekti,
Onu bırak şimdi, o seni hesaba çekecekti.

Lâkin birinci komser olan o âlicenap zat,
Dedi ki: "Müteessir olma Halil, hadi git yat."

Zira beni bekliyordu hısım, akraba ve evdeki bacı,
Dediler: "Nedir bu hal? Nedir bu olan? Nedir bu acı?"

Dedim ki: "Bu bir kader-i İlâhîdir eyliyor tecellî,
Hem su-i niyetim yok, ehemmiyetsizdir.
" diye ettim tesellî.

Ne ise, uzatmayalım, çarşıya çıktım sabaha,
Bir de baktım, karşıdan geliyor polis Mustafa.

Dedi: "Seni istiyorlar, haydi gidelim."
Peki, komiser haydut yakalamış, n'delim?

Tekrar orada bizden ifade alındı,
Mektupda ismi geçen arkadaşlar da yakalandı.

Zavallıların her birerleri işlerinden getirildiler,
Onlar da neye uğradıklarını bilemediler.

Lâkin beni görünce sövmek istediler,
Halbuki konuşmaktan da memnu idiler.

Artık komiser her birinin ifadesini alıyordu,
"Siz de bu işlere medhaldarsınız." diyordu.

Onların kabahatı bir selâmdan ibaretti,
Cürümleri Üstad'a gaibane bir hürmetti.

Uğraştılar üç gündüz iki gece ifadelerle,
Müdde-i umumî valiye haber veriyordu ilâvelerle.

Telefonla diyordu "Biz neler yakaladık neler?"
Her tarafa veriyordu mübalâğalı şifreler.

Verildi istintaka o gün yirmi sekiz Nisan,
Hayat buldukça neler görüyor insan?

Tekrar ifadelerimizi aldı mustantık dairesi,
Tehdit ediyor, "Cezanız bu değil, daha var gerisi."

Dört gün hapishanede kaldık hep beraber,
Halâsımızı niyet ediyorduk büyük yerden.

Milas hapishanesinde bir ikindi vaktiydi,
Gardiyan Emin Efendi çağırdı, bizlere dedi:

"Eşya ve para lâzım olur, yanınıza alın,
Sizi sevk edecekler hazırlanın."

Tepeden inme gülle gibi bu söz karşısında,
Alacağımızı aldık, alamadığımızı havale ettik Milâs çarşısında.

Geldi jandarma kumandanı, bizlere bakıyordu,
"Karakol kumandanına büyük bir zincir lâzım." diyordu.

Bizler zaten mutî, boynu bükük, o devamla,
Gardiyan Emin dedi: "Bunlar namuslu insan, olmaz böyle."

Nihayet gece otomobille sevk edilmemizi verdi emir,
Her birimiz telâş ve havf içinde olduk demir.

Hısım, akraba, evlâd, iyalimizle vedalaştık,
Firkatten kopan bir heyecanla çok ağlaştık.

Müsaade edildi, geldi ahbab, yaran,
Bazısı korkudan gelmediler, lâkin ettiler feveran.

O gece durmadan geldik Aydın'a,
Meğer Aydın denilen yerde koydular zindana.

Güçle oradan buldurduk bir otomobil,
Geldik Nazilli'ye, o gece orada kaldık bil.

Doğrudan doğruya varmak üzere Isparta'ya,
Bir otomobil tuttuk belki ucuzdur diye.

Hep beraber Nazilli'den hareketle Denizli'ye geldik,
Hapishanede misafir kaldık, biraz dinlendik.

Tesellî ettiler hapishanede misafirperver arkadaşlar,
Diyorlar: "Bizim gibi olmayın, bunlar ehemmiyetsiz şeyler."

Ramazan isminde olan mahkûmlardan birisi,
Bize çok hürmet gösterdi, mahcub etti doğrusu.

Denizli'den mektup yazdım gönderdim,
Hareketimizi ve müteessir olmamalarını bildirdim.

Sabah otomobile bindik, hareket ettik Isparta'ya,
Lâkin jandarmalardan yiyorduk sıpartaya.

Diyorlardı: "Nenize lâzım? Kılsaydınız beş vakit namaz,
Eğer dek durmuş olsaydınız kimse size karışmaz."

Halbuki biz bir şeye karışmamıştık,
Lâkin bu derdimizi kimlere anlatırdık.

Adeta Müslümanca hareketten arkadaşlar korkuyorlardı,
Zira 163. madde "dinî hassiyatı teşvik etmek" diyordu.

Kime ne teşvik edilecek, bilmem ne var ortada,
Bilmediğimiz bir musibet karşısında yüreğimiz korkuda.

Teşvik etmek şöyle dursun, hakkını müdafadan âciz bizler,
Hiçbir suçumuz yok, lâkin ne olacağımız meçhul, ciğeriniz sızlar.

Cuma günü Isparta'ya geldik Denizli'den hareketle,
Meğer Isparta hapishanesinde varmış bizim gibi bir kitle.

Onlardan ilk tanıdığım Asım Bey isminde sahib-i irfan,
Ne çare, zavallıyı Isparta'ya vermiştik kurban.

Sonradan Hüsrev ve Rüştü isminde efendiler,
Keçeci Mustafa, mahdumu ve Hafız Ahmed, daha kimler.

Dahî saatçı Lütfü ve Yüzbaşı Refet,
Hem bizi tesellî ediyorlar, hem diyorlar: "Nedir bu âfet?"

Kısa keselim, etraftan daha toplamışlar sonradan,
Ulu Cami imamı ve aşçı Hüseyin Usta Antalya'dan.

Risale-i Nur'un kahraman talebelerinden Milâslı Halil İbrahim Çöllüoğlu, 1943 yılında Üstad'ıyla birlikte Denizli Yusufiye medresesinde dokuz ay kalmıştı.

Taşköprülü Sadık Bey'in Ilgaz ormanlarının yemyeşil bir köyündeki evinde Halil İbrahim'in şu satırlarını bulup okumuştuk:

"Aziz sıddık kardeşlerim,

"İstedim ki siz üç yerde bulunan kardeşlerim, müttefikan üç-dört gün evvel müdafaa etmemek ve işi sürüncemede koymamak için karar vermişsiniz. Çünkü mahkeme bildiğini işliyor. Yalnız Ankara ehl-i vukufunun tasdiki vechile, 'Suçumuz yok, beraatımızı isteriz' diye bir ağızdan söylemek ve icab ederse 'Üstadımızın müdafaası umumuza kâfidir' denilse daha iyidir. Yoksa İnebolu ve başkaların istedikleri gibi 'hususî müdafaalar iyidir' diye karar veriniz."

"Zaten Ankara'ya gönderilen müdafaalar burada resmen verilmemiştir. Yalnız bir-iki parça verilmiş. Şimdi az bir parça ilâve ile yeni harfle yanımda bulunan bir nüshayı umumunuz namına verilse ve okunması teklif edilse münasip midir? Eğer münasip görürseniz yeniden ilâve edilecek cümleler hem gayet kısa, hem yeni vaziyeti değiştirecek tarzda size bırakıyorum. Müdafaamın başında bir parça istida vardı. Onu tevzi ve ıslah için İhsan'a ve Ahmed Feyzi'ye ve Âtıf'a ehl-i vukuf raporu cevabını havi bir defterimle gönderdim. Onu onunla tekmil ve ıslah ettik."

"Umum Ispartalılar, bütün arkadaşlar Üstadımızın müdafaasını kabul ettiler."

(Halil İbrahim)

Beşinci günü Dahiliye Vekilinin geldiğini söylediler,
"Refakatında yüz kadar jandarma varmış." dediler.

Vardı hapishanede Milâslı Abdurrahman,,
"Merak etmeyin" diye tesellî ederdi bizi her an.

Münafıklar hükûmete ihbar etmişler,
Bizleri mürteci diye ihbar etmişler.

Daima niyazımız hasbünallah ve ni'mel vekil,
Yâ Rabbenâ, bizleri âli eyle, eyleme zelil.

Hapishanede arkadaşlar gazete almışlar,
Hakkımızda tezvirle neler neler yazmışlar.

Milâs muhbirlerinden Nihad isminde bir efendi,
"Memlekette irtica var" demekle güya yüze çıkmış kendi.

Lâkin Milâs'ı temsil eden hükûmetin emniyetli erleri,
Derhal takip ettiler o iki gözü körleri.

Tedkik etti vâkıayı içişleri bakanı,
Demiş ki: "Ayıp etmişler, nerde mürtece hani?"

Mürtecinin mânâsını anlamayanlara demiş,
Mesele zapt vak'asından ibaretmiş.

Lâkin bundan tabiî yok bizim haberimiz,
Gece gündüz derinleşiyor kederimiz.

Ne de olsa emir vermiş alâkadarlara,
Sevk edin bu masum fedakârlara.

Isparta hapishane müdürü âni olarak,
Dedi: "Hazır olun, size burada durmamak gerek."

Pür telâş heyecanla eşyalarımızı bağladık,
Akıbetimiz meçhul, gideceğimiz yeri anlamadık.

İkişer ikişer ellerimize vuruldu kelepçe,
Akıl gitti, fikir perişan, her birimiz bir nice.

Benim kelepçe arkadaşı Ramazan isminde biri,
Meğer o köylünün hiçbir şeyden yokmuş haberi.

Yalnız o fakirin ismi Ramazan imiş,
Cürmü de Ramazan isminde bir risale varmış.

Isparta'dan hareketimizde otuz iki kişi idik hepimiz,
Yüzden fazla jandarma süngüleri arasında, gitti bizden bet beniz.

Otomobille sevk edilirken çok acıklı vaziyetimizi,
Görmek istemezdi, lâkin binlerce halk almıştı etrafımızı.

"İyi olmuş" diyen varsa da çoğu kan ağlıyor halkın,
Çoluk çocuk ve aileler, parçalanıyor kalbi validelerin.

Hareket etti otomobil, ağzımızı açmıyor bıçak,
Her tarafı kapalı, hava almak için bırakmıyor, jandarmalar diyorlar "Yasak."

Yolda giderken jandarma kumandanı vicdanlı Ruhî Bey,
Ellerimizi çözdü, dedi: "Korkmayın, ehemmiyetli değil."

Sanki bu sözüyle ellerimizi değil, çözmüştü kalbimizi,
Diyordu: "Yakında kavuşacaksınız çoluk çocuğunuza."

Anladım ki henüz dünyada tükenmemiş iyi kalbli erler,
Emsalinin teksir ve afiyette daim olmasını gönül diler.

Hak kendini memnun etsin, bizleri tesellî etti elhâsıl,
Kıyas et, ölüme muntazırken bir haber ki hilâf-ı memul.

Saat kaçtı bilmem, gece Afyonkarahisar'a geldik,
Hepimiz ve eşyalarımız otomobilden indirildik.

Süngülü jandarmalar arasında ikişer olduk,
Yürüttüler şimendifere, eşyalarımızı da sırtımıza aldık.

Tren hareket etti sabah Eskişehir'de dediler: "İnin!.."
Lâilâhe illâ Ente Subhaneke innî küntü minezzalimin.

Yine etrafımızı ihata etti süngülü jandarmalar, askerler,
Bizleri görenler diyorlar: "Bunlar mı mürteci?"

Halimizi görenler inanmıyorlar gözüne,
Kalben tekzip ediyorlar muhbirlerin sözüne.

Yüksek ruhlu Ruhî Bey anlatıyor,
Bizi bekleyen kumandanlara, "Yazık olmuş bunlara." diyor.

"Ankara'da dahi bildireceğim alâkadar makamlara,
Yazık etmişler müfritler bu millete, bu adamlara."

İstasyondan yürüttüler, hapishaneye doğru belli,
Her birimiz birer sınıf esnaf ve bazımız kelli felli.

Hapishane kanununca aranıldı eşyalar ve üzerlerimiz,
Belki bir çakı bulunur, vak'a çıkarırız, onları üzeriz.

Hapisler sorgulamazlar, gardiyanlar çehreleri yıkık,
Dehşetten dehşete insan olduğumuzdan bıktık.

Gönül yorgun, vücut bitkin bir halde düşünürken,
Bir gardiyanla, bir efendi girdiler koğuşa selâm vermeden.

"Niçin oturuyorsunuz, kim var karşınızda?" diye etti tekdir,
Derhal ayağa kalktık, meğer o hapishanede müdür imiş.

Nereli olduğumuzu ve kaç çocuk babası olduğumuzu sordu,
Bu sualiyle yaralı kalbimize bir ok da o vurdu.

Ertesi gün yatmıştım yorgunluktan,
İçeride fotoğrafçıyla müdürü gördük aralıktan.

Dediler: "Dörder dörder fotoğrafınız alınacak."
Bir dehşet daha aldı bizi, acaba bu ne olacak?

İtidal ile karşılıyoruz gerçi zahiren,
Molla Mehmed dedi: "Bu iyi bir iş değil galiben."

Fotoğrafçı çekti gitti resimleri,
Müdür geldi, ertesi gün yazdı arkasına isimleri.

Aldılar, götürdüler resimleri bilmem nereye,
Galiba dediler merkez-i hükûmet Ankara'ya.

Ne ise, daha etraftan gelen çok oldu,
Hepimiz yekûnu kırka bâliğ oldu.

Muallim Galib Beyle, Şefik Bey gelmişti bir gün,
Gelenler çoğaldıkça örülüyordu yüreğimiz düğüm.

Tığlı oğlu Hakkı mektup yazmıştı Eğridir'den,
Mektubunda demiş: "Sana gönderdim dinî risalelerden."

Hıfz etmiştim mektubu, zira yoktu su-i niyetim,
Meğer hüsn-ü niyetten bazan tevellüd edermiş mesele-i vahîm.

Lâkin adalet-i İlahî tecellî eyler, eylersem sabır,
Bizler böyle bir şey görmediğimizden eyliyorduk tehur.

Barla'dan vardı Hafız Tevfik'le kardeşi Mesud,
Mesud men-i mahkeme edildi, Tevfik kaldı meskud.

Vardı bir de içimizde Kürt Bekir,
Der idi daima: "Allah versin akıl, fikir."

Eğridir'den vardı bir de Hafız Mustafa,
Hakka teslim olmuş, görürdüm daima pürsefa.

O günden beri yatıyoruız, hâlâ netice belli değil,
Yâ Rabbenâ hasbünallahu ve nimelvekil.

Gerçi eskisine nisbetle işimiz biraz hafiflemişti,
Kırktan yirmi arkadaş men-i mahkeme edilmişti.

Ne de olsa var idi bizlerde bir heyecan, bir havf,
Yâ Hafiyye'l-Eltaf, neccinâ mimmâ nehaf.

Yâ Rabbenâ afveyle kusurumuzu, bizleri eyleme nâlân,
Sevgili Habîbin hakkı için eyleme günahımızla kısas.

Bizler günahkâr mücrimiz, hem de müflisiz,
Lâkin afv merhametin yanında günahımız pek değersiz.

Yâ Rabbî, bizden kulluğuna şâyan olan ef'al sudur eyle,
Yâ Rabbî, senden senin şanına lâyık olan ahval sudur eyle.

Furkân-ı Mübînde buyurdun "Vesiat rahmetî",
Haberde geldi "Sebekat rahmetî alâ gadabî"

Bundan anladı Halil İbrahim derya-yı rahmetini,
Bîperva ilticaya geldi, göster Lâtif ismi şerifinle merhametini.

Rahmet deryasından Lâtif isminin tecellîsini dileyen Halil İbrahim Çöllüoğlu'nun manzum hatırasının l Temmuz l935 tarihini taşıyan mısraları burada sona ermektedir.

Eskişehir mahkemesinin kararı bilâhare verilecekti. Çöllüoğlu'nun l9 Ağustos l935 tarihini taşıyan satırları ise mahkeme kararından sonra yazılmıştı. Acı günün intibalarını Halil İbrahim Çöllüoğlu şöyle ifade etmektedir:

İşte günlerden bir gündü, çağırdılar bize beşer kişi,
Alelusûl sordular ismimiz, anladık işi.

Mahkememiz olacağını söylediler on üç Ağustos,
Sabırsızlıkla değil, teheyyüçle o günü bekliyor herkes.

O gün sabah mahkemesinde, öyleye kadar sordular,
Öğleden sonra usûlen ifadeleri dinlediler.

"Müdafaanızı yapmak için şimdi gelin." dediler,
"Ayın on dördünde mahkemeye gelirsiniz hep beraber."

Ertesi gün oldu, iki jandarma süngüleri arasında,
Vardık mahkemeye hepimiz maznun sırasında.

Arkamızda süngülü jandarmalar, önümüzde ağır ceza mahkemesi,
Dinliyordu güya her birimizin müdafaasını.

Öyle bir mahkemedeyiz ki tarihte emsalsiz bulunur,
Bin senede ancak bir âleme nasip olur.

Gerek ifadeler, gerek mahkeme gizli oluyordu,
Heyet-i hakime hürmetkârane bulunuyordu.

Suçumuz ise kimi kitap okumak, kimi ziyaret, kimi selâm,
Bunların cürüm olmadığını isbat ediyor Bediüzzaman. Diyordu:

"Siyasetten çekildim on üç senedir,
Siyasetle ne alâkası var kitablarımın, bu yapılan nedir?

Risalelerimin her bireri yüzer keşfiyat-ı maneviyedir,
Bunları bir Avrupalı yazsaydı mücâzat yerine edilirdi takdir.

Bir akademi heyeti bütün kitaplarımı tedkik etsin,
Var ise siyasî bir kelime, burdayım, muhalif desin.

Mademki hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir,
Madem hükûmet ise cumhuriyetin en geniş şeklini kabul etmiştir.

Mademki hükûmet, dini dünyadan tefrik edip, bîtaraftır,
Dinsizlere dinsizliklerinden ilişmediği gibi, dindarlara ilişmemek gerektir.

Hükûmeti iğfal eden bazı dinsiz komiteler,
Dindarlara takmak için iki kulp tutuyor o eller.

İnkâr edilemez ki kâinatta dinsizler ve dindar,
Âdem zamanından tâ kıyamete kadar var.

Kur'ân-ı Hakim'in âyat-ı kat'iyesiyle bin üç yüz senedir milyonlar tefsirler,
"Lizzekeri mislü hazzi'l ünseyeyn" ve "Veliümmühüs südüs" hakaik-ı kudsiyelerde.

Otuz seneden beri Avrupa feylesoflarının itiraz ve tecavüzü,
Yaptığım müdafat-ı ilmiyemi, nasıl denir muhaliftir.

Beni itham etmek öyle zahir bir garaz ve öyle vehim esassızdır,
Halkı hükûmet aleyhine teşvik mânasını veren hangi insafsızdır?

İyi hasletlerin menşei ve menbaı olan iman asayişi temin eder,
İmansızlık kitle-i seciyesizlikle emniyeti ihlâl eder.

Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeden ve imanın en yüksek erkân-ı azimesinden bahseder,
Böyle mesail-i kudsiyeden yalnız şeytanlar tevehhüm eder.

Risale-i Nur Kur'ân-ı Hakim'le bağlanmış bir âb-ı hayattır,
Kur'ân ise arzı arşa bağlayan cazibe-i umumiye gibi hakikattır.

Bu hükûmeti dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükûmet-i İslâmiye biliyorum,
Beni 'Dini siyasete âlet ediyor.' diyenlere 'Siz siyaseti dinsizliğe âlet ediyorsunuz.' diyorum.

Ben hakaik-i kudsiye-i imaniyeyi Avrupa feylesoflarına müdafaa ediyorum.
Dahile bakmıyorum, dahildeki kusura Avrupa'nın hatasıdır diyorum

Bizi hayrette bırakan 'Cemiyet ve teşkilât için nerden para alıyorsunuz?' diyorlar.
Evvelâ ben soranlara soruyorum: 'Böyle bir cemiyetin bizim tarafımızdan vücuduna hangi emare var?'

Başımıza Menemen hadise-i vak'asının bir mevhum taklidini geçirdiler,
Hem masum millete, hem hükûmete büyük zarar verdirdiler.

Hedefimiz siyaset ve dünya olsaydı,
O vakit l20 risalenin 20 noktası yerine binler medar-ı tenkit bulunurdu muhalif.

Bin siyasetim olsa hakaik-ı imâniyeye feda ediyorum,
Lüzumsuz şeylere, tenezzül etmem, mukaddesata yemin ediyorum.

Düşman bir ecnebinin müdhiş bir adamı bir memlekete gelse,
Onunla temas eden muaheze edilir mi? Bu millete hizmet edenle dostluk gösteren.

Hangi maslahata istinaden hangi fikirle? Hakikaten bilmiyorum.
Benimle görüşen dost olan müttehimse size ilân ediyorlar.

Hükûmetin en sadık meb'us ve vükelâsından binlerce dostum var.
Dostluğumla itham olanlardan daha ziyade dost ve münasebettar."

Hoca Efendinin bunun gibi ifadesi daha çok, istersen okumak için ara da bul oğul.

İşte deliller yerli yerinde, hep mundefi yahu cevamiu'l-kelâm,
Gerçi alelusûl nezaketle dinlendi ifadeler, bütün hakkınızdaki karar l9 Ağustos 935 verilecektir o gün.

Suçumuz anasır-ı cürmiye erkânına gayri cami bulunmakla,
Kable'l-muhakeme verilmiş kararı, söz yerini bulmuş olmakla.

65. madde delâletiyle l63. maddeye tevfikan,
Altışar ay mahkûm edildik reddedildi iddiamız tamamen.

Diğer arkadaşlar kimi inkâr, kimi ikrar ettiler,
Lâkin faide vermedi, hepimizi mahkûm ettiler.

Hattâ üç kişinin vardı bir dâvâ vekili,
Hiç fayda temin etmedi, verdiler yüz elli papeli.

Eskişehir mahkemesinde altı aya mahkûm olan Halil İbrahim Çöllüoğlu, hapisten tahliyesine altı ay kala, l935'in Eylül ayında da "Eskişehir hapishanesinde çıkmama kırk bir gün kalınca karalanmış bir buçuk satır." başlığı altında şu mısralarla şöyle dertleniyordu:

"Eskişehir Hapishanesinde Çıkmama Kırk Bir Gün Kalınca Karalanmış Bir Buçuk Satır"

"Bugün ruhta sükûnet, tende huşunet var,
Bilmem hasta mıyım, yoksa yine firkat mi var?

Beytimin ifade ettiği gibi, Üstad'dan ayrılacağımı hatırladıkça firkatten gelen ses:

Daha kırk bir gün varken şimdiden başladı,
Düşündükçe firkat ateşi ciğerimi haşladı.

Ah Üstadım, bir şey daha var ki, aklıma geliyor,
Yalnız kalacağınızı düşündükçe yüreğimi deliyor.

Gerçi şiir yazmaktan men edilmişken ben,
Ateş-i hicranla kalbimi edemem teskin, neler desem.

Bilirim avf buyurursun bütün hatîamı,
Sanki gözlerim göstermiyor kalbimin ifadatını.

İştirak ediyor işte benim gönlüm gibi güya,
Benimle mahzun hemdert oldu cevv-i sema.

Ağlasam değil, gözyaşlarımdan seller aksa,
Hicranımı tarif edemez bütün kalemler yazsa.

Süleyman Efendi demişti Mevlid-i Nebevî'de dilinden bırakın,
Gerçi zahiren cennetteyim, lâkin manen yaktı beni firakın.

Ben de gerçi hapis içinde nirandeyim,
Yaklaştıkça ayrılık firkatınla gün be gün hicrandayım.

Hiç olmazsa isterdim beraber geçirmek daha üç ay,
Yahut mümkün olsaydı cezayı paylaşmak bu da muhal.

Halil, muhal olan şeyi söylemede ne kâr var?
Sen derdine yan, ağla, figan et zâr zâr.

Bugünleri çok arayacağımı kalbim ediyor tasdik,
Acaba Üstadım, bu ayrılık devam eder mi mahşere dek?

Selâmetle Hak nasip etmez mi, acaba göstermez mi bir dahi?
Yoksa bu hasret devam edecek mi uzun böyle yâ ahi?

Memleketten çıkarken duymuştum bir türlü firkat,
Sevinmem lâzım gelirken şimdi tam aksi zuhur etti, unuttum o hasreti.

Anlaşılmaz muamma Hakkın tecellîsi, tehayyir kaldım,
Bu bahrin mevcindeki hikmetin hallini yine kendine saldım.

Bahr-i hakikatten kanmadı atşan olan yüreğim,
Rabbim muzaffer kılsın, muîni olsun, budur benim dileğim.

Ne mutlu o kese ki mevcelendikçe Rahmanın bahri,
Sefine-i necatta bulunur boyanırlar feyzi, nuru.

Bâri bizi unutmasalar tekaddur ettikçe feyz-i bârân,
Hatırlayın bu fakiri mevcelendikçe feyz-i Rahman.

Sahib ol bu günahkâra yâ sahib-i Kemâl,
Hem imdadıma yetiş, nazar kıl, daima bulmayım zeval.

Bahr-i hakikatta nam-nişan istemem. Hakkın rızası kâfi,
Var olsun Üstadım, himmeti daim olsun yâ Bâki.

Yâ Bâkî Entel Bâkî,
935 Eylül Halil İbrahim

Üstad Milaslı İbrahim'i Müdafaa Ediyor

Eskişehir mahkemesinde Üstad Bediüzzaman, Milâslı Halil İbrahim'i şöyle müdafaa ediyordu:

"Hem ezcümle Milâslı Halil İbrahim. Bu adam altı-yedi sene evvel benim eski memleketli bir talebem vasıtasıyla bana karşı bir dostluk hissetmiş. Sonra bu üç-dört sene evvel kendi işi için Eğirdir'e gelip Barla'da beni gördü. Hafız Bey ve Hacı Hüsnü gibi meb'uslara verdiğim ve gösterdiğim risalelerimden bir-iki tanesini vermiştim."

"Sonra bu adam Kur'ân'a ve imana fazla iştiyakı olduğundan, musırrane benden imanî eserler isteye isteye ve her bir fırsatta bana selâm ve tebrik mektupları samimî gönderdiğinden dayanamadım. Kendime mahsus yazdırdığım risaleleri ona göndermeye mecbur oldum. Fakat başkalarına göstermemek için üzerlerine 'Mahremdir' diye yazıyordum. Hattâ bir mektubunda onun ısrarına karşı kandırmak için 'Çok yerden benden risaleler istiyorlar, yazacak adamım yok. Bekir sizi tercih edip gönderdi.' Bu mektup da onun ısrarı üzerine bir kandırmaktan ibarettir. Şimdi ben kendi vicdanımla bu zatta iman ve Kur'ân'a karşı iştiyaktan başka bir his bulamadığını ve benim gibi siyasetle hiç alâkası olmadığını ve benim mesleğimden hariç entrikalara kapılmadığını kanaatım geldiğinden, onu da hususî kardaş telâkkî ettim. Kendime has yazılarımı ona da gönderdim."

"İşte on sene zarfında Halil İbrahim gibi iki-üç dostuma hususî ve imanî risalelerimi göndermek elbette, hiçbir cihetle itiraz olamaz. Tesettür Risalesi ise yanlışlıkla ona gitmiştir. Mesmuatıma göre, 'Onuncu Söz'ün fotoğrafla yazılmış tetimmesini 'Onuncu Söz' ile beraber yedi sene evvel hanına gelen bir yolcudan almıştır. İşte bu adamın benim hakkında tesbit edilmeyen suçumdan ona hakikî bir suç ifraz edip ve onun suçundan İnce Mehmed gibi bazı adamlara hisse çıkarmak, elbette Eskişehir mahkemesi gibi kuvvetli hüsn-ü adaleti takip eden yüksek bir mahkeme bunu hoş görmez."

Mehmed İnce de arkadaşı Halil İbrahim Çöllüoğlu gibi Milâs'ın Hacı İlyas Mahallesinde oturuyordu. Her iki arkadaş, sekiz yıl sonra Üstadlarıyla birlikte Denizli Yusufiye medresesine de gireceklerdi.

Üstad, Mehmet İnce'yi Müdafaa Ediyor

Buğday işleriyle uğraşan Mehmed İnce'yi ise Üstadı şöyle müdafaa ediyordu:

"Benimle münasebeti Halil İbrahim'in güzel yazı ile yazılan bir mektubunun kâtibi kim ise, hattı hoşuma giderek gıyabî ona bir selâm göndermiştim. Hattâ bu tevkifhanede bir ay müddet gördüğüm halde, kim olduğunu bilmedim. Münasebetimiz bu kadar. Dostane de selâmlaşmadık."

"Yalnız bu zat Halil İbrahim'e mahsus risalelerimi görmüş olabilir. Bu kadar az münasebetle çoluk ve çocuklarını perişan etmek ve üç aydır tevkifhanede sürünmek beni vicdanen çok muazzeb ediyor. Benim yüzümden böyle biçârelerin azap çekmesi bana çok ağır geliyor. Mahkemenin adaletinden isteriz ki: Böyleleri bir an evvel men-i mahkeme ile perişaniyetlerine hâtime verilsin."

l897 Milâs doğumlu olan Mehmed İnce l970 yılından sonra vefat etmişti.

(bk. Necmeddin ŞAHİNER, Son Şahitler-I)

Kategorileri:
H
Okunma sayısı : 4.202
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...