MEHMED FEYZİ PAMUKÇU
1912 yılı KASTAMONU doğumlu Mehmet Feyzi Pamukçu Ağabey, 1938’den 1943 senesine kadar Kastamonu’da Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine hizmet etmiştir. 1943 Denizli ve 1948 Afyon mahkemelerinden dolayı Hz. Üstad’la beraber aynı çatı altında hapis yatmıştır. Lâhikalarda çok sayıda mektubu ve Şualar’da Afyon müdafaası vardır. Kastamonu ve çevresinin manevî mutasarrıfı Mehmet Feyzi Pamukçu Ağabey, senelerce etrafına feyiz ve ilim saçmıştır. 1989 yılında vefat etmiştir. Kabri Kastamonu vilayetindedir. Allah rahmet eylesin. Âmin.
Üç Feyzi…
Bayram Yüksel Ağabey bir gün şöyle demişti:
“Üstad derdi ki: ‘Bir talebem tek başına beni kaldıramaz, tek başına temsil edemez; her bir talebem, bir sıfatıma sahiptir.’"
"Üstad’ımızın üç Feyzi’sinden Hasan Feyzi’yi göremedik, fakat diğer iki Feyzi’yi yakından tanımak nasip oldu. Hakikaten Ahmet Feyzi bambaşka bir fıtrat ve kabiliyet... Mehmet Feyzi ise tamamen başka bir fıtrat; Üstad’ımızın ilim, feyiz ve takva vechini tutmuş bir zat... Aslında her bir Nur talebesi, kabiliyetine göre ‘küçük bir Said’ olup, bir vecihten Üstad’ına ayna oluyor mutlaka...”
İlim ve Feyiz Kaynağıydı
Zonguldak’ta 1973-1984 seneleri arasında öğretmenliğimiz sırasında defalarca Kastamonu’ya gidip Mehmet Feyzi Ağabeyi kendi evinde ziyaret etmek nasip oldu bize. Ekseriya Zonguldak’ın Nur ağabeyi Bilal İslâmoğlu’yla giderdik. Feyzi Ağabey kendisini çok sever, “manevî evlât” olarak kabul ederdi.
Mehmet Feyzi Ağabey öyle ilim ve feyz sahibi bir insandı ki, ziyaretine bir kere giden, yanına birkaç kişi daha alarak tekrar, tekrar giderdi. O bölgede herkes bilir, ben de hemen her seferinde şahit olmuşumdur ve her gidenden de duymuşumdur ki; bu mübarek veli zat, kalbimizdeki suallere göre konuşur, daha sual sormaya fırsat kalmadan içimizden geçenlerin cevaplarını verirdi. Bir değil, üç değil, beş değil, hemen her seferinde aklımızdan geçen, dışarıda sormaya karar verdiğimiz meselelere muhakkak temas ederdi. Evinde münzevî yaşayan Mehmet Feyzi Ağabey, hemen her geleni kabul eder, bazen saatlerce derin ilmî meselelerden anlatırdı. Ruhu anlatırdı, ahireti anlatırdı, insanı anlatırdı...
Sohbet bittiğinde Mehmet Feyzi Ağabey, tıpkı Üstad’ımız gibi, “Safa geldiniz kardaşım, siz safa geldiniz kardaşım.” der, o zaman biz de sohbetin bittiğini anlar, elini öpüp ayrılırdık.
Siması Çok Tesirliydi
Mehmet Feyzi Ağabeyin siması, kıyafeti, ciddiyet ve vakarı herkes gibi beni de çok etkilerdi. Süt gibi bembeyez bir sarık, cübbe, düzgün gür ve kırçıl bir sakal... Hele iri ve içleri devamlı nemli o çok tesirli gözler… O gözlere bakabilmek kolay değildi. Gittiğimizde karşı divanda bağdaş kurup oturur, devamlı konuşur, gözlerini de karşısında yerde oturanların üzerinde gezdirirdi. Kalına yakın, tok ve vakarlı sesiyle konuşmaya başlayınca karşısındakiler hemen tesiri altına giriverirdi. Bendeniz bilhassa ilk ziyaretlerimde karşısında oturur, hiç kımıldayamazdım...
Teferruatını hatırlayamıyorum, bir keresinde birisi damdan düşer gibi münasebetsiz bir sual sordu. Feyzi Ağabey de biraz sitemkâr, “Kardaşım! Göz yerinde güzeldir. Gözü yerinden çıkarıp bir tabağa koysan o güzelliği kalmaz.” diye ince bir mesaj vermişti.
“Üç Kişi Olalım da Cuma Namazını Kılabilelim”
Yeis içinde olanlara 1950’den evvelki halkın vaziyeti ile şimdiki vaziyeti mukayese için; “Biz müezzinle beraber cuma günleri, caminin bahçe kapısında beklerdik. Yoldan geçenlerden çok rica ederdik ki, gelsin abdest alsın, üç kişi olalım da cemaat olsun, tâ ki cuma namazını kılabilelim... İşte böyle insan arardık... Bu memlekette o günleri de yaşadık.” dedi.
Bir gün “dârü’l-harp” meselesini işledi. “Ne olursa olsun, minarelerinde günde beş defa ezan-ı Muhammediye okunan, camileri açık olan memleket dârü’l-harp olmaz.” dedi.
BİLAL İSLÂMOĞLU’NUN KALEMİNDEN MEHMET FEYZİ AĞABEY
“Nurları tanıyalı beş-altı ay olmuştu (1965). Zonguldak ve Karabük’ten 10-15 kardeş Kastamonu’ya ziyarete gittik. Bir ağabeyimiz, ‘Eve gitmeden birer paket çay ve şeker alalım.’ dedi. Müskirat satmayan bir bakkal bulabilmek için beş-altı dükkân dolaştılar. İçeri girdiğimizde Mehmet Feyzi Efendi zahiren yalnız idi. Bizler oturur oturmaz, ‘Kardeşlerim! Ben çok sıkılıyorum… Bir paket çay için dükkân dükkân dolaşıp zahmet çekiyorsunuz.’ deyince ben bu kerameti karşısında şok olmuştum..."
“Üstad’la tanışmasını şöyle anlattı:
“Bir mürşit arıyordum. Bir gün mana âleminde ‘Aradığın mürşit geldi, yanına git.’ dediler, rüyadır deyip pek aldırmadım. Bir yıl sonra yine ‘Beklediğin zatın yanına git.’ dediler. Nasrullah Camii’ne gittim, ‘Buraya dışarıdan gelen bir şeyh veya bir mürşit var mı?’ diye sordum. Üstad’ın kaldığı evi tarif ettiler. Yanına gittiğim zaman ayağa kalkarak karşıladı ve bana sarıldı. ‘Kardeşim Feyzi! Ben seni bir yıl evvel çağırdım, niye gelmedin, bir yıl kaybın var!’ dedi."
“Bir gece Hz. Üstad’ı rüyamda gördüm. Bana arkamdan gelerek sarıldı, ‘Kardeşim! Selef-i salihin senin gibi bir talebem olduğu için beni kıskanıyorlar.’ dedi."
“1967 veya 1968 yıllarıydı. İçtimaî hayat çok karışıktı, malum sol faaliyetler artmıştı. Bazı ağabeyler de ‘Sol bir ihtilâl olma ihtimali var, tedbir alalım!’ diyorlardı. Biz yine beş-altı ağabeyle ziyarete gittik; bize tavsiyesi şu olmuştu:
‘Kardeşlerim! Risale-i Nur inayet altındadır, hiçbir güç bu hizmete mâni olamaz. Siz evinizdeki sivri uçlu bıçak varsa ucunu yuvarlayıverin ve hizmetinize devam edin.’ buyurdular."
“Feyzi Efendi bir gün tedbirden bahsederken, ‘Tedbir, normal zamanlarda yapılanıdır ve Hakîm ismine müraat etmektir. Şartların zorlaştığı sırada yapılan tedbir, korkudandır.’ demişlerdi."
“Sakal mevzuunda, ‘Sakal bırakmak sünnettir, kesmek haramdır. Bu sebeple sakal bırakacak Müslümanlar Türkiye’nin şartlarını iyice düşünerek hareket etsinler. Ben sakalımı hiç kestirmedim, hapishanede kesecekler diye çok üzülmüştüm. Hz. Üstad yanıma geldi, "Kardeşim! Bu sendeki sakal benim sakalımdır, onu hiç kimse kesemez." dedi. Hakikaten berbere çağırdılar, bana baktı baktı, "Ben bu sakalı kesemem." dedi ve kesmedi, öyle kaldı.' dedi."
"Bir ziyaretimizde ‘Kardeşlerim! Benim bu vaziyetimi tenkit edenler var. Bu âciz kendi ihtiyarımla burada oturmuyorum, sevgili Üstad’ımın emriyle oturuyorum.’ demişlerdi.”
Risale-i Nur’da Mehmet Feyzi
Külliyat'ta Mehmet Feyzi Ağabeyle alâkalı çok yerler vardır:
“Afyon Ağır Ceza Mahkemesine,
“İddianamede beni Üstad’ım Said Nursî’nin hem sır kâtibi, hem kendisiyle, hem Risale-i Nur’la şiddetli alâkalı, hem çok hizmet ettiğimi bahisle bu hareketimi medar-ı mes’uliyet saymış. Ben de buna karşı, bütün kuvvetimle bu ithamı kabul edip iftihar ediyorum. Çünkü fıtratımda ilme karşı gayet kuvvetli bir iştiyak var. Bir delili şudur ki: Denizli hadisesinde menzilim taharri edildiği vakit 580 adet mütenevvi kütüb-i ilmiye ve Arabiye evimde bulunduğu resmen sabit olmuştur. Benim fakr-ı halimle ve gençliğimle ve lisan-ı Arabîde noksaniyetimle beraber bu zamanda binde bir şahısta bulunmayan bu mütenevvi 580 cilt kitabı bana toplattıran fevkalâde bir talebelik şevki ve harika bir aşk-ı ilmîdir."
"İşte bu fıtrî istidatla daima hakikî bir üstad arıyordum. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, uzakta aradığımı pek yakında elime verdi... Afyon Cezaevi’nde Mevkuf Kastamonulu Mehmet Feyzi Pamukçu” (bk. Şualar, On Dördüncü Şua.)
“Feyzi kardeşim! Sen Isparta vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın... Risale-i Nur’la hizmet ise, imanı kurtarıyor. Tarikat ve şeyhlik ise, velâyet mertebelerini kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velâyet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine küre-i arz kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder. Velâyet ise, mü’minin cennetini genişlendirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir..."
“İşte bu dakik sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalpleri görmüş ki, benim gibi bir bîçare, günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyaya, belki de eğer bulunsaydı, müçtehitlere dahi tercih ettiler."
“Bu hakikate binaen, bu şehre bir kutup, bir Gavs-ı Azam gelse, seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım, dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın...” (Kastamonu Lâhikası, 52. Mektup, s. 83)
(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-I)
***
1912'de Kastamonu'da doğdu. İlim ve takva sahibi bir zattır. Bediüzzaman'a altı yıl hizmet etti. 1943 Denizli, 1948 Afyon'da Bediüzzaman'la birlikte mevkuf bulundu. 1989 yılında Hakk'ın rahmetine kavuştu...
Anadolu'yu Aydınlatanlar
Çok şükür bu mübarek topraklarda aziz insanlar hâlâ yaşamaktadırlar. Anadolu'nun her yanında bu maneviyat erlerini görmek ve onları ziyaret etmek, bunalan ruhlara hayat vermektedir. Vatan köşelerini, her gezişimde bu hakikatı kalbimin her zerresiyle duymaktayım.
"Anadolu'yu aydınlatanlar" dün olduğu gibi bugün de aydınlatmaktadırlar. Ümidimiz ve inancımız odur ki, bu maneviyat kandilleri kıyamete kadar nurunu bu şehit topraklarından eksiltmeyeceklerdir. Yüzyılların sinesine yerleşen bu nur çırağları, bu İslâm milletinin karanlık yollarına ışık serpmektedirler.
Bin yıl evvel Anadolu’yu İslâm’a vatan yapan onlardı. Ulu gazilere yol gösteren onlardı. Geçtikleri yerleri mamurelerle donatan onlardı. Kurşun kubbeleri merdiven yaparak Hakka kanat açanlar onlardı. Nurdan minarelerle Allah'ın şanını ilân edenler onlardı.
Onlar, erenler, ermişler, kendilerini Hakka vermişler, bu ülkenin tapusu oldular, yapısı oldular.
1975 ilkbaharında bazı arkadaşlarla, şevk ve sevinç içerisinde memleketimizin zümrüt ormanlarından geçerek bu şehrimize gidiyorduk. Daha evvelki seneler de aynı gaye, aynı maksat için üç defa yine gitmiştik Kastamonu'ya...
Her defasında Nasrullah Camii'nin şadırvanlarında abdest alırken, aynı yerde abdest alıp, namaz kılan, sekiz senesini bu menfâda, bu gurbette, bu sürgünde, bu şehirde geçiren asrımızın Üstad'ını düşünürdüm. Yüksek kalesi, sakin cadde ve sokaklarıyla Kastamonu küçük bir Anadolu beldesidir.
Üç Feyzi'den Biri: Mehmed Feyzi Pamukçu
Sizlere bu menzilden tanıtmak istediğim mübarek şahsiyet ise, Hacı Mehmed Feyzi Pamukçu Efendi'dir.
Uzun boylu, nuranî çehreli, aksakalı ile Mehmed Feyzi Efendi Nur Risalelerine hizmet eden, Bediüzzaman'a gönül veren, ehl-i ilim ehl-i takva bir zattır.
Nur manzumesinde Ahmedler vardır. Mehmetler vardır, Sabriler vardır, Tahiriler vardır, Feyziler vardır. Bu Feyzilerden birisi de Mehmed Feyzi'dir.
Ahmet Feyzi Kul.
Hasan Feyzi Yüreğil.
Mehmet Feyzi Pamukçu.
1912 yılında Kastamonu'da doğan Mehmed Feyzi Efendi, 1943'de Denizli, 1948'de Afyonkarahisar hapishanelerinde Üstad'ı ile birlikte bulunmuştu.
Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında 'Türk Hâkiminin Millet Adına Verdiği Kararlar-Ehl-i Vukuf Raporları' ismi altında 1962 senesinde Avukat Bekir Berk'in neşrettiği kitabın 'Kaziye-i Muhakeme Denizli Ağır Ceza Mahkemesi' başlığı altında verilen bir beraat kararında kimliği şöyle takdim ediliyordu.
"Kastamonu Müderris Atabey köyünden İzzet oğlu 1328 doğumlu 6.10.1943'den beri mevkuf, sabıkasız Mehmed Feyzi Pamukçu."
Kendilerini muhtelif tarihlerdeki ziyaretlerimin sonuncusu 13 Nisan 1975 tarihinde olmuştu. Bediüzzaman'la olan beraberliğinin hatıralarını mezkûr tarihin gecesinde geç saatlere kadar anlatmıştı. Bu notlara göre muhterem Mehmed Feyzi Pamukçu hatıralarını şöyle anlatmaya başlamıştı:
Beni Nurlara Celbeden Otuz İkinci Söz Olmuştu.
"İlk defa 1937 senesinde İstanbul'da Kastamonulu bir adam 'Kastamonu'ya bir hoca geldi' diye Üstad'dan bahsetmişti. Daha sonraları Kastamonu'ya geldikten bir sene kadar geçmişti ki, Üstadı tanımak şerefine erdim. Beni Nurlara celbeden Otuz İkinci Söz olmuştu. Daha evvel Arapça bildiğim için Hizbü'n-Nurî'yi vermişti. Otuz İkinci Söz'ü okuduğum zaman yattığımda bir rüya görmüştüm. Büyük bir şose, hava ise sümbülî, alakaranlık. Kalabalık insanlar. Bu asrın vazifeli şahsiyeti geliyor. Ekin biçildiği zaman çıkan tırpan sesi işitiyorum. Hışırtı devam ediyordu. Daha sonraki senelerde Üstad'la beraber tevkif edilip Denizli'ye gittiğimiz zaman aynen o yolu orada gördüm. Nazif Çelebi'deki Üstad'ın abası rüyadaki aynı aba idi..."
"Üstad'ın Bir Kerametini Gözlerimle Gördüm"
"Denizli hapishanesinde mahkemeye gidip gelişlerimizi hatırladım. İkişer kişi halinde kelepçe takarlardı. Her duruşmada çeşitli arkadaşlarla kelepçelenirdik. Bir gün beni Üstad'la beraber bağladılar. Mahkemeye gidiyorduk. Tam kabristanın yanından geçerken Üstad Fatiha diyerek okumaya başladı. Kelepçe, zincirli ve asma kilitliydi. Yan gözümle Üstad'a baktım. Fatihayı okuduktan sonra ellerini yüzüne sürdü. Elimiz beraber bağlı olduğu halde benim elim kalkmadı. Bunu Üstad'ın bir kerameti olarak bizzat müşahede ettim."
"Üstad, Herkesi Kendi Mertebesine Hizmete Sevk ve İdare Ederdi"
"Üstad kimini medhüsena ile kimini takdirle, kimini de takbihle idare etmişti. İşte bu idarecilik bir kemal alâmetidir. Herkesi kendi mertebesinde idare ederdi."
"İkinci Cihan Harbinde İstanbul'da yedi ay kadar ihtiyat askerliği yaptım. Fatih'te bulunmuştuk. Terhis olduktan sonra orada kalmak istiyordum. Kardeşiniz Tahsin (Aydın) bana mektup yazmıştı. Üstad mektubun altına şu notu kaydetmişti:
"Feyzi kardaşım, İstanbul Eski Said'i bilir. Yeni Said'in kardaşı Feyzi'yi aldatıp kendine çekmesin. Senin orada kalmana Risale-i Nur razı değil!.. "
Bu notu kırmızı kalemle, yeni bir uçla yazmıştı, kendi hattıydı.
"Üstad Fevzi'yi Feyzi Yapmıştı"
"Üstad'la beraber bulunduğumuz yılların hatıraları hülasaten şöyledir:
"Eskiden ismim Mehmet Fevzi idi. Üstad, 'Mehmet Feyzi olsun.' dedi ve öyle oldu."
"Üstad, Dağda Hastalanmıştı"
"Bir gün dışarıdan bir kadın, 'Hoca Efendi seni çağırıyor.' diye bana bildiriyordu. Uykudan kalkarak kapıya baktığımda kimsecikler yoktu. Hemen kalkıp evine gittim. Fakat evde kimsecikler yoktu. Arkadaşlarla dağa gitmiş. Ben de dağa gittim. Üstad beni görünce, 'Nereden çıktın sen?' dedi. Ben de 'Siz çağırtmışsınız.' dedim. 'Hayır ben çağırtmadım.', dedi. Dağda hastalanmıştı. Ata binerek eve getirdik."
"Yolda Atın Üzerinde Bile Risale Tashih Ederdi"
"Mektupları ve risaleleri dağda veya evde tebyiz ederdim, bazen de kendi ağzından yazardım. Atla dağa giderken yolda bile boş durmazdı. Siyah bir atı vardı, hayvanın üzerinde eserler tashih edeceği zaman dizginini tutmadığımız halde at kendiliğinden dururdu."
"Kırda namaz kılıyorduk. Namaz esnasında yanımıza iki camus geldi. İki-üç metre kadar yaklaştılar. Ben kortum ve telaşlandım. Namazdan sonra Üstad bana: 'Senin telaşın benim namazımı da teşviş etti.' dedi."
Üstad Bediüzzaman'la bulunduğu günleri hasretle anan Mehmed Feyzi Efendi, hatıralarını anlatırken dertleniyor: "Demler o demler, zaman o zaman idi..." diyerek, Bediüzzaman'la geçen mesut zamanlarını hasret hisleriyle anıyordu.
"Arabî-Türkî Kendi Eserlerinin Tamamını Üstad'a Okudum"
"Arabî ve Türkî kendi eserleri olan Risale-i Nurların tamamını kendisine baştan sona okudum. İşte ben bununla iftihar ederim."
"Asiye Hanım (Mülazımoğlu), dedesi Küçük Aşık'ın Mevlânâ Halid Hazretlerinden aldığı cübbeyi getirmişti. Cübbeyi yıkadım, suyunu kabristana döktüm. Hayatta iftihar ettiğim bir husus da budur."
"Nurları köşe bucak saklardık. Beşinci Şua'yı kömürlerin içine saklamıştık. Tevhid Risalesinin ilk müsveddesini ise Vali Avni Doğan aldı."
"Üstad'a En Ziyade Avni Doğan Eziyet Ederdi"
"Üstad'a en ziyade sıkıntı veren Avni Doğan'dı. Vali Mithat onun kadar eziyet etmemişti. Mithat Altıok, İttihad ve Terakki fırkasında kâtipmiş. Üstad'ı o zamanlardan tanıyordu. Belediye Reisinin evinde Üstad'la görüşmek istedi, fakat Üstad görüşmeyi kabul etmedi."
"Feyzi, Kaza-i İlâhidir"
"Denizli hapsinden sonra, yeşille beyaz karışımı bir sarık sarmıştı. Pencereden bana şöyle seslenmişti:
'Feyzi, kaza-i İlâhidir...'
"Kastamonu'dan ayrılırken müddeiumumilikte (savcılıkta) ikindi namazını kılarak çıkmıştı. Giderken 'Allah’a ısmarladık.' diye başlayan bir mektup yazmıştı."
"Polis müdürü, Şükrü Bey diye bir zattı. Mithat Altıok on dokuz gün ifadem alınırken yanımda bulundu. İfadem alınırken Üstad'ı kastederek, 'Akşam evinde kırk baklava tepsisi vardı.' diyorlardı. Ben de 'Yalan söylemeyin.' diye cevap verdim."
"Bir yerde şöyle bir not bulmuşlardı: 'İstanbul'dan kitap geldi, kerameti gözüktü!' Bu kitapları kim getirdi diye çok sorup sıkıştırdılar."
"Bir akşam başkomiser gelip beni çağırdı. 'Ne yaptınız?' diye sordu.
'Ne yapacağız? Yatsı namazını kıldık...'
'Kim geldi?'
'Bilmiyorum, karanlıktı.' diye cevap verdim."
'Ezanı kim okudu?'
'Ben okudum.'
"Bu ifadelerden sonra, rahmetli Emin Bey'e söyledim: 'Ben böyle dedim, şayet sana da sorarlarsa sen de böyle, söyle.' dedim."
"Arapça mı okudun?' diye sordular. 'Evet' demiştim. 'Bunun suçu yoktur. Kendi evimde, kapalı yerde istediğim şekilde okurum.'"
"Emin Bey ne sordularsa hepsini 'biliyorum', diye cevap vermiş. Emin Bey'i, 'Yalan söylüyorsun' diye tokatlamışlar."
"Çaycı Emin'in Büyük Bir İhlas ve Sadakatı Vardı"
"Çaycı Emin Bey, ümmî olduğu halde öyle bir sadakat gösterdi ki kemal-i ihlâs sahibiydi. Yüksek bir meziyeti vardı... Benden üstündü."
"İfadelerimiz alınırken kamış kalemle, demir uçlarla çeşitli yazılar yazdırdılar. Tâ ki ellerindeki kitapları kimin yazdığını tesbit edebilmek için... Vali Avni Doğan, alıp götürdüğü Risalenin aslını bir daha vermedi. Dosyamızın kalınlığı yerden bir sandalye yüksekliğinde olmuştu."
"Üstad İstidasını Geri Almıştı"
"Denizli'de Mahkeme Reisi Ali Rıza Bey (Balaban) kademe kademe anfi gibi sıralar yaptırmıştı. Üstad hastalığını ileri sürerek 'mahkemeye gelemeyeceğim' diye istida vermişti. Sonra mahkemenin müsbet halini görünce 'İstidamı reddediyorum!' dedi. Reis: 'Ey Said Efendi, istidayı geri mi alıyorsun?' diye tebessümle mukabele etti."
"Bir celsede müddeiumumi Üstad'ın oturuşuna itiraz etti. 'Mahkemenin nizamını bozuyor.' dedi. Ali Rıza Efendi ise, 'Doğru oturunuz.' deyince; Üstad 'Hastayım' diye cevap verdi. Reis, müddeiumumiye dönerek: 'Hastaymış ne yapalım?' dedi. Sonra da 'Siz gidin istirahat edin.' diye bir gardiyanla Üstad'ı gönderdiler."
"Bediüzzaman ve Talebeleri Hapishaneyi Mektebe Çevirdiler"
"Denizli'de, müddeiumuminin muavini adliye vekiline telgraf çekmiş: 'Bediüzzaman ve talebeleri hapishaneyi bir mektebe çevirdiler!' diye. Üstad, 'Hapishanenin mektep olmasından memnun olunsun.' diyordu..
Beylerbeyi Süleyman Hapisten Nasıl Kaçmıştı?
"Hapishanede Beylerbeyli Süleyman Hünkar ve arkadaşları kaçmak istiyorlardı. Süleyman: 'Deve bile olsa ben yine buradan kaçırırım.' diyordu. Üstada, 'Hoca ammi' diye hitap ederdi. Daha sonraki senelerde (1948) biz Afyon hapsindeyken Süleyman hapisten kaçarak Kastamonu'ya Sadık Bey'in yanına gelmiş, bizleri aramış sormuş. Sadık Bey, 'Nasıl kaçtın?' deyince: 'Üstad'ın Esmâ-yı Hüsnâ manzumesini Feyzi Efendi yazmıştı, onu muska yaparak kaçtım!' diye cevap vermiş."
İdamlıklar Nurlarla İmanlarını Kurtarmışlardı
"Hapishanede mahkûmlar bize dualar yazdırmak istiyorlardı. Delâil-i Şerifi yazmıştım. Ağır cezalılardan İbrahim bunu muska yaparak kaçmak istiyordu. Ben de 'Böyle şeylerle kaçılmaz. Eğer kaçılsaydı biz kendimiz kaçarız!' diye latife yollu cevap vermiştim. Daha sonra İbrahim'i idam ettiler. Birçok mahkûmları kötü vaziyetten kurtarmıştık. Pislikten, kötü hayattan Kur'ân okuyarak, Nurları okuyarak kurtuldular."
"Bazılarını Kur'ân okurken, bazılarını tesbihat yaparken, bazılarını ise namazdan alıp götürdüler, idam ettiler. Kumardan ve diğer fenalıklardan alıp götürselerdi, ne olurdu biçarelerin hali?"
"Üstad 'Yeni yazı ile Risaleleri yazın.' deyince, bazıları itiraz ettiler. Sadık Bey ise, sadakatle, 'Üstad ne derse o olsun' diyordu.
"Nurcu İsmini İlk Defa Afyon'da Duydum"
"Denizli'den sonra ise, 1948 senesinde Üstad'la birlikte ilk defa bizi Afyon hapishanesine gönderdiler. Gece vakti tevkif ettiler. O zamana karşı Nurcu ismini duymamıştım. İlk defa "Nurcu" tabirini Afyon'da duydum."
"Afyon'da hepimizi bir nezaret odasına koymuşlardı. Üstad bizleri, talebelerine göstererek: 'Bu on Said kadar hizmet etmiştir. Şu yüz Said kadar hizmet etmiştir!' diye iltifat ediyordu."
(bk. Necmeddin ŞAHİNER, Son Şahitler-II)