MUSTAFA CAHİD TÜRKMENOĞLU
1930 İSTANBUL doğumlu Mustafa Cahit Türkmenoğlu Ağabey, Ankara Hukuk Fakültesi mezunudur. Mustafa Türkmenoğlu, Atıf Ural, Said Özdemir, M. Emin Birinci, Ahmet Kalgay Ural ve diğerleri… Bu ağabeylerimiz Risal-i Nur eserlerini, 1956 senesinden itibaren, Ankara’da yeni harflerle matbaada ilk defa tabetme şerefine mazhar olmuş fedailerdir...
“Risale-i Nur, telifinden yirmi sene sonra teksir makinesiyle neşredilmiş ve otuz beş sene sonra da matbaalarda basılmaya başlanmıştır. İnşaallah bir zaman gelecek, Risale-i Nur Külliyatı altınla yazılacak ve radyo diliyle muhtelif lisanlarda okunacak ve zemin yüzünü geniş bir dershane-i Nuriyeye çevirecektir.” (bk. Tarihçe-i Hayat, Barla Hayatı, s. 163)
Türkmenoğlu Ağabeyi ilk defa 1969 senesinde Ankara’da talebelik yıllarımızın başladığı sırada tanıdım. O sırada Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Özlük İşleri Müdürü idi. Hemen her akşam derslere iştirak eder, hususan Üstad’ımızın şahsiyetiyle alâkalı mektuplardan okurdu. Güzel hitabesi ve kendine has coşkulu okuma usulüyle dersleri çok hoşumuza giderdi. Zaten kendileri her zaman neşeli ve esprili idi. 1969’da Bayram Ağabeyimizin de bulunduğu Maltepe dershanesi baskınında Türkmenoğlu Ağabey de vardı, orada bile polislerle şakalaştığına şahit olmuştum... Polis Abdülkadir’e[1] “Ben çok yattım, beni götürmeyin artık.” şeklinde espriler yapmıştı, öyle de olmuştu.
Mustafa Türkmenoğlu’nun hayatı kahramanlıklarla doludur. Toplam 54 ay ile en çok hapis yatan Nur talebesidir… 1971 ihtilâlinden sonra radyo sık sık “İzmir Sıkıyönetim Mahkemesinin Bekir Berk ve arkadaşlarının davası” ile “Ankara Sıkıyönetim Mahkemesinin Cahit Türkmenoğlu ve arkadaşlarının davası” diye taraflı haberler verirdi. Beş kere hapis... Hiç nefes aldırmadan, âdeta memleketin bir bu tarafında, bir öbür tarafında, zindandan zindana dolaştırılmıştı. Peki şikâyetçi mi? Kat’iyen. Hatta, “Âhiretim için iyi oldu!” diyor kendisi.
Türkmenoğlu Ağabey şimdilerde Konya’da ikâmet etmektedir. Bizi kırmayarak sorularımıza cevap verdi. Anlattıklarını kaydettik. Bilhassa kitapların ilk defa matbaada tab’ı esnasında yaşadığı inayet-i İlâhî altında istihdamı ve Üstad’ımızın tasarrufunun merakla, ibretle okunacağını zannediyorum. Türkmenoğlu Ağabey 12 Temmuz 2007 tarihinde Konya’da ahirete irtihal eylemiştir.
MUSTAFA TÜRKMENOĞLU ANLATIYOR
“Üstad Hazretleriyle İlk Görüşmemiz”
“Üstad, 1952 Gençlik Rehberi mahkemesi vesilesiyle İstanbul’a gelmişti. Ben de o tarihte hukuk fakültesinde talebeydim. Bir gün arkadaşla beraber Gülhane Parkı’nda ders çalışmış, tramvayla okula dönüyorduk. Tramvayda vatmanın yanında ayakta birisi duruyordu. Ben daha önce Üstad’ı görmemiştim ve duymamıştım, ama arkadaşım tanıyormuş."
"Bana, ‘Bak, vatmanın yanında duran zat evliyadır, gel elini öpelim!’ dedi. Benim çocukluktan beri böyle evliya zatlara hürmetim vardı, ama öyle İslâmî hizmet falan bilmiyordum. Tramvay okula yaklaşırken, o arkadaş önde ben arkada Üstad’a yaklaştık. Zaten binişler arkadan, inişler öndendi. Arkadaşım, Üstad’ın elini öptü, ben de onun Bediüzzaman Hazretleri olduğunu bilmeden elini öptüm. Üstad, ‘Siz nerede okuyorsunuz?’ diye sordu bize."
Biz de okulu göstererek, ‘Burada okuyoruz.’ dedik. Okulun büyük bir bahçesi vardır. Üstad, ‘Benim burada başımdan çok hadiseler geçti, ben filanca yerde kalıyorum, gelin görüşelim.’ dedi. Ama o zaman nasip olmadı... Birinci sınıftan ikinci sınıfa geçince, ben kendimi Ankara Hukuk Fakültesi’ne naklettirdim. Orada rahmetli Atıf Ural’la tanıştık. O da yeni yeni okumaya başlamış risaleleri; o okuyor, ben dinliyorum...
“Diyanet, Risale-i Nurları Basmadı”
“Üstad Hazretleri, risaleleri Diyanet’in basmasını istiyordu. Onun için bize haber gönderdi, ‘Diyanet’in risaleleri basması için teşebbüse geçin.’ dedi. Biz talebeyiz, Diyanet’e pek tesirimiz olmaz diye, rahmetli Isparta mebusu Dr. Tahsin Tola görev aldı. Biz onunla tanışmıştık; ziyaretine gittik ve durumu anlattık. Allah rahmet etsin, çok mübarek bir zattı, çok temiz bir insandı. Bizim önümüze düştü ve Diyanet’e kadar gittik. O içeriye, reisin yanına girdi, biz dışarıda bekledik... Teklifi reise yapmış. Reis demiş ki: ‘Bize başbakan emir vermediği müddetçe biz bunları basamayız.’ Bunun üzerine rahmetli Menderes’i ziyaret ettik beraber, ama biz yine dışarıda bekliyoruz. Tahsin Ağabey durumu Menderes’e anlatmış. Menderes de demiş ki: ‘Ben sizi vekil tayin ettim, gidin Diyanet İşleri Başkanı’na söyleyin, bassın.’ Biz tekrar Diyanet İşleri Başkanı’na gittik. Yine rahmetli Tahsin Tola içeri girdi, fakat reis, ‘Ben başbakanla kendim konuşmadıkça basamam!’ diyerek kabul etmemiş. Neyse reis, başbakanla görüşmek için çok uğraştığı halde muvaffak olamıyor, en sonunda başbakanlık müsteşarı Ahmet Salih Korur’la görüşüyor. Bu adam zannımca 33 dereceli bir masondu. O zamanlar başbakanlık müsteşarının bakanlardan daha çok sözü geçerdi... Diyanet İşleri Reisi bu adamla konuşuyor. Müsteşar, Üstad’ımızın ismini göstererek, ‘Bu eserlerin basılmaması için bu isim kâfi değil mi?’ diyor ve kabul etmiyor. Bunun üzerine reis, Tahsin Ağabeye gelerek, ‘Bu durumda ben bu eserleri basamam.’ demiş. Tahsin Ağabey de bize bildirdi, biz de Isparta’da bulunan Üstad’a bildirdik. Üstad’dan bize derhal bir emir geldi, ‘Bu azim sevap onlara nasip olmayacak, derhal siz basacaksınız!’ dedi."
“Risale-i Nur, yeni harflerle ilk olarak nasıl basıldı?”
“Elimizde hiç para yok, matbaacılıktan anlamıyoruz. Sene 1956… Üstad’dan bu emir geldi, ama öyle bir durum var ki, bizde ne para var, ne pul var; matbaacılık hakkında da hiçbir bilgimiz yok! Üstad’dan da ‘Risaleleri basın.’ diye bir emir geldi. Bunun üzerine biz rahmetli Atıf’la beraber bir mektup hazırladık. Mektup öyle uzun bir şey değil, iki-üç satırlık bir şey. Mektubu Anadolu’daki kardeşlere göndereceğiz, ama postahaneyle göndermek lazım. Pul için bile paramız yok, biz de Ankara’ya muhtelif vesilelerle gelen kardeşlerle mektubu gönderiyoruz... Mektupta, ‘Biz Büyük Sözler mecmuasını tabedeceğiz, fiyatı 25 liradır; orada kaç kişi abone olacaksa parasını gönderin, bilâhare kitapları göndereceğiz.’ diyoruz. Tabiî biz talebeyiz, elimizde para olmuyor; zaten elimize üç kuruş geçse bir kuruşunu hizmete ayırıyoruz, cüz’î de olsa katkı olsun diye, ama yetmiyor. Ama Üstad’ımızın da emri var... Bu mektuptan sonra muhtelif yerlerden bize para gelmeye başladı. Diyelim ki Kütahya’dan iki kişi abone olmuş, bize göndermişler. Afyon’dan üç kişi, Urfa’dan beş kişi gibi… Van’da Hamit Kuralkan diye bir kardeş vardı. 1967’de vefat etti... O zamanın parasıyla, iyi hatırlıyorum, Ziraat Bankası kanalıyla benim adıma, 500 lira göndermişti. Bir de rahmetli Nazif Çelebi Ağabey de (İnebolu) 500 lira kadar gönderdi. Bütün gelen paralarla biz ancak basılacak kitapların yarısının kâğıt parasını verebilirdik; matbaacıya verilecek para yok!"
Sonra Tahsin Ağabeyi alarak Yıldız Matbaası’na gittik, ‘Kaça basarsınız?’ diye pazarlık ettik. Fiyatını unuttum, ama kâğıdını biz vermek üzere anlaştık...
“Risaleler Osmanlıca’dan Yeni Türkçeye Nasıl Çevrildi?”
“Elimizdeki kitaplar Osmanlıca, biz bunları matbaaya versek basamazlar, yeni harflere çevirmek lazım. Bizim bunları daktiloyla yeni harflere çevirmemiz lazımdı. Önce Üstad’dan bize üç tane Büyük Sözler geldi. Bunların hepsi de bizzat Üstad’ın tashihinden geçmişlerdi. Birimiz Osmanlıca’dan okur, birimiz de diğer kitaptan takip ederdik; bir de Hayri Ağabey diye binbaşılıktan ayrılma biri vardı, o da daktiloyla yazardı... Biliyorsunuz, Osmanlı Türkçesinde büyük harf, nokta, virgül yoktur. Mesela cins isim de özel isim de küçük harfle yazılır… Ama Latin harfli Türkçe’de özel isimler büyük harfle yazılır. İşte düz yazılan o daktilo yazısını Atıf’la ben satırbaşı, nokta, virgül… koyarak düzeltiyorduk. Bu iş tasarrufumuzda idi, matbaaya da öyle tarif ettik. Said Özdemir kardeş aramıza, Sözler’in yarısından sonra gelmişti. Bazı önemli gördüğümüz cümleleri koyu veya eğik (italik) yazıyla yazıyorduk. Yani bu da bizim tasarrufumuzla oluyordu… Ama esas ve her harf tamamen Üstad’ın idi, Üstad’ın tashihinden geçmişti. Bugün basılan risalelerde bu koyulaştırılan yerler değiştirilmiş olabilir… Zaten biz daha çok italik harf kullanıyorduk nazar-ı dikkati çekmesi için... Karışmazdı Üstad böyle şeylere. O zaman ben noktalamaları yanlış yapmayayım diye, fakültede okuduğum halde imlâ kılavuzu almıştım...
“Parasızlıktan İlk Sözler, İki Cilt Olmuştu…”
“Nihayet matbaaya verdik; ama Üstad’dan da haber üstüne haber geliyor bize, ‘Derhal basacaksınız!’ diye. Fakat bizde zaten acemilik var, para yok; onun için Birinci Söz’den Yirmi Üçüncü Söz’e kadar olan kısmı Yıldız Matbaası’na verdik, Yirmi Dördüncü Söz’den itibaren de Doğuş Matbaası’na verdik. Yani ilk Sözler iki cilt halinde basılmıştı mecburen... Doğuş Matbaası o zamanlar Ankara’nın en iyi matbaası idi; rahmetli Tahsin Ağabey de onlara gitti geldi, ilgilendi... O insanlar biraz çekinerekten bile olsa, Şarklı olmaları hasebiyle kabul ettiler. Fakat çok para istediler..."
“Üstad çok güzel ve tashihli basım üzerinde çok dururdu, çok ehemmiyet verirdi. Biz artık bir o matbaaya, bir öbürüne gidiyorduk... Risaleler önce kolon halinde uzun basılır, biz de noktasını virgülünü tashih ederdik, hata var mı diye... Sonra sayfa halinde basılması için kurşun harfleri dizerlerdi. Numune sayfaları tekrar tashih ederdik, en son basıma girmeden her sayfayı yeniden dikkatle tashih ederdik... Matbaalarda ekseriyetle ben dururdum. İlk tashihatı evde yapardık, fakat baskıdan çıkan ilk sayfayı hata var mı diye hemen bakardık, yanlış varsa durdururduk baskıyı, ‘Şunu düzeltin, yeniden basın’ derdik."
“Basılan Bütün Risaleler Üstad’ın Tashihinden Geçti”
“Mesela iki forma, üç forma çıktı mı Üstad’a gidenlerle bunları gönderirdik yahut bizden biri giderdi. Diyelim Erzurum’dan biri geldi, Üstad’a gidecek, onunla gönderirdik; zaten Üstad’ımız hizmetle alâkalı olmayınca ziyaretçi kabul etmezdi, ama o kişi formayla giderse o forma hatırı için yüzde 99 kabul ederdi Üstad..."
“Hatta iyi hatırlarım, ben Zübeyir Ağabeyle Ankara 27 Numara’da 1,5 seneye yakın beraber kalmıştım. 1960 ihtilâlinde onları Urfa’dan çıkarmışlardı. O zaman anlatmıştı:
‘Biz Üstad’la kırlara giderdik; Üstad orada hem tefekkür eder, hem de tashihat yapardı. Fakat bazen yeni gelmişiz, ortada hiçbir şey yokken Üstad, hemen dönmemiz lazım, bizi bekleyen var, derdi. Biz de hemen döner, bakarız ki, kapıda biri elinde bir formayla bekliyor...'"
“Üstad, risaleyle gelenleri hemen içeri alır, açar Osmanlıca risaleyi, başlar yeni basılan formaları okutmaya... Ekseri Zübeyir Ağabeye okutur, eksik var mı, atlama var mı diye tashih edermiş... Üstad tashih ettiği formayı verip geriye bize yollardı. Üstad’ın bir tashihatı varsa, o formayı değiştirirdik. Bilâistisna bütün formalar Üstad’ın tashihinden mutlaka geçmiştir. Formalar tamamlanınca ciltletip kitap haline getirirdik."
“Üstad’ımızın sağlığında bütün büyük risaleler basıldı, bizzat biz bastık Allah’ın inayetiyle... Hepsi Üstad’ın tashihinden ve tasvibinden geçer, çok dua eder ve memnun olurdu. Küçük risalelerin bazıları büyük risalelerin arasında basılırdı: Küçük Sözler, Gençlik Rehberi, Zühretü’n-Nur gibi… Onlar da giderdi Üstad’ın tashihine. Üstad matbaa parasını verir, takdir ve tasvip ederdi."
“Emniyet el koymasın diye, formalar basıldıkça biz matbaadan kaçırırdık! Normalde, basılan her şeyin resmî yerlere verilmesi lazımdır."
“Biz formaları paketlerle kaçırır, hepsi bittikten, ciltlendikten sonra tekrar matbaacıya getirir, matbaacı kanunen verilmesi lazım gelen yerlere İçişleri Bakanlığı’na, Emniyet’e, Millî Kütüphane’ye vs. verirdi. O şekilde verirdik ki bastıkları vakit matbaada hiçbir şey bulamasınlar... Bu şekilde 1956 senesinde Allah’ın inayetiyle matbaada basma işi başlamış oldu. Sözler’den sonra Lem’alar’ı bastırdık, arkasından Mektubat’ı... 1959’da bütün büyük kitapların basımı bitti...
“Acip Bir İstihdam Hadisesi: ‘Ne Hürriyeti!’”
“Matbaa iki-üç katlı bir yerdi, en üst katta bize bir oda vermişlerdi. Ama karanlık bir oda idi, gündüz bile elektrik yakardık! Namazları da orada kılardık. Sabah namazından sonra doğru matbaaya gider, ekseriya yatsı namazına kadar çalışır, namazı orada kılıp çıkardık. Yemekleri de orada yerdik. Yemek dediğim de aperatif, yani zeytin ekmek, peynir ekmek gibi… Lokantaya gidecek paramız olmazdı."
“Bazen ilâhiyatta okuyan talebeler gelir, tashihata yardım ederlerdi. Onlar yazın tatile memleketlerine gittiler; bir arkadaşımızın da dünyevî işi çıktı, evine gitti; bir arkadaş da üç aylar girdi diye mecburen muhtelif yerlere vaaz etmeye gitti; o zaman ben matbaada bir müddet yalnız kaldım. Gerçi sağdan soldan yardıma gelenler oluyordu; ama hem acemiler, hem de fazla tutamıyorsun ki... İşler çok zorlaşmıştı. Ben de 'validemi 10-15 gün ziyaret edeyim, hem de arkadaşlar yavaş yavaş gelmeye başlarlar, sonra hep beraber devam ederiz’ diye düşündüm."
“Matbaa, tren istasyonuna yakındı, o zamanlar otobüs yoktu. Fakat tam gitmeye karar veriyorum İstanbul’a, tren istasyonuna giderken bir kuvvet beni zorla matbaaya çeviriyor, bir türlü gidemiyorum... Ertesi gün kat’î gideceğim, diyorum, fakat yine yönümü bir kuvvet çeviriyor. Sonra düşündüm: ‘Ben niye gidemiyorum acaba?’ Birinci, ikinci, üçüncü gün aynı! Düşünüyorum, ‘Ben niye valideme gidemiyorum. Halbuki biraz kalsam ne olur, 20 gün geç bitse ne olur!’ diye düşünüyorum."
“Böyle bir gün yine o karanlık odada yalnız başıma tashihatla meşgul iken dedim: ‘Ya Rabbi! Ben hürriyetime sahip değil miyim? Benim hürriyetim elimde değil mi? Ben niçin istediğim yere gidemiyorum? Ya Rabbi! Ben hürriyetime sahip değil miyim?’ diye odanın içinde kendi kendime bağırmaya başladım. Bir müddet geçtiği halde yine gidemiyorum, ben de ‘Hürriyetim yok mu?’ diye hep söyleniyorum; ama kendi başımayım, hiç kimse yok, kimse duymuyor... Odadaki masalar, sandalyeler, kapılar duyuyordu yalnız!"
“Neyse arkadaşlar geldiler, ‘Ben de bari şimdi üç-beş gün gideyim, valideyi ziyaret edeyim.’ dedim. Üstad Isparta’da, benim memleketim İstanbul Pendik... ‘Üstad’ı ziyaret edeyim de öyle gideyim valideme.’ diye düşündüm."
“Isparta’ya gittim, arkadaşlar kapıyı açtılar, Üstad ‘Gelsin.’ demiş… Merdivenlerden üst kata çıkıyorum. Merdivenlerden çıkar çıkmaz sol tarafta oda vardır, orası şimdi müze oldu. Arkadaşlar, ‘Sen gir.’ dediler. Ben girdim, Üstad yatağın üstünde oturmuş, arkadaşlar kapıyı açık bıraktılar. Üstad’ın elini öpmeye gidiyorum ben."
“Üstad şöyle hafifçe doğruldu, ‘Ne hürriyeti!’ diye şiddetle bağırdı bana. ‘Ne hürriyeti, ne hürriyeti!’ Çok şiddetli bağırdı bana. Ben şaşırdım kaldım... (Türkmenoğlu Ağabey bu hadiseyi anlatırken Üstad’ımızın sesini taklit ediyor, sanki aynı heyecanı yaşıyor ve bizlere de yaşatıyordu...) Halbuki ben ne Üstad’ın yanında ne de hiç kimsenin yanında demiştim; hatta dershanede bile değil, matbaadaki karanlık odada kendi kendime demiştim! Ama Üstad duymuştu. Artık nasıl duymuştu bilmiyorum!"
“O zaman Üstad çok güzel bir ders verdi bize, hayatım boyunca unutamam o dersi. Elini öptüm, yanına oturdum. Diğer kardeşler de geldi. Çok net bir şekilde, ‘Kardeşim!’ dedi, ‘Öyle kimseler gelmiş ki Kur’an’ın bir tek harfinin manasına kendini feda etmiş. Bize ne oluyor ki, şimdi Kur’an’ın bütününe taarruz var, biz niçin kendimizi feda etmeyelim?’ Biz hiç ses çıkarmadan öylece dinledik, sonra ‘Haydi dön.’ dedi bana. Ben de İstanbul’a falan gitmeden doğru tekrar Ankara’ya döndüm. Valideye gidememiştim. Validem yaşlıydı, ben yedinci çocuğu idim, dört sene ziyaretine gidememiştim. Dile kolay, dört sene...
“Tarihçe-i Hayat’taki Fotoğraflar Nasıl Basıldı?”
“Tarihçe-i Hayat basılırken Said (Özdemir) kardeşe Abdülkadir Badıllı’dan bir fotoğraf geldi, Said kardeş de matbaada ekseri ben bulunduğumdan fotoğrafı bana verdi, ‘Bu fotoğrafı kitaba koy.’ dedi. Tamam, dedik ve ilgili bir yere kitaba koydum. O formayı da Üstad’a ben götürdüm."
“Üstad’la bu Tarihçe’yi tashih ederek okurken o sayfaya geldik. Üstad fotoğrafa baktı baktı, ‘Bu Said değil!’ dedi. Meğerse o fotoğraf Üstad’a ait değilmiş… Badıllı, Üstad’a ait diye resmi birinden almış, Said Özdemir’e göndermiş. O da ‘Üstad’ın resmidir, bas.’ diye bana verdi. Yani hiçbirimizde kabahat yok..."
“‘Eyvah, yanlış basmışız!’ deyip ben hemen Ankara’ya döndüm ve o formaların iki sayfasını kitaplardan çıkarttık, Üstad’ın esas resmini koyduk. Aslında ilk baskılarda fotoğraf koyamadık, çünkü bazı yerlerden ‘Caiz değil, hadis var.’ diye tenkit geliyordu. Fakat gönlümüz de basmak istiyordu. Onun için bazı boy fotoğraflarını kuşe kâğıdına bastık, fakat kitaba ilâve etmedik. Bu sefer kitabı Mehmet Emin Birinci götürdü Üstad’a. Üstad kitabı karıştırırken, ‘Burada Said’in resimleri olacaktı.’ demiş. Hemen kûşe kâğıda basılmış ve kitaptaki yerleri belirlenmiş fotoğrafları aralara koyuvermişler… Üstad hiç ses çıkarmamış, yalnız kurşun kalemle fotoğrafların boynuna çizgiler çekmiş. Tabiî biz çizgi çekmeden öylece dağıttık kitapları..."
“1958 Ankara Mahkemesi Nasıl Başladı?”
“1958’de Nazilli’de bir hadise cereyan etti: Dershane basılmıştı… Gazeteler aleyhte yazdılar. Üstad’dan bize, Risale-i Nur’un mahiyetini anlatan bir mektup geldi. Nazilli hadisesi münasebetiyle Isparta’dan gelen bu mektubu neşretmiştik. Onu matbaada biz bastırmıştık. Mektupta ‘Tahiri, Sungur, Bayram, Zübeyir, Ceylan, Rüştü’ -Rüştü ismi yoktu, sonradan ben yazdım- altı kişinin ismi olduğu için onları tutukladılar. Bizi neşrettiğimiz için tutukladılar, bazılarını da tevzî ettiği için... O zaman 65 gün kadar yattım Ankara’da...
“Isparta’dan Üstad’dan gelen mektupta beş kişinin ismi vardı aslında. Rüştü Çakın Ağabeyin ismi yoktu; ama baktım mektubun altında boş yer var, kimsenin haberi yokken Rüştü ismini yazdım. Üç, üç alt alta altı isim simetrik olmuştu! Cemalettin Ağabeyle bu mektuplardan bir miktar Üstad’a göndermiştik. Rüştü Ağabey ismini görünce baştan hoşuna gitmiş."
“Ben İstanbul’a Kirazlımescit dershanesine kitap bırakmaya gitmiştim. Valideme de uğradım. Pendik’teyim, sabah erkenden kapı çalındı. Baktım Mehmet Emin Birinci karşımda! Yanında bazı gençler var. Bana ‘Giyin, giyin, gideceğiz!’ dedi. Meğer yanındakiler sivil polismiş! Mektup yüzünden Ankara’da mahkeme tutuklama kararı vermiş. Bir gece yatabilmiştim validemin yanında; ertesi gün İstanbul Birinci Şube’deyiz… Orada vicahî tutuklama kararını aleniyete çevirdiler. Bizi apar topar doğru Ankara’ya hapishaneye... İlk defa hapse giriyorum. Baktım karanlık bir koğuşta bizim arkadaşlar oturmuşlar! Bir baktım Tahiri Ağabey, Sungur Ağabey, hepsi orada… Baktım bir kenarda Rüştü Ağabey düşünceli oturmuş, bekliyor. ‘Ah, ben ne yaptım!’ diye düşündüm! Kabahatliydim, gittim yanına, ‘Ağabey bu da geçer yahu!’ dedim. ‘Türkmenoğlu! Geçer geçer de delip geçer…’ dedi. Allah rahmet etsin! O hadisede 65 gün kadar hapiste yattık.”
Bu davanın vekâletini Dr. Tahsin Tola’nın teklifiyle Av. Bekir Berk almıştır. Bekir Ağabeyin ilk Nurculuk davası olup, kendisinin risaleleri daha iyi tanımasına vesile olmuş, ileride alacağı binlerce beraatın da birinci basamağını teşkil etmiştir.
“En Çok Hapis Yatan Benim, Ama Rahmet Oldu!”
“En çok hapis yatan sizsiniz herhalde?” diye sorduk Türkmenoğlu Ağabeye…"Evet, en çok hapis ben yattım; ama bu benim için rahmet oldu, günahlardan temizlendik inşaallah...” dedi ve sırayla saydı:
“1958’de Ankara’da 65 gün... 1960’ta Erzurum’da takip ediliyorduk, bizi içeri aldılar, tam beş ay yatırdılar. Sonra Salihli… 1967’de Mersin’de yattım yedi-sekiz ay kadar... 1971’de ihtilâlde yine Ankara’da sıkıyönetim mahkemesi, ‘yedi sene ceza’ verdi bana (Nurculuk tarihinde en yüksek ceza), af çıktı, 3 sene 18 gün yattım. Toplam 54 ay... İnşaallah kefaret olmuştur. Allah ihlâsımızı bozmasın!"
“Hapishanelerde, ilk zamanlarda bize iyi davranırlardı. Ama 1971’de bizimle beraber çok komünist de girmişti. Onlar iyi davranmazdı; mesela biz namaza durduğumuzda şarkılar söylerler, gürültü patırdı yaparlardı. Ama biz hiç kaçırmadan, o gürültü patırdı arasında kılardık elhamdülillah… Bazen ranzanın üstünde kılardık. O sıkıntılar oluyordu. Ondan önceki hapislerimde solcular olmadığından bunlar olmadı. Zaten onlara risale okuyorduk..."
“Üstad Hizmete Zarar Vermeyen Hatalara Güler Geçerdi”
“Üstad 1956-57 senelerinde yaptığım ilk ziyaretimde, ‘Kardeşim! Bu zamanda azamî ihlâs, azamî sadakat, azamî fedakârlık, azamî dikkat lazım.’ demişti. Zübeyir Ağabeyle beraber kalırken, ‘Dikkat et Türkmenoğlu! Üstad bu dersleri herkese vermez.’ der, beni ikaz ederdi. Tabiî fedakârlığı ben yapamadım..."
“Üstad bana Emirdağ’da 2 bin 500 lira para vermiş, ‘Hemen Ankara’ya matbaaya git.’ demişti. Ben Eskişehir’e geldim, kardeşler illâ bir gece kal, dediler, Eskişehir’de bir gece kaldım. O zamanlar Emirdağ’dan Ankara’ya Eskişehir’den gidiliyordu. Cebimde de Üstad’ın parası var: 2 bin 500 lira... Ertesi gün Üstad da Eskişehir’e gelmiş. Ben ‘Dün görmüştüm, ama tekrar ziyaretine gideyim.’ dedim ve gittim. İşte o zaman Üstad bana bir tokat vurdu ilk defa... Üstad bir gün bile hizmetin geri kalmasını istemezdi, halbuki bana, ‘Hemen matbaaya dön.’ demişti. Ben işi bir gün aksatmıştım..."
“Üstad Hazretleri, beşer olarak yapılan şahsî hatalara hiç ehemmiyet vermezdi, hizmete zarar vermeyen hatalara güler geçerdi mesela; ama hizmetle alâkalı hataları istemez, müsaade etmezdi..."
“Sen Benim Dilim Ol”
“Bir gün Üstad’ı ziyaret ettim. Üstad da bana, ‘Falana filana selâm söyle.’ dedi. Ben, ‘Tamam Üstad’ım.’ dedim ve ayrıldım. Geldim, dershanede yedi-sekiz kişi var o anda; fakat orada başka bir kardeş daha var, ama Üstad onun ismini zikretmemişti. Sırayla hepsine isim isim ‘Üstad’ın sana da selâmı var.’ derken, sıra o kardeşe geldi. Kardeşi atlasam olmayacak. Onun için ona da ‘Üstad’ın sana da selâmı var.’ dedim. Ama sonradan ben niçin böyle yaptım, diye üzülüyordum..."
“Neyse sonra bir gün yine Üstad’a gittim. Üstad hiçbir şey söylemediğim halde, benim sıkıntımı anlamış gibi, ‘Sen benim dilim ol.’ dedi. Bu kerametle rahatlamıştım, Üstad yalancılık durumundan beni kurtarmıştı... Artık ben Üstad’ın dili gibi rahat rahat herkese, yalan korkusu olmadan, ‘Üstad’ın sana selâmı var.’ diyebiliyordum."
“Üstad Duasıyla Çalıştırdı Bizi!”
“Her zaman söylerim: Nasıl bir merkebe yüklersin, sonra vurursun kamçıyı, mecburen çalışır; onun gibi, Cenab-ı Hak bizi istihdam etti, lutfetti, bizi çalıştırdı..."
"Yoksa isteğimizle, hele o zamanlarda pek yapılabilecek iş değildi yani... Onun için kimse kendine, ‘Ben yaptım, ben ettim!’ diye pay çıkarmasın... Üstad duasıyla zorla çalıştırdı bizi! Gençlik var, nefis var! Dört sene insan bir yere gitmezse nefis bunu istemez. Ama hiçbir yere gidemiyorduk, Ankara’dan bir yere kıpırdayamıyorduk. Bir tek Üstad’a ziyarete gidebiliyorduk, o da hizmetle alâkalı olursa... Cenab-ı Hak ihlâstan ayırmasın ve ‘talebe-i ulûm’ sıfatıyla ruhumuzu kabzetsin! Âmin...”
[1] Polis Abdülkadir: Üstad’ımızın Ankara’ya girmemesi için Menderes’in emriyle ricaya gelen, Üstad’ımızın da başına vura vura: “Senin hatırın için dönüyorum.” dediği polis…
(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-I)
***
1930 Aralık ayında doğdu. Kur'ân hakikatları olan Nur Risalelerine hizmet ettiği için çok çileler çeken bir hakikat kahramanıdır.
1957-1977 yılları arasında Risale-i Nurları okuduğu ve neşrinde bulunduğu için; Erzurum, Ankara ve Salihli hapishanelerinde, 'Medrese-i Yusufiye' mânâsında çileler çekmişti. (Bu konuda) Avukat Bekir Berk'in ilk Nur davası olan Ankara Mahkemesinin zabıtlarında şunları okumaktayız:
"Mustafa Cahid Türkmenoğlu. Babası Mehmed Ali, annesi Saadet, (Aralık 1930) doğumlu. İstanbul-Kartal-Pendik 156'da kayıtlı. Ankara Turgut Reis Mahallesi Çamlıca sokak 27/3'e mukim. Hukuk mezunu, stajyer hâkim."
Nur kervanının bu bahtiyar siması Mustafa Cahid Türkmenoğlu'nu 1975-1976'larda dinleyerek, sadece bir-iki sayfacık tesbit ettim. Mustafa Türkmenoğlu Ağabeyimiz, Nur hizmetinin yolunda, belki de Üstad Bediüzzaman'ı on defa ziyaret edip görüşerek, ellerini öpüp dualarını almıştır. Yazdığı Nur Risalelerine Bediüzzaman kendi el yazılariyle Türkmenoğlu'na dualar yazmıştı. Ama din düşmanlarının Nur Talebelerini çeşitli yalanlarla, çeşitli iftiralarla zindanlara atmak için, tutup tutup, yakalayıp götürdüklerinde Üstad'ın davasının yazılı defterleri muhafaza etmek mümkün olmamıştır.
Üstad Bediüzzaman'la ilk defa Gülhane Parkı-Beyazıt arasında tıramvayda, henüz hukuk talebesi olduğu gencecik günlerde görüşen Türkmenoğlu, bu ziyaretten beş yıl sonra 1957 senesinin son aylarında Isparta'da Üstad Bediüzzaman'a gittiği zaman yarım saat kadar görüşebilmişti.
Türkmenoğlu, Üstad Bediüzzaman'ı bir başka ziyaretindeki bir hatırasını ise şöyle anlatıyordu:
"Bir gün Yirmi Üçüncü Söz'deki temsilde bulunan tünel meselesini okurken Üstad: 'Kardeşim, bu hayal değil, hakikattır.' diye buyurdu. Ben de tam o esnada içimden aynı meseleyi düşünüyordum. Benim düşündüğüm meseleye ben sormadan cevap vermişti."
Üstad Bediüzzaman'ı son ziyaretlerinde, vefatından birkaç ay evvel, o zamanlar Ankara Tıp Fakültesinde okuyan kardeşi Macid Türkmenoğlu'nun namaz kılmadığını üzülerek düşünüyor. Bu kalbî düşünce ve üzüntüye karşı Bediüzzaman: 'Kardeşim merak etme! O namazını kılacak!' diyerek bu manevî suale, maddî cevap veriyor. O senenin yani 1960'ın Ramazan'ında Dr. Macid Türkmenoğlu namazlarını hiç geçirmeden kılmaya başlıyordu.
Bu on beş-yirmi satırlık giriş yazısından sonra Mustafa Cahid Türkmenoğlu Ağabeyimin bizzat kendisi kaleme alarak, göndermek lütfunda bulunduğu yaşadığı hatıraları geliniz birlikte okuyalım:
"Gel, Bu Zatın Elini Öpelim"
"Müteaddit defa ısrar ile Üstad Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nur ile ilgili olarak hatıralarımı yazmamı rica eden kıymetli kardeşlerimin hatıraları için, aşağıdaki satırları yazmak mecburiyeti bende hâsıl oldu."
"Hatıraları yazarken nefsime değil bir pay çıkarmak, belki nefsim hiç istemediği halde nasıl bu hizmette senelerce istihdam edildiğini belirtmek içindir."
"1952 senesi Hukuk Fakültesi birinci sınıfındaydım. Konyalı Saffet isminde bir arkadaşımla (Bu arkadaşı o tarihten otuz beş sene sonra 1988'lerde Konya'da Mustafa Demirci'nin dükkânında bana 'Sana Üstadı tanıtan arkadaşını göstereceğim.' diyerek Saffet'i dükkâna getirip görmek mümkün oldu) şimdiki Gülhane parkında biraz ders çalışmış ve fakülteye dönmek üzere tramvaya binmiştik."
"Hukuk Fakültesine yaklaşırken yanımdaki arkadaşım bana; 'Vatmanın yanında ayakta duran zatı tanıyor musun?' diye sordu. Ben de, 'Hiç böyle birini görmedim ve tanımıyorum.' dedim. Arkadaş bana, 'Gel bu zatın elini öpelim, bu zat büyük bir evliyadır.' dedi. O sırada tramvay Beyazıt meydanına gidiyordu."
"Arkadaşım Saffet yerinden kalktı, arkasından ben kalktım. Tramvayda vatmanın yanında ayakta duran zatın elini öptük. O zat bize, 'Siz nerede okuyorsunuz?' dedi. Üniversitenin büyük kapısını göstererek; 'Burada okuyoruz' dedik."
"Sonradan Bediüzzaman Said Nursi olduğunu öğrendiğim zat bize, 'Ben Fatih'te kalıyorum, gelin görüşelim.' dedi. Biz de 'Peki' diyerek tramvaydan indik."
"Bir Kandil Günü Ziyareti"
"Birkaç gün sonra mübarek bir kandil günü Saffet'le beraber oruçlu olduğumuz halde bizi davet eden zatın ziyaretine gittik, biraz araştırdıktan sonra oteli bulduk. Bediüzzaman üst katta kalıyordu. Biz otele girdik, merdiven başında bir masa ve masanın etrafında, sandalye üzerinde birkaç kişi oturuyordu. Ben arkadaşımla merdivenden çıkacağımız sırada, merdiven başında sandalyede oturanlar bize, nereye ve kime gideceğimizi sordular. Biz de 'Burada kalan bir zat bize görüşelim diye davet etti. Onu görmeye geldik.' dedik. Onlar bize, 'Hüviyetinizi verin, öyle çıkın.' dediler."
"Biz hüviyetimizi vermeyi reddettik. 'Öyleyse yukarı çıkamazsınız.' dediler. O sırada askeri lisede okuduğu giysisinden belli bir delikanlı birden yukarıya çıkmaya başladı. Ben merdiven başındakilere, 'Bakın o genç hüviyetini vermeden çıktı, biz de çıkacağız.' dedim. Israrlı talebimiz karşısında 'Haydi siz de çıkın'. dediler."
"İkimiz o sırada birkaç kişinin girip-çıktığı bir odaya girdik. Odada bulunan iki genç bize sarılıp 'Hoşgeldiniz' dediler. Odada bulunan gençlerle biraz sohbetten sonra geliş sebebimizi söyleyerek bizleri evliya olarak bildiğimiz zatla görüştürmelerini istedik. Orada bulunan gençler, o gecenin kandil olması münasebeti ile kimseye kabul edemeyeceklerini söylediler. Biz oradakilere 'Bizi kendisi çağırdı, onun için geldik, siz kendilerine sorun, şayet kabul etmeyecek olursa gideriz.' dedik. Onlar Bediüzzaman Hazretlerine sordular. Yorgun olduğundan kabul edemeyeceğini söylemiş. Bize söylediler. Biz de otelden ayrılıp okulumuza döndük."
"Ankara'da Atıf'la Tanışmam"
"1952 Ekim ayında ben İstanbul Hukuk Fakültesinden kaydımı alıp Ankara Hukuk Fakültesine naklimi yaptırdım ve fakültenin arkasında bulunan Hukuk Yurduna yerleştim."
"Yurda yerleştikten kısa bir müddet sonra namaza başladım. Yurttaki mescitte namaz kılmaya gittiğimde rahmetli Atıf Ural ile tanıştım. Fakültede de sınıf arkadaşım olan Atıf ile sık sık görüşmeye başladım. Atıf'ın fakülte karşısında bulunan ve kaldığı yere gittiğimde onu, ekseri Kur'ân yazısı çalışırken görürdüm."
"Yurttaki mescide gittiğimde Atıf ile bir-iki arkadaştan Kur'ân tefsiri olan Risale-i Nur eserlerini işittim. Kısa bir müddet sonra Risale-i Nur'un mahiyetini öğrenmek için yeni yazı Gençlik Rehberi'ni istedim ve aldım. Biraz okudum ve hiçbir şey anlamadım. Gençlik Rehberi'ni iade ettim. Birkaç ay sonra aynı kitabı tekrar istedim ve okumaya başladım. Bir şeyler anlamaya başladım. O sırada Atıf Ural, Cebeci'nin yukarı taraflarında bir odalı kerpiç yapılı müstakil bir eve taşındı. Ben her gün onun yanına gitmeye başladım. Risale-i Nurları çok güzel okuyordu, artık Risaleleri anlamaya başlamıştım."
"Ankara'da İlk Basılan Kitaplar"
"1955 yılının ortalarında Atıf'la beraber Mamak'ta ev kiraladık ve beraber kalmaya başladık. Aynı zamanda evi dersane olarak kullanıyorduk. Haftada bir gün ders yapıyorduk. O sıralarda Atıf'ın ağabeyi bize bir teksir makinesi aldı. Bazı lahikaları teksir ettik. Bu arada ilk defa dosya büyüklüğündeki kâğıtlara teksirle Haşir Risaleleri'ni bastık, akabinde teksir makinası ile Telviat-ı Tis'a ve bazı mektupları bastık."
"Teksir makinesi ile baskı zor oluyordu. Bir gün Atıf'la bazı küçük risaleleri matbaada basmaya karar verdik. O sırada Mamak'tan çıkıp Ulucanlarda tek odalı bir ev kiraladık. Orada mabaada İhlas Risalesi'ni bastık. Bastığımız İhlas Risalesi'nden bir kısmını Isparta'ya gönderdik."
"Bir müddet sonra Hüsrev Ağabey'den bir mektup aldık. Mektubun içinde bastığımız kitaptaki yanlışlıkları gösteren yanlış-doğru cetveli ile bir de küçük kâğıt vardı. Kâğıtta, kitaptaki yanlışların düzeltmeden kimseye verilmemesi yazıyordu. Bunun üzerine Hüsrev Ağabeyin gönderdiği yanlış-doğru cetvelini çoğaltıp kitap gönderdiğimiz yerlere yanlış-doğru cetveli gönderdik ve içine bir pusula ilave edip 'Kitaptaki yanlışları düzeltmeden kimseye vermeyiniz' diye yazdık."
"İhlâs'ı bastıktan sonra akabinde Uhuvvet, İktisat, Ramazan Risaleleri'ni birleştirip matbaada bastık. Bu risalede yalnız iki harf hatası çıktı. İhlâs Risalesi'nin fiyatı 40 kuruş; Uhuvvet, İktisat ve Ramazan Risaleleri'nin fiyatı 100 kuruştu."
"Bu kitapları bastıktan kısa bir süre sonra Isparta'dan bir mektup geldi. Büyük Sözler kitabının Diyanetçe basılması için teşebbüse geçmemiz, şayet onlar tarafından basılmazsa, bizim tarafımızdan basılması isteniyordu. Diyanet maalesef Sözler'i basmadı. Bunun üzerine Üstad'ın emri ile bizim basmamız istendi."
"Akabinde üç-dört adet bizzat Üstad'ın tashihinden geçmiş büyük Sözler gönderildi. Elimizde bu büyüklükte bir eseri basacak para yoktu, ama Üstad Hazretleri Sözler'i basmamızı emretmişti. O sıralarda yanımıza Hava Binbaşılığından ayrılmış Hayri isminde birisi geldi. Bu zat daktilo yazmayı iyi biliyordu. Eski yazıyı bilen birisi okuyor, o da daktiloda yazıyordu. Sözler'in yazımı bittikten sonra iş tashihe geldi. Eski yazıda satırbaşı, nokta, virgül, ünlem ve soru işareti yoktu. Ben bu işaretleri doğru olarak yerlerine koymak için imlâ kılavuzu aldım, onu iyice okudum. Tashihin bir kısmını Atıf, bir kısmını da ben kendim okuyordum. Ayrıca birbirimizin tashihlerini de kontrol ettik."
"İş matbaada basmaya geldi. Elde para yok denecek kadar azdı. Bunun üzerine bazı yerlere mektup yazarak para istedik. Fakat umduğumuz kimselerden yardım gelmediği gibi 'Çoluk-çocuğa para verilmez' diye de bir takım laflar işittik. Hiç ummadığımız kimseler bize bir miktar para gönderdi. Bilhassa bu hususta iki kişiyi rahmetle anmayı bir borç bilirim: Biri Vanlı Hamid Kuralkan, diğeri İnebolulu Nafiz Çelebi. Bu arada evlerinden üç-beş lirasını bize verdiler. Elimize 12-13 forma basacak kadar para geçmişti."
"O sıralarda Isparta'dan devamlı haber gönderiliyor, Sözler'in bir an evvel basılması isteniyordu. Bunun üzerine Sözler mecmuasını 24. Söze kadar Ayyıldız, 24. Söz'den kitabın sonuna kadar da Ankara'nın en iyi matbaası olan Doğuş matbaasına basmak üzere tashih ettiğimiz yeni yazı Sözler'i verdik."
"Sözler'i basım için matbaaya verdiğimizde Isparta'dan Üstad'ın emri ile Tahiri Ağabey ile Ceylan kardeş; İstanbul'dan Mehmed Emin Birinci, Ankara'ya bize yardım için geldiler."
"Sözler mecmuasının basımı devam ederken Said Özdemir kardeş de Risale-i Nur hizmetine fiilen girdi ve Ankara'da basılan bütün Risalelerde emeği geçti. Sözler'in basımı beş-altı ay gibi bir zamanda tamamlandı ve tahminin fevkinde ve hemen hemen o kalınlıktaki bir kitapta bulunması normal olan matbaa hatalarının en asgarisi ile tab'ı tamamlandı."
Şunu hemen belirteyim ki, basım için lâzım olan kâğıt ve matbaa parası nasıl bulundu, nasıl verildi? Hâlâ hayret içindeyim."
"Sözler mecmuası basıldıktan sonra Tahiri Ağabey ile Ceylan kardeş Isparta'ya döndüler."
"Üstadı Ziyaretim"
"Sözler mecmuasının basımı bittikten sonra Üstadı Isparta'da ziyaret ettim, kabul ettiler. Bir saate yakın benimle konuştu. Odada Zübeyir Ağabey de vardı. Ben gayet rahat bir şekilde bağdaş kurarak Üstad'ın karşısına oturdum. Üstad, benim bu oturma tarzıma hiç bakmayarak gayet ehemmiyetli bir ders verdi. (Sonraki senelerde Zübeyir Ağabey ile Ankara'da beraber aynı evde kaldığımızda onun da belirttiği gibi 'Üstad sana tam dersini verdi.' derdi.)"
"Üstad Hazretleri o dersinde bana,
'Kardeşim, bu zamanda azami ihlâs, azami fedakârlık ve azami sadakat ve azami dikkat lâzımdır.'
dedi ve fedakârlıkla ilgili konuştu."
"Zübeyir Ağabey ile Ankara'da 27 isimli dershanede bir buçuk-iki yıl beraber kaldığımızda, ara sıra bana 'Üstad herkese fedakârlık dersi vermez, dikkat et.' derdi."
"Üstadı Isparta'da ilk ziyaretimde, odanın kapısından içeri girip elini öpeceğim sırada bana 'Ben seni tanıyorum.' dedi. Bana göre Üstad Hazretleri beni İstanbul'da tramvayda ilk gördüğü zamanı hatırladı."
"Sözler Mecmuasının akabinde yine Üstad'ın emri ile Lem'alar ve Mektûbat mecmuasını bastık. Ben, Lem'alar ve Mektûbat basılırken 3-4 defa, Tarihçe basılırken ve bittikten sonra 2-3 defa cem'an 7-8 defa Üstad'ın ziyaretine gittim."
"Büyük Risale-i Nurlar basılırken bu arada bir yandan da Küçük Risaleleri basıyorduk. Küçük Sözler, Zühretü'n-Nur, Uhuvvet, Ramazan ve Hanımlar Rehberi gibi."
"Ne Hürriyeti?"
"Büyük risalelerden biri basılırken, bir ara Ankara'da bazı arkadaşlar vazife sebebi ile bazı arkadaşlar da yaz tatili sebebi ile memlekete gitmişlerdi. Ben matbaada yalnız kalmıştım. Gerçi ara sıra talebelerden yardıma gelenler olurdu, ama pek durmuyorlardı. Ben de bir ara basım işini bırakıp Ankara'dan ayrılmak istediğim halde, sanki gaybi bir kuvvet beni istediğim yere göndermiyordu. Doğuş Matbaasında bize tahsis edilen odada çalışırken, bazen kendi kendime bağırarak 'Ben istediğim yere gidemiyorum, ben hürriyetime sahip değil miyim?' diyordum."
"Bir müddet sonra matbaa işlerinde yardım etmek üzere birkaç arkadaş geldi. Ben de onların gelişlerinden istifade ederek Üstadı ziyârete gittim. Isparta'da Üstad'ın bulunduğu eve geldim. Kapıyı çaldım. Arkadaşlar açtı. Benim geldiğimi Üstada söylediler, 'Gelsin' demiş. O sırada Üstad Hazretleri odada yalnızdı, ben oda kapısından içeri girip elini öpmek için yanına giderken Üstad birden yüksek sesle, 'Ne hürriyeti?' diye bağırdı, şaşırmıştım. O anda matbaada odada bağırdığım sözler aklıma geldi. Mahcup bir hâlde elini öperek önüne oturdum. Üstad bana önemli bir ders verdi ve
'Kardeşim, öyle kimseler gelmişler ki, Kur'ân'ın bir tek hakikatı için kendilerini feda etmişler. Bize ne oluyor ki şimdi Kur'ân'ın tamamına taaruz var. Biz kendimizi niye feda etmeyelim?'
dedi. Kur'ân'a ve imana hizmet etmenin bu zamanda çok ehemmiyetli olduğunu söyleyerek çok güzel bir ders verdi."
"Ben Üstad'ın odasından çıkıp arkadaşların odasına girdim. Karnım acıkmıştı. Arkadaşlar az bir şey yemek ile iki dilim ekmek ve bir parça da üzüm getirdiler. Ben bunları görünce içimden, 'Bunlarla nasıl doyarım?' diye düşündüm. Fakat yemeğe başlayınca doydum ve zorla bitirdim. Oradan Ankara'ya döndüm."
"Ankara Davasının Başlangıcı"
"Mektûbat mecmuası tamamlanınca cilt için Mehmed Emin Birinci ile İstanbul'a götürecektik. O sırada Nazilli'de Risale-i Nur Talebelerinin ders okurken bulundukları yer basılıyor, arkadaşlar karakola götürülüyor. Ertesi gün gazeteler büyük manşetler atarak 'Nazilli'de Nur ayini yapanlar yakalandı.' diye yazdılar."
"Bu yazıların akabinde Isparta'dan bir mektup geldi, mektupta Nurculuğun tarikat olmadığını, zamanın imanı kurtarmak zamanı olduğu ve Üstad'ın mücadelesinden bahsediyordu. Mektubun içinde ayrıca bir pusula vardı. Pusulada bu mektubun çoğaltılıp münasip yerlere vermemiz ve bir kısmını da Isparta'ya göndermemiz isteniyordu."
"O sırada biz devamlı matbaada bulunduğumuzdan gönderilen mektubu matbaada hemen çoğalttık, bir kısmını Cemaleddin Ağabey ile Isparta'ya gönderdik. Bastığımız mektup bir büyük dosya kâğıdı kadar yer tuttu. Mektubun altında bulunan isimleri de yazdığımızda üç isim yukarıda, iki isim aşağıda idi. Bir ismin altı boş kalmıştı, ben de simetrik olsun diye iki ismin yanına rahmetli Rüştü Ağabeyin (Rüştü Çakın) ismini yazdım. Cemaleddin Ağabey bastığımız mektubun bir miktarını Isparta'ya götürdü. Önce doğrudan Rüştü Ağabeyin yanına gitmiş, mektubun altındaki ismini ona göstermiş. Rüştü Ağabey mektubun altında kendi ismini görünce hoşuna gitmiş ve gülmüş."
"Ben ve Mehmed Emin Birinci Mektûbat'ın basımını bitirdiğimiz gün, bir kamyona yükleyip İstanbul'a götürdük. Ankara'daki neşriyat sebebi ile dört senedir Pendik'e annemlere gitmek nasip olmamıştı. İstanbul'a kitapları Kirazlı Mescit Sokağındaki dershaneye bırakıp hemen o gün Pendik'e gittim. Bir gece evimde yatmıştım ki, sabah erkenden kapı çalındı. Kapıyı açtığımda M. Emin Birinci ile 2-3 genç yanında vardı. M. Emin bana 'Giyin gideceğiz.' dedi."
"Ne olduğunu anlamadım. Giyinip evden çıktım. Meğer M. Emin'in yanındaki gençler sivil polis imiş. Bizi İstanbul'daki siyasi şubeye götürdüler. Ertesi günü mahkemeye çıkardılar ve tutuklandık. Meğer Isparta'dan gönderilen ve M. Emin ile beraber bastığımız mektubu Atıf Ural'ın kardeşi Ahmet Ural mektup okunsun ve Risale-i Nur'un mahiyeti anlaşılsın diye bazı dairelerin kapılarından içeriye atmış. Bunu ihbar etmişler ve Cemaleddin Ağabey ve Ahmet'i yakalamışlar. Mektupların altındaki isimlerden dolayı da Isparta'daki arkadaşları yakalayıp Ankara'ya getirmişler. Ankara'daki sulh mahkemesi hepimizin hakkında tutuklama kararı vermiş. İstanbul'daki mahkeme de Ankara'nın verdiği tutuklama kararını vicahiye çevirdi. M. Emin ile beni bir gün Birinci Şubede tuttular. Ertesi günü akşam treni ile sivil polisler nezaretinde Ankara'ya getirdiler."
"Ankara'daki 1. Şubeye bizi teslim ettiler. Ve 1. Şubedeki polisler bizi doğru hapishaneye götürdüler. İlk defa hapse girdiğim için şaşırmıştım. Hapishaneye girerken gardiyanlar bizi sıkı bir aramadan geçirdiler. Sonra da koğuşlara gönderdiler. Koğuşlara geldiğimizde Isparta'dan getirilen arkadaşlar ile Cemaleddin Ağabey ve Ahmet'i gördük. Hepimiz birbirimize sarıldık. İçimizdeki üzüntü ve sıkıntı diye bir şey kalmamıştı. Aramızda en yaşlı rahmetli Rüştü Ağabey idi. O da biraz üzüntülü duruyordu. Yanına yaklaşıp, 'Ağabey üzülme, bu da geçer' dedim. Bana "Türkmenoğlu geçer, geçer, ama delip geçer.' dedi. O zaman yaptığım hatayı anlamıştım, ama iş işten geçmişti."
"Hepimiz ağır cezaya verildik. 45 gün sonra ilk duruşmaya çıktık. Mahkeme reisi hepimizi tek tek sorguya çekti. Sıra Rüştü Ağabeyin sorgusuna gelmişti. Rüştü Ağabey ayağa kalkıp 'Sayın Hâkimler, mektubun zirinde (altında) bir Rüştü ismi var. Mektuptan hiç haberim yok.' dedi. Ben kalktım Reise, 'Rüştü ismini mektubun altına ben yazdım. Rüştü ismi mektubun altında yoktu.' dedim. Sorgumuz bittikten sonra heyet müzakereye çekildi ve ilk celsede Cemaleddin Ağabey, Ahmet, M. Emin ve Rüştü Ağabey tahliye ettiler. M. Emin'in tahliyesi beni şaşırttı. Çünkü mektubu beraber basmıştık. Meğer M. Emin kardeşin memleketinde işi varmış, gitmesi lazımmış. Hapishaneden çıkar çıkmaz memleketine gitti."
"Bu davanın en önemli hadiselerinden biri de ağabeyimiz Bekir Berk'in ilk defa Risale-i Nur davasına girmesi ve Allah'ın inayeti ile bu hakikatları (Risale-i Nur hakikatlarını) benimseyip fisebilillâh Nur'un avukatlığını uzun müddet can siperane yapmasıdır."
"Mahkeme davayı yirmi iki gün sonraya atmıştı. 2. Celsede hepimiz tahliye olduk."
"Bu Resim Benim Değil"
"Tahliye olur olmaz Tarihçe-i Hayat'ın basılması istendi. Bu arada ben Üstadı ziyaret ettim. Fakülteyi de bitirmiştim. İçimde makam ve mevki sahibi olma arzusu belirmişti. Üstad ziyaretim sırasında bana,
'Kardeşim sana mebusluk, valilik, Diyanet İşleri Başkanlığı verilse, bunları mı kabul edersin? Hem de serbest hareket edeceksin, yalnız cüz'i şeylerde onlara ittiba edeceksin. Kabul etmediğin takdirde hem seni hem de kardeşlerini hapse atacaklar. Bunu mu kabul edersin.' dedi. Ben hiç ses çıkarmadım. Üstad, 'Ben ikincisini tercih ederim.' dedi.
"Tarihçe-i Hayat basılırken (Bütün başladığımız kitaplarda olduğu gibi, tüm formaları Üstada gönderiyorduk.) ben bastığımız Tarihçe'nin 1-2 formasını alıp Üstada gittim. Üstada getirdiğim formaları verdim."
"Üstad Hazretleri Sofya ateşmiliterliği tarafından verilen pasaporttaki resmine baktı, (Resim pala bıyıklı Üstada benzemeyen birisinindi) resmi göstererek 'Bu ben değilim.' dedi. Yanlış fotoğraf bastığımızı anlamıştım. Ankara'ya döner dönmez yanlış resmi havi formadaki iki yaprağı yırtıp Üstad'ın resmi olan kalpaklı fotoğrafı havi yapraklara bastık."
"Tarihçe-i Hayat'ta basılan resmi bilmeyerek Said Özdemir kardeş bana vermişti. Ben de iki resim de Üstada ait diye o yanlış resmi koymuşum. Basılan Tarihçe'nin adedi 5.000 idi. Her forma basılınca bütün formaları matbaadan alırdık. Sebebi de formalar kitap haline gelince emniyet kitapları elimizden almasın diye. Bastığımız Tarihçe'nin 20-30 formasındaki resimleri her nasılsa değiştirememişiz. 20-30 Tarihçe Üstada ait olmayan resimleri havi olarak piyasa çıkmış."
"Tarihçe-i Hayat'ın basımı Üstad Hazretlerini çok memnun etmişti. 'Bu eserin yirmi Risale kadar ehemmiyeti var.' derdi. Tarihçe'de Üstad'ın boy resimlerini havi fotoğraflar da vardı. Üstad bu konuda bize hiçbir şey söylemedi. Yalnız onun hakkı olan kitaplardaki resimlere kurşun kalemle boyunlarında bir çizgi çekmiş. Bunu ben sonradan Üstad'ın hizmetkârlarından öğrendim."
"Bir gün Üstad Hazretlerini Emirdağ'daki ziyaretimde (o zamanki ziyaretimde bir gün Üstad Hazretlerinin misafiri olarak evinde kalmıştım) mevzuun nasıl açıldığını hatırlamıyorum. 'Kardeşim, istesem Menderes'i buraya getiririm, ama ihlâsıma zarar gelir!' demişti."
"Yine bir seferinde Üstadı Emirdağ'da ziyâret etmiştim. Üstad bana kitapların basım ve cildi için 2.500 lira para verdi. 'Bu parayı hizmete ebeveynin verdi.' dedi. O gün Üstadı Emirdağ'da ziyaret ettikten sonra Ankara'ya dönmek için o gün Eskişehir'e geldim. Eskişehir'de yedek subaylığını Ankara'da yaparken sık sık yanımıza gelen Erhan Arbatlı'ya uğradım. Erhan bana, 'Bu gece burada kal, yarın gidersin.' dedi. Ben de o gece Eskişehir'de kaldım."
"Sabah namazından sonra Üstad'ın Eskişehir'e geldiğini öğrendik. Erhan'la beraber Eskişehir'deki odun pazarında bulunan Abdülvahit Ağabeyin evine giden Üstadı ziyarete gittik. Kapıyı çaldık, açtılar. Üstada talebelerinden biri, 'Türkmenoğlu ziyârete geldi.' dedi. Üstad tanımadığını beyan etti. Şaşırmıştım. Oda kapısı açıktı, yavaşça içeri girdim. Üstad'ın elini öpmek için yanına yaklaştım ve elini öpmek için eğildiğimde, enseme bir tokat indi. Üzülmüştüm, olduğum yerde yere çöktüm. Üstad üzüldüğümü hissetti. Hatamı anladım. Ankara'ya bir gün gitmemekle hizmeti aksatmış, dolayısı ile Risalelerin çıkmasının gecikmesine sebep olmuştum. Üstad Hazretleri Risalelerin bir an önce çıkmasını her şeyden ehemmiyetli görüyordu."
"Ankara'daki matbaa işi ekseriyetle üzerimde idi. M. Emin Birinci hapisten sonra Ankara'ya dönmemişti. Rahmetli Atıf Ural da bazı sebeplerden dolayı hizmetini iyice azaltmıştı."
"Benim de Ankara'ya bir gün geç dönmem hizmetin aksamasına neden olabilirdi. Ondan dolayı Üstad'ın tokadına maruz kalmıştım. Üstad çok üzüldüğümü görünce benim gönlümü aldı. 'Benim dört Mustafam var.' diye bana taltifli sözler söyledi. Üzüntüm zail olmuştu. Konuşma biter bitmez, 'Hemen Ankara'ya dön.' dedi."
"Büyük Risalelerin Hepsi Üstad Hayatta İken Basıldı"
"Ben Üstad'ın yanından çıktıktan sonra Ankara'ya döndüm. Ankara'da küçük bir matbaada Kastamonu Lahikasını bastık. Doğuş Matbaasında İşârâtü'l-İcaz'ı basmaya başladık. Said Özdemir, vaizliğe geçtiği için tüm para işleri ile beraber matbaa işlerinde de bize yardım etmeye başladı. İşârâtü'l-İcaz'ın basımı bitince sene de 1959 olmuştu..."
"Okul biteli iki sene geçmişti, askere gitmem icap ediyordu. Gerçi askerlik için beni arayan soran olmamıştı. Bütün büyük kitaplar yeni yazı ile basılmıştı. Risale-i Nur eserlerinin arka arkaya basımı ve piyasaya çıkışı, Üstadı çok memnun etmişti. Kendisini ziyarete gelenlere 'Risale-i Nur'un bayramını yaşıyoruz.' diye memnuniyetini izhar ediyordu. Eserler yeni yazı ile basıldıktan sonra, üniversite talebeleri arasında eserleri okuyanların adedi gün geçtikçe artıyordu."
"Risale-i Nurlar artık her tarafa yayılmıştı. Bizden sonra gelenlerin bu eserlerin basımını daha iyi devam ettirecekleri huzuru içinde son defa Üstadı ziyârette gittim. Üstada işe girmek istediğimi söyledim. Bana 'Seni muallime bırakırım.' dedi. Fakat askerlik işi ve bazı Risale-i Nur hizmetleri nedeni ile Üstadımın müsaade ettiği muallimlik görevine gidemedim. 1959 ortalarına doğru askere gittim. Bu şekilde Üstadımın sağlığındaki neşriyat hizmetini kapamış oldum."
***
Mustafa Türkmenoğlu Ağabeyimiz Nur manzumesinin isimsiz ihlâs kahramanlarından bir mübarek şahsiyettir. 1977'de bize anlattığı o bergüzâr hatıralarının sonunu böyle bağlamıştı:
"Biz onun davasına gönül verdik. Bu dâva İlâhî mukaddes bir dâvâdır. Kur'âna ve imana hizmet verme yolunda çok sıkıntılar çektik. Helâl olsun. Onun dersine lâyık olabilmişsek, benim için en büyük mutluluktur?"
Bu muhterem şahsiyet hukuk fakültesini bitirdikten sonra; hâkim, avukat ve savcı olacakken, sırf Kur'an hakikatları, Risale-i Nurları okuduğu için, sevgili vatanımızın zindanlarında dolaştırıp durmuştur.
Üstad Bediüzzaman'ın o güzelim ifadeleriyle "Yusufiye Medreselerinde" yatarken, bir defasında yani 1967'lerde, kendisi gibi yine fazilet âbidelerinden Saidler, Mustafalar, Şerafeddinler, Anbarlılar ve Vahdi Karaçorlularla birlikte Mersin zindanlarında aylarca yatmışlardı.
Çok şakacı, nükteci ve fıkracı olan Vahdi Karaçorlu, sıkıntılı hapishane günlerinde Mustafa Türkmenoğlu Ağabeye bir şaka yapmıştı. Bu bergüzâr hatıraların sonunda, Türkmenoğlu Ağabeyimin şefkatine sığınarak, hapishane şakasını, burada zikretmek istiyorum.
Mersin Medrese-i Yusufiyesinde şair ruhlu Vahdi Karaçorlu Ağabeyim bir şiir yazarak, bir ziyaretçiye verip, bunu dışarıdan Mustafa Türkmenoğlu'na postalatmıştı. Hapishanede yazıp, tekrar dışarıdan hapishaneye postayla gönderdiği bir mektup bir şiir şeklindeydi. O zamanlar henüz bekâr olan Mustafa Türkmenoğlu'na, Vahdeddin Karaçorlu, 'Nâsih' yani nasihatçı kardeşiniz imzasıyla kaleme aldığı bu şakalı şiirde şairimiz Karaçorlu Ağabey bu manzumesinde şunları ifade ediyordu:
Kendine Bir Yuva Yap
Selâm aziz kardaşım
Hem nurlu gönüldaşım
Bir hayli geçti yaşın
Kendine bir yuva yap.
Kuşlara bak! Güllere
Konarak yapmış yuva
Senin ise şu ömrün
Geçmiş bâd-i hevâ.
Yüksek tahsilli gençsin
Bu günler nasıl geçsin
Gönlün bir hatun seçsin
Sen de kalkıp yuva yap.
Kon bir çiçek dalına,
Pek bakma elvanına.
Lâzım olur yarına,
Kendine bir yuva yap.
Hep kalınmaz ki; bekâr,
Yalnızlıkta yoktur kâr,
Gençliğin olmasın hâr,
Güzelce bir yuva yap.
Geçip gitmekte günler
Geride kaldı dünler,
İnsan başını dinler
Orada, bir yuva yap.
Yavrularla şenlenir,
Gönüller neşelenir
Hem de başın dinlenir
Rahatlarsın yuva yap.
Kardeşiniz Nâsih Vahdi
(bk. Necmeddin ŞAHİNER, Son Şahitler-IV)