SAİD ÖZDEMİR
ÜSTAD’IMIZ BEDİÜZZAMAN Hazretleri tarafından “Risale-i Nur Naşiri” olarak vazifelendirilen M. Said Özdemir Ağabey, risalelerde geçen adıyla “Tillolu Said,” 1930 Siirt-Tillo doğumludur. 1938’den itibaren Ankara’da yaşayan Said Ağabey, Diyanet İşleri Başkanlığında “Ankara Gezici Vaizliği” ve muhtelif vazifeler yapmış, emekli olmuştur. Üstad Hazretlerini ilk defa 1953’de Isparta’da, şimdi müze olan evde ziyaret ediyor. 1956’da Atıf Ural, Mustafa Türkmenoğlu, Mehmet Emin Birinci gibi ağabeylerle beraber, Üstad’ın emriyle Sözler’in yeni harflerle tab’ını yapıyor. Daha sonra da Üstad’ımızın verdiği salâhiyetle tab işine devam ediyor. Bu hususta, Bediüzzaman’ın parmak izini taşıyan noterden tastikli bir belge var elinde. Üstad’la defalarca görüşen Said Ağabeye, Üstad’ımız hemen her seferinde neşriyatın ehemmiyetini telkin ediyor. Said Özdemir Ağabey, tam dokuz kere medrese-i Yusufiyede yatıyor, 25 kere de hakkında dava açılıyor. Said ağabey, “Risale-i Nur Naşiri” olarak, İhlâs Nur Neşriyat ve aynı adlı internet sitesi ile bütün dünyaya çeşitli dillerde neşriyata devam etmektedir.
1969 senesinden itibaren Ankara’da birçok defa dersini ve sohbetini dinlediğimiz Said Ağabeyi çok defa evinde ziyaret ettik ve el’an ziyaretlerimiz devam ediyor. Bizi bir baba şefkatiyle kucaklayarak karşılıyor ve sabırla suallerimize cevaplar veriyor.
“Kabir, âlem-i ahirete açılmış bir kapıdır…”
2000 yılında tekrar ziyaretine gittiğimiz Said Ağabey, ilk ziyaretlerimizin üzerinden yıllar geçtiği için bizleri unutmuştu. 1973 senesinde, kendisinin de alâkalı olduğu başımızdan geçen bir hadiseyi hatırlattım. Şöyle:
O zamanlar 1 Mayıs “Bahar Bayramı” diye tatildi. Biz de Ankara’da talebeyiz. Üç ay sonra okulumuzdan mezun olup öğretmen olcağız. 1 Mayıs Salı günü, hafta sonu tatili ile birleştirilince tatil süresi dört güne çıkmıştı. Said Ağabeyimizin de Chevrolet marka bir pikabı vardı. Kendisinden, İzmir’deki kardeşleri ziyaret etmek istediğimizi söyleyerek pikabı istedik. Arabayı Ulus’taki İhlâs Kitabevi’nin önünde şoförlüğümüzü yapacak “Malazgirtli Burhan” kardeşle beraber Said Ağabeyden teslim aldık. Arabada tam 11 kişiyiz; çoğu da üç ay sonra öğretmen olacak.
İzmir yolundayız. Gece, Uşak dershanesindeki derse iştirak ettik ve orada sabahladık. Derste Mesnevî-i Nuriye’den okunan mevzu, sanki biraz sonra başımıza gelecek hadiseye, hususan bir kardeşimize işaret ediyordu.
Sabah namazından sonra hemen yola çıktık. Sesli olarak tesbihat yapılırken birden arabamız takla atmaya başladı. Uşak-İzmir arasındaki o meşhur keskin virajlardan birinin altındaki uçuruma düşmüştük. Çoğumuzda ciddî bir yaralanma yoktu, fakat çok ihlâslı bir kardeşimiz, Antepli Mustafa Doğan’ın omurilik soğanı kesilmişti, hareket edemiyordu. Hemen yola çıkıp bir otobüsü durdurarak bindik. Herkes kelime-i şehadet getiriyordu. Kazanın dehşeti bir anda üzerimize çökmüştü.
Bizleri çeşitli hastahanelere dağıttılar. Antepli Mustafa Doğan’ı ise durumu ağır olduğundan Ege Üniversitesi Hastahanesi’ne yatırmışlar. Sağ yanağımda, kemik görünecek kadar derin bir kesik vardı. Salihli Devlet Hastahanesi’nde doktor, o şartlarda canlı canlı yarayı kapatıp dikti. Ertesi gün taburcu olup İzmir’e vardığımızda, “vâ esefa” az evvel Mustafa Doğan’ın şehit olduğunu söylediler. Kendisini gözyaşlarıyla ancak morgda görebildik. Mustafa üç ay sonra öğretmen olarak mezun olacaktı. Allah rahmet etsin ve şefaatine nail eylesin!
Uşak dershanesinde, bir gün sonra vefat edecek olan rahmetli Mustafa’nın ve hepimizin dinlediği en son ders:
“İ’lem Eyyühel-Aziz! Kabir, âlem-i ahirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur? Evet, vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lazımdır. Yoksa onlar istikzarla ikrah edeceklerdir. Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim.
Binaenaleyh İncil’de ‘Ahmet,’ Tevrat’ta ‘Ahyed,’ Kur’an’da ‘Muhammed’ ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmetlerle muhat olarak sakindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.” (Mesnevî-i Nuriye, 129)
“Bir yere giderken hizmeti niyet edin”
İzmir cemaati ayağa kalkmıştı, herkes koşuşturuyordu. İşte o sırada Ankara’dan Said Özdemir Ağabey geldi. Arabası çok hasarlanmış olduğu halde, sormadı bile... Bizleri teselli etti ve hiçbir zaman unutmadığım bir tavsiyede bulundu:
“Herhangi bir yere giderken, dünya işi için bile olsa muhakkak hizmeti niyet ediniz, hizmetle alâkalı bir iş yapınız. Tâ ki başınıza gelen her hadise hizmet hesabına geçsin…”
Bir de bir vesileyle Üstad’dan naklettiği şu hatırayı unutamadım:
Üstad Said Ağabeye diyor ki:
“Kardeşim! Artık siz hizmeti düşünmeyin, Risale-i Nur kendisi tevessü eder. Siz aranızdaki uhuvveti, tesanüdü, muhabbeti muhafaza edin. Cenab-ı Hak en muhalife bile bu hizmeti yaptırabilir…”
Mustafa Doğan’ın cenazesi bir taksi tutularak memleketi Antep’e götürüldü. Yaralıyız diye bizi bırakmadılar. İşte bu hazin hadiseyi 27 sene sonra, 2000’de kendi evinde Said Ağabeye hulâsaten hatırlattım.
Yüzümdeki yara izini inceledi, “O zaman çok üzülmüştük, Mustafa’ya, Allah rahmet etsin!” diyerek duygulandı. Arabayı sonradan tamir ettirip sattığını söyledi...
Üstad’ımızın kayıtlı sesi
Said Özdemir Ağabeyde Üstad’ımızın kayıtlı sesi olduğunu biliyorduk. Sağ olsun, evinde bizlere dinletti... Önce Hüsnü Bayram Ağabeyin okuduğu Yirmi İkinci Söz’ün, Birinci Bürhanı’nı dinledik. Sonra yedi dakika süren, Aziz Üstadımız Bediüzzaman’ın talebeleriyle olan konuşmalarını dinledik. Bu ses kaydı, 1958 senesinde Sungur Ağabey tarafından gizlice yorganın altına teyp konularak yapılmış. Konuşmalardan, Üstad’ımızın Etrafında Bayram, Zübeyir, Tahiri, Hüsnü, Sungur Ağabeylerin olduğu anlaşılıyor. Hepsinin de sesi net olarak belli. Hz. Üstad, şefkat kanatları altına aldığı sevgili talebelerinin hepsiyle kelâmda bulunuyor. Üstad’ımızın sesi çok şefkatli, talebelerinin hepsiyle alâkalanıyor, her şeyi takip ediyor Üstad’ımız...
Hatırladığım sesler: Zübeyir Ağabey, Ramazan dolayısıyla A. Nazif Çelebi ve diğer talebelerinden gelen tebrikleri okuyor Üstad’a... Üstad, “Gazetelerde bizimle alâkalı haber var mı?” diyor. Zübeyir Ağabey, “Yok Üstad’ım” diyor. “Bayram, niye geç kaldın?” diye soruyor Üstad’ımız. Tahiri Ağabey, “Bizim damat gelmiş Üstad’ım.” Üstad da, “Git git, görüş” diyor. “Görüştün mü?” Tahiri Ağabey, “Yok Üstad’ım, gitmiş” diyor. Bayram Ağabey birkaç kere, “Benim hakkım bir tane Üstad’ım”, “Benim hakkım bir tane Üstad’ım” diyor. Bazı yerlerde Hz. Üstad’ın konuşmasını anlayamıyoruz.
“Bu ses kutusundan her dershaneye birer tane alınsın”
Said Özdemir Ağabey, kendisinin Üstad’ın sesini kaydetme teşebbüsünü ve Sungur Ağabeyin gizlice Üstad’ın sesini kaydetmesini şöyle anlattı:
“Bir gün Grundig marka makaralı bir teyp alarak Üstad’a götürdüm. Daha evvel ağabeylerden ders kaydetmiştim. Üstad’ımızın önüne koydum, teybi açtım. Üstad ilk defa teyp görüyordu. Baktı ki teyp, risale okuyor, Üstad yarım saat elini yanağına koyarak dinledi. Sonra, ‘Maşaallah! Kardeşim, bu ses kutusundan birer tane her dershaneye alınsın.’ dedi.
“Benim niyetim, Üstad’ın sesini almaktı. Üstad’dan izin istedim, ‘Üstad’ım, sizin sesinizi alalım, sohbet edelim; bir hatıra olur’ dedim. ‘Yok, caiz değil’ dedi. Birkaç kere ısrar ettim, izin vermedi. Sonra Ceylan Ağabey, ‘Ben alırım’ dedi. Teybi bir uzatma kablosuyla cereyan alarak Üstad’ın arkasına gizlice koydu... Üstad bizlere doğru dönük, teybi görmesi mümkün değil. Ceylan Ağabey fişi taktı; fakat Üstad da birden susmaya başladı, hiç konuşmuyor. Bekledik bekledik, konuşmadı; sanki arkasını görüyordu… Evet, kerametle fark ettiğinden hiç konuşmuyordu. Ne zaman Ceylan Ağabey fişi çekti, Üstad da hemen konuşmaya başladı.
“Bazı hikmetlere binaen Üstad’ımızın sesi çok az olarak alınabilmiş. Sonradan Sungur Ağabey, yorganın altına küçük bir teyp koyuyor. Yedi dakikalık bir şey var, ama bazı yerleri az anlaşılmıyor. İşte bir tek o hatıra kaldı...”
“Üstad dört şeyi sakladı: Elini, yüzünü, sesini, kabrini…”
Said Ağabey anlatmaya devam ediyor: “Ben burada şu dersi çıkardım. Üstad’ımız dört şeyi saklamış: Elini, yüzünü, sesini, kabrini… Tâ ki insanlar şahsına değil, Risale-i Nur’a teveccüh etsinler.
“Elini öptürmezdi. Ben bazen zorla öperdim, ‘Kardeşim! Bu et ve kemik… Şimdi bana tokat atmış gibi oldun’ derdi, elime vururdu.
“Yüzüne baktırmazdı. Yüzüne muhabbetle baktığımızda, ‘Kardeşim! Gözünü indir, yüzüme bakma, bana nazar değiyor, isabet-i ayn oluyor’ derdi.
“Sesi son zamanlarında kısıldı. Öyle ki Zübeyir Ağabey onun dudak kıpırdatmasından Üstad’ın meramını anlıyor ve bize anlatıyordu. Eğer şimdi sesleri olsaydı, risale okumaz, sesini dinleyelim diye toplanırdık. Üstad’ımızın dinlediğiniz sesini İhlâs Nur Neşriyat’ın hazırladığı ‘Bediüzzaman CD’sine koysam, Üstad müsaade eder mi, acaba diye düşündüm. İstihareye yatıldı, fakat Üstad yine izin vermedi. Onun için bu sesi yayılmasın diye hiç kimseye vermiyorum. Birisi, dinletirken benden habersiz gizlice teyple kayıt yapmış, sonradan duyunca canım sıkıldı. Sonra duydum ki tokadını yemiş, elleri tutmaz olmuş... CD’de sadece Üstad’ımızın ‘Maşaallah’ sesi var.”
Said Ağabeye Üstad’ımızın günlük konuşmaları ile Risale-i Nurlardaki ifade farkını sordum, bize; “Risale-i Nurlardaki belagatin çok başka olduğunu, çünkü risalelerin ilham-ı İlâhî olduğunu” söyledi.
“Kader-i İlâhî onun mezarını kaybettiriyor”
“Üstad, kabrini de sakladı. Kabri Urfa’da iken her gelen bir avuç toprak alıp gidiyordu. Halbuki Üstad, ‘Risaleleri okumak on kere benimle görüşmekten daha istifadelidir’ diyordu. Bir mektup geldi bize, ‘Cenab-ı Haktan niyazım odur ki, benim kabrimi birkaç talebemden başkasına bildirmesin..’ diye… O mektupta bir sual vardı: ‘Üstad’ım! Kabri ziyarete gelenler Fatiha okur, hayır kazanır; acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men ediyorsunuz?’ ‘Risale-i Nur’daki azamî ihlâsı kırmamak için ve o ihlâsın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, hem kim olursa olsun okudukları Fatiha’lar o ruha gider. Said Nursî.’
“İşte bazı avam, ‘Yarabbi! Şu mübarek kulunun yüzü suyu hürmetine…’ diyeceğine, o yatandan hastasına şifa, işlerine kolaylık istiyor. Biz o zaman düşündük ki: Üstad vefat ettiğinde onun mübarek cenazesini gizlice götürüp defin mi edecektik? Ama Cenab-ı Hak duasını kabul etti ki Urfa’daki kabri bile o günkü ihtilâl hükûmetine korku verdi. Kabrini kaybedelim, diye karar verdiler. Üstad’ın küçük kardeşi Abdülmecit rahmetli hayattaydı. Konya’da emekli muallimdi. Onu uçakla Konya’dan alıyorlar, zorla bir dilekçe imza ettiriyorlar, ‘Ağabeyimin kabri burada rahatsız ediliyor, kabri buradan kaldırılsın’ diye...
“Bana bizzat kendisi de anlatmıştı. ‘Urfa etrafını tanklarla çevirdiler, askerleri getirdiler, balyozlarla mermer olan mezarı kırdılar. Kabir başında güzel bir mermer vardı. Üstünde de Üstad’ımızın, ‘Fâniyim, fâni olanı istemem. / Âcizim, âciz olanı istemem. / Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. / İsterim, fakat bir yâr-ı baki isterim. / Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. / Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim’ diye eski yazıyla sözleri vardı. Bunların hepsini kırıyorlar. Abdülmecit Ağabey demişti: ‘Mübarek üstadın cesedi pırıl pırıldı, 111 gün geçtiği halde hiç çürüme olmamış… Bizi uçağa bindirdiler geceleyin uçtuk. Bir uçak meydanına indik. Askerî cemseler geldi, bir hayli gittik. Bir mezarlığa geldik, askerler kazdı, sandukayı defnettiler; aynı yolla geceleyin beni geri getirdiler.’
“Hem gece, hem karanlık, hem de Abdülmecit Ağabey ihtiyar olduğundan neler oldu bilmiyoruz… Fakat kader-i İlâhî kaybettirmiyor… O memleketteki kardeşler bir mezar kazarken Üstad’ın sandukasına rastlıyorlar. Hemen bir kısım ağabeylere haber veriyorlar. Bizim de haberimiz oldu. Oradan kaldırıp esas kendisinin arzu ettiği yere götürüp defnettiler, şimdi orada…
“Üstad mezarının yıkılacağını bildirmişti”
“Üstad tam 40 sene evvel kabrinin yıkılacağını haber vermişti. Biz bu ‘Eddai’ şiirini Üstad hayatta iken 1955’lerde yeni harflerle neşretmiştik.
EDDAİ
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde,
Said’den yetmiş dokuz emvat bâ-âsâm âlâma.
Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş,
Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma.
Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla
Revânım saha-i ukbâ-yı ferdâma.
Yakînim var ki, istikbal semâvâtı, zemin-i Asya
Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâma.
Zira yemin-i yümn-ü imandır,
Verir emn ü eman ile enâma.
“Üstad ‘Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde’ derken mezarının yıkılacağına açıkça işaret ediyormuş. Biz ‘Mezar yıkılır mı? Herhalde burada bir mecaz, bir işaret, bir remiz, bir hikmet var!’ diye düşünürdük. Fakat hakikaten mezarı balyozla kırılıp yıkıldı...
“Vefatı da tam 1379... ‘Said’den yetmiş dokuz emvat bâ-âsam âlâma.’ Burada 79’la, vefat tarihini tam olarak söylüyor. 1379, milâdî olarak 1960 yapar!
“1380’de ihtilâl oldu, onu da ‘Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş. Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm’a.’ 1380’de olan 27 Mayıs ihtilâlini ‘Hüsran-ı İslâm’ olarak gösteriyor.
“Fakat Üstad sonunda güzel müjdeler veriyor bize. ‘Yakînim var ki, istikbal semâvâtı, zemin-i Asya. Bâhem olur teslim yed-i beyza-yı İslâm’a.’ Yani gerek istikbal semavatı Avrupa ve gerek Asya, İslâm’ın hakikatlerine teslim olacaklar. İnşaallah bu müjdeler de çıkacak.
“‘Zira yemin-i yümn-i imandır. Verir emn-ü eman ile enâma...’ Zira imanın bereketi insanlığa emn ve emniyet, sulh, huzur ve saadet getirecektir. İnşaallah o müjdeleri de göreceğiz. Asr-ı Saadet’e yakın bir asır göreceğiz. Yalnız şu şartla ki: Beşer hatasıyla Kur’an’a sarılmayıp Kur’an’ı bırakır, vaktinden evvel bir kıyamet kopmazsa...”
“Üstad’ım, radyodan Risale-i Nur okuyacağım”
Said Özdemir Ağabeye radyodan okuduğu dersi sorduk.
“1957 senesinde Berat Kandili’ydi. Hacı Bayram Camii’nde ‘On Yedinci Mektup” ile Tarihçe-i Hayat’tan ‘Ey âlem-i İslâm uyan! Kur’an’a sarıl…’ mevzularını okudum. Naklen yayın yapıldı. Radyo, 10 dakika zaman verdiği halde ben 20-25 dakika kadar okudum.
“Önceden Üstad’a telgrafla ‘Üstad’ım, radyodan Risale-i Nur okuyacağım’ diye haber vermiştim. Üstad’ımız Isparta’daydı. Arabaya inmiş, radyoyu açarak dinlemiş.
Çok memnun olmuş ve ‘Said beraat etti’ diyerek iltifatta bulunmuş. Ertesi günü Ulus gazetesi ‘Dün gece Nurcular cihat ilân ettiler’ diye büyük bir manşet atmış. Sadun Tanju diye birisi hakaret etmiş. Mahkemeye verdik. O da bizi mahkemeye verdi.”
“Üstad mektupları tashih ederdi”
Said Ağabeyle Ankara-Demetevler’deki evinde beraberken, bir kardeşimize Tarihçe-i Hayat’tan “Ankara Nur talebelerinin bir mektubu”nu okuttu. Dersten sonra hemen sordum:
“Üstad’ımız buna benzer mektupları aynen neşreder miydi, yoksa tashih ettikten sonra mı neşrederdi?” Cevaben:
“Üstad Hazretleri böyle mektupları, tashih ettikten sonra neşrederdi. Hem şahsıyla alâkalı yerleri çıkarır, hem de meslek ve meşrebimize göre tashih ederdi.”
“Üstad israfı sevmezdi, fakat...”
Said Ağabey Yirmi Dördüncü Mektup’tan “Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız şekvalı gafil insan! Kat’iyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır. Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır...” kısmını okurken şu hatırayı anlattı:
“Bir gün Üstad’a vardığımda, ‘Kardeşim! Bugün bin lira tayınat dağıttım, hiç gözümde yok.
Fakat bir gün Zübeyir’i fırına ekmek almaya gönderdim, 2,5 kuruş üstünü almadan gelmiş, bunu hiç unutamıyorum!’
Üstad Hazretleri, Risale-i Nurların onda bir hakkını vakıflara tayınat olarak dağıtırdı.
“Kendi eserimi kendi paramla almam lazım”
“Risaleler 600 bin nüsha el yazısı ve teksir ile çoğaltılmıştı. Biz 1953’te Üstad Hazretlerine mülâki olduğumuzda, ‘Kardeşim! Artık biz yetiştiremiyoruz. Bundan sonra artık bu risaleler matbaa lisanıyla basılacak ve bütün Türkiye’ye, bütün dünyaya yayılacak’ dedi. Kendisi biriktirmiş 1200 lira -kim bilir bu zamanın parasıyla kaç para eder- belki parasının yüzde 95’ini, yüzde 98’ini verdi ve ‘Bunu götürün, matbaalarda kâğıt alıp bastırın’ dedi. Büyük Sözler’i daktilo yapmışlar. Bunu Ankara’ya götürdüm, diğer kardeşlerle birlikte birkaç yerden de biraz borç aldık ve bastırdık.
“Sözler’i bastırıp Üstad’a götürdüğüm zaman o kadar sevindi ki, sanki dünyayı bağışlamışız gibi bize kalktı, sarıldı, kitabı bağrına bastı. Odada böyle dönüyor... ‘Kardeşim! Ben şimdi ahirete gitsem gözüm arkada kalmaz; çünkü şimdiki neslin okuyacağı anlayacağı bir lisanla ellerine bu Kur’an hakikatleri geçti. Elhamdülillah ben vazifemi yaptım!’ dedi.
“Üstad hemen keseyi çıkarttı, ‘Parasız almak istemiyorum’ dedi. ‘Üstad’ım, bu kendi eseriniz, aynı zamanda da bu işin içinde paranız var; para mı vereceksiniz?’ deyince ‘Evet kardeşim, bu işin ihlâsla olması için ben kendi eserimi kendi paramla almam lazım.’[1] O zaman Sözler’in fiyatı 25 liraydı. 25 lira verdi ve bir Sözler aldı.
“Düşünün, bir müellif, eseri kendisi yazar, parasıyla bastırır, sonra parasını vererek o eseri satın alır… İhlâsın derecesi! Tabiî bu bir örnek oldu. O gün bugün biz bu eserleri matbaalarda basarız, çeşitli yerlere göndeririz; biz de diğer kardeşlerimiz de maaş almayız. Bize dedi ki: ‘Bunları herkese vermeyin, her 25 lira verene vermeyin, 25 kişiye okutturacağım diyenlere verin; çünkü bunun esas fiyatı, okutturmaktır.’
“Ve sonradan Mektubat, Lem’alar, İşaratü’l-İ’caz, Tarihçe-i Hayat’ı... verdi. Bu şekilde neşriyatı bizzat takip ediyordu, bir forma çıktığı zaman kendisine bir kuryeyle ya Emirdağ’a, ya Isparta’ya gönderiyorduk. Mesela Zübeyir Ağabeye veriyor, kendisi de eski yazılı nüshayı alıyor, ‘Oku bakalım’ diyor.
Bu şekilde tetkik ve tashih ediliyor, eğer bir yanlışlık varsa geri gönderiliyor, biz de baskıyı düzeltiyorduk. Bütün eserler bizzat kendi tashihatından geçtikten sonra basılmıştır. O zamandan beri hiçbir kelimesi değişmemiştir.
“Yanındaki ağabeyler anlatırdı. ‘Ya Rabbi, bana bir ömür daha ver, Mektubat’ı da göreyim…’ Mektubat basılınca, Lem’alar için dua edermiş. İşte bu şekilde Üstad bütün eserlerin baskısı ikmâl edilince, malum Urfa’da 23 Mart 1960’ta dâr-ı bekaya gittiler.
Denizli hapsinde yapılan zehirli iğne
“Denizli hapishane idaresine bir emir geliyor, ‘Bediüzzaman’ı yok edin!’ diye... Düşünüyor hapishane idarecileri, ‘Aşı yapılacak’ diye bir şayia çıkartıyorlar ve Üstad Hazretlerinin iğnesine yüzde 100 zehir dolduruyorlar. Üstad’ın kalbinin hizasında şırıngayı yapıyorlar. Sıktıkça zehirin bir kısmı geri taşıyor, ama bir kısmı da içeri giriyor. Orada bu harika halden dolayı, iğneyi yapan ‘Biz hata yapıyoruz!’ deyince Üstad, ‘Biliyorum evlâdım, beni öldürmeye çalışıyorlar; fakat Allah’ın öldürmediğini kimse öldüremez’ diyor.
“Fakat içeri giren o az zehirle bile Üstad komaya giriyor, oradaki 40-50 talebesi büyük bir üzüntü içerisinde ‘Üstad vefat ediyor!’ derken ‘Hafız Ali’ talebesi bir kenara çekiliyor ağlaya ağlaya, ‘Ya Rabbi! Eğer o ölecekse onun yerine ben öleyim. Ya Rabbi! Eğer onu alacaksan onun yerine beni al’ diye dua ediyor. Demek halisane dua ediyor ki Cenab-ı Hak duasını kabul ediyor. Biraz sonra hastalanıyor, hastahaneye kaldırıyorlar ve kendisi orada şehit oluyor.
“Zehir deri altında siyah lekeler halinde kalmış, yara ve irin olmuş, iki sene o yara kapanmamış. Üstad Hazretleri şifa bulup kalkıyor. Meyve Risalesi’nde bu hadise şöyle izah edilmektedir:
“‘Aziz, sıddık kardeşlerim! Ben merhum Hafız Ali’yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor! Eski zamanlarda bazen böyle fedakâr zatlar, kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim o merhum benim yerimde gitti…
“‘Risale-i Nur’un bir şehit kahramanı olan merhum Hafız Ali, hapiste Meyve Risalesi’ni kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melâike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatleriyle cevap verdiği misillü, ben de ve Risale-i Nur şakirtleri de, o suallere karşı Risale-i Nur’un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi manen cevap verip onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevk edecekler inşaallah.’
İstikamet şehidi Binbaşı Asım Bey
“Burdurlu, binbaşılıktan emekli Asım Bey var. Üstad Hazretleri okuması için ona birkaç tane risale vermiş. O zaman evlerde aramalar yapılıyor, Asım Bey’in evinde de eserler bulununca savcılık derhal sorgu hâkimliği takibata başlıyor. Sorgu hâkimliği kuruluyor, Bediüzzaman Hazretleri de getiriliyor...
“Hâkim diyor ki: ‘Bu eserleri sana kim verdi?’ Eğer ‘Bediüzzaman verdi’ dese 163. Madde’nin ikinci fıkrasından dolayı, propaganda yaptığı için Bediüzzaman Hazretlerine en azından iki sene veya bir sene ceza verecekler... Kendi istifadesinden dolayı Asım Bey, Bediüzzaman Hazretlerinin hapse girmesine ruhu kat’iyen kaldırmıyor. Yalan da söyleyemiyor; hayatta yalan söylememiş bir insan.. O anda ‘Ya Rabbi, şu anda benim canımı al’ diyor. Demek ki o kadar ihlâslı söylemiş ki hâkimin önünde ‘Lâ ilâhe illâllah’ diyor, ruhunu teslim ediyor. 18 Mayıs 1935 tarihli Tan gazetesi ‘Bir Nurcu, ifade verirken hâkim önünde öldü!’ diye yazıyor...
“Bu zata Bediüzzaman Hazretleri daha evvelden mektup yazıyor. ‘Kardeşim! Sizin gibi halis, sadık, fedakâr talebelerim olduktan sonra artık ben ebedî hayata gidebilirim.’ Asım Bey cevaben yazdığı mektupta, ‘Üstad’ım! Benim Allah’tan niyazım odur ki, ben sizden evvel kabre gideyim. Arkamdan gönderdiğiniz manevî hediyelerle kabrimde mesrur olayım. Ahiret kapısına geldiğiniz zaman ilk önce sizi ben karşılayayım...’ İşte bu mektuba Bediüzzaman Hazretleri el yazısıyla bir haşiye yapıyor. ‘Bu, şehadet fermanıdır’ diyor.”
Tarihçe-i Hayat’ta Binbaşı Asım Bey’in şehadeti izah edilmektedir:
“Binbaşı merhum Asım Bey, isticvap edildi. Eğer doğru dese, Üstad’ına zarar gelir ve eğer yalan dese, 40 senelik namuskârane ve müstakimane askerliğinin haysiyetine çok ağır gelir diye düşünüp, ‘Ya Rab, canımı al!’ diyerek 10 dakikada teslim-i ruh eyledi. İstikamet şehidi oldu ve dünyada hiçbir kanunun hata diyemeyeceği bir muavenet-i hayriyeye ve bir tasdike hata tevehhüm edenlerin çirkin hatalarına kurban oldu. Evet, Risale-i Nur’dan tam ders alan, bir su içer gibi, kolayca terhis tezkeresi telâkki ettiği ecel şerbetini içer. Eğer benden sonra dünyada kalan kardeşlerimin teellümlerini düşünmeseydim, ben de âlicenap kardeşim Asım Bey gibi ‘Yâ Rab! Canımı da al’ diyecektim.”
“Bu dava için bakın ne canlar verilmiş... Bu kitaplar şimdi kolayca elimize geçiyor, ama bunun kıymetini bilmek lazım. Binlerce gencin imanının kurtulmasına vesile oluyor. Ankara’da bizim bir tane dershanemiz vardı. Bir yerde ders olduğu zaman 150-200 üniversiteli geliyor. Her türlü gayrimeşruluğu bırakıp derhal namaza başlıyorlar. Kurtulan insan, diğer insanların da kurtulması için hizmete başlıyor.
“Bir diğer şehit de Hasan Feyzi…”
“Muallim Hasan Feyzi, ‘Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak’ diye şiirler yazıyor. Üstad Hazretleri ölümcül hasta olunca bu zat da dua ediyor, ‘Ya Rabbi! Onun yerine beni al; tâ o daha yaşasın, hizmet etsin… Daha hizmet tamamlanmamıştır. Daha binlerce genç ıslah olsun’ diye kendi ruhunu feda ediyor. Üstad Hazretleri diyor: ‘Benim bedelime gitti.’ Böyle hadiseler yaşanmış, bunları ben birer misal olarak arz ettim.
“Kardeşim! Hizmeti düşünmeyin. Sizin düşüneceğiniz…”
“Ankara’da neşriyat devam ederken sormak istediğimiz şeyler oluyordu. Biz Ankara’da, ‘Şunu soracağız, bunu soracağız…’ diye hazırlık yapıyor, gidip kendisine soruyorduk. Emin olun, gittiğimde ben hiç sormadan Üstad Hazretleri, bizim sormak istediğimiz şeylerin cevaplarını veriyordu.
“Üstad’a her gittiğimde daima içimden geçirirdim, ‘Keşke diğer ağabeyler gibi daima yanında bulunsam, hizmetini görsem, sohbetinde bulunsam…’ diye. Her seferinde de benim bu niyetimi biliyordu. ‘Kardeşim, Ankara’da eserler basılıyor, orada hizmet var; biletini alsınlar, hemen git’ derdi. Fakat bu ziyaretimde, ‘Kardeşim, bu gece misafirimsin, bu gece benim yemeğimi yiyecek, benim yatağımda yatacaksın’ dedi. Dersten sonra ağabeylerin odasına çekildik. Baktım ki Üstad yalnız yemek yiyor, menemen gibi bir karışım; yumurta, yoğurt, pirinç... Yarısını yemiş, kalanını bana verdi. Dedi: ‘Kardeşim, bunu yiyeceksin; yalnız kabını yeme, kabı bana lazım!’ ‘Peki Üstad’ım, kabını yemem!’ dedim.
“Üstad bazen lâtife yapardı. Bu, Âl-i Beyt’in bir hassası imiş... Hz. Peygamber ile Hz. Ali hurma yiyorlar. Peygamber (a.s.m.), o görmüyormuş gibi çekirdekleri Hz. Ali’nin önüne atıyormuş lâtife olsun diye. Sonra bakmışlar Hz. Ali’nin önünde çok çekirdek var, ‘Ya Ali,’ demiş, ‘ne kadar çok yemişsin!’ Hz. Ali durur mu! ‘Ya Resulallah, çekirdeğiyle yutana ne buyrulur?’ demiş. Üstad da ‘Kabını yeme, kabı bana lazım!’ diye lâtife yapıyordu...
“Biraz sonra baktık Üstad kendi eliyle yorganını getirdi. Bundaki hikmeti sonradan anladım. Sonraki senelerde hapishanelerde bize suikastler yapıldı. Sanki o yorgan, hapishanelerde bize kalkan olmuştu. Mesela Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde ranzada yatıyoruz; altta beş-altı kişi, üstte beş-altı kişi. Ben üstte yatıyorum. Yanımda cinayetten birisi var. Yataklar yan yana...
“Sabahleyin kalktım, ‘Şimdi elime düştün mü!’ dedi. ‘Ne olmuş?’ dedim. ‘Sen emniyette bana işkence ettiren, öldüresiye dövdüren müdür değil misin?’ dedi. ‘Yok canım, sen yanlışsın; ben Risale-i Nur’u bastırmaktan dolayı geldim’ dedim. ‘Yok! Sen o müdürsün. Beni öyle bir dövdürdün ki beni öldüreceklerdi…’ dedi. Bir-iki saat konuştum; tevkif müzekkeresini, kitapları gösterdim, ‘Sen yanılıyorsun!’ dedim. Sonra adam kani oldu ve dedi: ‘Seni Allah korudu. Ben bıçağı hazırlamıştım, sen yatıp uyuyunca seni öldürecektim.’ Tabiî bütün Üstad’ın duası... Hatta ben gittikten sonra Sungur Ağabey, ‘Üstad ellerini kaldırıp sana çok dua etti’ dedi.
“Sabahleyin kalktığımızda, ‘Kardeşim! Menderes bizi anlayamadı, bizim ona himmetimizi duamızı bilemedi. Ben yakında gideceğim, onlar da böyle tersyüz olacaklar!’ Elini öptüm, ayrılacağım, baktım Üstad sıkıntılı, üzüntülü, tâ sofaya kadar geldi. Halbuki daha evvel gelmezdi. Tekrar sarıldı; demek, bu son görüşmemizmiş…
“Dedi: ‘Kardeşim! Sana son nasihatim: Hizmeti düşünmeyin; Cenab-ı Hak, en muhaliflere bu hizmeti yaptıracak. Sizin düşüneceğiniz, uhuvvet, muhabbet, ittihat, tesanüttür.’ Ben aşağı indim baktım, Üstad üst katta elleriyle bana ben kayboluncaya kadar selâm veriyordu.
“Sonra hapse girdim Sikke-i Tasdik-i Gaybî’den dolayı… Üstad, Emirdağ’dan Isparta’ya, oradan Urfa’ya gitti ve Urfa’da dâr-ı bekaya irtihal etti. Son görüşümüz böyle oldu.
“Risale-i Nurlar okullarda okutulsaydı anarşi olmazdı”
“Üstad, Menderes’te İslâmî bir hüviyet görmüştü. 1950’de Demokratlar iktidar olunca Üstad istedi ki bu hakikatler Diyanet veya Maarif eliyle neşrolunsun; tâ ki bu gençlik, iman ve İslâm hakikatlerine aşina olsun, imanlı ahlâklı birer fert olarak yetişsinler. Bunun için Menderes’e çok haberler gönderdi. ‘İslâm Kahramanı Adnan Menderes’ diye hitap ediyordu ona, dua ediyordu. Hatta duasından bir tanesine ben şahit oldum:
“17 Şubat 1959 tarihinde İzmir’de mahkememiz vardı, dönüşte Isparta’da Üstad’ı ziyaret ettik. Gece yarısı Üstad’ın yanındayız. Üstad ders yapıyordu. Bize, ‘Kardeşim! Acayip… Ben bu gece Menderes’e dua ettim’ dedi. Üstad keramet gösteriyordu. Meğerse o saatte Menderes’in uçağı Londra’da düşmüş, parçalanmış... 24 kişilermiş; milletvekilleri, bakanlar varmış. 14’ü ölüyor, 10’u sağ kurtuluyor. Demek Cenab-ı Hak, Üstad’ın duasını kabul ediyor... Ertesi gün bütün gazeteler, ‘Menderes’in uçak kazası geçirdiğini, 14 kişinin öldüğünü, Menderes’in sağ kaldığını…’ yazıyordu. Üstad, İslâmî bir icraat yapsın diye dua ediyordu, yoksa partisiyle hiçbir alâkası yoktu.
“Üstad, Menderes’i ikaz eder, başına gelecekleri açıkça söylerdi. Bir mektup yazarak, ‘Başınıza gelecek büyük bir musibet görüyorum! Bunun sadakası ikidir: 1. Risale-i Nurları neşret, mekteplerde okut. 2. Ayasofya’yı cami yap.’ Biz bu mektubu çoğalttık ve bütün mebuslara, devlet idarecilerine gönderdik. Mebus Dr. Tahsin Tola’yı gönderdi. Tahsin Tola, Üstad’ın isteğini Menderes’e söylüyor. Menderes, ‘Diyanet’e söyle, yapsınlar’ diyor. Halbuki kendisi telefon etse başka olurdu... Neyse Tahsin Bey geldi, ben de oradaydım, Eyüp Sabri Hayırlıoğlu reisti, ona ‘Menderes’in selâmı var, bu eserleri neşredeceksiniz’ dedi. Reis çok çekiniyordu, ‘Bunu ben bir Celal Bayar’a sorayım’ dedi. Halbuki Bayar muhalifti zaten, ona da soramıyor. O zaman Diyanet’e bakan, Menderes’in müsteşarı Ahmet Salih Korur’a soruyor. O da kızıyor, ‘Onun isminin olması, bu eserlerin basılmaması için bir sebep değil mi?’ diyor ve reddediyor.
“Emin olun, eğer bu eserler mekteplerde okutulsaydı memlekette anarşi olmazdı. Üstad Hazretleri üzüldü tabiî… Ankara’ya geldi, Ankara’da üç gün kaldı. Birçok milletvekili geliyor ve memleketin, âlem-i İslâm’ın durumu hakkında sualler soruyorlardı. Üstad Hazretleri onlara çok güzel cevaplar veriyordu. Hiç siyasetle alâkadar değildi; fakat herhangi bir bahis açıldığı zaman en büyük bir diplomat gibi, memleketin kurtuluşunu; Avrupa’nın Amerika’nın, Rusya’nın durumlarını yağdan kıl çeker gibi ortaya koyar ve çıkış yollarını gösterirdi. Hükûmet ona gizli bir müşavir olarak baksaydı, bugün Türkiye’nin durumu başka olurdu. Ankara’da üç gün kaldı.
“Menderes, Üstad’ın dediklerini yapsaydı…”
“Sonraki gelişinde Bahçelievler’de bir evde üç-dört gün kaldı. İstanbul’a gitti. Fakat o zaman bütün gazeteler Üstad’a kilitlendi, bütün gazeteler Üstad’dan bahsetmeye başladı. Türkiye’de bir Nur havası esmeye başladı. Muhalefet lideri İnönü buna çok kızdı ve beyanat vermeye başladı. ‘Menderes, Said Nursî’yi seçim propagandası için kullanıyor’ diye... Menderes korktu ve emir çıkarttı, ‘Said Nursî bir daha Ankara’ya gelmesin’ diye. Bu karar sadece Emniyet’e gitmiş, Üstad’a tebliğ edilmemiş...
“Üstad Hazretleri bir gün Emirdağ’dan çıkmış, Ankara’ya geliyor... Bunu Emniyet haber almış. Bizim de haberimiz yok… Ulus’ta bir dershanemiz vardı, sabah namazından sonra yatmıştık. Birden polisler bizim dershaneyi bastılar, bizi uyandırdılar, dediler: ‘Kalkın giyinin, sizi götüreceğiz!’ ‘Ne var?’ dediğimizde söylemediler. Bizi 10-15 kişi Birinci Şube’de bir odaya koydular. Daha evvel güya tertibat almış oluyorlar. Velhâsıl Üstad geliyor. O zamanki Emniyet Müdürü Niyazi Bicioğlu isminde bir zat idi. O, arabasını ters çevirtiyor Gölbaşı’nda ve ‘Ankara’ya girmeyeceksiniz!’ diyor. Üstad Hazretleri diyor ki: ‘Benim gıyabî tevkifim yok, hapis değilim, sizin kanunlarınıza göre her tarafı gezebilirim. Ben sizi dinlemiyorum, hükûmetinizi de dinlemiyorum!’ deyince, ‘Efendim, kusura bakmayın, biz emir kuluyuz!’ diyorlar.
“‘İstersem Ankara’ya girerim… Benim çok fedakâr talebelerim var, fakat 30 senedir asayişi bozmadım. Masum ve mazlumların zarar görmemesi ve asayişi muhafaza için geri dönüyorum. Fakat sizin için iyi olmayacak!’ deyip ayrılıyor. Polisler de Polatlı’ya kadar takip ediyorlar.
“Ertesi günü bizi serbest bıraktılar. Hemen bir otobüsle Emirdağ’a Üstad’ı ziyarete gittim. Üstad karşıladı, ‘Kardeşim! Menderes bizi anlayamadı, bizim ona himmetimizi duamızı bilemedi. Ben yakında gideceğim, onlar da böyle tersyüz olacaklar. Kardeşim! Menderes gözümde elmastan cam parçasına indi; ben yakında gideceğim, fakat onlar da böyle olacaklar!’ dedi. Üstad kollarını birbiri üstüne yuvarlatarak alt üst olacaklar işareti yapıyordu. Bu hadise Üstad’ımızın vefatından üç ay kadar önce olmuştu. Hakikaten vefatlarından iki ay sonra da ihtilâl oldu, böyle alt üst oldular. Üstad, başlarına gelecek musibeti söylemişti. Vallahi Menderes, Üstad’ın dediklerini yapsaydı, başına gelen o hadiseler olmazdı.
Ankara’da yapılan zulüm
“Üstad Hazretleri, emniyet ve asayişi bozucu hiçbir hadisede bulunmamıştır. Kendisi çok vakarlı olduğundan en ufak söze tahammül etmezdi. Ama bir bekçinin, bir mübaşirin hakaretlerine tahammül edip sabrediyordu. Etrafına, ‘Bizim vesilemizle bu memlekette bir hadise olamaz. Çünkü emniyet ve asayiş bozulursa masum ve mazlumlar da zarar görür. Kur’an tutan bir el, hiçbir masumun zararına sebep olamaz’ diye bize daima söylerdi.
“Hatta Ankara’ya iki defa geldi. Birincide Beyrut Palas’ta misafir ettik, üç gün kaldı. Dışarıda jandarmalar, polisler, emniyet koridorunun içine aldılar. Üstad Hazretleri şöyle dedi: ‘Kardeşim! Ne sebeple bu tertibi alıyorlar? Sanki biz bir hadise mi yapacağız? Benim size vasiyetim, beni burada parça parça etseler, yine emniyet ve asayişe dokunamazsınız. Çünkü umum zarar görür, masum ve mazlumlar da zarar görür… Biz hiçbir masumun zarar görmesine hayatta sebep olamayız.’
Üstad’ın yayınlanmamış bir çuval mektubu ve arabası
“Zübeyir Ağabey bir gün, Üstad’ın taksisiyle beraber torbalar halinde Üstad’a ait, basılmamış mektupları bana getirdi. Dedi: ‘Kardeşim, bunlar sende kalacak!’ Üstad Hazretleri herhalde ona öyle tembih etmişti. ‘Yalnız taksi için 10 bin lira tayınat verin, taksi burada kalsın.’ Biz 10 bin lira tayınata verdik. Otuz sene Üstad’ın taksisi risale taşıdı elhamdülillah. Bazen Emniyet bizi takip ediyordu; fakat o kadar kuvvetli arabaydı ki biz hemen kaçıyorduk, bizi bulamıyorlardı.
“Hatta bir ara taksi plâkalıydı; 70 bin liraya plâkasını sattık, o parayla beş bin adet Büyük Sözler bastık. O zaman satarken hatırımıza gelmemişti, plâkası için İstanbul’a gittik, hurda bir araba alarak plâkasını ve motor numarasını ona aktararak yine trafiğe çıkabildik. Sonra da kardeşler bizim haberimiz yokken onu Isparta’ya götürdüler. Artık orada ziyaret ediliyor.
“Zübeyir Ağabeyin getirdiği torbaları birkaç ay sonra başladık açmaya. Daha evvel hapisler, takipler, tevkifler olduğundan onlara bakmaya zaman olmamıştı. Hakkımızda 25 mahkeme oldu, sekiz-on kere hapse girdik. Şimdi o torbalarda bütün Türkiye’den ağabeylerden gelen mektuplar, âlem-i İslâm’dan gelen mektuplar çıktı. Çok garip mektuplar gördük orada! Onları inşaallah bir lâhika olarak neşredeceğiz.”
“Üstad’ımızın beş tane tevafuklu kitabı vardır”
“Biliyorsunuz, beş tane tevafuklu kitap var.
“Birincisi: Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi. 300 mucize bulunan 150 sayfalık bir risale. Sekiz müstensih ayrı ayrı yazmışlar. Bir de bakmışlar ki hepsinde Peygamber’in (a.s.m.) isimleri alt alta, üst üste, yan yana gelmiş. Bu kitabı tabettik.
“İkinci kitap: Mucizat-ı Kur’aniye. ‘Kur’an’ kelimeleri hep aynı tevafuklu. Bu kitap da elimizde, inşaallah yakında tabedeceğiz.
“Üçüncü tevavuklu kitap: Yirmi Dokuzuncu Söz, 40-50 sayfalık... Bir bakıyorlar ki bütün satır başlarına ‘Elif’ler gelmiş... Bakıyorsunuz burada 16 elif, burada da 16 elif, ama hiçbir sıkıştırma zorlama yok. Normal yazılmış gitmiş... Beş yüz bir elif var. ‘Said Nursî’nin de ebced değeri 501.
“Dördüncüsü: İşaratü’l-İ’caz. Bu risale harpte at üstünde kurşunlar yağarken yazdırılıyor. Üstad Hazretleri bana İşaratü’l-İ’caz’ı verdi, ‘Bunu basacaksınız, ama aslî şekliyle; satır hangi harfle başlamışsa öyle, hangi harfle bitiyorsa aynı olsun’ dedi. Elhamdülillah bir dizgi tutturduk, Üstad’ın dediği gibi dizildi, basıldı... Burada beş tane ‘he,’ orada da beş tane ‘he’ var. Burada 10 elif, orada da 10 elif... Üstad, Rumuzat-ı Semaniye’de kısmen bunların hikmetlerini beyan ediyor.
“Beşinci Risale: Âyetü’l-Kübra Risalesi’nin İstanbul’da basılan ilk nüshasıdır. Onda da tevafuklar var. Henüz elime geçmedi, geçtiğinde tabedeceğiz.
“Peki tevafuk nedir? Tevafuk, hizmetin makbuliyetine işaret eden harikulâde bir alâmettir. Üstad’ımız bunu şu temsille anlatıyor:
“‘Mesela benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa, ben onları yere atsam, üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa hiç şüphe kalır mı ki, elimden çıktıktan sonra gaybî bir el müdahale edip sıralamasın? İşte hurufat ve kelimat o maddelerdir, ağzımız o avuçtur.’ (Barla Lâhikası, 315)
Risale-i Nurların ilk defa radyoda reklâmı
“Ankara’da risaleleri basıyoruz. İstiyoruz ki her taraf duysun... O zamanlar televizyon yok, bir tek Ankara Radyosu var. Dedik: ‘Acaba Ankara Radyosunda Risale-i Nurların reklâmını yaptırabilir miyiz?’ Bir ilân yazdık, Sıhhıye’deki radyo idaresine verdik. Adam da muhtevasına bakmadan kelimeleri saydı, ‘Burada 30 kelime var, kelimesi 10 liradır. Bir günlüğü 300, iki günlüğü 600, üç günlüğü 900 lira yapar’ dedi. O zaman para kıymetli! Bir kardeş 900 lira verdi. ‘Ne zaman yayınlansın?’ dedi. Dedik: ‘Herkes evine geldiğinde çayını kahvesini içerken…’ Sonra her tarafa haber verdik, ‘Risale-i Nurlar bütün dünyaya ilân edilecek!’ diye...
“Hakikaten o dakika geldiğinde Ankara Radyosu spikeri, ‘Risale-i Nur, Risale-i Nur... Müellifi, büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî. Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar, Asâ-yı Mûsâ çıkmıştır. İsteme adresi: P.K. 434. Risale-i Nur, Risale-i Nur… Müellifi, büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî.’ Kardeşlerle bayram yaptık, bütün dünya Risale-i Nurları duydu…
“Ertesi günü yine aynı saatte bütün kardeşlerle kulaklar radyoda, bekliyoruz. Baktık ki yok! Üçüncü gün yine yok... Koştuk idareye: ‘Para verdik; niye bizim ilân okunmuyor?’ derken adam, ‘Kardeşim, siz bizi kandırmışsınız! Reisicumhur Celal Bayar bizzat telefon açtı; bize öyle hakaretler etti, öyle azarladı ki...’ ‘Kardeşim, biz para verdik!’ dedikçe, ‘Kardeşim, paranı al git…’ dedi. Neyse bu bile bize yetmişti... Bundan sonra mahkemelerde hâkimlere ‘Hâkim bey, bu kitapları devlet radyosu bile ilân etti’ diyor, hâkim de radyoya sorunca ‘Evet’ cevabı geliyor, ‘Öyleyse beraat!’ diyordu.
“Erzincanlı Refet (Kavukçu) kardeş bir ara renkli yağlıboya levhalar yaptı. ‘İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir. Sultan-ı Kâinat birdir...’ Bunları biz 40 otobüse parasıyla astık. Bir hafta gezdi, farkına varmadılar. Sonra farkına varınca genel müdür beni çağırdı: ‘Yahu ne biçim reklâm bu! Bunlar yasak...’ O bir hafta da bize yetmişti. Bir keresinde de Ankara garına astık, onlarda resimler de vardı. Orası çok yüksekti. Kardeşlere işçi elbisesi giydirdik. Herkes zannediyor ki bunlar işçiler!
“Mahkemede 100-150 çocuğa ders nasip oldu”
“Bir sene İhlâs Nur Takvimi’ne Risale-i Nurlardan vecizeler alarak bastık. Meğerse savcılık, bu vecizeleri suç addetmiş. Bizi mahkemeye verdi; hem de ağır cezaya... Mahkeme günü geldi; bizi çağırdılar, gittik. Ben tam hâkimin karşısında ifade vereceğim. Bir de baktım, arkada bir gürültü… Patır, patır, patır… İlk mektep çocukları… 100-150 kişi var. Mahkeme salonunu doldurdular. Meğerse öğretmenleri onlara bazı şeyleri göstermek için gezdirirmiş. ‘Bir de mahkemeye götüreyim, mahkemeyi de görün’ demiş. Tam da bize tesadüf etmiş... Çocuklar oturdular. Hâkim de şaşırdı, ‘Bunlar nereden geldi!’ diye… Dedi ki: ‘Çocuklar, burası sinema salonu değil bak, dikkatle dinleyin.’
“Sonra o vecizeleri birer birer okumaya başladı. ‘Sultan-ı Kâinat birdir. Her şeyin anahtarı Onun yanında, her şeyin dizgini Onun elindedir. Onu bulsan her matlûbunu buldun, hadsiz minnetlerden korkulardan kurtuldun.’
“‘Bunu nereden aldın?’ dedi. ‘Efendim, Mektubat’tan aldım. Mektubat’ın da beraat kararı var; altı tane beraat kararı var, isterseniz bir nüshasını size vereyim…’ O vecizeleri birer birer okudu, bana beraatleri tek tek sordu. Sonra savcıya sordu: ‘Ne diyorsun?’ Savcı da, ‘Efendim, bu vecizeleri aldığı kitapların beraat kararlarını gösterdiğine göre yapacak bir şey kalmadı, beraatini istiyorum’ dedi. İki tarafındaki hâkimlere de sordu, onlar da başlarını salladılar. ‘Said Efendi! Senin hakkındaki karar beraattir’ dedi. Beraat deyince çocuklardan bir alkış koptu ki... Onlar için de bir ders yapılmış oldu...
“Odama büyük bir yılan atmışlardı”
“Risale-i Nur hizmetlerinden uzaklaştırmak için bizi İzmir-Çeşme’ye müftü yaparak sürdüler. Ama Çeşme, sefahat yeri, camilere kimse gelmiyor. Kaymakam, belediye reisi daha beni tanımıyor. Onlara dedim: ‘Camilere kimse gelmiyor; belediye hoparlörünü verin, oradan vaaz edelim.’ Elhamdülillah orada herkesin duyacağı şekilde Risale-i Nurları okumuş olduk. Amma 10-15 gün sonra bizim dosyamız gelince anlamışlar ki, kaymakam ‘Tamam’ dedi.
“Ankara’da İhlâs gazetesi çıkarıyorduk, Cemal Gürsel kapattırdı. İzmir’de Uhuvvet’i çıkarttık, onu da kapattılar. Zülfikâr’ı çıkarttık. O zaman Agora’da bir medrese tuttuk. Kaymakama emir vermişler ki arkasından kurşun atılacak adam diye... Hatta o zaman odama büyük bir yılan atmışlar. Allah’tan yakaladık, başını ezdik attık... ‘Dediler bu yılan bizim buralarda olmaz, dışarıdan atmışlar, aynı gün de doktora izin vermişler.’
“Ahmet Feyzi Ağabey, gazetede (Faruk) Güventürk Paşa’ya cevap veriyordu. ‘Sen Türk’ün paşası değil, malum zihniyetin maşasısın!’ diye... Paşa tabiî bize çok kızmış ki beni göndermiyor... Emniyete, karakollara haber veriyor, bıraktırmıyordu. Ben Seferihisar’a geldim, bir yük kamyonuyla Ankara’ya geldim. Ankara’ya haber geldiğinden bizi içeri aldılar.”
[1] “Bilirsiniz ki, kendim sadaka ve yardımları kabul etmediğim gibi, öyle yardımlara da vesile olamadığımdan, kendi elbisemi ve lüzumlu eşyamı satıp o parayla kendi kitaplarımı, yazan kardeşlerimden satın alıyorum. Tâ Risale-i Nur’un ihlâsına dünya menfaatleri girmesin, bir zarar vermesin ve başka kardeşler de ibret alıp hiçbir şeye alet edilmesin.” (Emirdağ Lâhikası, 273)
(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-I)
***
"Dedem Üstadı çok severdi"
"Dedem Tillo'da M. Siyye Camiinde imamdı. Üstad'dan sitayişle bahsederdi. Üstada derin bir muhabbet ve itimadı vardı.
"Ankara'ya 1938'de geldim. 8 yaşında idim. Türkçe bilmiyordum. Ana dilim Arapça. Hususî olarak Türkçeyi 7-8 ay kadar çalışarak öğrendim. 1. ve 2. sınıfları verdim ve 3. sınıftan başladım okumaya. İlk, orta ve lise bittikten sonra İTÜ Makina Bölümünde 2 yıl okudum. Bir rahatsızlıktan dolayı tekrar Ankara'ya döndüm. Pedere de artık okumayacağımı söylemiştim.
"İş arıyordum. Dini konularda kendimi yetiştirmeye çalışıyordum. Sonunda Diyanette bir iş buldum. 1950' de A. Hamdi Akseki bizzat beni imtihan etti. Akseki'nin sorduğu suallerden birisine verdiğim cevap hoşuna gitmişti ve beni memur olarak işe aldı. Suali şu idi: 'Kur'ân-ı Kerim radyodan kahvehanelerden okunuyor. Bu günah olmaz mı?' Ben de dedim: 'Kelâm-ı İlâhî kahvede okunursa belki oradakilerin ıslâhına vesile olur. Orada okunması Kur'ân'a bir nakise olmaz."
"Üstada muhabbetim vardı"
"O arada Abdullah Yeğin ve Mustafa Sungur'la görüşüyorduk. Bana küçük eserlerden verdiler. Bunlar Telvihat-ı Tis'a ve Gençlik Rehberi v.s.
"Üstada muhabbetim vardı. Bir ara Hicaz'a gitmeye niyetlendim. Kitaplarımı sattım. O sırada Diyanette İskender Göçer diye biriyle tanıştık. Bu zatla aramız çok iyiydi. Hârika şeyler gördüğünü anlatıyor, bütün peygamberlerin hayatlarını gözlerinin önüne getirildiğini, hangi peygamber nerede, nasıl mücadele ettiğini kendisine gösterildiğini söylüyordu. Kendisine sürekli mânevî telkinat yapıldığından bahsediyordu. Âl-i Beyt kendisiyle meşgul oluyormuş. Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin kendisine harp talimi yaptırıyorlarmış. Hz. Âişe ve Hz. Fâtıma da kendisine cübbe ve takke takıyorlamış ve ileride mehdi olacağını, Mekke'den çıkıp bütün dünyayı ıslah edeceğinin söylüyorlarmış.
"Bu arada ben de gençlik sâikasıylı âdeta ona intisap ettim. Aramızdaki münasebet şeyh mürit gibi idi. 'Mehdiyi bulduk' diye ona çok yakın alaka peyda ediyordum.
"Seni bana Allah yolladı"
"Bir ara Konya'ya gideceğini, bir ay kadar orada kalacağını, bazı işlerinin olduğunu söyledi. Birlikte gittik. O anlatıyor, ben dinliyordum. Her zaman Hz. Peygamber'le görüştüğünü anlatıyordu. Bir taraftan da içimde şüphe vardı. 'Acaba' diyordum, 'doğru yolda mıyım?' Bunu bilse bilse Bediüzzaman Said Nursî bilir diye Üstada gitmek için İskender Beyi de ikna ettim. Peder de önceden tembihlemişti, 'Gideceğiniz zaman bana da haber verin' diye.
"Üçümüz yola çıktık, Isparta'ya Konya yoluyla gittik. Yatsıdan sonra Isparta'ya varıp Üstad'ın evini aradık ve bulduk. Ben, 'Geceleyin otelde kalıp sabah gidelim' dediysem de, peder 'Hemen gidelim' dedi. Fitnat Hanımın sahibi bulunduğu Üstad'ın evine gittiğimizde, İskender Bey, 'Ben mehdiyim, peygamberlerin selâmı var, görüşmek istiyorum' dedi.
"Kapıya çıkan Sungur Ağabey ise, Üstad'ın istirahatte olduğunu, bu saatte rahatsız edemeyeceklerini söyledi ise de dinlettiremedi. O gitti, Bayram Ağabey geldi. İskender Bey aynı şeyleri ona söyledi. O da Üstadı bu saatte rahatsız edemeyeceğini söyleyerek yarın gelmemizi istedi.
"Bunun üzerine İskender Bey kızdı, 'Nasıl olur, ben buraya kadar gelirim de görüştürmezsiniz, içeri almazsınız, bir daha da gelmem' dedi.
"Otele gittik. Sabaha doğru bir rüya gördüm. Rüyamda Üstad'ın huzurundayım. Üstad, İskender'in başına eliyle bir çarpı işareti yaptı. Sabah namazından sonra Üstad, Ceylan Ağabeyi bize yollamış. Nerede olduğumuzu onlara söylemiştik. Ceylan Ağabey, 'Üstadım acele sizi istiyor. Yalnız üç kişi değil, iki kişi geleceksiniz' dedi. İskender Bey, 'Ben zaten gelmiyorum' dedi. Biz iki kişi gittik. Üstad bizi kucakladı. Ve
'Yetmiş senedir oradan (Tillo'dan) bir yardımcı vermesi için Allah'a dua ediyordum ve bir yardımcı bekliyordum. Allah sizi bana yolladı' dedi. Ve 'Sizi Arabistan v.s. yerler namına da kabul ettim' dedi.
"Âlem-i İslâm kapısının kilidi Türkiye'dir"
"Ben ise Hicaz'a gitmek istediğimi söyleyince 'Niye?' diye sordu. 'Efendim memleketin halini görüyorsunuz. Gittikçe daha fenalaşacak. Orada olsam çocuklarım da kurtulur, ben de' dedim.
"Kardeşim, ben orada olsam buraya gelirdim. Alem-i İslâm kapısının kilidi Türkiye'dir. Bu kilit bu kapıyı Âlem-i İslâm üzerine açar. Kat'iyen buradan gitmek için izin yok.' dedi.
"Daha sonra, 'Atıfı (Ural) tanıyor musun?' dedi. 'Yok' deyince, 'Onunla tanış ve hemen hizmete başla' dedi. 'Peki' dedim.
"Mecmuatü'l-Ahzâb'ı da beraberimde getirmiştim. 'Bu ne?' dedi. 'Biliyorsun ben hediye kabul etmem.' Ben de, içinde Mecmuatü'l-Ahzab olduğunu, 'içindeki Celcelutiye'de Süryanice isimler bulunduğunu, bunları kendisinden ders almak için kitabı getirdiğimi söyledim. Üstad, 'Sonra onları yaparsın' dedi.
"Dışarı çıkarken peder, Üstada İskender Beyden bahsetti. Üstad da onun için 'Meczup biri' dedi. Ondan sonra ben de o zattan koptum. Bu ziyaret benim için mecaziden hakikiye geçiş oldu. Sonra kızıma rüyasında, 'Baban Mehdinin elinden tuttu' demişler.
"Gözlerim arkada kalmaz"
"Ankara'ya döndükten sonra Atıf kardeşle tanıştık (1952). Yeni yazıyla Onuncu Söz'ün teksirini yapıyordu. Sonradan Isparta'ya gittiğimizde, Üstad Büyük Sözler'i matbaada basmamız için verdi. Sözler daktilo edilmiş dosyalar halindeydi. 'Maya (sermaye) yaparsınız' diye 600 lira verdi.
"İlk defa Sözler'i Ankara'da Ayyıldız Matbaasında bastırdık. Daha sonra Doğuş Matbaasına geçtik. Matbaa ile öyle haşir neşir olduk ki, orada yatıp kalkıyorduk.
"Kitap, formalar halinde Üstada gidiyordu. Üstad tashih ettikten sonra biz basıyorduk. Tashih şu şekilde yapılırdı: Kardeşlerden biri yeni yazı ile yazılmış kitabı okuyor, Üstad da takip ediyor, yanlış varsa düzelttiriyordu.
"Formalar için Üstad çok seviniyordu. Kim getirirse getirsin, derhal içeri alıyordu. Sözler'i ciltletip Üstada götürdük. Üstad da bir annenin çocuğuna kavuşma sevinci vardı. 'Ben vazifemi yaptım, gözlerim arkada kalmaz' diyor, gözleri yaşarırcasına seviniyordu. Fiyatını sorup kendi eseri olan bu kitaba çıkarıp 25 lira verdi. Ve 'Her 25 lirayı verene bu kitabı vermeyin, 25 kişiye okutacağım diyene verin' dedi.
"Üstad'la birçok defa görüştük. Görüşmelerimizde hep neşriyatın ehemmiyetini ve nasıl yapılması lâzım geldiğini anlatıyordu.
"Bir defasında Mektubat'ı basıyorduk. 'Mu'cizat-ı Ahmediye'yi ayrı basalım' dedim. Üstad ise, 'Bu diğeriyle bir kuvvet teşkil eder, ayrı basmayın' dedi. 'Rumuzat-ı Semaniye'de Vahhabiler hakkındaki kısmı da basmamamızı söylemişti. Biz de basmamıştık.
"Sonra Lem'alar, İşâratü'l-İ'caz ve Tarihçe-i Hayat'ı basmamız için verdi. Tarihçe-i Hayat'ın basılmasından dolayı bizi mahkemeye verdiler. En son, Üstad'ın, 'Said meşveretle neşredebilir' dediği Sikke-i Tasdik-i Gaybi'yi bastık. O zaman Üstad Ankara'ya geldi. Beyrut Palas'ta kaldı. Orada Sikke-i Tasdik-i Gaybî için 'Bunun hasların haslarına verin' buyurdu. Yani herkese vermememizi söylüyordu. Sikke-i Tasdik-i Gaybînin basılması üzerine bizi içeri aldılar, 33 gün içeride kaldık.
"Kardeşim yatağımda yat"
"En son Üstadı ziyaretim Sikke-i Tasdik-i Gaybî üzerine oldu. O ziyarette Üstad, 'Kardeşim, bugün benim yatağımda yatıp, benim yemeğimi yiyeceksin' dedi.
"Ders yaptık. Akşama yakın biz diğer odalara ayrıldık. Kendisine getirilen yemeğin yarısını kendisi yiyip diğer yarısını da bana yolladı ve 'Kabı bana lâzım' diye nükte yaptı. Sonra Üstad kendi yorganını getirdi ve ben o yorganla yattım. Ayrılırken, Üstad balkona çıkıp beni uğurladı.
"Sonra Ankara'ya gittim, bir müddet sonra bizi hapse attılar. Üçüncü gün olmuştu ki, Üstad'ın Urfa'da vefatını duyduk. Hapiste olduğumuz için cenazeye gidemedik.
"Üstad'la geçen bir yolculuğumuz"
"Üstad hayatta iken İzmir'de bir mahkememiz vardı. Atıf kardeşle birlikte gittik. Dönüşte Isparta'ya uğradık. Ramazan'dı. Gece yarısına doğru Üstad talebeleriyle ders yapıyordu. Biz de iştirak ettik. Dersten sonra meyve, o yoksa para dağıtmak Üstad'ın âdetiydi. Meyveleri kurayla dağıtırdı. O gün kurayla üzüm dağıttı. Üzüm kurumuştu. Çünkü, tefekkür için asmışlardı.
"Bana dedi: 'Yarın yalnız seninle Ankara'ya gideceğim.' Biraz sonra tekrar aynı şeyi söyledi. Sabah, 'Arabayı hazırlayın' dedi ve 'Zübeyir bana lazım' diyerek Zübeyir'i de aldı. Üstad, Atıf, Zübeyir ve Hüsnü (şoförlük yaptı). Isparta'dan Konya'ya gittik. Emniyet haber almış, halk da bunu duymuş ve toplanmıştı. Bana 'Sen konuşacaksın' dedi. Daha sonra konuşmadan bir kardeşin evine gittik.
"Üstad, yolda 31 Mart hadisesini anlattı. 'Beni, pencerenin önüne getirmişlerdi. 18 kişinin asıldığı görünüyordu. 'Seni de asarız gibisinden' beni buraya getirmişlerdi. Allah'ın izniyle yaptığım müdafaadan sonra berat verdiler. O anda mahkeme reisi Hurşit Paşa hiddetlendi, ayağa kalktı ve 'Sen de mürteci imişsin' dedi. Ben, 'Paşa, paşa! Gözlerini muvahhidinin kalemlerinin uçlarıyla patlatırım.' dedim.' Daha sonra Üstad 'On bir buçuk cinayeti ' ifade etmiş.
"Aynı hatırayı Sadık Başgöz de bana anlatmıştı. Sadık Beyin babası müftü idi. Üstad'la o zaman Erzincan'a gitmişler. Müftülük kütüphanesinden hangi kitabı çıkardıysa, Üstad'ın kitabı ezbere okuduğunu görmüş. Sonra Şerhü'l-Mevakıf'ı çıkarmış. Üstad, 'Ona da bir zaman nazar etmiştim' demiş ve başlamış ezbere okumaya.
Mart hapsinde Üstada eziyet yapmaya geliyorlar. Onlar daha kapıya yanaşır yanaşmaz, Üstad, sandalyeyi kaptığı gib 'Ey ekpekü'l-küpeka... ' diyor ve onlara mani oluyor. Sandalyeyi vuruyor mu, vurmuyor mu, hadisenin teferuatını bilmiyorum.
"Üstad daha sonra Millet Meclisindeki hadiseyi anlattı:
"Ankara'ya geldiğim vakit bazı mebuslar yüzlerini Garba döndürmüşler, Garplılaşma temayyülü ve hevesiyle İslâmiyete lakayıt kalmışlardı. (O vakit Üstad, malum on maddelik broşürü neşredince camiye gelenler kalabalıklaşır. Ben broşürün aslını görmedim.) O zaman duydum ki, Reisicumhur çok kızmış. Kürsüye çıktı, 'Alim ve fazıl bir zat vardı. İstanbul'dan buraya çağırdık ki, yüksek fikirlerinden istifade edelim, fakat o geldi, namaza dair şeyler yazdı, içimize fitne verdi' dedi. Ben bunun üzerine söz hakkı istedim, vermediler. Sonra koridora çıktım, baktım ki karşıdan geliyor, kendisine, 'Paşa! Paşa! Namaz kılmayan hâindir. Hâinin hükmü merduddur' dedim ve iki parmağımı yüzüne doğru uzattım. Bunun üzerine, 'Hocam, onu size söylemedim, siz yanlış anladınız ' diye yalan söyledi ve bana tarziye verdi' dedi.
"Üstadla birlikte yola devam ettik, yolda abdest aldı. Abdest suyunu ben döktüm. Bu arada baktım ki, ayağının iki parmağı bitişik. Yolda giderken, 'Kardeşim ben konuşamayacağım. Benim yerime sen konuşursun' dedi.
"Üstad'ın Mevlâna'yı ziyareti"
"Konya'ya vardık. Taksi gelip, meydanda durdu. Birden bire taksinin etrafı bulut gibi kapandı. Şoföre, Abdülmecid Ağabeyin evine gitmesini söyledi. Abdülmecid Ağabeyin evi Konya'da, şimdi Turizm Müdürlüğünün arkasında bulunuyordu. O da yola çıkmış geliyordu. Arabanın açık olan camından Üstad'la bir müddet görüştüler.
"Bu arada kalabalık gittikçe artıyordu. Polisler kalabalığı dağıtmak için halkı joplarla dövmeye başladı. Halkı dağıttıktan sonra bizi de taksiden çıkararak dövmeye başladılar. Zübeyir Ağabeyi zorla jipe bindirmeye çalışıyorlardı. Ben polislerden kurtulup Üstad'ın yanına geldim. Üstad gelen polislere saatini göstererek, 'Ben namaz kılacağım' dedi. Öğle namazını Selimiye Camiinde kıldık.
"Üstad 'Mevlânâ'yı ziyaret edeceğim' dedi, fakat polisler müzenin açık olmadığını söylediler. Müze Müdürü Mehmet Önder oradaydı. 'O vazife bana ait, ben hususi olarak gezdireceğim' dedi. İçeriye girdik. Üstad, 'Ben yalnız gezmek istiyorum' dediyse de, halk ve sivil polisler Üstadı yalnız bırakmıyordu. Biraz yürüdükten sonra sandukaların olduğu yere geldi, kıbleye yönelerek dua etti, hem de bir taraftan ağlıyordu.
"Üstad'ın polislere teşekkürü"
"Daha ileri gitmedi, dışarı çıktı. Şişman bir komiseri yanına çağırdı. Kemal ismindeki bu komiser gelmedi. Başka bir polis çağırdı. O geldi. Ona şunları söyledi:
"Ben size teşekkür ediyorum. El öptürmek bana azaptır. Buna engel oldunuz. 28 sene hapishaneler, tazyikler, tevkifler, işkenceler ile bu memleketin asayişine hizmet ettim. Siz maddi olarak bu memleketin emniyet ve asayişine hizmet ediyorsunuz; ben ise mânevî olarak hizmet ediyorum. Biz bin savcı ve bin emniyet müdürü kadar hizmet etmişizdir. Onun için bize bir vazife arkadaşı olarak bakın, başka gözle bakmayın. Bunu bütün arkadaşlarına söyle.'
Üstad'ın Ankara'ya gelişi
"Daha sonra bana dönerek, 'Ankara'ya gelecektim, fakat bu hadiseler gösterdi ki, daha vakti gelmemiş.' Üstad Emirdağ'a gitti, ben de Ankara'ya döndüm.
"Üstad'ın Ankara'ya ilk gelişinde Bend Deresi'ndeki dershaneyi özel olarak hazırladık. Kendisine dershaneyi hazırladığımızı söyledik. Fakat Üstad, 'Şimdiye kadar bütün seyahetlerimde otelde kaldım. Orada kalacak olursam, başka yerdeki kardeşler; 'Bize niçin gelmedi?' der' diye kabul etmedi, 'Yalnız sen oradaki yorganı getir' dedi. Kendisi Beyrut Palas Otelinde kaldı.
"Birçok kişi Üstadı ziyaret ettiler. O zaman otele kardeşlerden ortak olanlar vardı. Otelin içi ve dışı kordon halinde polis ve jandarma tarafından tutulmuştu. Üstad o zaman bu hali görünce,
'Bizden ne tevehhüm ediyorlar? Burada bizi parça parça da etseler, biz yine asayişe dokunmayacağız. Çünkü masumlar zarar görür. Kur'ân tutan hiçbir el masumların zararına harekette bulunamaz.'
"Üstad bir müddet bu otelde kaldı. Bazı milletvekilleri geldiler. Onlara bazı tavsiyelerde bulundu.
"Üstad'ın ikinci gelişinde Bahçelievler'de bir ev tuttuk, telefon çektirdik. 'Üstad, ben burasını çok sevdim. Bir müddet kalacağım' dedi ve burada üç gün kadar kaldı. Polisler yine rahat bırakmıyordu. Evin sahibi bir kadındı. Polislere, 'Benim evime kimler gelmiş de böyle yapıyorsunuz?' diye çıkışmıştı.
"Menderes bizi anlamadı"
"Üstad Ankara'ya üçüncü defa gelmeyi arzu ettiklerinde bizim haberimiz yoktu. Emniyet haber almıştı. Bir tedbir olarak eve geldiler ve bizi nezarete aldılar. Bu arada İsmet İnönü'nün, 'Menderes Said Nursi'yi seçim propagandası olarak Ankara'ya getiriyor' şeklindeki sözleri gazetelerde yar aldı.
"Bunun üzerine Dahiliye Vekaleti, Üstad'ın Ankara'ya sokulmayacağı kararını almıştı. Üstad, Ankara- Gölbaşı'na geldiğinde polisler tarafından arabasını çevirirler ve Üstada emri bildirirler. 'Biz emir kuluyuz, emri tatbik ediyoruz' diye mazeretlerini söylerler. Üstad onlara, 'Ben suçlu değilim, aranmıyorum, o halde sizin kanunlarınıza göre her yere seyahat etme hürriyetim var. Sizin yaptığınız keyfî bir harekettir. Ben sizin kanunlarınızı dinlemiyorum. Yalnız benim altmış senedir tatbik ettiğim bir düsturum var: Asayiş bozmamak. ' Üstad oradan geri döner. Polatlı'ya kadar polisler onu takip ederler.
"Daha sonra bizi de nezaretten çıkardılar. Tabii biz ne olduğunu anlayamamıştık. 'Daha sonra öğrenirsiniz' diye bizi serbest bıraktılar.
"O gece hadiseyi öğrenince, otobüse atlayıp, Üstad'ın yanına gittim. Beni görünce,
'Menderes bizi anlamadı. Ben yakında gideceğim, Onlar -ellerini ters çevirerek- tepetaklak olacaklar.' dedi.
"Ben Üstad'ın Menderes'e dua ettiğini biliyordum. Isparta'da bir sabah ders yaparken, 'Kardeşlerim, ben bu gece Menderes'e dua ettim' dedi. Daha sonra öğrendik ki, Menderes o gece İngiltere'de uçak kazası geçirmiş, fakat kurtulmuştu.
"Vaaz kürsüsünde ders yaptık"
"1957-1958 yılları. Ankara'da Hacıbayram Camiinde sabah namazından sonra Risale-i Nur'dan okumaya başladık. Her sabah kürsüye çıkıp, 'Şimdi Bediüzzaman'ın Sözleri kitabından ders yapacağız' diyorduk. Böylece orada Sözler, Mektubat ve Lem'alar'ın yarısına kadar geldik. Daha sonra bu tatbikatımı Üstada anlattım. Üstad, 'Siz de böyle yapın' dercesine, gelene gidene bunu anlatıyordu. Bunun üzerine birçok şehirde Risale-i Nur okunmaya başlandı.
"Ankara'daki reklâm hâdisesi şöyle oldu.
Erzincanlı Refet Kavukçu kardeşe levhalara vecizeler yazdırdık. Bunları belediye otobüslerine astık, bir hafta kaldı. Garaja da astık. Garajda asılanların hâlen resmi vardır. Belediye işletme müdürü beni çağırdı. 'Siz ne yapmışsınız?' diye bana çıkıştı. Ben, 'Paramızla reklam yaptık' dedim. 'Alın paranızı' dedi. Levhaları istedim, vermedi. On beş sene sonra bir marangozhanede buldum. Hâlâ saklıyorum onları.
Radyoda Risale-i Nur reklamı
"Radyo ilânı da şöyle oldu. Bir reklâm pusulası yazıp Radyo Dairesine götürdüm. Oradakiler normal olarak kelimeleri saydılar. Otuz kelime vardı. Üç gün çıkmasını istedim. Vakit olarak da herkesin evine döndüğü yemek ve istirahat vakti olan akşam 7-7.30 sıralarında olmasını istedim. Bu arada bütün kardeşlere haber verdik. Üstad da dinlemek için odasından arabaya inmişti. Saat gelince spiker, 'Risale-i Nur müellifi büyük İslâm mütefekkiri Said Nur. Sözler, Lem'alar, Mektubat, İşaratü'l-İ'caz, Asa-yı Musa çıkmıştır. İsteme adresi: 'PK 444, Ulus-Ankara' diye metni okudu.
"Ertesi gün herkes yine radyo başında. Fakat saat gelip geçmesine rağmen çıkmadı. Hemen Radyo idaresine gittim. 'Para verdiğimiz halde reklâmlarımız niçin çıkmadı?' diye sordum.
"Radyoda 20 dakika konuşma yaptım"
"Siz bizi aldatmışsınız. Köşkten bizzat Reisicumhur telefon etti. Bizi bir güzel payladı. Paranızı alın, bir daha olmaz' dediler. Fakat bu tek reklâmın büyük tesiri oldu. Birçok beraatlere vesile oldu. Mahkemede, 'Efendim devlet radyosunda reklâmı yapılan bir eser nasıl yasak olur?' diyorlardı. Hakim, Radyo Dairesinden sorunca, 'Evet yapıldı' diye cevap alınca beraat veriyorlardı.
"Risale-i Nurları basmak için kâğıt bulamıyorduk. Kâğıt için İzmit'e gittik. Haberini almışlar. Bize kâğıt vermediler. Tartışma çıktı, müdüre kadar çıktık, yine de alamadık. 'Biz bu memleketin evlatlarını kurtarmaya çalışıyoruz, onlar bize kâğıt vermiyorlar' diye çok kızdım ve üzüldüm. Deniz kenarında gezmeye çıktım. O günlerde Üsküdar Vapuru battı. Vapurda 200-300 çocuk varmış. Onların babaları Ankara'da bir mevlid okutmaya karar verdiler. Mevlid radyodan veriliyordu. Ben vaizdim. 'Bir konuşma yapayım' dedim. Radyo İdaresinden birisi geldi. 'Hocam sizin konuşmanız iptal edildi' dedi. Çünkü Radyo İdaresi konuşma metnini görmemişti. Gelenlere, 'Kardeşim geç kaldınız, ben başlıyorum' dedim ve başladım. Ayrılan süre 10 dakika olmasına rağmen, 20 dakikayı geçti.
"Üstada telgrafla haber vermiştim. O da arabada dinlemiş. Ve çok sevinmiş. Hadise ertesi gün gazetelerde yer aldı. Ulus gazetesi, 'Nurcular dün gece cihad ilân ettiler' diye manşet attı. Daha sonra polisler bir çok arama yaptılar.
"Kardeşim, hizmeti düşünmeyin..."
"Emirdağ'da en son ziyaretimde Üstad şu tavsiyede bulundular.
'Kardeşim, hizmeti düşünmeyin, hizmeti en muhalife dahi Cenab-ı Hak yaptırır. Sizin düşüneceğiniz; uhuvvet, muhabbet, ittihat ve tesanüttür. En fazla düşüneceğiniz bunlardır. Bugün bize en fazla lâzım olan budur.'
"Çanta arama emri"
"Bir gün, İstanbul- Süleymaniye Kirazlı Mescit'teki medreseye polisler geldi. Arama yaptılar. O günler İçtihad Risalesinin Eskişehir'de basımına hazırlık yapıyorduk. Benim çantada İçtihad Risalesinin dizgi klişeleri vardı. Eğer çantayı yakalatırsak kitapların nerede basıldığı öğrenilecek, evraklar ile malzemeler elden gidecekti. Ben çantayı arkama sakladım. Bunu polislerden birisi gördü. Çantayı aramak üzere istedi, ben arama emri olmadan çantanın aranamayacağını söyledim.
"Polis, 'Çanta arama emri mi olur?' dedi ise de, ben direttim. Bunun üzerine, 'O zaman hepiniz karakola gideceksiniz' dediler.
"Bizi İstanbul Emniyetine doğru götürdüler. Benim kucağımda çanta vardı. Kaçacağımı anladılar, diğerlerinden çok beni kontrol ediyorlardı. Bizi Birinci Şube'de en üst kata çıkardılar. Bir polise teslim ettiler. Kayınbiradere, 'Ben gideceğim' dedim ve üzerimdeki adres defterlerini ona verdim. Ayete'l-Kürsiyi okuyarak kapıyı açtım, hızlı adımlarla merdivenleri ikişer üçer inerek o civarda Hocapaşa Camiine girdim ve çantayı kilimin altına sakladım. Çantayı arama emri çıkararak beni aramışlar, fakat ne beni bulabildiler, ne de çantayı arayabildiler.
"O sırada Necdet Elmas da Birinci Şube'de imiş. Emniyettekiler, 'Şimdiye kadar buradan hiçbir siyasi suçlu kaçmadı. Görülmedik bir şey' diye çok kızmışlar. Bunun üzerine Zübeyir Ağabeyi ve Mustafa Sungur Ağabeyi içeri aldılar.
"İki gün sonra Ankara'ya gitmek üzere otobüse bindim. Yolda kimlik kontrolü için bütün otobüsleri arıyorlardı. Konvoy çok uzun olduğundan, bizim otobüsün şoförü bir patika yola daldı ve hiç beklemeden devam etti. Orayı da Allah'ın inayeti ile atlattık.
"Sonradan Ankara'ya haber vermişler. Polisler bizim evin etrafını sarmışlar. Bend Deresi'ndeki evimizden inerken bir polis, 'Sen İstanbul'dan kaçan maznun değil misin?' diyerek beni tuttu emniyete götürdü. Emniyete vardığımda, 'Seni İstanbul'a göndereceğiz, oradan istiyorlar.' diyerek yanıma bir polis kattılar ve trenle beni İstanbul'a gönderdiler.
"Elimizden çekeceği var"
"İstanbul'a vardık. Polisin ismi İsmail'di. 'İsmail, benim çok mühim bir işim var, ben bir saate o işimi yapayım, sen de gez, daha sonra ben gelince beraber emniyete gideriz.' dedim.
"Polis memuru bana itimat ederek serbest bıraktı. Ben gittim işimi gördüm, döndüm, itimadı sarsamazdım. Sonra beraber emniyete gittik. Orada şerli bir komiser vardı. Beni görür görmez, 'Senin şimdi elimizden çekeceğin var' dedi. Ayakta beklerken o sırada birisi arkamdan bir darbe indirdi. Ben 'Allah' demiştim. Bütün polisler etrafıma toplanmıştı. O anda Şube Müdürü içeri girdi. Vaziyeti anladı ve müdahele etti, 'Onun ifadesini alın, fakat kılına dokunmayın' dedi.
"İfademi aldılar. Bir hafta kadar orada kaldım. Daha sonra askeriyeye gönderdiler.
"Neticede onlar da suçlu olmadığımızı anladılar. Beraat ettik. Şimdi Nurlar bütün âleme neşredildi. Elhamdülillahi Hâzâ min fadli Rabbî."
(Son Şahitler adlı eserin, dördüncü cildinden derlenmiştir...)