SELAHATTİN YAŞAR
Asırların Adamı: Bediüzzaman Said-i Nursi
-Denizli Hapishanesi’nde-
Bölgeler, şehirler ve insanlar değişse de zalimlerin zulmü ve hapishanelerin şartları pek değişmiyormuş. Onun için Said Nursi ve Nur Talebeleri, Denizli Hapishanesinde de zor şartlar altında yaşamışlar ve ağır işkencelere maruz bırakılmışlar.
Adalet mensuplarının ve hapishane görevlilerinin bu hunharca zulümlerine rağmen, mahkûmlar Said Nursi’ye ve Nur Talebelerine çok iyi davranmışlar. Gardiyanların, Nurculara eziyet etmeleri için yaptıkları baskı ve tahriklere aldırmamışlar.
Onların da kendilerine aynı şekilde mukabele ettiklerini görünce çay, kahve ve çerez ikram ederek ağırlamışlar. Hapishane hayatında pek örneği görülmemesine rağmen, onlara koğuşların başköşelerinde ve koğuş kabadayılarının hemen yanında yer vermişler. Bazı koğuşlarda ise hasım gurupların arasına yerleştirilerek, sükûneti ancak onların varlığı sayesinde sağlayabilmişler.
Hapishanede tabii olarak tezahür eden bu muhabbet ve sevgi halesine Süleyman Hünkâr gibi hapishane ağaları da katılınca, sohbet meclisinin kurulması fazla zaman almamış. Böylece çok geçmeden hapishanenin gönüllere sinen kasaveti dağılmaya başlamış.
Nur Talebeleri, Gönenli Mehmet Efendi, Muzaffer Ozak, Şemseddin Yeşil gibi Nur Talebesi olmadıkları halde Said Nursi’ye yakınlıkları ile bilindikleri için tevkif edilen şahsiyetlerin de yardımı ile mahkûmlara Kur’an öğretme ve onları ibadete teşvik etme seferberliği başlatmışlar.
Böylece, asi ve ümmî mahkûmlara bile kısa zamanda hatim indirecek kadar Kur’an öğretenler, her namaz vaktine bir o kadar da kaza namazı ekleyecek kadar ibadet şevki verenler, hafız yetiştirenler ve birkaç kişiyi katleden gabî ruhları, kendisini taciz eden tahtakurusunu öldüremeyecek kadar yumuşatanlar hep el üstünde tutulup gönüllere taht kurmuşlar.
Said Nursi ise Eskişehir Hapishanesinde olduğu gibi Denizli Hapishanesinde de tek başına küçük bir hücreye hapsedildiği için, zaman zaman mahkûmların samimi ve coşkun sevgilerine muhatap olduğu halde, en yakın talebeleri ile bile görüştürülmemiş.
Eskişehir Hapishanesinde ve Kastamonu’daki sürgün yıllarında olduğu gibi Denizli Hapishanesinde de en ağır işkencelere, ihmallere, eziyetlere ve sıkıntılara hep o düçar olmuş. Başkalarından yardım istemek veya feryad ü figan etmek gibi zaafı olmadığı için de, her muameleye hep tek başına mukavemet etmiş.
Fakat bu azapların hiçbiri Said Nursi’yi yıldıramamış. O bütün bu zorluklara ve zulümlere rağmen, ibadetlerine, zikirlerine, evradlarına, te’lif ve tashih çalışmalarına aynı şevk, gayret ve ahenkle devam etmiş.
Mahkûmların büyük bir iştiyakla Risale-i Nurlara sarıldıkları halde, Kur’an hattı ile okuyup yazmasını bilmedikleri için zorluk çektiklerini öğrenince, bu nuranî ve Kur’anî hakikatlardan onların ve onlar gibi olan millet ekseriyetinin mahrum kalmamaları için, Risalelerin Latin harfleri ile yazılıp çoğaltılmasına müsaade etmiş.
Bediüzzaman’ın bu kararından sonra, Hüsrev Efendi’nin hissî muhalefetine rağmen, başta Nur Talebeleri olmak üzere hemen hemen bütün mahkûmlar, bazen guruplar halinde, bazen de tek başlarına Risale yazıp okuyarak Nurlarla meşgul olmaya başlamışlar.
Denizli Mahkemesinde de Eskişehir’deki iddia ve isnadlarla suçlanan Said Nursi, mahkeme reisi Ali Rıza Beyin iyi niyetli tavırları üzerine makul ve mutedil ifadelerle bu iddia ve isnadlara cevap vermiş. Fakat her celsede savcı aynı iddiaları sıralayıp ısrarla idamını isteyince dayanamamış:
“Ben sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza da beş para ehemmiyet vermem! Çünkü ben, kabir kapısında ve yetmiş yaşındayım. Böyle mazlum ve masum bir-iki sene hayatı, şehadet mertebesiyle değiştirmek benim için büyük saadettir. Risale-i Nur’un binler hüccetleriyle kat’i imanım var ki, ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer idam da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî saadetin ve rahmetin anahtarı olur.”
Girdiği her celsede mahkeme salonunu umumî bir ders mekânı haline getiren Bediüzzaman, burada da şahsını zindandan kurtarmak için bir tek kelime sarf etmezken, aylarca süren mahkeme safhalarında hep Allah inancını, Peygamber sevgisini ve Kur’an hizmetinin kudsiyetini anlatmış. Savcının asılsız iddiaları tahammül hududunu aştığı zamanlarda ise, o da sözünün şiddetini arttırmış:
“Elimizde Nur var, siyaset topuzu yok. Lakin laik cumhuriyet hükümeti eğer dinsizlik hesabına imanına ve ahiretine çalışanları mesul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâperva ilan ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, iman ve ahirete feda etmeye hazırım.”
Bediüzzaman’ın bu kahramanca müdafaalarını yalnız Nur Talebeleri değil, o gün duruşması olan diğer mahkûmlar da hayranlıkla dinlerler ve her fırsatta Üstada, “Bize Hâlikımızı tanıttır, ahiretimizi bildir, ta ki nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkaramasın, bir daha bu şekilde hapishanelere düşmeyelim” derlermiş. Bunun üzerine Bediüzzaman da bir cuma günü, “Biz de ahireti Allah’tan soruyoruz” diyerek başlamış yazmaya;
“O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla, 'Evet, ahiret vardır ve sizi oraya sevk ediyorum.' ferman ediyor.”
gibi ifadelerle devam etmiş.
Daha sonra esma-i hüsna’nın aydınlığında ahiret hakikatini, hayatın ve tabiatın değişik safhalarından misaller vererek anlatmış. Meyve Risalesi adını verdiği bu eserini kararlı ifadelerle bitirmiş:
“Madem Cenâb-ı Hakk'ın ekser isimleri ahireti iktiza edip isterler; elbette o isimlere delâlet eden bütün hüccetler, bir cihette ahiretin tahakkukuna dahi delâlet ederler. Madem melaikeler ahiretin ve âlem-i bekanın dairelerini gördüklerini haber veriyorlar; elbette melaike ve ruhların ve ruhaniyetın vücut ve ubudiyetlerine şehadet eden deliller, dolayısıyla ahiretin vücuduna dahi delalet ederler.
“Madem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın bütün hayatında vahdaniyetten sonra en daimî dâvâsı ve müddeâsı ve esası ahirettir; elbette o zâtın nübüvvetine ve sıdkına delâlet eden bütün mucizeleri ve hüccetleri, bir cihette, dolayısıyla ahiretin tahakkukuna ve geleceğine şehadet ederler.
“Madem Kur'ân'ın dörtten birisi haşir ve ahirettir ve bin âyâtıyla onun ispatına çalışır ve onu haber verir; elbette Kur'ân'ın hakkaniyetine şehadet ve delâlet eden bütün hüccetleri ve delilleri ve burhanları, dolayısıyla ahiretin vücûduna ve tahakkukuna ve açılmasına dahi delâlet ve şehadet ederler.” (Şualar, 11. Şua, Yedinci Mesele)
Bediüzzaman, hücresinde tek başına küçük kâğıtlara yazdığı bu eserin bazı parçalarını çorba tasının altına yapıştırarak, bazılarını kibrit kutularına koyup tenha vakitlerde talebelerine atarak, bazılarını da bazı samimî gardiyanlarla talebelerine ulaştırmış.
Hafız Ali, Tahirî, Mehmet Feyzi gibi Nur Talebeleri bu parçaları birleştirip, yeniden yazarak Üstada göndermişler. Üstad'ın tashihinden geçen bu eseri bazı mâhir mahkûmlarla birlikte çoğaltmışlar. Bazılarını mahkûmlara verirken, bazılarını da gizlice dışarıya çıkarmışlar.
Fakat çoğaltılan eserler hapishanedeki ihtiyacı bile karşılamayınca, Süleyman Hünkar dışarıdan gizlice bir daktilo getirtmiş ve koğuşuna koymuş. O kapıda bekçilik yaparken Hafız Ali, Mehmet Feyzi, Tahirî ve Sadık Bey de Risaleleri daktilo ile çoğaltmaya başlamışlar.
Bütün bu gelişmeleri hissettiği halde, hapishanenin iç işleyişine pek karışamadığı için mani olamayan savcı ise “Bediüzzaman ve Talebeleri hapishaneyi mektebe çevirdiler” diyerek durumu Ankara’ya bildirmekten başka bir şey yapamamış.
Bundan kısa bir zaman sonra Ankara’dan Denizli Hapishanesi’ne siyasî mahkûm olduğu söylenen yabancı tipli bir adam gelmiş. Bir süre sonra da hapishanede serbestçe dolaşmaya başlamış.
O adam, esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolduğu gün zehirlenmiş Said Nursi. Bu zehir o zamana kadar verilenlerin en tesirlisi imiş. Onun için Said Nursi zehirlendikten hemen sonra komaya girmişse de bunu haber alan Nur Talebelerinin tabiî müdahaleleri ve doktorun tıbbî ilaçları neticesinde biraz kendine gelir gibi olmuş.
Buna rağmen Üstad'ının hayatından endişe eden Hafız Ali, bir kenara çekilip iki rekât namaz kıldıktan sonra, “Allah’ım, Bediüzzaman’a bu milletin ve insanlığın ihtiyacı var. Eğer o bu zehirin tesiriyle vefat edecekse, o zehiri bana ver, onun yerine ben öleyim. Benim ömrümün kalan kısmını ona bahşet. Ta ki o insanlığı ebedî ölümden kurtaracak olan eserlerini tamamlayıp hizmetlerini ifâ ve itmâm etsin.” diye yalvarmış.
Halis bir niyetle yapılan bu ilticanın hemen ardından Hafız Ali hastalanarak hastaneye kaldırılmış, çok geçmeden de vefat etmiş. O, yıllardır yegâne riyazet yemeği olan un çorbasından başka bir şey yiyip içmediği halde doktorlar zehirlenmeden dolayı vefat ettiklerini söylemişler. Said Nursi ancak Hafız Ali’nin vefatından sonra iyileşmiş.
Yalnız Nur Talebelerine değil, bütün Denizli ahalisine de sevinçle üzüntüyü birlikte yaşatmış bu hadise. Fakat insan iradesini aşan manevi bir hâl olduğu için, Allah’a sığınıp dua etmekten başka bir şey yapamamışlar.
Bediüzzaman Said Nursi’yi ve Risale-i Nurları daha birkaç ay önce tanımasına rağmen, müdakkik bir nazarla okuduğu için, ancak birkaç yılda alınabilecek ilmi, bilgiyi ve feyzi bu birkaç ay içinde alan Hasan Feyzi, bu hicran hâli karşısında kalemine sarılarak hislerini teskin etmeye çalışmış:
"Ey Nur yolunun yolcusu, ey ruh-u münevver,
Bir medfen-i pâkin ola ruhun gibi enver,
Yerlerde beşer, gökte bütün nurlu melekler,
Her gün sunuyor ruhun için Arşa dilekler.
“Hafîd” diye ben nâmını duydum o huzurda,
Mehdin okunur hem de bu gün meclis-i nurda."
İnsan idrakini ürperten ve zihinlere ebedî bir feragat tablosu olarak nakşolan bu hadise, mahkemenin seyrini de değiştirmiş. Savcının bütün oyunlarına ve tehdidkâr isnadlarına rağmen, mahkeme heyeti ittifakla Said Nursi’nin ve Nur Talebelerinin beraatlerine, müsadere edilen kitaplarının da iadesine karar vermiş.
Hemen o gün tahliye edilmiş Nur Talebeleri. Denizlililer, aralarında topladıkları paraları onlara vermek istemişler. Lakin, yol parası olanlar, küçük bir sermaye olan bu meblağlara dönüp bakmamışlar. Parası olmayanlar da sadece yol parası kadar yardım kabul etmişler ve çeşitli vasıtalarla evlerine dönmüşler.
Sadece Said Nursi kalmış Denizli’de. Mahkeme onunda beraatine karar vermiş, ama Nur Talebelerinin evlerine dönmelerine müdahale etmeyen emniyet mensupları, onu bırakmak için Ankara’dan talimat beklemişler.
Hakkında hiçbir zahiri sebep ve kanunî müeyyide olmamasına rağmen, Ankara hükûmeti onu Emirdağ’da ikamete mecbur etmiş. Devletini ve milletini çok seven Said Nursi, bir karışıklığın çıkmasına meydan vermemek için hükümetin bu haksız kararına karşı sabırla mukabele etmiştir.
Bediüzzaman Said Nursi, 1944 yılının Ağustos ayında bir sürgün müfrezesinin eşliğinde Emirdağ’a doğru giderken, Denizli’de son sözü yine Hasan Feyzi’nin kalemi söylemiş:
"Çekilip nuru hidayet, yine zindan olaca
Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak
Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm
Çünkü hicran dolu kalbim, yine hicran olacak…""Sakınıp, Feyz-i biçareye bahs açma bugün
Yeni baştan, yine şeyda, yine giryan olacak.
Bab-ı Feyzi den ırak olmayı asla çekemem
Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak…"
(Halil DÜLGAR, Yazarların Gözüyle Bediüzzaman'ı Tanımak, eserinden alınmıştır.)