9. “ 'Şeriatta, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.' diyen Said Nursi, şeriatın neden ibaret olduğunu bile kavrayamamıştır.

Soru Detayı

“ 'Şeriatta, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.' diyen
Said Nursi, şeriatın neden ibaret olduğunu bile kavrayamamıştır. Ayrıca bu ifadeleriyle; 'Allah’ın kendi hükümleri ile hükmetmeyenleri, kafirlerin ta kendileri.' diye bildirdiği
despotlara da, bir manada meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadır."

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

İnsanların farklı bakış açılarıyla farklı sonuçlara varmaları her zaman mümkündür. Eğer siz İslam’ı bütün yönleriyle bir siyaset, bir idare işi olduğunu düşünürseniz, onun % 99’u siyasete bakar diyebilirsiniz. Şayet, İslam’da esas olan ferdi mesuliyettir; bu da ferdi hayata bakar, diye düşünürseniz, İslam’ın % 99’unun toplumsal hayatın idaresine bağlı, siyaset kurumuna tabi olmadığını, bilakis, %99’unun ferdi hayatta yaşanacak olan iman, ibadet, ahlak, ahiret ve fazilete dair olduğunda tereddüt etmezsiniz.

Nitekim Peygamber Efendimize (asm) “Din nedir?” diye sorulunca, verdiği cevap şu olmuştur: “Din güzel ahlaktır.” Sahabe efendilerimiz “Peki başka nedir?” diye tekrar ederler soruyu, ama cevap değişmez. “Din güzel ahlaktır!..” der.

Keza şu hadisi şeriflere bakalım:

“Güzel ahlak dinin kılıfıdır.”


“Kulların Allah’a en sevgili olanları, ahlakı en güzel onlardır.”


“Güzel ahlak dinin yarısıdır.”(1)

İtiraz edenler, Bediüzzaman’ın bu sözü söylediği zaman ve zeminini düşünmeden onun bu tespitini anlayamazlar. İslam dininin yavaş yavaş hayattan kopmaya başladığı bir devirde, Osmanlı döneminin o çalkantılı son yıllarında, İslam’ın hiç olmazsa yaşanabilir bir yönü olan ferdi hayatında bile onun emir ve yasaklarına riayet etmediği halde, devletin görevine el atmayı düşünenlere verdiği bir derstir.

“Biz bize düşen görevlerimizi yapalım, İslam şeraitinin, devleti ilgilendiren kısmını da ulü’l-emrlerimiz düşünsün.” demiştir. Kaldı ki, bu tür ifadeler, çokluktan kinaye de olabilir.

Bediüzzaman bu ifadelerini meşhur 31 Mart hadisesini müteakip kurulan Divan-ı Harb-i Örfi (sıkıyönetim) mahkemesinde seslendirmiştir. Yani bu cümle, şeriatla idare edilen Osmanlı döneminde söylenmiştir. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen zalimler sınıfına Osmanlı idarecileri giremez ki, despot olsunlar ve Bediüzzaman da onlara meşruiyet kazandırsın. Ancak müddei, videoda bu ifadeleri kullanırken, Cumhuriyet meclisi görüntülerini ekrana getirmektedir.

Öte yandan, yüzlerce kişinin, “Sen de şeriat istemişsin?..” iddiasıyla idam edildiği bir mahkemede Bediüzzaman, kendisine sorulan aynı soruya şu cevabı vermiştir:

“Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil…”(2)

Diğer taraftan, sağır sultan dahi biliyor ki, Cumhuriyet tarihinde Bediüzzaman hiçbir zalim idareciye boyun eğmemiş ve yirmi sekiz senelik esaret, sürgün, çile, mahrumiyet ve hapis hayatını göze alarak onlarla mücadele etmiştir.

Bediüzzaman unvanını alan, birçok fıkıh ve usulul-fıkha dair kaynak eserlerin de içinde bulunduğu doksandan fazla eserleri ezberine alan bir allame-i asır için İslam dinini bilmediğini ima etmek, olsa olsa, cehaletten kaynaklanan bir pervasızlıktır.

Şimdiye kadar tahkik adına bazı açıklamalar yapıldı, şimdi ise hakikat namına diyoruz ki, “İslam dinin % 99’unun ibadet, ahiret, ahlak ve fazilet hakkında olduğu hususu tartışmasız bir gerçektir. Siyasete taalluk edenler, cihad ve bir kısım cezaî müeyyidelerden ibarettir.”

Örneğin imanın şartlarından hiçbiri siyasete bağlı değildir. İslam’ın şartlarından hiçbiri siyasete bağlı değildir. Zekât gibi bir vecibe devletin eliyle de yerine getiriliyorsa da, esasen bir İslam vecibesi olması itibariyle ferdi bir sorumluluktur. Kur’an’ın temel maksatları ve ders vermek istediği temel hedefleri tevhit, nübüvvet, haşir akidesi, ibadet ve adalettir. Bunları hepsi siyaset dışında olan konulardır. Adaletin siyasetle ilgili bir tarafı varsa, ferdi plandaki tezahürleri % 99’dur. Zira adalet de İslam’ın öğrettiği güzel ahlakın ta kendisidir.

Kaldı ki, siyasî görünümdeki bazı cezaî müeyyidelerin konusu dahi ferdi ahlakla yoğrulması gereken bireysel hayatın tezahürleridir. Örneğin, zinanın cezası devlet tarafından Kur’an ve sünnetle tespit edilen çerçevede uygulanıyor olması haysiyetiyle, bir nevi siyasete taalluk ediyorsa da, zinanın yapılıp yapılmaması, kişilerin ahlaki yapısıyla ilgilidir. Keza, hırsızlık cezası aynı şekilde bir nevi siyasetle ilgisinin olması, hırsızlık yapıp yapmamanın ferdi ahlak ilkelerinin bir sonucu olduğu gerçeğini değiştirmez. Yine içkinin cezası devlet tarafından veriliyor olması, içki içip içmemenin fertlerin kazandıkları ahlaki değerleriyle olan yakın bağlantısını koparabilir mi?

Acaba, fertlerin sorumluluğunu hatırlatan bu ifadenin, siyasetçilerin despotluğunu meşru kılması mümkün müdür? Nitekim, namaz kılmayan, oruç tutmayan fasık olur, fakat despot olmaz. Despotluk başkasına zulüm yapan siyasetçilerin vasfıdır. Yani bir devlet adamı şahsi ibadetleri yerine getirmediği zaman fasık olur, inanmazsa kâfir olur, fakat despot olmaz. Despotluk, başkalarının hayatına müdahale etmek, zulmetmek ve haksızlık etmekle olur. Bu sebepledir ki, bir hadis rivayetinde,

“Küfür devam eder, fakat zulüm devam etmez.”(3)

buyrulmuştur. Demek ki, mümin olduğu halde despot olan kimseler olduğu gibi, kâfir olduğu halde adil olan kimseler de vardır. Bu konuda hadiste, Habeşistan Kralı Hristiyan kökenli Necaşi’nin adil hükümdar olarak vasıflanması önemli bir örnektir.

“Şeriatta, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir.” demenin mutlak manada “şeriatın yüzde doksan dokuzunu inkar olduğunu...” söylemek İslam-vahiy tarihini, mantık kurallarını bilenlerin yapabileceği bir iş değildir. Şeriatı tamamen siyaset sanmak, şeriatı bilen bir akıl sahibinin iddiası olamaz.

Kur’an’ın emir ve yasaklarına bakan cahil bir kişi bile bu emir ve yasakların ahlak ve fazilet ve ibadet kapsamında olduğunu görür. Hırsızlık yapmamak, zina etmemek, zulmetmemek, ölçü ve tartıda hile yapmamak, yalan şahitlik, iftira, gıybet, haksız yere cana kıymamak, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zanda bulunmamak, anne babaya itaat, yetim hakkına riayet, fitne çıkarmamak gibi Kur’anî emir ve yasaklar, ahlak ibadet ve fazilet örneklerinden sadece bir kaçıdır.

Özetle denilebilir ki, İslam dini kulluğu ve güzel ahlakı ders vermeyi esas almıştır.

“Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.”(4)

hadis-i şerifi de bu gerçeğin altını çizmiştir. Siyaset ve hukuk ise bu güzel ahlakı korumak için vardır.

Dipnotlar:

(1) bk. Kenzu’l-Ummal, III/ 3.

(2) bk. Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı.

(3) bk. El-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II/107.

(4) bk. Muvatta, Hüsnül Hulk, 8.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Okunma sayısı : 8.688
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

birfakiradam
Allah ebeden razı olsun. Bu ve benzeri yazılanların, mesleği tenkid ve tekfir üzerine bina edilenlere hiçbir faide vermeyeceğini müteaddit tecrübelerle kanaat getirmişim. fakat şu da var ki, bu sullere maruz kalan veya bunları dinleyen insanların kalblerini tatmin ve evhamlarının izalesi için binler faidesi var. binler selam.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
hamditas

Allah'ın Hükmü İle Hükmetmeyenler
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 05-7-2010
İstanbul’da yaptığımız bir sohbetten sonra bir grup genç yanıma geldiler. Onlardan birisi:

“Hocam müsaade ederseniz bir sualimiz var” dedi. Ben de, “Buyurun” dedim.

“Biz bir haftadan beri bu derslerinizi dikkatle takip ediyoruz. Bu derslerden iman ve Kurana ait izahlarınızı, doğrusu fevkalade bulduk; dinleyen herkesi tatmin eder. Bunlara karşı hiçbir itirazımız yok. Ancak günlerdir bizim dikkatimizi çeken bir husus var ki o da şu:

“Meselenin odak noktasına hiç yanaşmadınız.”

“Ben odak noktasından ne kasttettiğinizi pek anlayamadım. Bu odak noktası nedir? Açıklayın da bileyim ben ona uzak mıyım yakın mıyım?” diye sordum.

Biraz çekingen bir tavırla:

“Efendim siz bu kâfir devlete karşı hiç bir şey demediniz.” dedi.

Ben de:

“Neye dayanarak bu hükme vardınız, hangi cesaretle siz bu ithamı yapıyorsunuz? Bu itham en evvel sizi tehlikeye götürür.” deyince, “Efendim bu iddiamı Kur’an’a dayanarak yapıyorum. Cenab-ı Hak Kuranda bir ayetinde “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen bir kimse kâfir olur.” demiyor mu?” dedi.

Ben de:

“Siz bu Ayet-i Kerimenin manasını, Kur’an’ın tefsirine bakarak mı çıkardınız? Yoksa ayete kendi anlayışınıza göre mi mana veriyorsunuz?” diye sordum.

“Efendim biz tefsirlere bakmaya lüzum görmüyoruz. Çünkü bu ayet-i kerimeyi Cenab-ı Hak açık ve sarih olarak beyan ediyor.” diye cevap verdi.

Kendisine:

“Her ilmin kendine mahsus mütehassısları vardır ve Kur’an-ı Kerîm’i izah etmekte müfessirler salahiyetlidir, o noktada onlara müracaat edilmesi lazımdır. O sahada söz sahibi onlardır.” dedim ve sordum:

“Sizin mesleğiniz nedir?”

“Doktorum.” dedi.

“Bir hasta senin yerine bir mühendise muayene olmaya kalksa olur mu? Ne dersiniz? diye sordum. O yine ısrarla:

“Ayetin manası sarih olduğundan müfessirlere müracaat etmeye lüzum görmüyoruz” dedi.

Onun bu ısrarına karşı:

“Cenab-ı Hak Kur’an’ında yalan söylemeyi, zina etmeyi, hırsızlık yapmayı helal kılmış mıdır?” diye sordum.

“Elbette hayır.” diye cevap verdi.

“Şu halde, dedim, siz hiç ömrünüzde yalan söylemediniz mi? Eğer deseniz ki söylemedim, asıl yalan bu olur. Demek ki siz de yalan söylemişsinizdir. Allah yalan söylemeyi indirmediğine onunla hükmetmediğine göre, siz kendi mantığınızla kendinizi kâfir etmiş olmuyor musunuz?” diye sordum.

O zaman tamamen sesleri kesildi. Ben de ayeti kerimenin asıl manasını açıkladım:

Ayetteki “vemenlemyahkum”, bi-l mana “vemenlemyusaddık”tır. Yani, “Allahın hükümleri ile amel etmeyen değil de, onun hükümlerini tasdik etmeyen reddeden kâfir olur. Çünkü amel etmemek başka, inkâr etmek daha başkadır. Amel etmeyen günahkar, inkâr eden ise kâfir olur.” dedim. Ayrıca daire-i itikat ayrı daire-i muamelat ayrıdır.İkisini birbirine karıştırmak yanlış olur.

Devlete gelince, Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Şeriatta yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir, yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir. Onu da ululemirlerimiz (yani devleti idare edenler) düşünsünler.” Demek ki, bizim vazifemiz, imana, irfana, ahlâka ait meseleleri öğrenip, öğretmektir. Biz de Risale-i Nur talebeleri olarak bu vazifeyi yapıyoruz. Şu halde devletin vazifesi başka, bizim vazifemiz başkadır. Devlet bazı cihetlerden hatalı olsa bile, binlerce cihetten iyiliği vardır. Allah hiçbir milleti devletsiz etmesin. Çünkü, sizin ittiham ettiğiniz, suçladığınız devlet sayesinde okullarınızda okuyorsunuz, onun birçok nimetlerinden faydalanıyorsunuz. Malımızın, canımızın emniyetini bu devlet sağlıyor.” dedim.

Sonra da onlara sordum:

“Nerede okuyorsunuz? Birisi “Hukukta okuyorum, diğeri, Edebiyat Fakültesinde okuyorum, bir diğeri de Tıp Fakültesinde okuyorum.” diye cevap verdiler. Hukukçuya:

“Sen bu küfürle ittiham ettiğin bir devletin hukukunu nasıl okuyorsun?” diye sordum. Cevap verememesi üzerine, “Ne kadar tezata düştüğünüzü anladınız mı?” diye kendilerini ikaz ettim. “Devletin yaptığı bazı yanlışlara karşı da suskun kaldığımız söylenemez.” diye ilave ettim. Bunun üzerine bana:

“Bu devlet bir zamanlar Kur’anı, şimdi de Risale-i Nurları yasak etmedi mi?” diye sordular.

Cevaben:

“Şu noktaya dikkat etmemiz lazım. Devlete karşı itaat etmemek başka, isyan etmek başkadır. Devletin dine ait meselelerdeki yasaklarına karşı itaat etmeyiz, ama devlete isyan da etmeyiz.” dedim. Sohbet sonunda memnun ve müteşekkir olduklarını ifade edip yanımdan ayrıldılar. Ben Erzurum’a dönünceye kadar derslerimize devam ettiler...

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yükleniyor...