"Said Nursi Gerçeği" adlı videodaki iddia, iftira ve itirazların tamamına cevap verir misiniz?

"Said Nursi Gerçeği" adlı videodaki iddia, iftira ve itirazların tamamına cevap verir misiniz?
Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Bismillahirrahmanirrahim.

Baştan sona iftira, yalan, cerbeze, saptırma, hakaret ve küfürle dolu "Said Nursi Gerçeği” adlı videoda yer alan iddialara cevap vermenin, bir zaman ve emek israfı olduğunu biliyoruz. Zira söz konusu videoyu izleyen her vicdan ve izan sahibi, sadece kullanılan üsluba baksa, bu çalışmanın bir art niyet ve saldırı ürünü olduğunu görecektir. Zira bir Müslüman, hatalı gördüğü din kardeşini, yanlışından dolayı uyarırken, şefkatle ve merhametle uyarır; hakaretle ve küfrederek değil. Hâlbuki bu belgeselde, tamamen ön yargı olduğu için, baştan sona hakaret, saldırı ve küfür vardır.

Diğer yandan, uyarılan kişi veya kişiler sıradan ve bir avuç insan değildir. Küfür ve dinsizliğin hâkim olduğu en zor zamanlarda dine hizmet etmiş ve etmekte olan, milyonlarca Müslüman’ın gönlünde taht Kuran, binlercesi ilahiyatçı olmak üzere milyonlarca ilim ehlini ve akademisyeni bünyesinde barındıran bir camiadır.

Bediüzzaman ise, bugün eserleri gizli saklı okunan bir alim değildir. Eserleri ve hayatı üzerinde yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlanan, yüzlerce üniversitede ve farklı platformlarda, kendisi ve eserleri üzerinde sempozyumlar, paneller, konferanslar yapılan, kitaplar ve makaleler yazılan, başta Ezher Üniversitesi hocaları olmak üzere İslam alimleri tarafından taktir ile yâd edilen bir şahsiyet söz konusudur.

Risaleler, yetmişten fazla dünya diline çevrilmiş ve bugün dünyada en çok okunan eserler arasında yer almaktadır.

Bu eserlerde eğer iddia edildiği gibi vahim hatalar varsa, nasıl oluyor da bu kadar ilim ehli, hiçbir mecburiyetleri olmadığı halde takdirle ve hayretle okuyor ve istifade ediyor?

Nitekim müddei bunu izah edemiyor. İşin içinden çıkamadığı için de, “cemaat mensuplarını, aldatılmış birkaç cahil cühela” diye tarif ediyor.

Bu kadar insan ve ilim ehlinin, eğer iddialar doğru ise, bu yanlışlarda ittifak etmesi mümkün müdür?

Ya bu iddialar doğrudur ve bugüne kadar İslam’a hizmet eden milyonlarca Müslüman yanlış yoldan gidiyor ve kandırılmıştır diyeceğiz veya bu belgeseli hazırlayan bir avuç art niyetli insanları müfteri kabul edeceğiz.

“Çamur at izi kalsın.” mantığıyla hazırlanan bu belgeseldeki iddialara yine de tek tek cevap vereceğiz. Zira Bediüzzaman ve eserlerini bilmeyenler bu iddiaları doğru kabul edebilirler veya kafalarında soru işaretleri kalabilir.

Ancak biz saldırılara cevap verirken, küfür ve hakaret içeren bir üslup kullanamayız. Şüphesiz herkes kendi karakterinin gereğini sergiler. Hazreti Peygamber (asm)’in ahlakı ile ahlaklanmış bir karakter böyle bir üsluba tenezzül edemez. Diğer yandan, Bediüzzaman, Kur’an’ın bu asra bakan bir tefsiri olan risalelerinde, gelecekte bu tür saldırıların olacağını, Allah’ın inayeti ile bilmiş ve nasıl bir üslup ile cevap vermemiz gerektiğini dahi bildirmiştir. Tek kelimesini değiştirmeden, söz konusu ifadeleri olduğu gibi buraya alıyoruz:

“İleride, meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah (makam sevgisi) vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbâlarının (tabilerinin) hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem (soğuk kanlı olmak) ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını (reislerini) çürütmemek gerektir.”

“Muarızlara (saldıranlara) hiddet ve tehevvürle (sertlikle) ve mukabele-i bilmisille (aynı şekilde karşılık vermekle) karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârâne (barışçıl bir üslupla), medâr-ı itiraz (itiraz edilen) noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.”

“Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ (kavga) çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor.” (Kastamonu Lahikası, 120. Mektup)

İşte kemal ve büyüklük budur. Kendisine saldıranları kafir ve hain diye ilan etmiyor. Hak ve irşad ehli diyerek başlıyor ve talebelerini oyuna gelmesinler diye uyarıyor. Özetle şunu söylüyor:

Hak ve İslam ehli olanlar, kendi aralarında mücadele edip, birbirine saldırırken, küfür ve dalalet ehli ancak bundan fayda sağlar. Dolayısı ile biz aynı oyuna gelmeyelim, sadece itiraz edilen noktaları izah edelim, şahısları hedef alıp, onlara saldırmayalım, aynı üslup ile karşılık vermeyelim, diyor Bediüzzaman. İnşallah biz de iddialara cevap verirken bu ölçülere dikkat eder, nefsimize uymayız.

Şimdi videodaki iddialara sırası ile cevap vermeye çalışalım. İddialara cevap verirken, iddiaları baştan sona tekrar etmek, bu çalışmayı çok uzun kılacağı için, birkaç cümle ile iddiaları ifade edip cevaplarına geçeceğiz.

  • 1. “Said Nursi ve eserleri taraftarlarınca kutsal ilan edilmiş, halka da böyle lanse edilmiştir…”

Bediüzzaman Said Nursi’nin kutsallaştırıldığı" ifadesi çok yuvarlak ve muğlaktır. Kutsallık mefhumu çok farklı olduğu gibi, değişik mertebeleri de içermektedir. Örneğin, Mekke - Medine’ye kutsal mekanlar denilir. “Vatan toprağı kutsaldır.”; “bayrak kutsaldır.”; “insanın kanı kutsaldır”,.. Ancak, bu kutsallardan hiçbiri Allah, Kur’an, Peygamber (asm) gibi kutsal değildir. Peygamber de Allah’ın kutsallığını paylaşamaz.

Eğer müddei, Bediüzzaman Said Nursi’ye, Nurcular tarafından, -hâşâ, yüz bin defa hâşâ- Allah veya peygamber seviyesinde bir kutsallık atfedildiğini iddia ediyorsa, bu iddia milyonlarca Nurcu tarafından tekzibe uğramaya mahkumdur.

Yok eğer müddei, Bediüzzaman Hazretlerinin “asrın müceddi, ilhama mazhar, Bediüzzaman unvanını hakketmiş, maddi ve manevi ilimlerde asrın Bedii olduğunu hayatıyla ispat etmiş, daha otuz yaşlarında iken 1907’de İstanbul’a geldiğinde, âlimleri ilmi münazaraya davet etmiş ve ikametgâhının kapısında:

'Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz.’(1)

şeklinde bir levha asmış; Risale-i Nur eserlerini Kur’an’dan mülhem olarak yazdığını ilan etmiş ve bu sebeple, milyonlarca insanın hürmet ve muhabbetini kazanmış bir kişi” manasındaki gerçeği “kutsallık” olarak düşünüyorsa, bunun neresinde dine aykırılık var diye düşünmek lazım... Kaldı ki, Nurcuların lügatinde asla yer almayan bu “kutsallık” sözcüğü, sadece müddeinin kendi MUFTEREYAT (iftiralar, uydurmalar) sözlüğünde yer almaktadır.

Bununla beraber, müddeinin “kutsal” sözcüğüyle ifade etmeyi tercih ettiği, güvenilir, itimat edilen, saygın yeri olan bir kişiliği, bunu hakketmeyen birine, örneğin müddeinin kendisine vermeyi deneyelim, acaba kaç kişi buna inanacaktır!..

Yüzlerce din ve fen bilim adamlarının, hayranlıkla eserlerini okuyup onu yakından tanıdıktan sonra, ona aşk derecesinde bağlandığını gördüğümüz Bediüzzaman Said Nursi’nin, umumun kabulüne mazhariyetini içlerine sindiremeyenler, onu iftiralarla halkın nazarında küçük düşüreceklerini sanıyorlar...

Bir çobanın bir valiyi taklit etmesi, bir cahilin İbn Sina’yı felsefede, hikmette taklit etmesi, sıradan ve haddini bilmez bir adamın, İmam-ı Azam’ı, İmam-ı Şafii’yi fıkıhta taklit etmeye kalkışması, bir komediden başka bir şey olarak algılanabilir mi? Eğer Bediüzzaman unvanı, meşhur olmuş ilmî kişiliği ile bağdaşmasaydı, dünya çapında böyle binlerce ilim adamı onun izini takip eder miydi?

Şunu unutmamalıyız ki, güneş karşısında gözü kamaştığı için güneşten istifade edemeyen kimsenin, kabahati güneşe atması çirkin bir hezeyandır. Keza, nezleden ağzının tadı kaçmış bir hastanın sudan tat almaması, suyun kabahati değil, hasta olan kendi damağının kabahatidir.

Bunun gibi, binlerce ve belki milyonlarca ilim adamı tarafından güneş gibi parlak pek çok hakikatleri ihtiva ettiği itiraf edilen, Kur’an’ın bu asırdaki manevî bir tefsiri ve bir mucizesi olan Risale-i Nur eserlerine aklı ermeyenlerin bu manevi güneşi inkâr etmelerinin kabahati, Risale-i Nur’da değil, onların ön yargı fanatizmiyle hasta olan dimağlarında aramak gerekir.

Bugün, dünya ilim çevrelerini etkilediği, gözle müşahede ettiğimiz Risale-i Nur Külliyatı’nın müellifi Bediüzzaman Said Nursi’nin şöhretini kıskananların hasetçiliği normal akıl, izan ve insaf ölçülerini aşmış, yalan ve iftira kampanyasına dönüşmüştür. Şu var ki, “güneş balçıkla sıvanmaz, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan sadece kendine gece yapar.”

(1) bk. Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı.

  • 2. “Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerini tam okumadan, içinde ne var ne yok bilmeden, İslam’a aykırı düşünceler var mı, yok mu araştırmadan onu kutsal ilan etmişler…”

Bu iddia örümcek ağından daha çürüktür. Zira Risale-i Nurlar dünyada en çok okunan birkaç eserden biridir. Bugün Doğu'da-Batı'da, dünyanın değişik ülkelerinde akademisyenler tarafından üzerinde yüksek lisans, doktora tezleri hazırlanan ve yüzlerce ilmi makalelerle sempozyumlar yapılan ve her gün Türkiye içinde ve dışında binlerce yerde aşk ve şevkle okunan bir eser hakkında “gereği gibi okunmamış” türünden bir yalana cüret etmek, gerçekten akılla izahı mümkün olmayan bir hezeyandır.

  • 3. “Din büyüğü olarak görülen bir adamın çok reklamı yapıldığında, artık o kişiye taraftarlarınca bir tür dokunulmazlık zırhı giydirilir…”

Hayatı boyunca reklamdan en çok uzak kalmaya çalışan, hatta ölümünden sonra da mezarının gizli kalmasının ihlasın bir gereği olduğunu belirten ve -bir kaç kişiden başka- kimsenin mezarını bilemeyeceğini ilan eden ve zaman tarafından da söyledikleri tasdik edilen, Allah’ın böyle büyük bir veli kulu hakkında “reklamı yapılıyor” türünden hezeyanlar savuranların, bu saygısızlıklarının hesabı elbette Mahkeme-i Kübra’da sorulacaktır.

Bütün hayatı sürgünlerde, zindanlarda geçen ve eserlerinin neredeyse hepsini bu gibi zulümler altında, sıkıntılı durumlarda yazan bir kişi hakkında, “dokunulmaz zırhı giydirilmiş” yargısına varmak için, kalın bir aymazlık zırhına bürünmek gerekir.

  • 4. “Sadece çok reklamının yapılmasından dolayı, Said Nursi ve benzerlerinin adları insanların bilinçaltlarında yer etmiştir…”

Bu yakıştırma, Bediüzzaman’a yapılabilecek en büyük iftiradır. Zira Bediüzzaman’ın en belirgin vasfı, insanların teveccühünde kaçması, kendini nazara vermemesi ve hatta kapısına kadar gelen ziyaretçileri, şahsımı ön plana çıkarmasınlar diye çoğu zaman kabul etmeyip, nezaketle geri çevirmesidir.

Gelen ziyaretçileri kabul edemeyeceğini belirtmek için kapısına astığı özür yazısından bir-iki pasajı dikkatinize sunuyoruz:

“Ekser hayatım inzivada geçtiği gibi, otuz kırk senedir tarassut (gözetleme) ve taarruza mâruz kaldığımdan, zaruretsiz sohbet etmekten çekinip tevahhuş ediyordum (rahatsız oluyorum). Hem eskiden beri mânevî ve maddî hediyeler bana ağır geliyordu. Hem şimdi ziyaretçiler, dostlar çoğalmış, hem mânevî mukabele lâzım gelmiş. Şimdi maddî bir lokma hediye beni hasta ettiği gibi, mânevî bir hediye olan ziyaret etmek, görüşmek, hususan başka yerlerden musafaha için zahmet edip gelmek ziyareti dahi, ehemmiyetli bir hediye-i mâneviyedir. Ona mukabele edemiyorum. Hem de ucuz değil. Mânen pahalıdır. Ben kendimi o hürmete lâyık görmüyorum. Mânen mukabele de edemiyorum. Onun için şimdilik aynen maddî hediye gibi bir ihsan-ı İlâhî olarak bana mânevî hediye gibi olan sohbetten zaruret olmadan men edildim. Bazı beni hasta eder; maddî hediyenin tam mukabilini vermediğim vakit beni hasta ettiği gibi. Onun için hatırınız kırılmasın, gücenmeyiniz.” (1)

“Malûm olsun ki, bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var:"

"Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum.” (2)

Bu ifadelerin sahibine, nasıl olur da reklam yapıyor denebilir? Değil hayatında, ölünce bile, teveccüh edilmemesi için kabrinin gizli olmasını vasiyet eden bir zattan bahsediyoruz. Dünyanın şan ve şerefinden, şöhret ve reklamından ne kadar korktuğunu ve uzak durduğunu anlamak için iki örnek daha verip, bu cevabı noktalayacağız:

"Şöhret ayn-ı riyâdır (iki yüzlülük) ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar. O belâ ve musibete düşersen, اِنَّا ِللّٰهِ وَاِنَّاۤ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de, o belâdan kurtul.”(3)

“Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü dünyada sohbetten beni men'eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor...”

"Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Firavunların dünyevî şan ü şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri (insanların dikkatini) kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benliğin verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mana-yı harfîden (yaratıcı hesabına bakmak) mana-yı ismîyle (sadece kendini göstermek) tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî (ahiret) istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile; eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın (ölünün) dünyevî şan ü şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur'daki a'zamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garbda, hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider.”

“Dünyada beni sohbetten men'eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevab cihetiyle değil, dünya cihetiyle men'etmeye mecbur edecek…"
(4)

Dipnotlar:

(1) bk. Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, Konuşan Yalnız Hakikattır.

(2) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas.

(3) bk. Mesnev-i Nuriye, Katre'nin Zeyli.

(4) bk. Emirdağ Lahikası-II, (126. Mektup)

  • 5. “Bir adam düşünün ki, son peygamberden ve İslam dininin tamamlanmasından sonra ortaya çıksın ve 'Bana Allah tarafından bir kitap yazdırıldı.' desin…”

Her şeyi Allah’tan bilen, bütün iyiliklerini Allah’tan kendisine yapılan birer lütuf olduğunu itiraf eden, kendinde hiçbir meziyet görmeyen ve bu yüzden yazdığı eserlerini de kendi akıl, ilim ve zekasının ürünü olmadığını, Kur’an’dan alınan ilhamlar ve Allah’ın bir lütfu olduğunu söyleyen Bediüzzaman (zamanın harikası) bir adam düşünün!.. Sonra da böyle bir zatı anlayamayıp, sözlerini çarpıtarak, “Bana Allah tarafından bir kitap yazdırıldı.” dediğini iddia eden sefil ruhlu bir adamı düşünün!..

“Hayır ve şerri yaratan Allah’tır.”, inancına sahip bir adam nasıl oluyor da bu ifadeleri saldırı aracı olarak kullanabiliyor? Ben yaptım, ben ettim, ben başardım, benim emeğim diyerek gururlanmasını mı bekliyorduk acaba Bediüzzaman’ın?..

İddia sahibi acaba Bediüzzaman’ın şu ifadelerini hiç mi okumadı (Başkalarının okumadığını, kendisinin okuyup incelediğini iddia ediyor):

"Nefs-i emmareme bir sille-i te'dib: (Kötü nefsimi terbiye eden bir tokat)"

"Ey fahre meftun (gurur tutkunu), şöhrete mübtela, medhe (övülmek) düşkün, hodbinlikte bîhemta (hep kendini görmekte benzersiz) sersem nefsim!"

"Eğer binler meyve veren incirin menşei (kaynağı) olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var."

"Hâlbuki sen, daim zemme (kınanmaya) müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin."

"Senin bir cüz'-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis(azaltmak) ediyorsun, gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle (kendi mülkü saymak) gasbediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür."

"Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacalettir (utanmak)."

"Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir (pişmanlık)."

"Senin kemalin hodbinlik (kendini görmek) değil, hüdabinliktedir (Yüzünü Allah’a çevirmek)."(1)

(1) bk. Sözler, On Sekizinci Söz

  • 6. “İşte Said Nursi, eliyle yazdığı kitabı Allah’a nisbet edip, bunu kendi iradesi ile değil de Allah tarafından kendisine yazdırıldığı iddiasındadır…”

Bir insan, yaptığı ve başarılı olduğu bir iş için, “aslında ben bunları yapacak durumda değilim, Allah’ın yardımı ile oluyor” dese, “bu adam peygamberlik iddia ediyor”mu diyeceğiz?

Biz vicdan ve insaf sahibi insanları davet ediyoruz; bir iftiracının,

“İşte Said Nursi, eliyle yazdığı kitabı Allaha nisbet edip, bunu kendi iradesi ile değil de Allah tarafından kendisine yazdırıldığı... iddiasındadır…”

şeklindeki sözlerine baksınlar, sonra da, Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki şu ifadelerine baksınlar ve hür vicdanlarıyla istişare edip karar versinler:

“...çok tedkikat (araştırma) ve taharriyatın (inceleme) neticesiyle ancak husul bulan (ortaya çıkan) o çeşit risaleler, fevkalâde bir sür'atle, hem idrakimi ve fikrimi müşevveş (karışık) eden sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inayet ve bir ikram-ı Rabbanîdir (Allah’ın yardımı ve ikramıdır).”

“Evet ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler (risaleleri yazarak çoğaltanlar) biliyorlar ki; On Dokuzuncu Mektub'un beş parçası, birkaç gün zarfında her gün iki-üç saatte ve mecmuu (toplamı) on iki saatte hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılması; hattâ en mühim bir parça ve o parçada lafz-ı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde zahir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç-dört saatte, dağda, yağmur altında ezber yazılmış; ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılmış; ve Yirmi Sekizinci Söz, Süleyman'ın bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazılması gibi, ekser risaleler böyle olması; ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman, en zahir (açık) hakikatları dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilâve edilse, daha ziyade beni dersten, te'liften (yazmaktan) men'etmekle beraber; en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür'atli bir tarzda yazılması; doğrudan doğruya bir inayet-i İlahiye (Allah’ın yardımı) ve bir ikram-ı Rabbanî (Rabb’imin ikramı) ve bir keramet-i Kur'aniye (Kur’an’ın kerameti) olmazsa nedir?”
(1)

(1) bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Yedinci Risale.

  • 7. “Nur Risaleleri materyalist akımların kuvvetlendiği, halkın dini inanç ve duyguları ile kavgalı, dayatmacı bir yönetim döneminin ürünüdür. Bu dönemin, Said Nursi’nin, birçok kişinin gözünde bir kahramana, mücahide dönüşmesinde payı büyüktür.”

Bu hamakat dolu mantıkla bakılırsa, bu müddei gibi başka bir cahil kalkıp da, “Hz. Muhammed (asm) ve Kur’an, her tarafı zulüm, istibdat ve cahillikle kaplanmış ve CAHİLİYYE devri olarak şöhret bulmuş bir devrin ürünüdür.” dese, acaba bu saçmalığın bütün vebali bu adama ait olmaz mı?

Kur’an’ın penceresinden meseleye baktığımızda şunu görüyoruz; bütün peygamberler insanların doğru yoldan saptıkları zaman süreçlerinde gönderilmişlerdir. Şimdi Allah’ın insanlara olan sonsuz merhametinin bir yansıması olan peygamberleri, o günkü despot olan dönemlerin ürünü olduğunu söyleyen kimsenin ortaya koyduğu mantık hatasını rahatlıkla görebilirsiniz. Peygamberler yanında, onların izini hakkıyla takip eden, veraset-i nübüvvetle serfiraz olan müceddidler, hakiki mürşitler de insanların en çok muhtaç olduğu zamanlarda görevlendirilir. Nitekim, Hz. Peygamber (asm) bu konuda özetle şu gerçeği vurgulamış ve daha sonra gelen insanlara müjde vermiştir:

“Allah, bu ümmet için her yüz yıl başında dinlerini yeniden sağlam rotasına oturtacak, o asrın idrakine hitap edecek bir müceddid gönderir.”(1)

İmam-ı Gazzali, İmam-ı Rabbani bu müceddidlerden oldukları gibi, Bediüzzaman da onlardan biridir. Bedüzzaman’ın hizmeti onun en büyük bir müceddid olduğunu göstermektedir. İslam tarihinde Bedüzzaman’ın bulunduğu devir kadar dinden uzak; dinsizliği, materyalist fen ve felsefenin gölgesinde, bilimsellik görüntüsü altında insanlara zorla telkin eden başka bir asır düşünülemez. Böyle zalim ve despot olduğu kadar iki yüzlü, münafıkların da cirit attığı bir devirde gelmiş ve küfrün bel kemiğini kırmış olan Bediüzzaman’ın büyüklüğü bu hizmetiyle açıkça görülmektedir.

(1) bk. el-Hakim, el-Müstedrek, IV / 522; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II/281, hadis no: 1845.

  • 8. “Risalelerde, İslami ilimlerden ne kadar uzak açıklamalar yapıldığını gösteren bir örnek şu ifadedir: 'Nerede Türk varsa Müslüman’dır, Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır…' ”

Bu iddiaya cevap vermeden evvel, iddiayı analiz edelim. Bir iddianın kıymeti, amacına göre belirlenir. Bir iddiada, iddia sahibi hakikaten halis bir niyet ile iddiada bulunuyorsa -üslubu maksadı aşsa da- iddia dikkate alınıp, niyete saygı gösterilir. Bu iddianın arkasında bu halis niyeti göremiyoruz.

İkinci olarak; itirazcı kişi, Bediüzzaman Hazretlerinin “İslam’dan çıkan Türkler Türklükten çıkmıştır.” manasına gelen ifadesini, oldukça hatalı bir yoruma tabi tutmuştur. Sanki bu ifadeyle, din olgusu bir ırka bağlı kılınmış gibi yorumlanmış ve “Bir ırka mensup olmak imanı gerektirmediği gibi, iman etmeyen birinin de, o ırkın içerisinden çıkamayacağı” yargısına yer vermiştir.

Hâlbuki, Bediüzzaman Hazretlerinin bu ifadeden maksadı şudur: “Topluluk halinde yaşayan Türkler İslam’ı kabul ettikten sonra, genel olarak hep Müslüman kalmışlar. Müslümanlıktan çıkanlar ise Türklüklerini de unutmuşlardır.” Yani “Türklükten çıkar” ifadesi, dinden çıkanların kendilerini Türk ırkından çıkaracakları anlamına gelmez. Böyle bir varsayım, bir çocuğun bile aklından geçebileceğine ihtimal vermiyoruz. Bediüzzaman Hazretlerinin, aşağıdaki ifadelerine bakan her insaf sahibi, bunun ne anlama geldiğini kolaylıkla anlar:

“CÂ-YI DİKKAT BİR HAL: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var." (1).

Bugün Macarlar ve Bulgarlar kendilerini Türk olarak değil, Macar ve Bulgar olarak anarlar. Bediüzzaman Hazretleri, “Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler” ifadesiyle, Türklerden dinden çıkanların da ve hiç Müslüman olmayanların da olduğunu kabul ediyor. Vurgulanmak istenen husus, genel olarak Türklerin, Türklük kimliklerini İslam’la muhafaza ettikleridir. Hâlbuki Araplardan, Arapçılığı din dışında da koruyanlar vardır.

Bediüzzaman’ın bu vurgulu ifadelerle amacı, ırkçılıkla zehirlenen gençleri İslam çizgisinde tutmaktır. Maalesef zaman içerisinde ırkçılık yüzünden birçok insanımız dinden uzaklaşmış ve dini, Araplara mahsus bir din gibi algılamıştır. Eğer Bediüzzaman Hazretlerinin bu gayretleri olmasaydı, pek çok insan ırkçılık yüzünden İslam dininden uzaklaşacaktı.

Son olarak, Bediüzzaman Hazretleri böyle bir ifadeyi niçin kullanmıştır? Onun maksadına bakmak gerekmez mi? Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra, yerine geçen İttihat ve Terakki zümresinin uzantısı olan kadrolar, İslam dinini ortadan kaldırmak istiyor ve bunu da ulusalcılık, Türkçülük perdesi altında yapıyorlardı. Yani Türkçülüğü İslam’la bağdaşmaz bir olgu olarak lanse ediyor ve gençlere Türkçülüğü aşılayarak, İslam’dan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. İşte böyle bir dönemde, Bediüzzaman, ulusalcılık ve Türkçülükle okşanmış olan gençlerin imanlarını korumak için onlara özetle diyor ki:

“Ey Türk kardeş! Bilhâssa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş (kaynaşmış). Ondan kabil-i tefrik (ayrılması kabul edilebilir) değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mazideki mefahirin (iftihar ettiklerin), İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!” (2)

Şimdi acaba, Kur’an’a, imana hizmet ile, gençlerin imanlarını kurtarmaya çalışmaktan başka bir maksadı olmayan Bediüzzaman Hazretlerinin, bir manevi cihat anlayışı içerisinde söylediği bu sözlerini, kendi indî, keyfî, garazkâr ve de ön yargılı yaklaşımıyla çürütmeye çalışan bir kimsenin, bununla hak ve hakikate hizmet ettiğini söylemek mümkün mü? Bunun kime ne faydası vardır. Buradaki iddia tek başına, bu videoyu hazırlayanların amacını ortaya koymak için yeterlidir.

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Üçüncü Mebhas.

(2) bk. age.

  • 9. “ 'Şeriatta, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.' diyen Said Nursi, şeriatın neden ibaret olduğunu bile kavrayamamıştır.

İnsanların farklı bakış açılarıyla farklı sonuçlara varmaları her zaman mümkündür. Eğer siz İslam’ı bütün yönleriyle bir siyaset, bir idare işi olduğunu düşünürseniz, onun % 99’u siyasete bakar diyebilirsiniz. Şayet, İslam’da esas olan ferdi mesuliyettir; bu da ferdi hayata bakar, diye düşünürseniz, İslam’ın % 99’unun toplumsal hayatın idaresine bağlı, siyaset kurumuna tabi olmadığını, bilakis, %99’unun ferdi hayatta yaşanacak olan iman, ibadet, ahlak, ahiret ve fazilete dair olduğunda tereddüt etmezsiniz.

Nitekim Peygamber Efendimize (asm) “Din nedir?” diye sorulunca, verdiği cevap şu olmuştur: “Din güzel ahlaktır.” Sahabe efendilerimiz “Peki başka nedir?” diye tekrar ederler soruyu, ama cevap değişmez. “Din güzel ahlaktır!..” der.

Keza şu hadisi şeriflere bakalım:

“Güzel ahlak dinin kılıfıdır.”


“Kulların Allah’a en sevgili olanları, ahlakı en güzel onlardır.”


“Güzel ahlak dinin yarısıdır.”(1)

İtiraz edenler, Bediüzzaman’ın bu sözü söylediği zaman ve zeminini düşünmeden onun bu tespitini anlayamazlar. İslam dininin yavaş yavaş hayattan kopmaya başladığı bir devirde, Osmanlı döneminin o çalkantılı son yıllarında, İslam’ın hiç olmazsa yaşanabilir bir yönü olan ferdi hayatında bile onun emir ve yasaklarına riayet etmediği halde, devletin görevine el atmayı düşünenlere verdiği bir derstir.

“Biz bize düşen görevlerimizi yapalım, İslam şeraitinin, devleti ilgilendiren kısmını da ulü’l-emrlerimiz düşünsün.” demiştir. Kaldı ki, bu tür ifadeler, çokluktan kinaye de olabilir.

Bediüzzaman bu ifadelerini meşhur 31 Mart hadisesini müteakip kurulan Divan-ı Harb-i Örfi (sıkıyönetim) mahkemesinde seslendirmiştir. Yani bu cümle, şeriatla idare edilen Osmanlı döneminde söylenmiştir. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen zalimler sınıfına Osmanlı idarecileri giremez ki, despot olsunlar ve Bediüzzaman da onlara meşruiyet kazandırsın. Ancak müddei, videoda bu ifadeleri kullanırken, Cumhuriyet meclisi görüntülerini ekrana getirmektedir.

Öte yandan, yüzlerce kişinin, “Sen de şeriat istemişsin?..” iddiasıyla idam edildiği bir mahkemede Bediüzzaman, kendisine sorulan aynı soruya şu cevabı vermiştir:

“Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil…”(2)

Diğer taraftan, sağır sultan dahi biliyor ki, Cumhuriyet tarihinde Bediüzzaman hiçbir zalim idareciye boyun eğmemiş ve yirmi sekiz senelik esaret, sürgün, çile, mahrumiyet ve hapis hayatını göze alarak onlarla mücadele etmiştir.

Bediüzzaman unvanını alan, birçok fıkıh ve usulul-fıkha dair kaynak eserlerin de içinde bulunduğu doksandan fazla eserleri ezberine alan bir allame-i asır için İslam dinini bilmediğini ima etmek, olsa olsa, cehaletten kaynaklanan bir pervasızlıktır.

Şimdiye kadar tahkik adına bazı açıklamalar yapıldı, şimdi ise hakikat namına diyoruz ki, “İslam dinin % 99’unun ibadet, ahiret, ahlak ve fazilet hakkında olduğu hususu tartışmasız bir gerçektir. Siyasete taalluk edenler, cihad ve bir kısım cezaî müeyyidelerden ibarettir.”

Örneğin imanın şartlarından hiçbiri siyasete bağlı değildir. İslam’ın şartlarından hiçbiri siyasete bağlı değildir. Zekât gibi bir vecibe devletin eliyle de yerine getiriliyorsa da, esasen bir İslam vecibesi olması itibariyle ferdi bir sorumluluktur. Kur’an’ın temel maksatları ve ders vermek istediği temel hedefleri tevhit, nübüvvet, haşir akidesi, ibadet ve adalettir. Bunları hepsi siyaset dışında olan konulardır. Adaletin siyasetle ilgili bir tarafı varsa, ferdi plandaki tezahürleri % 99’dur. Zira adalet de İslam’ın öğrettiği güzel ahlakın ta kendisidir.

Kaldı ki, siyasî görünümdeki bazı cezaî müeyyidelerin konusu dahi ferdi ahlakla yoğrulması gereken bireysel hayatın tezahürleridir. Örneğin, zinanın cezası devlet tarafından Kur’an ve sünnetle tespit edilen çerçevede uygulanıyor olması haysiyetiyle, bir nevi siyasete taalluk ediyorsa da, zinanın yapılıp yapılmaması, kişilerin ahlaki yapısıyla ilgilidir. Keza, hırsızlık cezası aynı şekilde bir nevi siyasetle ilgisinin olması, hırsızlık yapıp yapmamanın ferdi ahlak ilkelerinin bir sonucu olduğu gerçeğini değiştirmez. Yine içkinin cezası devlet tarafından veriliyor olması, içki içip içmemenin fertlerin kazandıkları ahlaki değerleriyle olan yakın bağlantısını koparabilir mi?

Acaba, fertlerin sorumluluğunu hatırlatan bu ifadenin, siyasetçilerin despotluğunu meşru kılması mümkün müdür? Nitekim, namaz kılmayan, oruç tutmayan fasık olur, fakat despot olmaz. Despotluk başkasına zulüm yapan siyasetçilerin vasfıdır. Yani bir devlet adamı şahsi ibadetleri yerine getirmediği zaman fasık olur, inanmazsa kâfir olur, fakat despot olmaz. Despotluk, başkalarının hayatına müdahale etmek, zulmetmek ve haksızlık etmekle olur. Bu sebepledir ki, bir hadis rivayetinde,

“Küfür devam eder, fakat zulüm devam etmez.”(3)

buyrulmuştur. Demek ki, mümin olduğu halde despot olan kimseler olduğu gibi, kâfir olduğu halde adil olan kimseler de vardır. Bu konuda hadiste, Habeşistan Kralı Hristiyan kökenli Necaşi’nin adil hükümdar olarak vasıflanması önemli bir örnektir.

“Şeriatta, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir.” demenin mutlak manada “şeriatın yüzde doksan dokuzunu inkar olduğunu...” söylemek İslam-vahiy tarihini, mantık kurallarını bilenlerin yapabileceği bir iş değildir. Şeriatı tamamen siyaset sanmak, şeriatı bilen bir akıl sahibinin iddiası olamaz.

Kur’an’ın emir ve yasaklarına bakan cahil bir kişi bile bu emir ve yasakların ahlak ve fazilet ve ibadet kapsamında olduğunu görür. Hırsızlık yapmamak, zina etmemek, zulmetmemek, ölçü ve tartıda hile yapmamak, yalan şahitlik, iftira, gıybet, haksız yere cana kıymamak, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zanda bulunmamak, anne babaya itaat, yetim hakkına riayet, fitne çıkarmamak gibi Kur’anî emir ve yasaklar, ahlak ibadet ve fazilet örneklerinden sadece bir kaçıdır.

Özetle denilebilir ki, İslam dini kulluğu ve güzel ahlakı ders vermeyi esas almıştır.

“Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.”(4)

hadis-i şerifi de bu gerçeğin altını çizmiştir. Siyaset ve hukuk ise bu güzel ahlakı korumak için vardır.

Dipnotlar:

(1) bk. Kenzu’l-Ummal, III/ 3.

(2) bk. Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı.

(3) bk. El-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II/107.

(4) bk. Muvatta, Hüsnül Hulk, 8.

  • 10. "Said Nursi çocukluğunda, ceviz gibi önemsiz bir şey için bile, çoktan ölmüş gitmiş olan Abdulkadir-i Geylani’den yardım dilemektedir. Hâlbuki, Allah’ın yapmaya kadir olduğu durumlarda, yardım sadece Allah’tan istenir."

İddiacının “Ancak Allah’ın yapmaya kadir olduğu durumlarda, yardım sadece Allah’tan istenir.” şeklindeki sözleri, onun din ilimlerindeki seviyesini göstermesi açısından çok manidardır. Çünkü bu ifade, Allah’ın kadir olduğu şeyler yanında -haşa- kadir olmadığı şeylerin de var olduğunu iddia etmektedir ki, asıl şirk de budur. Başkasını şirke girmekle suçlarken, kazdıkları kuyuya kendileri düşme tehlikesinde olduklarını fark edememektedirler.

Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadesini dikkatle okumak gerekir:

"Gavs-ı Âzam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs'ın hususî İsm-i Âzamı, 'Yâ Hayy' olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur, Mâruf-u Kerhî denilen bir kutb-u âzam ve Şeyh Hayâtü'l-Harrânî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs'tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyne'l-evliya meşhur olmuştur." (Barla Lahikası, 261. Mektup.).

Bu zatların tasarruflarının “Beyne'l-evliya meşhur” olduğunu görmek için "Nefahatü'l-üns" kitabının 984. sahifesine bakmak gerekir.

Hz. Hızır da bir evliyadır.

Onun hayatı, bildiğimiz hayat mertebelerinden farklı olarak devam etmektedir. Hz. Hızır’ın bu hayat mertebesinde hayatına devam ettiğine pek çok evliyanın onunla yaşadıkları maceraları şahittir.

Ölümlerinden sonra, Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylanî, bir kutb-u azam olan Mâruf-u Kerhî ve bir kutb-u azim olan Şeyh Hayâtü'l-Harrânî gibi bazı evliyaların, Hz. Hızır’ın hayatına yakın bir hayatla hayatlarının ve tasarruflarının müşahede edildiğini belirten keşif ve keramet sahibi evliyaların bu müşahedelerini kabul etmemek için çok cahil, hatta echel olmak lazımdır. Bu zatların “gördük” dediklerini görmemelerine imkân var mı?

Kaldı ki, velilerin tasarrufu, yaratmaya ait olmayan işlerle ilgilidir. Onların Allah’a yalvarmasıyla bazı şeyler meydana gelebilir, Allah’ın izin ve inayetiyle, sevdiklerine yardım eder, onları himaye edebilirler.

Kur’an’la sabit olan koruyucu meleklerin varlığı Allah’a şirk anlamına gelmediği gibi, insanlık camiasının bir çeşit melekleri olan velilerin himaye ve korumaları da şirk anlamına gelmez.

Nitekim, Hz Enes’ten nakledildiğine göre Hz. Resulullah (a.s.m) şöyle buyurmuştur:

“Yeryüzü hiçbir zaman -Halilu’r-Rahman’a benzeyen- kırk kişiden boş olmaz. İnsanlar bunlar sayesinde yağmura nail olur, bunlar sayesinde yardıma mazhar olup zaferlere ulaşır. Bunlardan bir tanesi öldüğü zaman, Allah onun yerine başkasını yerleştirir.”

“Katade demiş ki, Hasan-ı Basrî’nin bunlardan bir olduğuna zerre kadar şüphemiz yoktur.”

Taberanî’nin "el-Evsat"ta rivayet ettiği bu hadisin senedi hasendir (sağlamdır).(bk. Mecmau’z-Zevaid, H. No: 16674.).

"Ölmüş gitmiş bir insan nasıl yardım eder?" denilmektedir. Bu cümlenin zıt manası şudur: Ölmemiş insanlar yardım edebilirler. Peki, bu şirk olmuyor mu?

Diğer yandan, ölen adam, yok olmuyor, sadece elbise olan bedenini değiştirmiştir. Ruh ebedidir ve ölmez. Ruh âdeta melekleşir ve yardım etmesi daha da kolaylaşır. Nitekim melekler insanlara yardım ederler. İnsan ise melekten üstündür.

Mesela, şehitlerin efendisi olan Hazreti Hamza, şehit olduktan sonra, kendisine sığınanlara yardım ettiği, evindeki günlük işlere yardımda bulunduğu birçok rivayetle sabittir.

Gelelim işin bir diğer boyutuna. Ağır bir yükü kaldırırken, aciz kaldığımız zaman birisinden yardım isteriz ve kişi de yardım eder, işimiz de olur. Yukarıdaki iddiaya göre bu bir şirktir. Keza paraya ihtiyacımız vardır ve birinden yardım isteriz, kişi de para verir. Buna ne diyeceğiz? Cevabını bilmediğimiz bir sorunun cevabını almak için hocadan yardım isteriz. Hocam şu soruyu çözemedim, yardım eder misiniz, demek de şirk midir?

Eğer bunlar birer şirk ise, yeryüzünde muvahhid kalmadı demektir. Efendimiz (asm) savaşlarda sahabeden yardım istemiştir. Yahudilerden bile borç almıştır.

Madem her şeyi Allah’tan isteyeceğiz, neden patronun kapısına gidip iş, alimin dizinin dibinde oturup ilim, devlet kapısında istihdam, fırından ekmek, kasaptan et istiyoruz?

Hâlbuki, bütün bunlar dinen doğrudur ve Allah yardımlaşmayı emretmektedir. Olması gereken şey şudur. Her şeyi yaratan Allah’tır, bunlar sadece birer vesiledir. Bana yardım edenler de gücünü ve kuvvetini Allah’tan almaktadır. Dolayısı ile yardım eden ancak ve ancak Allah’tır. İşte bu itikat olduktan sonra, yukarıda saydıklarımızın hiçbirisi şirk olmaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- "Tevessül", "gavslık", "gizli vahiy" gibi konularda gelen itirazlara nasıl cevap verebiliriz?

  • 11. “Sıddık-ı Ekber demiştir ki: Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki, ehli imana yer kalmasın.” ifadesine itiraz

İddiacının zikrettiği ayetlerin hiçbirisi, Allah’ın rızasını esas alan ve Hz. Muhammed (asm)’in hatırını her şeyin üstünde tutan ve İslam ümmeti olan müminlere karşı harikulade şefkati gösteren bir fedakârlığı yasaklamaz. Bunlar Müslüman olarak asgari müştereklerimiz olan genel prensipleri ortaya koymaktadır. Daha üst seviyedeki kulluğa aykırı değildir. Nitekim, cennet sevdasını ve de cehennem korkusunu hayatının merkezine koyan genel insanların aksine, Allah’ın zatını incitmekten gelen korkuyu esas alan kimseler de pek çoktur.

İmam Gazali, “İhyau’l-Ulum” adlı eserinin “Muhabbet ve Şevk” bölümünde normal prensiplerin dışında fedakârlık örneğini veren takva sahiplerinin harika takvalarını gösteren, Allah’a karşı ve müminlere karşı besledikleri harika sevgi ve fedakarlık örneklerine yer vermiştir. Aynı yerde Zebur’dan şu alıntı da yapılmıştır:

“Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Cennet arzusu veya cehennem korkusuyla bana ibadet eden kimseden daha zalim var mı? Acaba, cennet ve cehennem olmasaydı, ben yine de itaat edilmeye layık değil miydim?”

Bediüzzaman Hazretleri gibi aynı manayı, aynı hassasiyeti ruhunda taşımayan insanların, Hz. Ebu Bekir-i Sıddık’ın fedakârlığını anlayamaması gayet normaldir.

Vakıa Hz. Ebu Bekir’in bu sözünü çok sağlam kaynaklara dayandıramıyoruz. Fakat, eskiden beri zahiri ve batıni ilimlerde zirveye ulaşmış İslam büyükleri tarafından kabul görmesi, bu sözün bir aslının olduğunu gösterir. Özellikle Bediüzzaman Hazretlerinin konuyla ilgili her tarafı ihlas ve samimiyet fışkıran ve aynı zamanda işin fıkhî boyutuna da izah getiren aşağıdaki sözlerini gören kimsenin bu tür fedakârlıkları inkâr etmemesi gerekir diye düşünüyoruz. İşte ilgili sözleri:

“Büyük Cihad'ın ve Sebilürreşad'ın neşrettiği gibi ben ilân etmişim ki; dine, imana hizmeti ve Risale-i Nur'u değil dünya siyasetine, belki kemalât-ı maneviye ve makamat-ı âliyeye âlet edemediğim gibi.. herkesin hoş gördüğü saadet-i uhreviye ve Cehennem'den kurtulmaya vesile etmemek ve yalnız emr-i İlahî ve rıza-yı İlahîden başka hiçbir şeye âlet etmemek, bu zamanda Nur'un hakikî kuvveti olan sırr-ı ihlas-ı hakikîyi muhafaza etmeye beni mecbur etmiş ki: Sıddık-ı Ekber'in (R.A.) dediği olan 'Mü'minler Cehennem'e gitmemek için Allah'tan isterim, benim vücudum Cehennem'de büyüsün ki, onların yerine azab çeksin.' diye söylediği kudsî fedakârlığının bir zerresini ben de kendime kazandırmak için, ‘İman ile Cehennem'den birkaç adamın kurtulmaları için Cehennem'e girmeyi kabul ederim.’ demişim. Zâten ibadet, Cennet'e girmek ve Cehennem'den kurtulmak için yapılmaz; bozulur. Belki rıza-yı İlahî ve emr-i Rabbanî için yapılır.”(1)

(1) bk. Emirdağ Lahikası-II, (93. Mektup)

  • 12. “Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalâlet-i mutlakadan kurtarmaya, lüzum olsa dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim. Binler dostlarım ve kardeşlerimin cennete girmeleri için, Cehennemi kabul ederim.” sözlerine itiraz

Bediüzzaman Hazretleri “Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa” şartına bağlı olarak “Cenneti istemem, cehenneme razıyım” derken, cehennem ya da cennet hafife alınmıyor. Kur’an ve Kur’an’a hizmet davasını yüceltiyor.

En basit zihinli biri bile bu cümlenin Kur’an’a olan iştiyaktan kaynaklandığını bilir. Bediüzzaman, Kur’an hizmeti uğrunda nelerin feda edilebileceğini ve nelere katlanılabileceğini, bu cümle ile en güzel şekilde ifade etmektedir.

Bu cümleyi okuyan her Nur talebesi Kur’an’ın hayata hakim olması ve insanların gönüllerinde makes bulması için şevke gelmiş ve birçok Nur talebesi, hayatını vakfederek imana Kur’an’a hizmet etmiş ve etmektedirler.

Bu cümleyi, Furkan suresi otuzuncu ayette geçen,

"Peygamber der ki, ‘Ey rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey haline getirdi.' "(Furkan, 25/30)

şeklindeki peygamberî teessürün, Bediüzzaman’daki bir yansıması olarak görüp hüsnüzan etmek varken, bu hakaret ve saldırı nedendir acaba?

Bu konuya ışık tutacak bir kaç ayeti daha hatırlatmakta fayda görüyoruz:

“(Ey Peygamber!) Onlar dosdoğru imân etmeyecekler diye neredeyse kendine yazık edip kıyacaksın.” (Şuara, 26/3)

Hz. İbrahim (as) de davası uğruna cehennem gibi bir ateşe girmeyi tercih etmişti. Hz. İbrahim (as)’in davası tevhit inancını bayraklaştırmak, Allah’ın kelimesini yüceltmek ve insanların imanlarını kurtarmaktır. Aşağıda mealleri verilen ayetlerde bunları görmek mümkündür.

“İbrahim'i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: Allah'a kulluk edin. O'na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin için daha hayırlıdır.”

Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz.”

“Eğer (size tebliğ edileni) yalan sayarsanız, bilin ki sizden önceki birçok milletler de (kendilerine tebliğ edileni) yalan saymışlardır. Peygamber'e düşen, yalnız açık bir tebliğdir.”(Ankebut, 29/16-18).

İnkârcılar ise seni ateşe/cehennem atacağız dediler; fakat o davasını cehenneme girmekten daha üstün tuttu. İlgili ayetin meali şöyledir:

“Halkının ona verdikleri cevap: 'Öldürün onu!' veya 'Ateşe atın!..' demekten başka bir şey olmadı. Ateşe attılar, ama Allah onu ateşten kurtardı. Elbette bunda iman edecek kimseler için ibretler vardır.”(Ankebut, 29/24).

Hz. Enes ve Hz. Ebu Ümame’den rivayet edildiğine göre,: Resulullah (asm) şöyle buyurdu:

“Üç şey var ki, kim onları içinde hissederse, imanın tadına varacak:
- Allah ve resulünü her şeyden daha çok sevmek,

- Sevdiği kimseleri sırf Allah için sevmek,

- Allah’ın kendisini küfürden kurtardıktan sonra, yeniden ona dönmeyi cehenneme girmekle eş tutmak.”(1)

Son olarak bu konuda, büyük zatların tespitlerinden bir kaç örnek vermek isteriz.

Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir:

“Allah'ın birtakım kulları vardır. Ne ateşin korkusu ve ne de cennetin ümidi onları Allah'tan meşgul etmez. O halde, dünya onları Allah'tan nasıl meşgul edebilir?”

Mâruf-u Kerhî'ye, ihvanından biri sordu:

- Ey Ebu Mahfuz! Bana söyler misin, seni halktan ayırıp ibadete daldıran nedir?
Mâruf-u Kerhî sustu. Sonra suali soran dedi ki:
- Ölümün hatırlanması mıdır?
- Ölüm de ne imiş!
- Kabir ve berzahın hatırlanması mıdır?
- Kabir de ne imiş!
- Cehennem korkusu veya cennet ümidi midir?
- Bunlar da ne imiş! Bir sultan vardır ki bütün bunlar onun kudret elindedir. Eğer O'nu seversen, bütün bunları sana unutturur. Eğer Onunla aranda bir marifet varsa, bütün bunların yerine geçer.(2)

Süfyan es-Sevrî, Rabia Hatun'a şöyle sordu:

“Senin imanının hakikati nedir?”

Rabia Hatun:

“'Ben asla ateşin korkusundan veya cennetin sevgisinden dolayı Allah'a ibadet etmedim ki, kötü bir işçi gibi olayım. Aksine sevdiğimden ve iştiyakımdan dolayı Allah'a kulluk yaptım!” diye cevap verdi.

Rubûbiyet cemâlini mütalaa etmenin lezzeti öyle bir lezzettir ki, Hz. Peygamber (asm) Rabb’inden hikâye ederek onu şu şekilde ifade etmiştir:

“Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen şeyleri hazırladım. Bu lezzetlerin bazısı, kalbinin saflığı ve temizliği zirveye varmış kimseler için daha dünyada iken verilmiştir ve bunun için de bazıları şöyle demiştir:

“Ben ‘Yâ Rab! Ya Allah!’ diye çağırıyorum ve görüyorum ki bu, kalbimin üzerine dağlardan daha ağır geliyor; zira çağırmak ancak perdenin arkasından olur.

Acaba yanında oturanı uzakmış gibi çağıran birini hiç gördün mü? Bunun için bazıları der ki: 'Kişi bu ilimde zirveye vardığında halk ona taşlar atar!' Yani onun konuşması halkın akıllarının hududunu aşar.“ (Buhari, Bed’ü’l-Halk: 8, Tefsîr-u Sûreti: 32:1)(3)

Dipnotlar:

(1) bk. Buharî, İman 14; Müslim, İman 43; Mecmau’z-Zevaid, 1/89.

(2) bk. İmam Gazali, İhyau’l-Ulum, IV/310.

(3) bk. age.

  • 13. “Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun…” ifadesine itiraz

Bediüzaman’ın sözlerini anlamak bir ufuk meselesidir. İmam Gazali’nin -özetle- belirttiği gibi, yedi-sekiz yaşındaki bir çocuk, oyuncak bebeklerle oynamayı, evlenme heyecanında olan bir adamın haline tercih eder. Keza, mal-mülke düşkün olanların nazarında, mal-mülkü feda edip, makam peşinde koşanların akıldan nasipleri yoktur. Aynen bunun gibi, tacını-tahtını, malını-mülkünü Allah yolunda terk edenler, ehl-i dünya nazarında tek kelimeyle delidirler. Zira bunlar birer seviye işidir. Bir alt seviyede olanlar, üst seviyedekileri anlayamaz ve tenkit ederler.

Şimdi, dünyanın şan-şöhretini kalbinden atamayanların, Bediüzzaman Hazretleri gibi, "dini için ahiretini bile feda etmeye hazır olduğunu" söyleyen nuranî bir zatın sözlerini anlamamaları normal kabul edilmelidir. Dünya-perestler İbrahim Edhem Hazretlerinin Allah rızası için tacını tahtını bırakmasına akıl erdiremedikleri gibi, nefis-perestler de Bediüzzaman Hazretlerinin Allah rızası için, icap ederse, onun dinine hizmet etmek, kitabını baş tacı yapmak yolunda ahiretini feda edebileceğine asla akıl erdiremezler.

İtirazcının, günah ve isyanlardan ötürü cehenneme girmek ile, Kur’an’ın yeryüzüne hâkim olması durumunda cehenneme gitse bile gam yemeyeceğini söyleyen bir iman meşalesinin bu konudaki sözlerinin farkını anlayamaması. Gerçekten iman şuurundan yoksunluğun verdiği yoksulluğun boyutlarını göstermesi bakımından çok manidardır.

Hadiste ifade edildiği gibi

“Şehit olan kişi, dünyaya dönüp bir daha öldürülmeyi temenni eder.” (1).

Bu temennisinin sebebi müşahede ettiği şehitliğin büyük sevabıdır. Şehitlik derecesinin mahiyetinden habersiz olan kimselerin, onun tekrar tekrar öldürülmeyi istemesini anlaması mümkün müdür?

Bu konuyu anlamak için İmam Gazali’nin şu sözlerine kulak vermek gerekir:

“Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen şeyleri hazırladım. Bu lezzetlerin bazısı, kalbinin saflığı ve temizliği zirveye varmış kimseler için, daha dünyada iken verilmiştir ve bunun için de bazıları şöyle demiştir:

“Ben ‘Yâ Rab! Ya Allah!’ diye çağırıyorum ve görüyorum ki bu, kalbimin üzerine dağlardan daha ağır geliyor; zira çağırmak ancak perdenin arkasından olur. Acaba yanında oturanı uzakmış gibi çağıran birini hiç gördün mü? Bunun için bazıları der ki: 'Kişi bu ilimde zirveye vardığında halk ona taşlar atar!' Yani onun konuşması halkın akıllarının hududunu aşar.“

“Bu bakımdan bütün âriflerin maksadı; Allah'ın (manevî) visali ve mülakatıdır. Evet sadece budur!”

“İşte budur o göz aydınlığı ki ondan insanlar için ne kadarının hazırlandığını hiçbir kimse bilmez. Bu göz aydınlığı hâsıl olduğunda bütün üzüntüler bertaraf olur. Halk nimetlere dalar. Eğer ateşe atılırsa, daldığından dolayı bir şey hissetmez. Eğer ona cennet nimetleri arz olunursa, nimetinin kemâli için dönüp ona bakmaz bile.” (2).

“Nasıl ki çocuk, oyuncak bebeği bırakıp, evlenmeye çalışan bir erkeğin haline gülüyorsa, aynen bunun gibi baş olma peşinde koşanlar da, baş olmayı terk edip Allah'ın marifetiyle meşgul olanın haline gülerler. Ârifler ise derler ki: 'Eğer siz bize gülerseniz, muhakkak ki biz de bir gün gelir sizinle alay edip güleriz ve bunu yakında bileceksiniz!'”(3)

Dipnotlar:

(1) bk. Buhârî, Cihâd 6; Müslim, İmâre,108,109.

(2) bk. İhyau’l-Ulum, Muhabbet ve Şevk Bölümü.

(3) bk. age.

  • 14. "Cehennem de olsa bekà isterim!" ifadesine itiraz

Bediüzzaman’a ait yukarıdaki ifade, ehli ilmin, büyük bir takdir ve beğeni ile övdüğü “Onuncu Söz” adlı eserden alınan bir pasajdır. Bu ifade ile hayal denen cihazımızın bile ahiretin varlığına nasıl delalet ettiği dile getirilmiştir. Yüzlerce sayfadan oluşan bu harika eserden bir pasajı cımızlayıp, onu bir saldırı vesilesi yapmak hangi vicdanla bağdaşır acaba?..

Cümlenin izahına gelince; insanın mahiyetine birçok hissiyat ve latifeler konulmuştur. Bu hissiyat ve latifelerin hepsinin hüküm ve sezme biçimleri veya hissediş kuvvetleri birbirlerinden farklıdır. Mesela vicdanın hissettiği ince bir meseleyi akıl tartıp şekillendiremez. Ya da kalpte ince ve latif bir şekilde beliren manayı, kesif ve maddi olan dil ifade etmekte zorlanır... Bu hüküm ve meseleleri hesaba katmadan değerlendirmeye gitmek yanlış olur.

Bediüzzaman’ın yukarıda da ifade ettiği gibi, bu mesele tenle ve cesetle ilgili değil, vicdanla ilgili bir meseledir. Yani ebedi yokluğu vicdan penceresinden değerlendirirsek, vicdan, cehennem de olsa ebedi yaşamayı isteyecektir. Ama meseleye ceset ve tenden bakacak olursak, elbette insan cehennem ateşine karşı toprak olmayı, hatta belki de yok olmayı arzu edecektir. Bu meselede nefsin hükmü ile vicdanın hükmü karıştırıldığı için, insanlar meseleyi mübalağa zannediyor ya da hissedemiyor. Hâlbuki nefis hazır andaki bir gram azaptan kurtulmak için ilerideki bin ton mükafatı reddedecek mahiyettedir. Aynı şekilde bir gram hazır menfaat için de ilerideki binler ton azabı kabul edecek bir ahmaklıktadır. Nefsin bu karanlık ve ahmak penceresinden bakılırsa, elbette vicdanın bu ince ve latif meselesi idrak olunamaz.

Özellikle maddeci felsefenin, hisleri ve duyguları yaraladığı bu asırda, insanların böyle vicdani hükümleri ve meseleleri idrak etmeleri pek mümkün görünmüyor. Zira materyalist felsefe insanların ince, latif, hassas hissiyatlarını ve sezme kuvvelerini dumura uğratıp, köreltmiştir. Bu körelmiş hissiyatlar ancak tahkiki bir iman dersi ile yeniden hayat bulabilirler.

Hassasiyeti gitmiş bir terazi ancak kaba ve kesif şeyleri tartıp ölçebilir. Bizim vicdan terazimiz şayet Üstad'ın vicdan terazisi gibi latif ve hassas olsa idi, biz de "Cehennem de olsa ebed isterim." vicdani hükmünü anlayıp tartabilirdik.

Azap içinde iken ebediyeti tatmayacak tespiti nispi bir şeydir. Hâlbuki insan varlık ve yokluk tercihini genel olarak yapar, bir olayın tesiri ile yapmaz. Şayet bir olayın tesiri ile hareket umumi bir yol olsa idi, bugün insanlık hayatını devam ettiremez idi. Demek hususi olayların tesiri ile umumi olaylardaki hüküm karıştırılmamak gerekir.

Şayet sadece insanın vicdanı cehenneme atılsa idi, yokluk ve hiçliğe karşı "Ebed!.. Ebed!.." diye bağıracaktı. Sadece nefis ve ceset cehennemde olsa idi, belki o zaman hüküm değişebilirdi.

Hem yokluk değil, cehennem irade edilmiştir. Yani Allah insanı yok etmiyor, cehennemle cezalandırıyor. Bu ise Allah’ın şefkat ve merhametinin bir neticesidir. “Allah’ın rahmeti gadabını geçmiştir.”, hakikati burada da kendini göstermiştir.

Üstad Hazretlerinin buradaki içtihadı, varlığın nimet boyutunu nazara vermek üzere vicdani açıdan bir değerlendirmedir. Müddeinin nazara verdiği ayetler ise, insanı istikamete sokmak üzere bedensel ve cismani açıdan vurgu yapan tedip ayetleridir. Dolayısı ile aralarında bir tenakuz ve çelişki söz konusu değildir.

Diğer yandan Bediüzzaman Hazretleri, cehennemde yanmak ile var olmak arasındaki karşılaştırmayı yaparken, varlık ile yokluk arasındaki derin uçuruma dikkat çekiyor.
Ölüm endişesi elbette insanların en fıtrî kaygıları, en vicdanî tedirginliklerini seslendiren derin bir yaradır. İnsanlarda yaratılıştan var olan ölüm endişesi, insanların hiç olup, yok olmaktan, bir daha dirilmemek üzere toprak olmaktan müthiş korktuklarının bir göstergesidir.

Çünkü ölüm korkusu, ölmekten ziyade, öldükten sonraki hayatın olup olmadığı hususundaki tereddütlerden kaynaklanmaktadır. Yoksa, insan ayağını ahiret alemine attığı andan itibaren cennet gibi ebedî bir saadete gireceğini bilse bu endişe yüzde bire iner.

Bu hakikat aslında fıtrîdir, lâkin nefsin zaviyesinden hüküm verildiğinde hakikat gizleniyor; mesela, hiçbir mahkum idamı, müebbed hapse tercih etmez. Ebedî yok olmak yerine, cehennemde kalmak elbette daha hayırlıdır ve elbette hakikatte tercih edilmesi gereken budur. Zira varlığı devam etmektedir. Keza, yoğun bakımda olan yakınınızın beyin ölümü gerçekleşmeden fişin çekilip ölmesine müsaade eder misiniz? Veya kanser olan kardeşinin kanserle yaşamasını mı, yoksa intihar etmesini mi istersiniz? Bunun gibi soruların cevabı "Cehennem de olsa beka isterim!.." ifadesinin mantığını ortaya koymak açısından verilebilecek bir kaç örnektir.

Bu da gösteriyor ki, yok olmak, hiç olmak endişesi cehennem gibi, belki daha beter bir azaptır.

Bazı ayetlerde, kâfirlerin cehennemdeki acınacak halleri, özellikle o ateşin dehşetini daha uzaktan gördüklerinde hissedecekleri pişmanlık duygularıyla ilgili sarsıcı tasvirler yapılmaktadır. Bu nedenle ayette, kâfirlerin cehennemdeki azaplarının şiddetine işaret etmek için “orada yok olmak için can atacaklarına” vurgu yapılmıştır. Yoksa, onların bu -anlık- arzuları “yok olmayı cehennemde azap çekmeye tercih ettikleri” manasına gelmez.

Bilindiği üzere, insanlar iki dehşetli durumu karşılaştırırken, mevcut olan sıkıntıyı o anda mevcut olmayan sıkıntıdan daha ağır görürler. Bu karşılaştırma gerçeği yansıtmaz. Nitekim, herhangi bir organı şiddetli ağrı çeken bazı hastaların “Allah’ım! Canımı al da kurtulayım.” dediklerini bir çoğumuz doğrudan veya dolaylı olarak duymuşuzdur. Eğer ölüm sekeratının ağrılarını, sıkıntılarını da bizzat yaşasaydı, herhalde ölümü istemeyecekti. Cehennemdekilerin yok olmayı istemeleri de bu cinsten bir karşılaştırmadır.

İnsanlar şuurlu ve bilinçli düşündüklerinde, sonsuz duygu ve arzulara sahip olduklarını göreceklerdir. Yani ruhunda, ebedi ve sonsuz kalmak ve dostlarıyla devamlı beraber olmak arzusunu taşımaktadır. Bu nedenle şuurlu ve bilinçli olarak yok olmayı istemesi mümkün değildir. Nitekim idam cezasına çarptırılan bir adam, bu cezasının müebbede çevrilmesini bir ikram olarak görmektedir.

Şunu unutmamak gerekir ki, uyku hissi gelince kişi istemediği halde uyuyup kalıyor. Özellikle uykusu gelen kişi arabayı kullanan bir şoför ise, uyuması halinde kaza yapacağını da bilir. Fakat buna rağmen -kendi isteğinin hilafına- o hisse dayanamayıp uyur ve kaza yapar. Oysa yanlışlıkla bir kazaya meydan vermemesi için yapacağı iş arabayı durdurup dinlenmek ve sonra yola çıkmaktır. Bunun gibi, dünyada ölümü isteyen insanlar, bir hastalık veya musibete dayanamadıkları için sanki yok olmak istediklerini zannederler. Hâlbuki, manen biraz dinlenseler ve istirahat etseler, yokluğun ismini bile akıllarına getirmeyeceklerdir. Aynı şey “mahşerde toprak, cehennemde yok olmayı” isteyenler için de söz konusudur. Bir insan akıl ile değil de, his ile hareket ettiği zaman ne yapacağını bilmemekte, kendi lehinde veya aleyhinde olan bir şeyin farkına varamamaktadır. Yani, yok olmayı isteyen akıl ve idrak değil, aksine akıbeti görmeyen hislerdir. Yokluğun akıbetini görenler, cehennemin müebbet hapsini yok olma idamının yanında bir lütuf olarak göreceklerdir.

Şu da bir gerçektir ki, insanların belli şartlarda belli bir hususta yaptıkları tercihler, her zaman isabetli olmayabilir ve gerçeği yansıtmayabilir. Mesele, birilerinin tercihinden ziyade, gerçekten yok olma arzusu, cehennemde azap çekmekten daha ağır basması söz konusu olup olmadığıdır. Bu değerlendirmeyi doğru yapmak için, büyük bir sıkıntı içerisinde -aklını, idrakini, fıtrî arzusunu yitirmiş- olan kişilerin sübjektif değerlendirmelerinden çok, bu unsurları kaybetmemiş ve objektif olarak konuyu değerlendirebilen kimselerin değerlendirmesi önem arz etmektedir. Kanaatimizce bu konuda asrın büyük mütefekkiri Bedizzaman Said Nursî’nin -özetle sunduğumuz-aşağıdaki tespitleri konumuza ışık tutacak mahiyettedir:

“İnsan, sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduğu gibi, dünya ile de alâkadardır. Akrabasıyla yakın ilişkiler içerisinde olduğu gibi, nev-i beşer/insan türü ile de ciddî ve fıtrî münasebetleri vardır. Ve dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi, bir dâr-ı ebedîde bekasını, aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeye çalıştığı gibi, dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeye fıtraten mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlapları/istekleri var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. Hattâ, Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi, bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: ‘Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu/varlığı mı istersin?’ dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden ‘Ah!..’ çekti. ‘Cehennem de olsa beka isterim.’ dedi.”(1)

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele.

  • 15. Ebu Talib için kullanılan "Cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir." ifadesine itiraz

Bir hadis-i şerifte şöyle denilmiştir:

Resulullah (asm)’ın yanında amcası Ebu Talib anıldı da:

"Kıyamet gününde şefaatimin amcama fayda vereceğini umarım. Şefaatimle amcam, topuklarına ulaşabilen ateşten bir çukura konulur da, o çukurda dimağının aslı kaynar." buyurdu. (1)

Bu hadiste, Ebu Talib için Hz. Peygamber (asm)’in özel bir şefaatinin olacağına işaret edilmiştir. Hâlbuki, normal insanlardan imanla kabre girmeyenler için şefaat söz konusu değildir.

Diğer bir rivayete göre, Resullah’ın amcası Hz. Abbas:

“Ey Allah’ın Elçisi! Amcan Ebu Talib’e herhangi bir şeyle yarar sağladın mı? Çünkü o, daima seni korur ve senin için düşmanlarına karşı öfkelenirdi.” dedi. Resulullah (asm):

“Evet, o şimdi dibi topuklarına kadar olan ateşten bir çukur içindedir. Ben olmasaydım, muhakkak cehennemin en derin çukurunda olacaktı.”buyurdu. (2)

İşte bu sahih hadisler tek başlarına birer delildir ki, cehennem Ebu Talib için hususî bir nevi cennet olabilir. Çünkü, boğazına kadar ateşte yanan kimselere nispeten, topuklarına kadar ateşte olmak bir nevi hususî cennettir.

Hadiste, Hz. Peygamber (a.s.m)’in Ebu Talib’in azabının hafif oluşunu kendine yaptığı hizmete bağlaması, çok mânidardır. İmanı olmamasına rağmen Hz. Peygamber (asm)’e yaptığı hizmetten ötürü bir nevi mükâfat kazanması, bir nevi cennet-i hususiyeye mazhar olması, Bediüzzaman’ın söylediklerini doğrular mahiyettedir.

Abdullah b. Abbas’ın bildirdiğine göre, Resulullah (asm) şöyle buyurdu:

“Cehennemlikler arasında azabı en hafif olan Ebu Talib’tir. Ki onun da ayaklarına (ateşten) iki nalin giydirilir de ondan dolayı beyni kaynar.” (3)

Evet, Bediüzzaman’ın Ebu Talib için “bir nevi hususi cennet” demesi, nisbî bir hakikate işarettir. Cehennemin yedi tabaka olması ve günahkâr müminlerin en hafif olan yerde olması hususu, Ehl-i sünnet alimlerinin kabul ettiği bir gerçektir ve ilahî adaletin de bir gereğidir. “Günahkâr müminler için cehennemdeki tabakaları, bir nevi hususi cennetleridir.” denilse, bunun doğru olmadığını söyleyemeyiz.

Nitekim, yukarıdaki Müslim’in rivayetinde cehennemlikler arasında farklı azap dereceleri olduğunu gördük. Yine sahih bir hadiste şu rivayeti de görebiliyoruz:

“Ateş, onlardan (cehennemliklerden) bazılarını topuklarına kadar; bazılarını dizlerine kadar; bazılarını oturağına kadar; bazılarını da boğazına kadar saracaktır.” (4)

Ünlü hadis otoritesi İbn Hacer el-Askalanî konuyla ilgili şunları söyler:

“Kâfirlerin azaplarının derecesi farklı farklıdır. Resulullah’ın bereketi hürmetine Ebu Talib’in azabının hafifletilmesi ona mahsus bir durumdur.”(5)

Demek ki, Rahîm ve Hakîm olan Allah, aynı cehennemde aynı ateşte farklı insanlara farklı azabı verebiliyor. Aynı ateş ortamında bazılarını boğazlarına kadar ateşe gömerken, bazılarını sadece topuklarına kadar ateşe gömmesi, Allah’ın sonsuz kudretiyle cehennem içinde bir nevi hususî cenneti halk edebileceğini göstermektedir. Belki de topuklarından aşağı yanan kimse için cehennem -başkalarına nispeten- bizzat bir nevi hususi cennet gibi oluyor.

“İnkâra ve inâda değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen,..” makûl bir îmân etmeyen Ebû Tâlib’in, Hz. Peygamber (asm)’e hayatı boyunca sahip çıkması, tebliğ görevini rahatça yapması için gereken desteği vermesinden dolayı cehennem içinde kendisine cehennemin en hafif bir tabakasında, adeta bir nevi hususî cenneti Allah’ın ona lütfetmesi, Hz. Peygamber (asm)’e gösterilen Allah’ın bir inayeti ve verilen bir değerden başka bunun dinen ne sakıncası olabilir?

Dipnotlar:

(1) bk. Müslim, İman 360.

(2) bk. Müslim, İman, 357; Kenzu’l-Ummal, h. no: 34093.

(3) bk. Müslim, İman 362.

(4) bk. Müslim, Cennet 12/33.

(5) bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, VII/196.

  • 16. Said Nursi; “Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur.” ifadesini bir hadis olarak rivayet etmektedir. Hâlbuki bu ifade sadece bir uydurmadır, hadis değildir.

Bir rivayette Hz. Cabir anlatıyor:

“Ey Allah'ın Resulü! Anam babam sana feda olsun, Allah'ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz?” diye sordum. Şöyle buyurdu:

“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah'ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur, Allah'ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş / cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne de insan vardı?..”

“Allah mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levhi (Levh-i Mahfuz), üçüncü parçasından Arş'ı yarattı.”

“Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi'yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı.”

“Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı.”

“Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu / iman şuurunu, ikinci parçadan mârifetullahtan ibaret olan kalplerinin nurunu, üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu (La ilahe illallah Muhammedu’r-Resulüllah nurunu) yarattı.”(1).

Halk arasında hadis olarak bilinen rivayetlerin, hadis olup olmadığını tahlil etmek üzere eserini kaleme alan Aclunî, bu hadis rivayetini hiç eleştirmemesi, -göz önünde bulundurulması gereken- önemli bir noktadır.

Hz. Muhammed (asm)’in nurunun yaratılması meselesini, Hristiyanların aşağıdaki düşüncelerinden alındığını iddia etmek yanlış bir karşılaştırma olduğu kadar, İslam alimlerine karşı da büyük bir saygısızlıktır.

Hz. Muhammed (asm)’i kulluk sınırının dışına çıkarmayan ve o sınır çerçevesinde ona karşı saygılarını arz eden Ehl-i sünnet âlimlerinin hadis olarak bildikleri ve hadis olarak rivayet ettikleri bazı hadisleri -velev ki zayıf dahi olsa- Hristiyanların şirk dolu inançlarıyla kıyaslamak çok çirkin bir mülahazadır. Bu düşünce aslında bazı müfrit Vehhabilerin cehaletinin izlenimlerini de veriyor.

Nitekim, yakın bir zamanda, onlardan biri hutbede “Hz. Peygamberin kabirdeki cesedinin benim bu değneğim kadar bile bir değeri yoktur.” diyerek haddini aşmış ve -ister istemez- görevden alınmıştı.

(1) bk. Aclunî, I/265-266.

  • 17. İddiacının iddialarından birisi de: “Said Nursi’ye göre, yazdığı şeyler kendi iradesi dışında kendisine yazdırılmıştır. Ve güya kalbine sürekli gelen ilham ve ihtarlarla bu eserler ortaya çıkmıştır.” şeklindedir...

Bediüzzaman Hazretlerinin, kalbine ilhamların geldiğini söylemesini, bir şirk olarak gören iddiacıya acımamak mümkün değildir. Bu iddiacı hiç mi;

“Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.” (1)

hadisini okumadı; bu ne cesaret?

Diğer yandan, tarih boyunca İslam aleminde milyonlarca insanın ilhamlara mazhar olduğu bilinen bir gerçektir. Değil insanların, hayvanların dahi ilhama mazhar olduğu ayet ile sabittir. Mesela,

“Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin."(Nahl, 16/8)

İşin enteresan tarafı, bu ayette ilham değil, vahiy kelimesi geçiyor. Şimdi bu kelimeden yola çıkarak, arıya peygamberlik mi isnat edeceğiz? Ehl-i sünnet uleması vahyin mertebeleri olduğunu ifade ederler. Peygamberler dışında, gerek insan ve gerekse hayvanlara gelen şeyin ilham olduğunu kabul etmişlerdir.

Hayvana dahi gelen bir ilham, nasıl oluyor da İmam Rabbani, İmam Gazali ve Bediüzzaman gibi zatlara isnat edilince şirk oluyor ve bunlar peygamberlik iddia etmiş oluyorlar?!. Bunu anlamak mümkün değildir.

Ayrıca,

“Her bir nefis ve onu düzenleyen, ona hem kötülük, hem de ondan sakınma yolu ilham eden hakkı için ki: Nefsini maddî ve manevî kirlerden arındıran, felaha erer. Onu günahlarla örten ise ziyana uğrar.”(Şems, 91/7-9)

mealindeki ayetlerde bütün insanların fıtratında ilham kaynağının bulunduğuna vurgu yapılmıştır.

Bir Arap şairinin ifade ettiği gibi,

“Kişinin fiilleri kötü oldu mu, artık bütün zanları da kötü olmaya başlar. Herkesi kendi gibi sanarak suizanda bulunur.”

İşte bu söz, zavallı itirazcının durumunu anlatıyor gibi…

Şeytanın vesvesesinden tamamen kurtulmak insanlar için imkânsız gibidir. Çünkü, kalbin sağ tarafında kişiye iyiliği, güzelliği ilham eden “kuvve-i melekiye”bulunduğu gibi, kalbin sol tarafında da kötülüğü, çirkin şeyleri telkin eden “lümme-i şeytaniye” bulunmaktadır. Şeytanlar kötülüğü, melekler de iyiliği telkin ediyorlar. Biri nefsi, biri de aklı ve kalbi desteklemektedir. Nefsine rağmen aklını kullanarak Allah'a itaat edenler, meleklerden de üstün bir konuma gelirler. Ama aklına rağmen, nefis ve şeytana uyarak Allah'a isyan eden kimse ise, hayat felsefesi bakımından hayvanlardan daha aşağı bir derekeye düşecektir.

Abdullah b. Mesud'dan rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (asm):

"İnsanoğlunda bir lümme-i şeytâniyye bir de lümme-i melekiyye vardır. Lümme-i şeytâniyyeden hakkın yalanlanması ve kötülüklerin yapılması; lümme-i melekiyyeden de hak ve hakikatin tasdik edilmesi ve güzel işlerin yapılması yolunda telkinler yapılır. Buna göre içinden hayır işlerine dair telkinler alan kimse, bunun Allah tarafından olduğunu bilsin ve O'na hamd etsin. Kötülük telkinine maruz kalan kimse de, kovulmuş şeytandan Allah'a sığınsın."

diye buyurmuş ve ardından da

"Şeytan size fakirliği telkin eder ve hayasızlığı emreder."(Bakara, 2/268)

mealindeki âyeti okumuştur."(2).

Bir hadis-ı şerifte,

"İşte bunda mütevessimler (ibret alanlar) için işaretler vardır."( Hicr, 15/75)

mealindeki âyette yer alan "mütevvesimin" kelimesi feraset olarak açıklanmıştır. Tirmizi'nin Ebû Said el-Hudrî'den yaptığı rivayette, Hz. Peygamer (asm):

"Mü'minin ferasetinden çekinin, çünkü o, Allah'ın nuru ile bakar, görür."(3)

buyurmuştur. Feraset de bir nevi ilhamdır.

Kur’an’da; Hz. İsa (as)’ın havarilerine (Miade, 5/111), Hz. Musa (as)’ın annesine (Kasas, 28/7), arıya (Nahl, 16/68) vahiy/ilham edildiği açıkça ifade edilmektedir.

Şimdi Kur’an ve hadislerle sabit olan ve her insanın hayatında defalarca gördüğü ilhamı şirk olarak değerlendiren ve bunu Bediüzzaman gibi bir müceddid için günah sayan bir adama ne demeli?

Biz sadece ıslah için dua eder ve Allaha havale ederiz. Zira Hazreti Peygamber (asm) ve O’nun bu zamanda örnek bir talebesi olan Bediüzzaman hep böyle yapmıştır. Varsın iddiacı küfür ve hakaret dolu sözlerle saldırsın. Nitekim herkes kendi karakterinin gereğini sergiler. Bediüzzamanın ifadesi ile

“Arı su içer bal verir, yılan su içer zehir akıtır.”

Kur’an talebesi olan Bediüzzaman, kendisini idam sehpasına götürenlere hidayet temennisinde bulunup, onlara dahi hakkını helal ederken, yine Kur’an talebesi iddiası ile ortaya atılan bu iddiacı, milyonlarca Müslüman’ın arkasında gittiği bir zata, hiç çekinmeden küfür ve hakaret edebiliyor. Allah hidayet versin demekten başka bizim söyleyecek sözümüz yoktur.

Eğer Allah’tan korkmasaydık, nefsimize uysaydık, biz de yüzlerce ayetin tehditlerini kendisi için tatbik ederdik. Yine de şunu hatırlatalım ki, bir mümini tekfir eden kimsenin cinayeti, bir katilin, bir zinakârın bir hırsızın cinayetinden katbekat daha büyüktür.

İddia videosunda yer alan, Bediüzzaman Hazretlerinin kerametkarane aktardığı bu gibi haberler ister Kur’an’dan istinbat edilmiş olsun, ister ilhamdan kaynaklanmış olsun, zamanın ve aynı tarihin kendisini tasdik ettiğine binlerce şahit vardır.

Bütün kerametleri inkâr eden, ümmetin en büyük evliyaları olan Abdulkadir Geylanî, Ahmed Bedevî, Ahmed Rufaî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbani gibi zatları yalancılıkla itham eden, evliyalarla mücadele etmeyi hayatının en büyük gayesi bilen zavallılar bunu anlayamaz.

Dipnotlar:

(1) bk. Buhârî, Edeb, 73; Müslim, Îmân, 26.

(2) bk. Tirmîzî, Tefsir, 3.

(3) bk. Tirmîzî, Tefsir, 16.

  • 18. İddiacı, Said Nursi’nin “Kur’ân’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.” ifadelerini delil göstererek, Risalelerinin, Kur’an’ın geldiği yerden geldiğini ifade ettiğini iddia etmektedir.

İddiacı, ne yazık ki, sadeleştirme perdesi altında, Bediüzzaman Hazretlerinin sözlerini çarpıtmaktan ve iftira etmekten çekinmemiştir. Bu şekilde asıl niyetini bir kere daha ortaya koymuştur. İfadelerin orijinali şöyledir:

“Resâili’n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur’ân’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.”(1)

İddiacının sadeleştirmesi ise şöyledir:

“Resaili’n-Nur da aynı şekilde, ne Doğu’nun kültüründen ve ilminden ne de Batı’nın felsefe ve fen bilimlerinden gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nurdur. Ama semavi olan Kur’an’ın, Doğu ve Batı’nın üzerinde olan Arş’taki yüksek yerinden alınmıştır.”

Hâlbuki, ifadelerin doğru açıklaması şudur:

“Risale-i Nur Kur’an’dan mülhemdir (Risalelerin ilham kaynağı Kur’an’dır). Kur’an ise hem şarkın hem garbın üstünde olan semavî bir makamı vardır. Her mümin buna inanır. Nasıl ki, arş bütün varlıkların üstünde bir mevkidedir, Kur’an’ın manevi arşı da diğer beşeri olan ilimlerin hepsinin üstündedir. İşte Risale-i Nur da Kur’an’ın bu mertebe-i arşisinden (yani, şarkın ve garbın fen ve felsefelerinin, bilgi ve ilimlerinin üstündeki Kur’an’ın arşından) ilham edilmiştir.”

Şimdi, Kur’an’ın “makam-ı muallası” manasındaki “Kur’an’ın mertebe-i arşiyesi” ifadesini, yukarıdaki gibi çarpıtmaktan daha çirkin bir iftira olabilir mi?)

Bediüzzaman Hazretlerinin, “İstihdam olunuyoruz” demesi, bütün yaptıkları güzel işleri Allah’a ait olduğunu ifade etmekten ibarettir. Üstad’ın bu ifadesi de -diğer ifadeleri gibi- tamamen Kur’an’dan mülhemdir. Kur’an diyor ki:

“Ey insan! Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir. Ey Resulüm! Seni bütün insanlara elçi gönderdik. Allah’ın buna şahit olması yeter de artar!”(Nisa, 4/79).

İşte Bediüzzaman bu ayetin emrini yerine getirmek üzere, “Biz istihdam olunuyoruz” diyor. Yani: “Bizim Kur’an ve imana yaptığımız bu güzel hizmetler bizim kendi hünerimiz değil, Allah’ın bir lütfudur. Bizi bu konulara muvaffak eden odur.”

Kur’an’da Karun’un başarılarını kendi hüneri olarak göstermesi ayıplanırken, şöyle denilir:

“ Karun ‘Ben bu servete ilmim ve becerim sayesinde kavuştum.’ dedi.”(Kasas, 28/78).

İşte Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’ın bu gibi tehditlerinden korktuğu için, her şeyini Allah’a teslim etmiş, kendini “bir kuru üzüm çubuğu” olarak tanıtmıştır. Ballı ve şerbetli üzüm salkımları kuru çubuğun marifeti olmadığı, Allah’ın rahmeti olduğu gibi, Risalelerdeki marifet balları gibi olan bilgiler de benim değildir, Allah’ın inayet ve rahmetinin tezahürüdür demektedir.

(1) bk. Şualar, Birinci Şua, Birinci Âyet.

  • 19. "Said Nursi sadece kitabının yazdırıldığı iddiasında değildir. Onun çok daha büyük bir iddiası vardır. 'Ben de yarım ümmiyim.' diyor. Dolayısı ile peygamberlik iddia ediyor."

Bu iftirayı yapan kişinin, küfre girmeyi göze alacak kadar ileri gittiğini görmek isteyen, bu sözlerini tekrar tekrar okusun:

“Said Nursi sadece kitabının yazdırıldığı iddiasında değildir. Onun çok daha büyük bir iddiası vardır. O da Allah’ın elçisi olduğudur.”

Allah aşkına, yarım veya tam ümmi olan bir kimsenin bu halini beyan etmesi, “Ben yarım ümmiyim.” veya “Ben ümmiyim.” demesi ile peygamberlik iddiası arasında ne münasebet var?!. “Benim adım Muhammed.” diyen birisini peygamberlikle itham etmek aklıselimle ne kadar bağdaşır!..

Şimdi Bediüzzaman Hazretlerinin orijinal ifadelerinden, “yarım ümmiliğini” neden söz konusu ettiğini bir de sizler dinleyin ve bu iddiayı değerlendirin:

“Hizmet-i Kur'aniyeye ait inayat-ı Rabbaniyenin ikincisi şudur ki:

“Cenab-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmi, diyar-ı gurbette, kimsesiz, ihtilattan men'edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. Zaîf ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur'aniyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi.”(1).

Öyle görünüyor ki, bu iftiracı, Turan Dursun’un Hz. Peygamber (asv)’e attığı iftiralarda kullandığı küfür metodunun aynısını Bediüzzaman Hazretleri hakkında kullanıyor.

Biz kendisini tekfir etmiyoruz. Biz Allah’tan korkuyoruz. Çünkü, Üstadımız bize şu dersi vermiştir:

“Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te’vile çalışır. Onu tekfir etmez.”(2).

Ancak bu zavallı adamı uyarmak da bizim boynumuzun borcu... İşte biz de hadislerle uyarıyoruz:

Hadis-i şerifte Peygamberimiz (asv) şöyle buyurdu:

“Müslüman bir kimse, Müslüman bir kimseyi tekfir ederse, (bakılır), eğer tekfir edilen kişi kâfir ise (mesele yok), eğer kâfir değilse, tekfir eden kâfir olur.”(3).

“Bir Müslümanı sövme / tahkir etmek fasıklıktır.”(4)

“Ben, benden sonra ümmetim için en korktuğum dili bilgili (cerbeze ile lafazanlığı yapan), ama kalbi cahil olan münafık kimselerdir.”(5).

Şimdi hayatı boyunca, dinsizlerle değil, dindarlarla mücadele etmeyi, İslâm ümmetinin her zaman baş tacı yaptığı evliyaları yalancılık ve hatta dinsizlikle suçlamayı bir görev sayan bir kimsenin, bu durumunu ne ile izah edebiliriz?

Ehl-i tarik, ehl-i tasavvuf, ehl-i hakikat, ehl-i velayet,.. hulasa, ehl-i İslâm, ehl-i Kur’an kim varsa, hepsini çürütmek için kitaplar yazan birinin halini ne ile izah edebiliriz? Dinsizler dururken, dindarlara karşı savaş açmasını başka ne ile izah edebiliriz?

Bediüzzaman kerametkarane bu müfterileri ve onların arkasındaki mihrakları çok önceleri şöyle deşifre etmiştir:

“İşte şimdi gizli münafıklar, Vehhabîlik damarıyla en ziyade İslâmiyet'i ve hakikat-ı Kur'aniyeyi muhafazaya memur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip, ehl-i hakikatı Alevîlikle itham etmekle birbiri aleyhinde istimal ederek dehşetli bir darbeyi, İslâmiyet'e vurmağa çalışanlar meydanda geziyorlar..."

"Hattâ ... benim ve Risale-i Nur'un aleyhinde istimal edilen en tesirli vasıtayı, hocalardan bulmuşlar. Şimdi Haremeyn-i Şerifeyn'e hükmeden Vehhabîler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden İbn-i Teymiye ve İbn-ül Kayyim-il Cevzî'nin pek acib ve cazibedar eserleri İstanbul'da çoktan beri hocaların eline geçmesiyle, hususan evliyalar aleyhinde ve bir derece bid'alara müsaadekâr meşreblerini kendilerine perde yapmak isteyen, bid'alara bulaşmış bir kısım hocalar, sizin muhabbet-i Âl-i Beyt'ten gelen ve şimdi izharı lâzım olmayan içtihadınızı vesile ederek hem sana, hem Nur şakirdlerine darbe vurabilirler..."(6)

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Yedinci Risale.

(2) bk. Şualar, On Dördüncü Şua, Hata-Savap Cetvelinin Zeylidir.

(3) bk. Ebu Davud, Sünnet 15.

(4) bk. Buharî, İman 36.

(5) bk. Kenzu’l-Ummal, h. no: 28968-28970.

(6) bk. Tarihçe-i Hayat, Emirdağı Hayatı.

  • 20. "Ayrıca Said Nursi’nin ana dilinin de Türkçe olmadığı ve bu dili de sonradan öğrendiğini herhalde izah etmemize gerek yoktur."

Bu arada müfterinin ırkçılık damarı da kabarmışa benziyor. İnsanların dikkatlerini Bediüzzaman’ın Kürt asıllı olduğuna çevirerek, on beş asır önce Peygamberimiz tarafından yerin dibine gömülen ırkçılığı yeniden hortlatmaya gayret ediyor. Fakat Müslümanlar, Bediüzzaman’ın Kur’an’a olan hizmetlerini asla unutmayacak, onun küfrün bel kemiğini kıran Kur’an’dan mülhem eserlerini baş tacı etmeye devam edeceklerdir.

“Ben bu vazifei kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum. Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız.”(1)

Bu sözün manası şudur: Allah, Bediüzaman’ın hayatını ileride Kur’an’a hizmet için hazırlamışçasına onu istihdam ediyordu. Bediüzzaman unvanına layık görülecek kadar harika ilmi, takvası, cesareti, zekâsı, kuvve-i hafızası,.. gibi donanımları ve her zaman Kur’an’a hizmetten başka hiç makam ve mevkiyi, hiç para ve dünyevi menfaati düşünmeyen nadide fıtratı...

Yani söz konusu ifadelerle Üstad diyor ki,

“Ben bu hizmetimi yaparken, ileride böyle müceddidlik göreviyle görevlendirilip, ahir zaman fitnesi içerisinde sönmeye başlayan imanları kurtarmak gibi hususi bir hizmetin olacağını bilemiyordum. Siz ise artık bugün bunu bilerek, görerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız.”

Şimdi bu sözden daha doğru, daha mütevazı ne olabilir ki? Ama anlamayan cahiller veya anlamak istemeyen ön yargı kurbanları, bununla Bediüzzaman Hazretlerini -hâşâ- peygamberliğe özenmekle itham edebiliyorlar. Hz. Peygamber (asm)’den beri, dört raşit halifeyi, dört mezhep imamını, Gavs-ı Azam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazali, Şah-ı Nakşibend, Mevlana Celaleddin-i Rumî, Muhyiddin İbn Arabi, İmama-ı Rabbani, Mevlana Halid-i Bağdadi gibi İslam ümmetinin zirveleri sayılan zatlara, her zaman -bazı bedbahtlar- çamur atmış ve iftiralarla, tezvirlerle onların o yüksek kametlerine gölge düşürmek istemişlerdir. İmam-ı Gazali’nin kitaplarını yaktıran o günkü hasetci ve de cahil bir hoca bozuntusunun esamisi okunmaz, ama Gazali milyonlarca insanların gönüllerinde taht kurmaya devam etmektedir.

Bunun gibi, aynı kervanın en son halkası olan ahir zamanın müceddidi Bediüzzaman Hazretlerine de -şu zavallı müfteri gibi- birçok hoca bozuntusu, zındıka komitesi, dinsizlerin ekmeğine yağ sürecek şekilde iftiralarla tezvirlerle ona saldırmış, fakat onların hiçbirisinin isminden bile bahsedilmez. Fakat Bediüzzaman, dünya çapında milyonlarca insanın gönlünde taht kurmuş ve kurmaya devam etmektedir.

(1) bk. Barla Lahikası, (210. Mektup)

  • 21. "Said Nursi, inananlarına cennet müjdesini vermekten de geri kalmaz."

İftiracı şahsın saldırdığı noktalardan biri de, Bediüzzaman Hazretlerinin, Risale-i Nur eserlerini okuyup, iman-ı tahkiki denilen delile dayalı olan iman mertebesine erişen talebelerinin, Allah’ın lütfuyla kabre imanla girebilecekleri müjdesinin geçtiği yerdir:

“Risale-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve Cennete gidecekler.”(1)

Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur talebelerinin kabre imanla gireceklerini neye istinaden söylediğini Kastamonu Lahikası isimli eserinde izah etmektedir:

“İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: ‘Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.’ Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor…”

“... iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî ve Kur’ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir.”

“ … Risaletü’n-Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risaletü’n-Nur hakaik i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler.” (2)

Şimdi bu paragraflarıı insafla değerlendirelim:

1.“İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: “Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.”

Özetle: Tahkiki imanı (delile ve ispata dayalı) ilimle elde edilen yakin seviyesinden, yaşanan mertebesi olan hakkalyakin mertebesine ulaşan bir iman sahibinin imanı, sekerat vaktinde şeytanın tüm aldatmalarına rağmen muhafaza olunur. Çünkü bu iman mertebesine ulaşan şahsın imanı, şeytanın basit hileleri ile çalınabilecek seviyede değildir.

2. “... iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî ve Kur’ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir.”

Risale-i Nur eserleri baştan sona iman hakikatlerinin ispatına dair olduğundan, bu eserleri mütalaa eden ve insafla okuyanların imanları ilmelyakinden, aynelyakine ve hakkalyakine ulaşır. Dolayısıyla iman esaslarına bu derece kuvvetle iman eden zatların imanlarına da şeytanın ulaşması ve sekeratta imanlarını çalması imkansızlaşır. Bu şekilde inşaallah imanla kabre girerler.

Şimdi insafla Risale-i Nur eserlerine bakan bir şahıs; baştan sona, “Allah’a iman, Kur’an’a iman, nübuvvet, haşir, ibadet” gibi iman esaslarını derinlemesine ele alan, ispatını yapan ve şeytanın bütün vesveselerini Allah’ın izni ile izale eden böyle bir eserle, imanını tahkiki yapanların kabre imanla girmeyeceğini söyleyemez.

Dipnotlar:
(1) bk. Şualar, Birinci Şua, Beşinci Âyet.
(2) bk. Kastamonu Lahikası, (13. Mektup)

  • 22. Müddeinin itiraz ettiği ve tahrif ettiği ifadelerden biri de şudur: "Peygamberliğin naib ve vekillerinin her asırda bulunması bir kural olduğu için bu ayet, bir mirasçılık görevi yapan Risale-i Nur’u kendi fertleri içine bir işaret....”

Büyük âlimlerin, peygamberlerin varisi oldukları hususu, ümmetin tartışmasız kabul ettiği bir gerçektir. Bu husus sahih hadis kaynaklarında da yer almaktadır. Mesela;

Bezzar’ın sahih bir senetle rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu:

“Alimler peygamberlerin halifeleridir.”(1).

Diğer bir rivayete göre Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Âlimler peygamberlerin varisleridir.”(2).

İşte Bediüzzaman Hazretleri bu hadislerin verdiği hüküm doğrultusunda:

“.., risalet ve nübüvvetin her asırda veraset noktasında naipleri, vekilleri bulunmak kaidesiyle bir mânâ-yı remzî cihetinde, vazife-i ırsiyeti yapan Risale-i Nur’u efradı içine hususî bir iltifatla dahil edip, lisan-ı Kur’ân olan Arabî olmayarak Türkçe olmasını takdir ediyor.”(3)

demiştir. Hadiste yer alan “halife”, naib, vekil demektir.

Şimdi, Bediüzzaman Hazretlerinin, asrın müceddidi sıfatıyla, Kütüb-ü Sitte kaynaklarında yer alan bir hadise dayanarak söylediği bir hakikat nerede; Allah’ın basiretini kapattığı bir cahil ve de müfteri adamın;

“İşte Said Nursi, açıkça gördüğünüz üzere, risalelerin dilinin Türkçe olmasının sebebini, İbrahim suresindeki dördüncü ayete bağlamakta ve böylelikle Türk toplumuna Allah’ın gönderdiği bir elçi olduğu iddiasında bulunmaktadır.”

şeklindeki haset, kin ve küfür dolu saçmalıkları nerede?

Teşbih sanatının kurallarındandır ki, benzetilen ile kendisine benzetilenin arasında her yönden bir ortak benzeme yönünün bulunması gerekmez. Nitekim “arslan gibi adam” denildiğinde, ilgili adamın her yönden arslan gibi olduğunu göstermez. Kur’an-ı Kerim’de “Peygamber sizin için çok güzel bir örnektir.” buyrulmuştur. Birisini örnek almak onun gibi olmaya çalışmak demektir. Şimdi bir şarlatan kalkıp da, “Ayette inananların hepsinin peygamber olmaları isteniyor!..” dese ne kadar komik bir duruma düşeceği açıktır.

Bunun gibi, bir Nur talebesinin Üstad’a hitaben söylediği:

“Madem bu hizmet münhasıran reyiniz ile değil, istihdam olunuyorsunuz…”

ifadelerinden hareketle, “Talebesi, Bediüzzaman Hazretlerini bir nevi peygamber gibi görmüştür.” demek, yerden göğe bir haksızlık ve yeri göğü titretecek bir iftiradır.

Bir Nur talebesinin coşkun hissiyatından fışkıran bu ifadelerin neresi yanlıştır? Risale-i Nur’un yirminci asrın Müslümanlarını, hatta birçok gayri müslimleri de koyu fikir karanlığından kurtardığını kör olmayan herkes gözleriyle görmektedir. “Müellifin kendi ihtiyariyle olmadığı”nın anlamı, Allah’ın kendisini bu işte istihdam etmesidir. Binlerce ilim adamının tasdikiyle bu asrın imansızlık zifiri karanlığında en parlak bir iman meşalesini yakan Bediüzzaman Hazretlerinin bu işi -Allah’ın istihdamı ve tevfiki olmadan- yapmasının mümkün olmadığına kanaat getirmiştir.

Fatiha suresinin başından Bakara suresinin 33. ayetine kadar tek tek ayetleri -yüzlerce tefsir alimlerinin dedleri gibi- eşi benzeri olmayan bir tarzda, savaş meydanlarında ve at sırtında yazması ne ile izah edilebilir? Hapishanelerde, zindan köşelerinde ve yirmi üç defa öldürmek kastıyla verilen zehirden zehirlenmesine rağmen, kitaplarının bir kısmını altı günde, bir kısmını altı saatte, bir kısmını on iki saatte, bir kısmını kırk dakikada yazdığı, hâlâ hayatta olan onlarca talebesinin şehadetleriyle sabittir. Ve bu konu Risalelerde de açıklanmıştır. Böyle bir telifin sahibinin, Allah’ın inayeti altında bu eserleri yazdığını söylemesi, dinin hangi kuralına aykırıdır? Bir kısım ehl-i bid’a olan Harici ve Vehhabi zihniyetiyle akılları malul kimselerin dışında, bunu kim yadırgayabilir.

Müddeinin bir diğer çarpıtılmış iddiası ise şu ifadeler üzerinde olmuştur:

“Resail-i Nur denilen, otuz üç adet söz ve otuz üç adet mektup ve otuz bir adet lemalar, bu zamanda, Kitab-ı Mübindeki ayetlerin ayetleridir. Yani hakaikının alametleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır ve o ayetlerdeki hakaikı imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir.”(4)

İddiaya Cevap:

Bu ifadelerin özeti: “Risale-i Nur, Kur’an’ın hak kelamullah olduğunu asrın anlayışına uygun bir şekilde izah ve ispat eden bir eserdir.” şeklindedir.”

Bütün İslam alimlerinin dünden bugüne yazdığı ve ifade ettiği şeyler, ayetlerin ve hadislerin anlaşılması için ön hazırlık veya açıklama sayılır. Yani bu açıklamalar ve yazılanlar, ayet ve hadislerin delilleri, alametleri ve ayetleridir. “Ayet” delil demektir.

Bugün gerek Türkiye’de, gerek dünyanın kırktan fazla ülkesinde yapılan sempozyumlarda, yüzlerce tefsir aliminin Risale-i Nurlara olan hayranlıklarını bildirmeleri, sahip çıkmaları ve hatta, “Neden daha önce bu harika eserleri göstermediniz, tanıtmadınız.” diye bizlere sitem etmeleri, “Said Nursi birçok ayeti saçma sapan tefsir etmiştir.” diyen bu iddia sahibinin yüzüne vurulmuş şiddetli bir şamardır.

Dipnotlar:

(1) bk. Mecmau’z-Zevaid, h. no: 523.

(2) bk. Buharî, İlim, 1; Ebu Davud, İlim,1; Tirmizi; İlim,19; İbn Mace, Mukaddime, 17; Darimi, Mukaddime, 32, Ahmed b. Hanbel, V/196.

(3) bk. Şualar, Birinci Şua, Dördüncü Âyet.

(4) bk. age. Yirmi İkinci Âyet.

  • 23. Ebced ve cifrin Kur’an ve sünnetten herhangi bir dayanağı olmadığı gibi, gizli anlamlara, yani gayb bilgisine ulaşmanın da bir yolu yoktur. Ayette şöyle deniyor: “De ki, göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.” (Neml, 27/65)

Bu ayette, söz konusu edilen “Allah’tan başka gaybı kimse bilmez.” hükmünün manası; “Allah bildirmediği takdirde kimse gaybı bilmez.” demektir. Yoksa Allah’ın bildirdiği kimseler gaybı bilebilirler. Nitekim, bu ayette peygamberler de istisna edilmeden -meal olarak- “Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.” ifadesine yer verilmiştir.

Hâlbuki, Kur’an’da Hz. İsa (as)’ın, Hz. Muhammed (asm)’in gaybı bildiklerine dair ayetler de vardır:

“Size Rabbiniz tarafından bir mûcizeyle gönderildim: Ben size çamurdan kuş şekline benzer bir şey yapar içine üflerim, o da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Keza ben anadan doğma körü ve abraşı iyileştirir, hatta Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yediğinizi ve biriktirip sakladıklarınızı da bilirim. Eğer inanmaya niyetiniz varsa, elbette bunlarda sizin için alacak dersler vardır.”(Al-i İmran, 3/49).

“Hani bir ara Peygamber, eşlerinden birine sır olarak bir söz söylemişti. Fakat o, bunu kumalarından birine haber verince, Allah da bu durumu Peygamberine bildirdi. O da eşine söylediğinin bir kısmını bildirip, bir kısmından ise vazgeçmişti. Peygamber, o eşine bu durumu anlatınca o hayret ederek: ‘Bunu sana kim bildirdi?’ dedi. Peygamber de: ‘Her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah, bana haber verdi.’ diye cevap verdi.”(Tahrim, 66/3).

Hz. Ebu Bekir (ra)’in meşhur kerameti de -Allah’ın bildirmesiyle- bir gayb bilgisini içermektedir. Hz. Aişe (ra) anlatıyor:

Babası Ebu Bekir’s-Sıddîk, bir araziyi kendisine vermeyi düşünmüş, vefat edeceği zaman ona şunları söylemiştir:

“Kızım! Allah’a yemin ederek söylüyorum ki, benden sonra senin zengin bir durumda bırakmaktan daha sevimli, benden sonra seni fakir bir halde bırakmaktan daha zor/daha acı bir şey benim için söz konusu değildir. Daha önce sana vereceğimi düşündüğüm 'yirmi vesk' civarındaki araziyi verseydim, o şimdi senin olurdu. Fakat, o şimdi artık varislerin ortak malıdır. İki erkek iki de kız kardeşin var, artık malınızı Allah’ın kitabına göre taksim edersiniz.” dedi. Ben

“Esma’dan başka kız kardeşim yoktur, öbürü kimdir?” dedim. Bunun üzerine Ebu Bekir;

“Hamile olan eşimin karnında/rahminde olanın kız olduğunu düşünüyorum.” dedi ve gerçekten kız olarak doğdu.”

İmam Sübkî’nin de ifade ettiği gibi, burada iki cihetten bir keramet, gaybdan haber vermek vardır. Birincisi, o hastalığında “artık malının varislerine kaldığını” söylemek suretiyle, içinde bulunduğu hastalıktan kesin olarak öleceğini söylemesi, ikincisi, hamile olan eşinin kız doğuracağını bildirmesi.(1).

Buna göre, “Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.”, mealindeki ayeti, “Gaybı, Allah bildirmedikçe kimse bilmez.” şeklinde anlamak gerekir.

Kaldı ki, Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’an’dan istihraç ettiği işarî manalar, kadimden beri İslam büyüklerinin kabul ettiği gerçeklerdendir.

(1) bk. bk. Gazalî, İhyau’l-Ulûm, III/23; Yusuf Nebhanî, Huccetullahi alal’-âlemîn, s.860.

  • 24. "Said Nursi ebced ve cifr hesaplarıyla Kur’an ayetlerinin kendine işaret ettiğini bildirmiştir. Oysa bu yöntemi daha çok Yahudi kabala tarikatı, Şiiler ve büyücüler kullanmaktadır."

Birçok tefsir âlimi tarafından kabul gören ve tarih boyunca İslam âlimlerinin kullandığı ilmi bir metod olan ebced hesabı için “büyücülerin işi” gibi yakıştırmalar yapan bilgisizleri bir kenara bırakarak, birkaç ilmî noktaya değineceğiz:

“Keşfu'z-Zünûn”da, cifir ve ebced ilminin, konunun uzmanları olan mânevî ilimlerde derinleşen simalar için birçok esrarın anahtarı hükmünde bulunduğu ve Hz. Ali (ra) tarikiyle özellikle Ehl-i Beyte tevârüs eden bir ilim olduğu belirtilmiştir. Bu ilmin eski peygamberlerin kitaplarında da yer aldığına dair rivâyetlere işaret eden Çelebi,

"Bu ilme, ancak ahir zamanda gelecek olan Hz. Mehdî, hakkıyle vâkıf olur."(1)

diyen bazı âlimlerin görüşlerine de yer vermiştir.

Hâkim'in Müstedrek adlı hadis kitabının tahkikli neşrini gerçekleştiren Yusuf Abdurrahman Maraşlı, söz konusu kitap için hazırladığı fihristin mukaddemesinde "ebced" konusuna da değinmiştir. O'na göre, İslâm öncesi dönemlerde Yahudî ve Hristiyanlar tarafından kullanılan ebced sistemi, İslâm'ın zuhûrundan itibaren yaklaşık bir asır kadar eserlerin tertibinde kullanılmış, daha sonra terk edilmiştir. Fakat, "ebced hesabı", bir matemetik sistem olarak, tarih boyunca kullanılmaya devam etmiştir.(2)

“Kur'an'ın, had ve hesaba gelmez mânaları, işaretleri, tefsirleri söz konusudur. Hâlbuki bunların hepsinin, Hz. Peygamber (asm) tarafından ifade edildiğini kimse gösteremez. Şüphesiz bu hakikatlar, yine de o kudsî kaynağın malıdır. İlm-i huruf değil; bilâkis, çok zâhir (Bâtinîliğin zıddı) ve bir aritmetik tablo içerisinde yer alan ebced hesabı ve gözle görünen tevafukları Kur'an'daki bazı işaret ve nüktelerinin anlaşılması için bir vesîle yapmamız, elbette Hz. Pegamber (asm)'in sünnetine uyma hususuna bir zarar vermez ve ona aykırılığı söz konusu olamaz.”(3)

Kaldı ki her şeyden önce bu konuda rivâyet edilen bir hadis-i şerif söz konusudur. Abdullah b. Abbas'ın, Cabir b. Abdullah'dan rivâyet ettiğine göre:

"Hz. Peygamber (asm), bir gün Bakara sûresinin baş kısmını (Elif-Lam-Mim) okurken, Yahudi asıllı Ebû Yâsir b. Ahtab, onu dinler ve bir grup Yahudilerle birlikte bulunan kardeşi Huy b. Ahtab'a gelir, onlara işittiklerini anlatır. Bunun üzerine Huy b. Ahtab, yanındaki Yahudilerle birlikte Hz. Peygamber (asm)'in huzuruna çıkar ve

"Sana gerçekten ‘Elif-Lam-Mim’ şeklinde bir şey vahyedildi mi?" diye sorar. Hz. Peygamber (asm):

"Evet!.." deyince, Huy:

"Bunu Cebrâil Allah katından mı sana getirdi?" diye sorar. Hz. Peygamber (asm)

"Evet!.." diye cevap verir. Bunun üzerine Huy:

"Allah'ın senden önce gönderdiği herhangi bir peygamber ümmetinin ömrünün ne kadar olduğunu belirttiğini bilmiyoruz. Sadece senin ümmetinin ömrünü belirtmiştir." der ve yanındakilere dönüp: "Elif 1; lam 30; mim 40'dır. Bunların toplamı 71 eder. Buna göre siz, ümmetinin ömrü 71 yıl olan bir peygamberin dinine mi gireceksiniz?" diye ilave eder. Sonra tekrar Hz. Peygamber (asm)'e:

"Bundan başka var mı?" diye sorar. Hz. Peygamber (ams):

"Evet, Elif-Lam-Mim-Sad da vardır." deyince, Huy, bunun 161 yaptığını ve diğerinden daha fazla olduğunu söyler ve tekrar Hz. Peygamber (asm)'e başka harflerin olup olmadığını sorar. Hz. Peygaber (asm): "Elif-Lâm-Ra; Elif-Lâm-Mim-Ra"nın da var olduğunu söyleyince; Huy b. Ahtap, işin karıştığını, bunların daha fazla bir rakam ifade ettiğini, bu durumda İslâm ümmetinin ömrünün az mı çok mu olduğunun bilinemiyeceğini söyler ve arkadaşları ile birlikte kalkıp gider. Yolda kardeşi Ebû Yasir:

"Kim bilir, belki Muhammed (asm) ümmetinin ömrü -bütün bu harflerin gösterdiği toplam sayı olan- 734 senedir." şeklinde bir görüş beyan eder.(3).

Dipnotlar:

(1) bk. Kâtib Çelebi, Keşfu’z-Zünûn, I/592.

(2) bk. Maraşli, Yusuf Abdurrahman, Fihrisu Ahâdîsi'l-Müstedrek, s.19.

(3) bk. Nursi, Müdâfaalar, s.128.

(4) bk. bk.Taberî, I/93; Beydâvî, I/37; İbn Cüzeyy, et’-Teshil li Ulumi’t-Tenzîl, 35; Suyûtî,, el-İtkan, II/13; ed-Durru'l-Mensûr, I/23.

  • 25. Said Nursi birçok ayetin, ilginç yorumlar yaparak, kendisine ve Risalelerine işaret ettiğini iddia etmektedir.

Kur’an’ın, işarî tefsir yoluyla birçok hakikate işaret ettiği, ebced hesabıyla birçok tarihi vakalara dikkat çektiği bilinmektedir. Örneğin, Rum suresinin

"Elif-Lâm-Mim. Rumlar, (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Fakat onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir." (Rûm, 30/1-4)

meâlindeki âyetler, Sasanîlere karşı yenilmiş Bizanslıların, birkaç yıl içinde onlara galip geleceğini açık bir şekilde ifade etmiş ve tarih bu gerçek ihbarı, olduğu gibi tasdik etmiştir.

İslam âlimleri, bu âyetin işârî mânâsını da araştırmış ve ebced hesabıyla bir takım tarihî olayları istihraç etmişlerdir: Ünlü tefsir alimi İbn Berrecan (Ö. 536) Kudus'ün Selahaddin-i Eyyûbi tarafından fethedileceğini bildirmekle kalmamış, aynı zamanda vefatından yaklaşık kırk yedi yıl sonra vuku bulacak Kudüs'ün fetih tarihini (583) de haber vermiştir. [Suyutî, el-İtkan, II/14; Tarihu’l-Hulefa, (Şamile), 1/187]

Muhyiddin İbn Arabî de, İbn Berrecan'ın çok önceden haber verdiği aynı tarihte Kudüs'ün fethedildiğini bildirmiştir. Kendisi de ebced hesabını kullanarak ayetten Kudüs'ün fetih tarihi olan 583'ü istihraç etmiştir. (İbni Arabî, Fütuhat, I/60)

İzz b. Abdusselam'ın bildirdiğine göre: Hz. Ali (ra), Şura suresinin başında yer alan "Hâ-Mim-Ayın-Sin-Kaf" şifreli harflerden, Hz. Muaviye ile kendisi arasında vuku bulan hadiseleri çıkarmıştır. (Suyutî, İtkan, II/14; Alusî, I/102).

"Andolsun, Zikir'den (Tevrat'tan) sonra Zebûr'da da, 'Yere muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır.' diye yazmıştık.."(Enbiya, 21/105)

mealindeki âyetten İbn Kemal, Sultan Selim'in Mısır'ın Osmanlı ülkesine ilhak tarihini çıkarmıştır. Âyette Tevrat yerinde kullanılan "ez-Zikr" kelimesi ebced hesabı ile konunun düğümünü çözen anahtar kelimedir. Âyette "ez-Zikr'den sonra" tabiri kullanılmıştır. Bu kelimenin ebced değeri (okunmayan lâm hariç) 921'dir. Mısır'ın fetih tarihi ise, hicrî 922'dir. Demek ki âyet işârî mânâsıyla hicrî 921'den sonra fethin gerçekleşeceğini ifade etmiştir.(bk. Alusî, I/ 8)

"Andolsun, Sebe' halkı için kendi yurtlarında bir ibret vardı: Biri sağda biri solda iki bahçe bulunuyordu. Onlara şöyle denilmişti: 'Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Beldeniz güzel bir belde, Rabbiniz de çok bağışlayıcı bir Rabdir.' "(Sebe, 34/15)

ayetinden Molla Camî İstanbul'un fethini çıkarmıştır. Ayette âdeta denizin iki yakasının tasviri yanında, güzel belde ifadesiyle de İstanbul'u hatırlatıyor. Bunun yanında "Beldetun Tayyibetun" ifadesinin ebced değeri olan 857 rakamı, İstanbul'un hicrî fetih tarihidir.(bk. Elmalılı Hamdi Yazır, VI/3958).

Nümune olarak verdiğimiz bu misallerden de anlaşılacağı gibi, Asr-ı sadet'ten beri cari olan bir tefsir metodu olan işarı ve ebcedî istihraç metodunu, sanki sadece Bediüzzaman Hazretlerinin kullandığı yeni bir metotmuş gibi dillendirmek, şayet antika bir cehaletten kaynaklanmıyorsa, çirkin bir şarlatanlıktan kaynaklanıyor demektir.

  • 26. “Said Nursi, ahiretteki müminlerin hallerinden, dualarından bahseden Tahrim suresinin sekizinci ayetini ilginç bir şekilde yorumlayıp, Risale-i Nur talebelerine işaret olarak görmektedir.”

Kur’an’ın, aynı ifadeyle birçok manaya işaret ettiği, tefsir usulünü bilenlerin hiç yabancı olmadığı bedihi bir gerçektir. Allah’ın sonsuz ilmini yansıtan Kur’an’ın en parlak i’caz yönlerinden biri de çok az bir sözle çok geniş manalara delâlet etmesidir. Bu sebeple, ahiretle ilgili kullanılan bir ifadeden, aynı zamanda dünyadaki bir hakikate işaret etmesini inkâr etmek, tefsir ilminden habersiz olmak anlamına gelir.

Ayetin baş tarafının “Ey iman edenler, Allah’a yürekten tövbe edin. Umulur ki, Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter.” mealindeki ifadeyle başlaması, ahiretle ilgili müjdeleri dünyada da almanın mümkün olduğunu, hatta dünyada bu nurlarını tamamlamayanların ahirette de nurlarını tamamlamalarının zor olduğuna işaret etmektedir.

Keza, ahiretteki iman sahiplerinin “Rabbimiz, nurumuzu tamamla.” mealindeki ifadeden anlaşılıyor ki, onların dünyada elde ettikleri nurları var ki ahirette de tamamlanmasını istiyorlar. Ayette, iman ve nur kavramları çerçevesinde meselenin işlenmiş olması, sarahate yakın bir şekilde, tarihte benzeri olmayan bir şekilde iman hizmetini yapan, Kur’an’ın nurlarından aldığı feyzi insanlara ders veren Risale-i Nur’a kuvvetli bir işarettir olabilir.

Mesele, bakış ve niyet meselesidir. Basiret gözü körleşmiş, feraseti dumura uğramış, vicdanı tefessüh etmiş kimselerin, Bediüzzaman Hazretlerini olumsuz değerlendirmeleri normaldir. Nitekim, yüzlerce mucizeleri yanında her halinden peygamber olduğu açık olan Hz. Muhammed (asm)’i, en yakınındaki insanlardan bazılarının bile yine de onu inkâr ettikleri tarihi bir gerçektir. Yüz yirmi dört bin peygamberin, dört semavî kitabın, milyonlarca aklıselim sahibi ilim adamının, binlerce evliyanın varlığını ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin derecede kabul ettikleri, kâinatın yaratıcısını da inkâr edenlerin de var olduğunu unutmamak gerekir.

  • 27. “Said Nursi, Nur suresi 35. Ayetinin Risale-i Nur’dan haber verdiğini iddia etmektedir."

Nur suresinin 35. ayetinde nurla ilgili bir misal verilmektedir. Bu temsil ve misalden, olmuş ve olacak, maddî ve manevî olgulara işaret ettiği sezinlenmektedir. Bu sebepledir ki, eskiden beri İslam âlimleri bu ayet üzerinde durmuş ve farklı yorumlar yapmışlar.

İmam Taberi’nin bu ayete ilk verdiği mana şudur:

“Allah göklerde ve yerde olanların hadisidir / hidayet edicisidir. Onlar, onun nuru ile hakka ulaşırlar, onun nuru ile dalaletten hidayete ererler.” (bk. Taberi, ilgili ayetin tefsiri).

Bu açıklama bile tek başına her asırdaki hak yolun rehberlerine işaret ettiği gibi, bu asrın hidayet rehberi olduğu, vicdan sahibi milyonlarca insanın kabul ettiği Risale-i Nurların, Kur’an nurundan istifade ve istifaza yoluyla ortaya koyduğu, nurlu hizmete de işaret ettiğine şüphe yoktur.

Ünlü tefsir alimi Fahruddin Râzî de "Buradaki 'nur'dan maksat, manevi nur olan hidayettir." demektedir. Çünkü, ayette, özellikle hidayet kavramına yer verilmiş olması, bu anlamı pekiştirmektedir. Demek buradaki “nur” kelimesi ilim ve güzel amele hidayet olmak, onlara muvaffak olmak manasına gelir. (bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri).

Kur’an’ın işaretlerinin, her asra bakan yönünün bulunduğu muhakkik âlimlerin ittifak ettiği bir husustur. Her asra bakan ciheti olduğu gibi, bu asra da elbette bakan bir yönü vardır.

Ünlü alimlerden İbn Aşur’un bildirdiğine göre, “nur” kavramının üç önemli manası vardır: İlmi burhan / delil, nefsî / zatî kemalat ve nurani müşahedeler.(bk. İbni Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

Şimdi bakalım; Kur’an’ın hakikatlerini ilmi delillerle ispat eden Risale-i Nur’dan daha kuvvetli bir kitap varsa göstersinler! Dikkat edilirse iftirayı atanlar, Bediüzzaman’ın eserlerinin neredeyse % 80’ini teşkil eden “Tevhid, nubuvvet, haşir, ibadet” gibi konuları tamamen görmezlikten gelerek, zor zamanlarda çevresindeki bir avuç insanın davalarına sıkı sıkı bağlanmaları için teşvik etmek gayesiyle kaleme aldığı bu hakikatlere sataşanlar ehli vicdan olabilirler mi?

Diğer taraftan “nur” kelimesinin bir diğer anlamı olan “nefsî / şahsî kemalat” konusunda bu asırda Bediüzzaman'ın hakkını herkes teslim eder. Zira bütün hayatını Kur’an’ın hizmetine vakf eden, “Seksen senelik ömrümde dünya zevki namına bir şey bilmiyorum.” diyen ve hayatıyla ispat eden bu ahir zamanın hidayet mürşidini, bütün hak aşıkları dua ve tebrik etmelidir.

  • 28. "Said Nursi, 'Allah katında din İslam’dır.' ayetini öyle yorumlamış ki, Allah katında din İslam değil, Nurculuktur manasını çıkarıyor."

“ Allah katında din İslâm’dır…”(Âl-i İmran, 3/19)

mealindeki ayetin işari manasıyla, Risale-i Nur’un bu asırda İslâm’a tam hizmet eden bir Kur’an tefsiri olduğu vurgulanmıştır. Yoksa, basiret gözü kör olmayan hiçbir mümin Bediüzzaman Hazretlerinin bu ayetin bu tevafukuyla “Nur eserlerinin İslam dini olduğunu” iddia ettiğini aklından bile geçirmez.

Böyle bir iftirayı yakıştıranlar acaba ahirette Allah’ın huzuruna varıp hesap vereceklerinden hiç mi korkmuyorlar? Böyle bir iftira samimi bir iman şuuruyla nasıl bağdaşabilir? Bu müfterileri Allah’a havale etmekten başka ne yapılabilir?

  • 29. "Kur’an’dan bahseden Nisa suresinin 174. Ayetini Said Nursi, kendi Risalelerine bir işaret olarak yorumlamaktadır."

Allah, bu gibi akıl ve vicdan fukaralarına iman ve insaf versin. Hayatı boyunca, "Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu" ispat etmekle kendini görevli addeden Bediüzzaman’ın o tertemiz istihracını, böyle mülevves iftiralarla bulandıranların hiç mi Allah korkusu yoktur... Bediüzzaman Hazretleri çok açık bir şekilde:

“... Risale-i Nur adedine tevafuk ile o semavi burhan-ı kudsinin yerde bir burhanı Resâili’n-Nur olduğunu remzen haber veriyor.”(1)

dediği halde, kalkıp da “Nisa suresi 174. ayette indirilen nur olarak Kur’an’dan bahsederken, bu ayetteki, “size apaçık bir nur indirdik” ifadesinin aslında (yani aslında Kur’an’a değil) Risale-i Nur’a bir işaret olduğu Said Nursi tarafından iddia edilmektedir.” iddiasında bulunmak için vicdandan istifa etmek gerektir.

(1) bk. Şualar, Birinci Şua, On Beşinci Ayet

  • 30. "Hucurat suresi 2. ayet, Kasas suresi 20. ayet ve Zümer suresi 1. ayetleri de Said Nursi’nin talebeleri tarafından, Risale-i Nur’a işaret ediyor, diye yorumlanmıştır."

Hucurat sûresi 2. ayetin yorumuna gelen itiraza cevabımız:

Bu yorum, Bediüzzaman’ın bir talebesinin, kendi hissiyatını anlatan bir yorumudur. Bu yorumun İslam dini ile çelişen bir tarafı da yoktur. İslam tarihi boyunca, Müslümanlar daima, büyük tanıdıkları kimselerin yanında seslerini kısarak konuşmuşlardır. Bu gelenek, söz konusu ayetten kaynaklanmış olabilir. Baştan sonra hak ve hakikati anlatan, veraset-i nübüvvet noktasında Hz. Peygamber (asm)’in sünnetini ihya eden, Kur’an’ın üstadlığında irşad görevini yapan Risale-i Nur Küllliyatı için,“Efendimizin sünnetinden ve hadislerinden süzülmüştür.” manasına gelen ifadenin, yani, “Risale-i Nur Hazreti Muhammed (asm)'in sesinden başka bir şey olmadığı…” ifadesinin vurgulanmasında ne gibi bir sakınca, bir yanlış olabilir?

Kasas sûresi 20. ayetin yorumuna gelen anlamsız itiraza cevabımız:

Yine Nur talebelerinden birinin hissiyatını yansıtan bu yorumun nasıl çarpıtıldığına bakalım:

Kur’an’ın aynı ifadeyle tarih içerisinde tekerrür eden pek çok hadiselere işaret edebileceği hususu, muhakkik İslam alimleri tarafından kabul edilmekte ve fiilen eserlerinde yer almaktadır. İslam hilafet merkezi olan Osmanlı devletinin mirası üzerine kurulmuş Türkiye’deki materyalist felsefi düşüncelerin belini kıran, âdeta Firavunların saraylarında Musaları yetiştiren Risasle-i Nur eserlerinin müellifi Bediüzzaman Hazretlerinin hayat hikâyesinin en önemli iki nirengi noktası olan, Şark’ın uzak bir şehrinden ve daha sonra da Rusya’nın esir kampından harika bir şekilde İstanbul’a gelmesi, Müslümanları hem manen hem maddeten öldürmeye teşebbüs eden emperyalist güçlerin başları olan İngilizlerin yüzüne tüküren “Hutuvat-ı Sitte” adında bir eseri neşretmesi ve daha sonra da bir Şark vilayeti olan Van’dan -kader-i ilahînin tensibiyle- yine Müslümanların “toplumsal dinsizlik projesiyle” Türk halkının öldürülmesine karşı çıkması ve bunu önlemesi, onun bu ayetin işaretine layık olduğunun göstergesidir. Bugün Risale-i Nur hareketinin bütün İslam âleminin, belki dünyanın çehresini değiştirecek bir seviyede seyretmesi, bu işaretin doğruluğunu daha da pekiştirmektedir.

Zümer sûresi 1. ayetin yorumuna gelen anlamsız itiraza cevabımız:

Kur’an’ın bir ifadesi pek çok gerçeğe bakıyor. Kur’an sadece Asr-ı saadet için değil, kıyamete kadar gelen bütün insanlar içindir. Nitekim:

- Fatiha sûresinin son ayetinde yer alan “gazaba uğramış ve doğru yoldan sapmış olanlar”ın Yahudi ve Hristiyanlar olduğu hadiste ifade edilmiştir. Ancak bütün İslam âlimleri, bunların sadece Yahudi ve Hristiyanlara değil, o zihniyette olan herkes ve her kesim için geçerli olduğunu belirtmişlerdir.

- Keza, Tebbet sûresi açıkça Ebu Leheb için söz konusu olduğu halde, bu sûrenin Kur’an’da yer almasının bir hikmeti de, bu sûrenin Ebu Leheb zihniyetinde olan herkes için geçerli olmasıdır.

Rum sûresinin gaybî haberi, açıkça Rum/Bizans ve Sasanîler için söz konusu olduğu halde, İslam âlimleri, bunu Hz. Ömer (ra)’in, Salahaddin-i Eyyubî’nin Kudüs’ü fethetmelerine, hatta İstanbul’un fethine de işaret ettiğini belirtmişlerdir. Ve bunu ebced hesabıyla kanıtlamaya çalışmışlardır.

Kural olarak Kur’an’da iyi veya kötü bir misal sadece o günkü muhataplar için değil, kıyamete kadar gelen bütün insanlar için söz konusudur. Bu sebepledir ki, İslam âlimleri şu kuralı kabul etmişler:

“Bir ayetin nüzul sebebinin hususi olması, manasının umumi olmasına engel değildir.”

  • 31. Said Nursi’nin bir talebesi, Sad suresinin 9. ayetini, Bediüzzamana işaret edecek şekilde yorumlamaktadır.

Bediüzzaman Hazretlerinin bir talebesinin yaptığı bu yorum, bütün alimlerin kabul ettiği işari tefsir çerçevesinde cereyan etmektedir. Her insan hak din ve hidayet üzeredir ya da batıl din ve dalalet üzeredir. Bediüzzaman Hazretlerinin hak din ve hidayet üzerinde olduğunu, bir ayetin işarî manasından bir istihraç yapması, eskiden beri cari olan işari tefsir geleneğine uygundur.

Hz. Peygamber (asm)’in getirdiği İslam dininin bütün dinlere üstün bir din olması iki manaya gelir:

Birincisi: Kur’an’ın hak ve hakikat olan bütün hüküm ve ifadelerinin, diğer dinlerden daha kuvvetli delillere sahip olduğu anlamına gelir.

İkincisi: İslam dininin yaptığı fütuhatla, sosyal hayatın akışı içerisinde en yüksek bir konumda olması olarak yorumlanabilir.

Bu iki hususun da gerçekleşmesi ancak bazı sebepler dahilinde söz konusudur. Birinci şıktaki, Kur’an’ın hakikatlerinin ne kadar kuvvetli olduğunu gösteren binlerce tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvufî eserlerdir. Bu asırda ise, o büyük zatların yolunu takip eden Bediüzzaman Hazretlerinin telif ettiği Risale-i Nur Külliyatı’dır ki, aynı görevi yaparak, Kur’an’ın “sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu dünyaya ispat” etmiştir.

İkinci şıktaki üstünlüğü, İslam kahramanlarından meydana gelen İslam ordularının cihadlarıyla tahakkuk etmiştir. Ahir zamanda, fikir ve kalemle, “Kur’an’ın keskin burhan kılıçlarıyla” yapılan manevî cihadı -bir zamanlar- tek başına omuzlayan Bediüzzaman Hazretlerinin bu gayretlerinin, ileride büyük fütuhatlara vesile olacağı bugünden bellidir.

Şimdi bu güzel manayı ifade etmek için, bir talebesinin samimi ifadeleri nerede!.. Bu ifadenin önünü arkasını kırparak ve şeytanın bile aklına gelmeyen bir hezeyanla, konuyu peygamberlik vasfıyla karıştırmaya, zihinleri bulandırmaya çalışanların kirli ve çirkin bakışı nerede!..

  • 32. "Maide suresinin 6. ayeti Said Nursi’ye işaret ediyormuş."

Burada kısaca bir kaç madde halinde bazı gerçeklere işaret edeceğiz. Edeceğiz ki, yalancının mumu yatsıya kadar devam etmesin...

a) Lafızda/yazıda “sad” harfinin yazılıp da altında “sin” harfinin kabul edilmesi, Kur’an’ın bizzat kullandığı bir sitildir. Mesela, Araf suresinin 69. ayetinde “Bastaten” kelimesi “sad” ile yazılmış ve altında da küçük harfle “sin” yazılmıştır. Bununla “sad” harfinin burada “sin” olarak okunacağına işaret edilmiştir.

b) Bediüzzaman Hazretlerinin “Eğer hasta olursanız/hasta iseniz... toprakla teyemmüm edin.” mealindeki ayetin işari manasıyla ilgili ifadeleri şöyledir:

“Otuz birinci âyetin birinci mukaddemesi olan وَ اِنْ كُنْتُمْ مَرْضَى (eğer hasta olursanız) cümlesi, bin beş yüz (1500) küsur olan makam-ı cifrîsiyle; ehl-i dalalet tarafından aşılanan manevî hastalıkların kısm-ı a'zamı, Risalet-ün Nur'un Kur'anî ilaçlarıyla izale edilebilir diye işaret etmekle beraber; maatteessüf iki yüz sene kadar dünyanın ömrü bâki kalmışsa, bir fırka-i dâlle dahi devam edeceğine îma ediyor…”(1)

Burada Kur’an’ın -istikbale matuf harika-bir gaybî işareti istihraç edilmiştir.

c) Söz konusu “hasta olduğunuzda... toprakla teyemmüm edin” mealindeki ayette فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا ifadesi, “toprakla teyemmüm etme” manasınadır. Toprak manasını “Saiden” kelimesi ifade ediyor. Bu ayetin işari manası şudur:

“Manevi dinsizlik hastalığının bulaşıcı bir hastalık gibi ortaya çıktığı zaman, artık eski büyük alimlerin hayat suyu mesabesindeki eserlerinden istifade etmeniz zorlaşacaktır. Onun için o abdest suyu yerine Said Nursi’nin ‘teyemmüm toprağı’ mesabesindeki eserlerinden istifade edin ve onlarla teyemmüm edin.”

Bu işari manada eski alimlerin eserleri birer abdest suyu olarak, Risale-i Nur ise -suyun olmadığı yerde- teyemmüm için kullanılan toprak olarak tavsif edilmesinde tevazuun şahlanan zirvesi vardır.

d) Bu işaretin manasını kuvvetlendiren bir işaret de, ayette teyemmüm malzemesi olan toprak anlamındaki “Saiden” kelimesidir. İşte Bediüzzaman bu işaretin doğruluğunu pekiştirmek için şöyle diyor:

"Sin" harfi "Sad" harfinin altında gizlenmesi ve "Sad" görünmesinin iki sebebi var:

Birisi: Said (Nursi olarak bilinen kimsenin) tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunması şarttır; tâ ki Risalet-ün Nur'u bulandırmasın, tesirini kırmasın.”

İkincisi: Şimdiki bataklığa ve manevi tauna sukutun (manevi veba hastalığına düşmesinin / bulaşmasının) sebebi ise, terakki fikrinden neşet ettiği cihetle, onların hatalarını gösterip; suud ve terakki, Müslüman için ancak İslamiyet’te ve imanlı olmakta olduğuna işaret etmektir.”
(2)

Yani: "Sin" harfi,"sad" harfinin altında gizlenmesi ve "sad" görünmesinin iki hikmeti vardır:

Birincisi: Said adındaki Kur’an hizmetkârına bakar ve Said Nursi’nin toprak gibi mahviyet ve tevazu göstermesinin gereğine işaret edilmiştir.

İkincisi: Hastalığın kaynağı olan Avrupa’nın göz kamaştıran teknik ve teknolojik üstünlüklerinden hareketle, terakki ve suudun İslam dininden uzaklaşanlara bakar ve “Saiden” altından çıkan suud ve terakkinin -Müslümanlar için- ancak Kur’an’a bağlı kalınarak tahakkuk edebileceğine işaret eder. Risale-i Nur da bu asırda bu hastalığı tedavi eden ilaçlar sunduğu için, bu ayetin işaretine mazhar olmuştur.

Dipnotlar:

(1) bk. Kastamonu Lahikası, (12. Mektup)

(2) bk. age.

  • 33. "Said Nursi, istediği rakamlara ulaşmakta zorlandığında, bunun için ayetlerin cümle yapısını bozmaya, dil kurallarına veya ebced kurallarına uymamaya mecbur kalmıştır."

"Ebced hesabı"ndaki bazı ufak farkların zarar vermediği, işin erbabı olanlarca kabul edilmektedir. Aklıselim de bunu kabul etmektedir.

Bir kelime, şayet işaret ettiği bir manaya, bir olaya aynen tevafuk etmiyorsa, ona en yakın olan bir kelimeyi tercih etmekten başka bir yol yoktur. Bu sebeple, yerine göre bir veya bir kaç farkın olması kaçınılmazdır.

Buna bir misal vermek gerekirse, Kehf suresinin 18. ayetinde yer alan “Rukud” kelimesini misal verebiliriz. Bu ayette Ashab-ı Kehf’in bulundukları mağarada bir uyku halinde oldukları halde, uyanık oldukları izlenimini verdiklerinden söz edilir. Burada kullanılan “rukud” kelimesi, onların-sarih ifadeyle- mağaradaki uyku hallerini anlatırken, işari yönüyle de onların mağarada kaldıkları yılların sayısına işaret etmektedir. Uykuyu ifade eden en meşhur sözcük “nevm” kelimesi ve türevleri olmasına rağmen, Kur’an’da az kullanılan “rukud” kelimesinin tercih edilmesi, bu işari manayı desteklemektedir. İşte “rukud” kelimesinin ebced değeri 310’dur. Kehf suresinin 25. ayetinde ifade edildiği üzere, Ashab-ı Kehf’in mağarada kaldıkları süre 309’dur. Demek ki, “rukud” kelimesi bir tek farkla onların bu süresine işaret etmektedir.

Ayrıca, “rukud” kelimesi, Kehf suresinin 310. kelimesi olarak yerleştirilmiştir. Bu da onun ebced değerine uygun olduğu gibi, bir tek farkla mağaradaki süreye olan işaretini de pekiştirmektedir.

Burada "Allah her şeye kadirdir." hakikatini yanlış yorumlamak da ayrıca bir hatadır. Çünkü, Allah’ın kudreti hikmetsiz iş yapmaz. Kudret hikmetle sınırlıdır. Hikmet ise, bir işaret için yeniden bir dil üretmez... İnsanların hiç bilmediği yeni kelimeler türetmez…

  • 34. "Şimdi ebced hesaplarının ne kadar tutarsız olduklarını gösterme için bazı örnekler vereceğiz: Hamd/Kelb ile Ahmed/Ekleb ..."

İnsanın haddini aşmasının da bir sınırı vardır. Bediüzzaman’ı halkın nazarında çürütmek adına, kendini haklı çıkarmak için peygamber ismi ile kelp ismini yan yana örnek vermek, hamd gibi nezih ve kudsi bir kelimeyi necis bir hayvan ile eşdeğermiş gibi göstermek, hangi izan ve iman şuuru ile bağdaşır? Bunu, dinleyenlerin insafına ve izanına havale ediyoruz!..

a) Diğer yandan, ebced hesabının tefsirde kullanılmasını tahrif olarak değerlendirmek için akıldan istifa etmek gerekir.

Tefsir ilminden biraz haberdar olanlar çok iyi bilir ki, ebced hesabı birçok tefsir kaynağında söz konusu edilmiştir. Mesela, İmamu’l-mufessirin olarak meşhur olmuş İbn Cerir Taberi, Bakara suresinin başındaki “Elif-Lam- Mim” harfleri ile ilgili yapılan yorumlardan birinin de, bu harflerin ebced hesabıyla geleceğe ait bazı olaylara işaret etmiş olduğunu belirttikten sonra, bu yorumun da doğru olduğunu açıkça ifade etmiştir.

Yine Taberi, Kadı Beydavî gibi alimlerin bildirdiğine göre, Tabiinin ünlü tefsir alimlerinden Ebu’l-Âliye er-Reyahî ve Rebi b. Enes de yirmi dokuz surenin başındaki yetmiş sekiz şifreli harfin, istikbale ait olaylara işaretler taşıdığını belirtmişlerdir.

b) Aynı değer sayısına sahip her kelimenin aynı şeyi gösterdiğini söylemek akıl, izan, feraset ilmi, namus ve haysiyetten yoksun olmakla ancak mümkün olur. Acaba bu düz mantıkla hareket edenler, adı Ahmed, Mehmed olup da ateist olanlar için ne diyecekler? Acaba adı Haydar olan bir kimse kalkıp “Ben de Haydar-ı Kerrar Hz. Ali’yim.” diyebilir mi? Acaba adı Abdulaziz olan herkes kalkıp da “Ben Osmanlı halifesiyim.” diye iddia edebilir mi? Acaba adı Abdullah olan herkes kalkıp da “Ben Türkiyenin Cumhurbaşkanıyım” diyebilir mi? Acaba adı Muhammed veya Ahmed olan herkes ahir zaman peygamberi olduğunu iddia edebilir mi?

  • 35. "Nur risalelerinde ebced hesabı ile Said Nursi, Hz. Muhammed (asm)’in aynası olarak ifade edilmiştir."

Bediüzzaman Hazretlerinin bir talebesi tarafından yapılan bu tespit çok yerindedir. Çünkü, Bediüzzaman bu asırda veraset-i nübüvvet noktasında Hz. Peygamber (asm)’e en yakın olan bir şahsiyettir. Yani Hazreti Peygamber (asm)'in getirdiği Kur’an’ı en güzel savunan, hakikatlerini en parlak bir şekilde ortaya koyan, sünnet-i seniyyeye en çok riayet eden biri olarak, Hz. Peygamber (asm)’in bu asırdaki bir aynası gibidir.

"Ayna" demek, O’nun yolunu kendinde tatbik etmek demektir. Zaten Kur’an, Hz. Peygamber (asm)’in ümmeti için bir numune-i imtisal olduğunu belirtirken, herkesin O’nu örnek alması, O’nun izini takip etmesi, O’nun hayatını –karınca kaderince- kendinde yansıtan bir ayna olması gerektiğini bizlere öğretmektedir.

Ebced değerleri aynı olan her iki şeyin aynı kefeye konduğu anlamına gelmez. Aralarında çok kuvvetli bir münasebet-i maneviyenin de olması şarttır. Yoksa, cerbeze ve demagoji ile bu iş çığırından çıkar. Örneğin, biri kalkar da “Şu beş tane armut, beş tane elmadır; çünkü ikisi de beştir.” “Şu beş tane insan beş tane kedidir, çünkü ikisi de beştir.” diyebilir. Ya biri kalkıp da “Tebbet suresi de Kur’an’ın bir suresidir, İhlas Suresi de Kur’an’ın bir suresidir; öyleyse Ebu Lehep kâfirinden bahseden Tebbet suresi ile Allah’ın vasıflarından bahseden İhlas suresi aynıdır; aynı şeyden bahsediyor.” dese, bu cerbezeci beyler nasıl cevap verebilirler? Görebiliyor musunuz; ön yargı ve haset duygusu insanı nasıl akıldan ve vicdandan iflas ettiriyor?!.

  • 36. "Said Nursi ebced ve cifir gibi batıl yollarla birçok sonuç çıkarmış, sonra da bunları hakikatin ta kendisi olduğunu söylemiştir."

Ebced ve cifir ilminin batıl olduğunu iddia etmek için, başta büyük müfessirler, ehl-i velayet ve ehl-i tasavvufun bu yolla istihraç ettikleri yüzlerce hakikati inkâr etmek gerekir.

Defalarca vurguladığımız gibi, başta Hz. Ali, Hz. Cafer-i Sadık, Muhyiddin-i Arabi olarak, ta tabiinin meşhur müfessirlerinden olan Ebu’l-Aliye, Rebi b. Enes, İmam Taberi, Tantavi Cevheri, Mustafa Sadık er-Rafii gibi İslam âlimleri, bütün güçleriyle ebced ve tevafuk metodunu savunmuş ve uygulamışlardır. Bu tevafukların bir bölümü olan “el-İ’cazu’l-Adedî = sayısal i’caz yönü” adıyla kitaplar yazıldığı gibi, bazı kitapların bir bölümü olarak da yer verilmiştir.

  • 37. "Said Nursi, Seyrani adındaki talebesi için, 'tevafuka, ilmi cifre karşı olduğu için tokat yemiş ve bir sene hapis yatmıştır', iddiasındadır."

Bu iftiracılar, işi çarpıtmada öyle mahirler ki, işin hakikatini bilmeyenler bu cerbezelere inanabilir.

Burada söz konusu mesele cifir meselesi değildir. Mesele cifir ilminin bir yönü olan tevafuklarla Kur’an’ın bazı hakikatlerinin ortaya konmasıdır.

Tokat yiyen Seyrani, cifir ve ebced hesabına taraftar olmadığı için değil, tevafuk yoluyla ortaya çıkarılacak olan Kur’an’ın icaz parıltılarının gün yüzüne çıkmasına engel olmaya çalıştığı için tokat yemiştir.

Dinsizliğin bütün şiddetiyle revaçta olduğu bir devirde, tek başına ortaya çıkan ve hayatının şahadetiyle tek gayesi Kur’an ve iman hakikatlerini ders verip insanları o dinsizlik cereyanlarına karşı korumak olan Bediüzzaman gibi onlarca kerametleri görülen büyük bir evliya hakkında,

“... Sen bunca hapsi kendi heva ve hevesine göre Kur’an-ı Kerimi tefsir edip, O yüce kitabı kendi emellerine alet ettiğin için yattın, kaç defa bu tokadı yedin hala akıllanmıyorsun...”

ifadesi, sadece dinsizlik komitesinin hoşuna giden ve arşı titreten zalimane bir hezeyandır.

  • 38. "Hz. Ali, şehadeti ile biten olayların sonuçlarını bile kestirememişken, kendisinden yüz yıllar sonra gelecek bir adamdan ve onun risalelerinden nasıl haber verecek?"

Hz. Yakub (as) peygamber olduğu halde hemen yakınındaki kuyuda bulunan oğlu Hz. Yusuf’un yerini bilemedi. Fakat Mısır gibi oldukça uzak bir yerden kokusunu bile alabildiği Kur’an’la sabittir.

Bu durum gösteriyor ki, hiçbir insan Allah’ın izni, bildirmesi ve yardımı olmadan, en yakınında olan gaybi bir şeyden haberdar olamaz. Allah’ın bildirmesi olduğu takdirde ise en uzakları bile görebilir.

Demek ki, itirazcının “Hazreti Ali, şehadeti ile biten olayların sonuçlarını bile kestirememişken, kendisinden yüzyıllar sonra gelecek bir adamdan ve onun risalelerinden haber verecek...” ifadesi çok cahilce bir hezeyandır.

Kaldı ki, Hz. Ali (ra)’nin, bir iki gece içerisinde öleceğini söylediği ve gerçekten iki gece sonra şehit edildiği, hatta kendisini öldürecek olan katilini önceden bildiğine dair kaynaklarda birçok bilgi vardır.(bk. Kenzu’l-Ummal, h. no: 36582, 36583).

Hadis kaynaklarında bildirdiğine göre, Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:

“İnsanların en kötüsü olan iki kişiden haber vermiş ve bunlardan birinin, Semud kavminden Hz. Salih’in devesini kesen kişi, diğeri ise, Hz. Ali'yi şehit edecek kişi olduğunu belirtmiştir.”(bk. Taberanî, el-Kebir, h. no:173, 2037, 7311; Hakim, el-Müstedrek, III/151)

[Hakim bu hadisin sahih olduğunu belirtmiş, Zehebi de onu tasdik etmiştir. Hafız Heysemi de bu hadisin sahih olduğunu belirtmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, h. no: 14775, 14776)]

Yine sahih bir rivayette anlatıldığına göre, Hz. Ali (ra) hasta olduğu bir zamanda bazı arkadaşları kendisinin ölmesinden endişe ettiklerini söylerler. Hz. Ali (ra) ise:

“Ben bu hastalıktan ölmem. Benim bu sakalım bana vurulan bir darbeden ıslanmadıkça ben ölmeyeceğim.”

manasına gelen bir cevap vermiştir. Hafız Heysemî, İmam Ahmed b. Hanbel ve Bezzardan gelen bu rivayetin sahih olduğunu belirtmiştir.(bk. Mecmau’z-Zevaid, h. no: 14779)

Risale-i Nurların, Hz. Ali (ra)’nin alkışlamasına, onun pâyidar olması için dua etmesine ve kıyamete kadar parlaması için Allah’a yalvarmasına layık bir eser olduğuna binlerce ehl-i ilmin kanaati şahittir.

  • 39. "Bunlar Said Nursi’nin nasıl bir ruh hali içinde olduğunu göstermektedir. Allah aşkına, normalde ruh ve akıl sağlığı yerinde olan birisi böyle şeyler söyleyebilir mi?"

İnsanlık tarihi boyunca, insanlık camiasının en akıllı fertleri olan peygamberler, cahil ve biraz da şöhret mecnunu olan kimseler tarafından hep delilikle suçlanmışlar.

“Çünkü onlara ‘Allah’tan başka ilah yok!’ denildiğinde, kibirlenip kafa tutarlar ve: ‘Deli bir şairin sözüne bakarak, hiç biz ilahlarımızı bırakır mıyız, olacak iş mi bu?’ derlerdi.”(Saffat, 37/35-36)

mealindeki ayetlerde onların bu iftiralarına yer verilmiştir.

İmam Taberi, Hz. Peygamber (asm)’e mecnun diyen inkârcıları şöyle tanıtır:

“Bunlar gerçekten Hz. Muhammed’in doğruluğunda şüphe etmezler. Şu var ki, Hz. Muhammed’e karşı besledikleri kin, haset, düşmanlık, yeryüzünde büyüklük taslamaları gibi olumsuz tavırları, onları hakkı söylemekten alıkoymuştur.”(1).

Ne ilginç bir tevafuktur ki, Hz. Peygamber (asm) ve sahabelerinden sonra, belki de en çok Allah’ı tanıtmış ve “Allah’tan başka ilah yok!” diyerek dünya dinsizlerine meydan okumuş Bediüzzaman Hazretlerinin de mecnunlukla suçlanması, onun Hz. Peygamber (asm)’in samimi bir hizmetkârı, hakiki bir varisi olduğunun göstergesidir.

Kâfirlerin Hz. Peygamber (asm)’e mecnun, şair, kâhin dediklerini ifade eden Tur suresinin 29 ve 30. ayetlerini açıklayan Bediüzzaman Hazretleri, bunları şöyle yorumlamıştır:

"(Resulüm!) Ahkâm-ı İlahiyeyi tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zira kâhinin sözleri, karışık ve tahminîdir. Seninki, hak ve yakînîdir. Mecnun olamazsın, düşmanın dahi senin kemal-i aklına şehadet eder. Âyâ, acaba muhakemesiz âmi kâfirler gibi, sana şâir mi diyorlar? Senin helâketini mi bekliyorlar? Sen, de: ‘Bekleyiniz. Ben de bekliyorum.’ Senin parlak büyük hakikatlerin, şiirin hayalatından münezzeh ve tezyinatından müstağnidir.” (2)

Kimin hangi ruh halini taşıdığını, çok uzak olmayan ahiret hayatında birlikte göreceğiz.

Dipnotlar:

(1) bk. Taberi, XIX/57.

(2) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

  • 40. "Said Nursi, Celcelutiye adlı bir kasideden bahsetmektedir. Ona göre bu kaside Hazreti Peygambere nazil olmuş, O da Hazreti Ali’ye bunu bildirip, yazdırmıştır. Said Nursi bu kasidenin ne isnadını ve ne de kaynağını vermiştir."

Celcelutiye kasidesinin kaynağı çok meşhurdur. "Ramuzu’l-Ahâdis" adlı eserin de sahibi olan büyük âlim ve mutasavvıf Şeyh Ahmed Ziyaeddin Gümüşhânevî’nin “Dersaadet-1311" neşir tarihli "Mecmuatu’l-Ahzab" adlı üç ciltlik eserinin, “Şazeli” adını taşıyan cildinin 499-531 sayfaları arasında yer almaktadır.

İmam Gazalî, Celcelutiye kasidesi için bir şerh yazmıştır. Bu da "Mecmuatu’l-Ahzab"ın aynı cildinin –derkenarda- 508-526 sayfaları arasında yer almaktadır. İkinci bir şerhi de bir Kutb-u azam olan Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri yazmıştır. Bu da aynı kitabın 527-551 sayfaları arasında bulunmaktadır.

İmam Gazali, Şeyh Ahmed el-Bunî’den naklettiğine göre, bu kasidenin aslı vahiydir. Hz. Peygamber (asm) İmam-ı Ali (ra)’ye yazmasını emretmiştir. Ve nebevi emrin gereği olarak Dört Raşit Halife ve Hz. Hasan (ra) hilafeti döneminde bunu taşımışlardır. Daha sonra Halife Harun Reşid’in eline geçmiştir. Ondan sonra da büyük âlim ve velilerden Şeyh İmam Nureddin el-Isfahanî’ye intikal etmiştir. Ondan da İmam Gazali’ye ulaşmıştır. (1).

Bediüzzaman Hazretleri de bu konuda şunları söyler:

“...Gerçi elimde bulunan Celcelutiye nüshası en sahih ve en mutemeddir. İmam-ı Gazalî (R.A.) gibi çok imamlar Celcelutiye'yi şerh etmişler. Fakat bu Süryanî kelimelerin manasını tam bilmediğimden ve nüshalarda ihtilaf bulunduğundan, her birisinin vech-i işaretini ve münasebetini şimdilik bilmediğimden bırakıyorum.” (2)

Yukarıda zikrettiğimiz büyük âlimlerin kabul ettiğine göre, bu kasidenin aslı vahiydir. Aslı vahiy olmakla beraber, umum insanları ilgilendiren emir ve yasaklar gibi bir muhtevaya sahip değildir. Onun için bunu herkese tebliğ etme zorunluluğu yoktur. Özellikle âhir zamanda gelecek büyük müceddidin o eşsiz dinsizlik ve eşedd-i zulüm altında çok ağır vaziyetteki ağır yükünü hafifletmek için özel bir ilahî lütuftur.

Dipnotlar:

(1) bk. Mecmuatu’l-Ahzab, Şazeli cildi, s.511-512.

(2) bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sekizinci Şua, s.126.

  • 41. "Hazreti Ali gaybdan haber veren 'Ercuze' adlı bir kitap yazmış, 'Gaybın sırlarını benden sorun.' demiş. Bunlar Hazret Ali’ye atılmış iftiralardır."

Ercûze, Hz. İmam-ı Ali kerremallâhü veche tarafından bahr-ı recez vezni üzere yazılan ve istikbalden haber veren meşhur kasidedir.(1) Allah’ın altı İsm-i Azamı olan “Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs” isimleri ile yapılan bir duadır

Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi, “Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.” ifadesinin anlamı şudur: Peygamberler dahil, Allah bildirmediği sürece hiç kimse bağımsız olarak gaybe vakıf olamaz. Allah’ın ilmine mahsus olduğu bildirilen beş gaybın varlığını inkâr etmek dinî bir risk taşır. Bununla beraber, Allah’ın bildirmesiyle insanların bazı gabi şeyleri bilebileceklerine dair hem ayet ham hadis hem tarihi vukuatın tasdik ettiği bir gerçektir.

- Elmalılı Hamdi Yazır’a göre,

“O/Allah bütün gaybı bilir. Fakat gaybını kimseye açmaz. Ancak bildirmeyi dilediği bir “resul”/elçi bunun dışındadır.”(Cin, 72/26-27)

mealindeki ayette yer alan “gaybını kimseye açmaz”dan maksat, Allah (kendi ilminde saklı olan) mutlak gaybını kesin olarak hiç kimseye açmaz, demektir.

“Ne insan, ne cin, ne melek, ne de bir başka varlık mutlak gaybı yakînen bilmez. Böyle olması, (göreceliği olan) izafî gayba dair bazı bilgiler edinilebilmesine aykırı değildir.”(2).

Keramet: Allah’ın bazı kullarına yaptığı bir ikramdır.

- Kur’an’da, Belkıs’ın tahtını bir anda getiren kimsenin bu bilgisi (Neml, 27/40) bir nevi keramettir, Allah’ın ikramıdır.

Hz. Meryem’in oğlu İsa’nın daha bebek iken -annesini büyük bir töhmetten kurtarmak üzere- konuşması (Meryem, 19/29-33) Hz. Meryem’in bir nevi kerametidir, Allah’ın ona bir ikramıdır.

Keza Hz. Meryem’in mevsimi olmadığı halde-harikulade bir tarzda- bazı yiyecekleri, meyveleri yanında hazır bulması da onun bir kerametidir, Allah’ın özel bir ikramıdır.

1. Hz. Ebu Bekir (ra)’in Kerameti:

Hz. Aişe anlatıyor: Babası Ebu Bekir’s-Sıddîk, bir araziyi kendisine vermeyi düşünmüş, vefat edeceği zaman ona şunları söylemiştir:

“Kızım! Allah yemin ederek söylüyorum ki, benden sonra senin zengin bir durumda bırakmaktan daha sevimli, benden sonra seni fakir bir halde bırakmaktan daha zor/daha acı bir şey benim için söz konusu değildir. Daha önce sana vereceğimi düşündüğüm ‘yirmi vesk’ civarındaki araziyi verseydim, o şimdi senin olurdu. Fakat, o şimdi artık varislerin ortak malıdır. İki erkek iki de kız kardeşin var, artık malınızı Allah’ın kitabına göre taksim edersiniz.” dedi. Ben,

“Esma’dan başka kız kardeşim yoktur, öbürü kimdir?” dedim. Bunun üzerine Ebu Bekir;

“Hamile olan eşimin karnında/rahminde olanın kız olduğunu düşünüyorum.” dedi ve gerçekten kız olarak doğdu.”

İmam Sübkî’nin de ifade ettiği gibi, burada iki cihetten bir keramet, gaybdan haber vermek vardır. Birincisi, o hastalığında “artık malının varislerine kaldığını” söylemek suretiyle, içinde bulunduğu hastalıktan kesin olarak öleceğini söylemesi, ikincisi, hamile olan eşinin kız doğuracağını bildirmesi. (3).

2. Hz. Ömer (ra)’in Kerameti:

Hz. Ömer (ra), Sariye adında bir kişiyi Fars bölgesine gönderdiği ordunun başında komutan tayin etti. Ordu, Nihavend’i kuşatma esnasında, her taraftan hücum eden düşman askerleri karşısında az kalsın hezimete uğrayacaktı. Hz. Ömer (ra) Medine’de minbere çıkmış hutbe okuyordu. Birden sesini yükselterek,

“Sariye! Sırtını dağa ver, şunu bil ki, sürüsünü kurda kaptıran büyük bir zulüm etmiş olur.”

diye seslendi. Allah, onun bu sesini Sariye’ye duyurdu ve “Bu Emiru’l-müminin Ömer’in sesidir” dedi ve emri doğrultusunda askerlerini dağ tarafına çekti ve zafere ulaştı.”(4).

3. Hz. Osman (ra)’ın Kerameti:

Hz. Enes anlatıyor: “Ben Hz. Osman (ra)’ın yanına giderken yolda gözüm bir kadına ilişti ve içimden güzelliğini düşündüm. Yanına vardığımda, Hz. Osman (ra):

Bakıyorum biriniz yanıma geliyor, zinanın izleri gözlerinden okunuyor.’ dedi ve ekledi; ‘Göz zinasının harama nazar etmek/bakmak olduğunu bilmez misin? Yemin ederek söylüyorum ki, ya tövbe edeceksin, yahut sana ta’zir cezasını uygularım.’

Bunun üzerine ben:

“Resulullah’tan sonra da vahiy gelir mi?” dedim. O,

“Hayır! Fakat basiret, burhan/bazı deliller-alametler ve sadık/doğru firaset vardır.” diye cevap verdi.(5)

4. Hz. Ali (ra)’nin Kerameti:

Hz. Ali (ra) tarafından meşhur “Ercuze” kasidesinde,

“Dokuz karn sonra (o günün ıstılahında, karn altmış yıldır), Şark kavimleri, Arab üzerine hücum edecek, galeb edip hayvan gibi Arab’ı kesecek. Bunlar, öyle müthiş fitneler, musibetler ki, en karanlık geceden daha ziyade karanlık olacak.”

Ercuze kasidesi, Hz. Ali (ra)’nin Kûfe’de yazdığı anlaşılan, Kur’an hesabına gelecekle ilgili İslam tarihinde vuku bulacak bazı hadiselere işaret ettiği, özellikle İslam ve Kur’an’ın aleyhine cereyan eden en dehşet verici hadislerin başında gelen ve en büyük iki İslam devleti olan Abbasi devleti ile Osmanlı devletinin yıkılışına parmak bastığı çok harika bir kasidedir. Bu kasidede özellikle Osmanlı devletinin yıkılışından sonra ortaya çıkan elim hadiselerin başında gelen İslam deccalı olan süfyanın Kur’an ve İslam şeriatının aleyhindeki faaliyetlerine vurgu yapmış ve o asrın müceddidi ve mehdisi olan zata, dinsizliğe karşı mücadelesinde takip etmesi gereken birtakım taktik ve stratejiler göstermiştir.

Bu kasidede Abbasî devletinin başına gelen yıkım felaketine “tarih vererek” işaret ettiği gibi, yine ebced hesabıyla “1348/1928” tarihinde İslam harflerinin kaldırılıp yerine Latin harflerinin konulacağına –sarahate yakın bir tarzda- işaret etmiştir.(6).

İşte Hz. Ali (ra) kendisinden sonra yaklaşık beş yüz sene sonra meydana gelen Cengiz-Hülagu fitnesinden bahsettiği gibi, on üç asır sonra meydana gelen Kur’an harflerinin kaldırılacağına dair gaybî haber vermiştir.(7).

Konuyla ilgili Bediüzzaman Hazretleri şunları söylemiştir:

“Bir âlem-i manada, Hz. İmam-ı Ali’nin ilminden sordum; (meal olarak): “Acem harfleri satır haline geldi” demişsin, muradın nedir?” Dedi; “Yani hecevarî, terkipsiz ve vafklarda olduğu gibi rakamvarî, şekilsiz harflerdir ki, Latinî hurufudur ki, Lâ-dinî zamanında taammüm eder.”(8)

Hz. Ali (ra)’nin "Ercuze/Urcuze" adında bir kaside yazdığını ispat etmek için onun kaynağını vermek ilmen yeterlidir. İşte kaynağı: Gümüşhanevî, Mecmatu’l-Ahzab, s. 582-597.

Hz. Ali (ra), bu kasidesinde, kitabın 589. sayfasındaki aynen şunları söylemiştir:

“Ey benden soru sormak isteyen kişi, istediğini sorabilirsin. Bizim ilmimiz hem mirastır (Veraset-i Nübüvvetten kaynaklanıyor), hem de ledünnidir (Allah tarafından bize ihsan edilmiştir). Dilersen geçmiş asırlardan, dilersen gelecek asırlardan sor... Bu bilgiler bizde -Allah’ın inayetiyle- çok açıktır...”

İmam-ı Ali, bu söylediklerinin doğruluğunu göstermek için de Abbasi devletinin 656 tarihinde yıkılacağına işaret etmiştir... Kitabın 595. sayfasında ise, 1348/1928’de Acem/Latin harflerinin tamim edileceğine, herkesin bunları öğrenmeleri için gece derslerine mecbur edileceğine işaret etmiştir.

İşte bunun ispatı budur. Acaba bunun Hz. Ali (ra)’ye ait olmadığını söyleyenler neye dayanıyorlar? Yoksa başkaları için olduğunu kabul etmedikleri kerametle mi biliyorlar?

Dipnotlar:

(1) bk. Ahmet Gümüşhanevi Hazretleri, Mecmuatu’l-Ahzab, s. 582-597.

(2) bk. Elmalılı Hamdi YAZIR, Hak Dini, Kur’an Dili, İlgili ayetin tefsiri.

(3) bk. Gazalî, İhyau’l-Ulûm, III/23; Yusuf Nebhanî, Huccetullahi alal’-âlemîn, s.860.

(4) bk. age.

(5) bk. age.

(6) bk. Şeyh Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Mecmuatü’l-Ahazab, Şazelî cildi, s. 590.

(7) bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, On Sekizinci Lem’a.

(8) bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Yirmi Sekizinci Lem’a.

  • 42. "Allah Cebrail vasıtası ile, Hazreti Ali’ye bir sayfa indirmiştir. Son Peygamber belli iken, Allah’ın Hazreti Ali’ye vahiy indirmesi söz konusu olabilir mi?"

Hâşâ yüz bin defa hâşâ!.. Bu olayın peygamberlikle bir alakası yoktur. “Sekine” Allah’ın altı isminin adıdır. Hz. Cebrail (as), -aslında Kur’an ve hadislerde de var olan- bu isimleri yazılı bir şekilde Peygamberimize (asm) getirmiştir. İleride Kur’an’ın tevili için değişik fitneci Harici ve benzerleriyle mücadele etmek zorunda kalacağından ötürü Hz. Ali (ra)’ye vermesini, onun bununla kendini korumasını istemiştir. Hz. Ali (ra)’ye Allah’ın özel bir ikramı olduğunu göstermek için de “Ya Resulellah! Bunu Ali’ye ver!” dediğinde, o sayfa Hz. Ali (ra)’nin kucağına düşmüştür.(1)

Unutmayalım ki, vahyin mertebeleri vardır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de,

“Musa'nın validesine de vahyettik.” (Kasas, 28/7),

“Ve Rabbin bal arısına ilham vahyetmiştir.” (Nahl, 16/68)

denilmektedir. Bu vahyi peygamberlere gelen vahiy ile karıştırmamak lazımdır. Onları ilham olarak anlamak daha doğru olur. Bir arıya gelen şeyi, neden Hazreti Ali (ra) gibi zata fazla görüyoruz, anlamak mümkün değildir. Hasılı, peygamberlere, meleklere, alimlere, hayvanlara gelen vahyin mertebeleri ayrı ayrıdır.

İmam Gazali, bu Sekine’ye “Cünnetu’l-esma” adıyla bir şerh yazmış ve değişik sıkıntılardan kurtulmanın bir şifa yolu olarak da uygun bazı ayetleri de ilave etmiştir.(2)

Bedir savaşından itibaren Hz. Ali’nin hayatı boyunca gösterdiği kahramanlıkların önemli bir kaynağı bu sekine olmuştur.(3)

Hz. Ali (ra) bu zavallılara şu cevabı vermiştir:

“Kim bizim bu dediklerimizi alaya alırsa, artık onun rezil olacağına hükmedebilirsin...”

“Kardeşlerim! Şunu iyi bilin ki, ahir zamanın en azgın müfsitleri bazı âlimlerdir ki, işleri-güçleri ağızlarının tadına bakmak, his ve heveslerinin peşine takılıp böbürlenmektir. Bunların ilim öğrenmelerinin sebebi sırf ücret almak, dünyayı müyesser etmektir. Bunlar, kollarını (cübbelerinin kollarını) genişletir ve karınlarını haramlarla doldururlar...”(4)

Konuyu şu kutsi hadis-i şerifle bitirelim:

“Kim bir velimi incitirse, artık benim ona karşı savaş açmamı hak etmiş olur.” (5)

Dipnotlar:

(1) bk. Mecmuatu’l-Ahzab, Şazelî, s. 590-591.

(2) bk. age., s.471-475.

(3) bk. age, s.590-591.

(4) bk. age., s.595-596.

(5) bk. Kenzu’l-Ummal, h. no: 17949.

  • 43. “İlmi cifir itibarıyla, makamı ebcedi hesabıyla, bin üç yüz otuz altıyı gösterir. Demek Hazreti Gavs, bu tarihte, istikbalde gelecek müridini emri ilahi ile muhafaza edecek…” ifadesine itiraz

İtirazcı, Gavs-ı Azam’ın öyle bir ifadesinin bulunmadığını ima eden “Yine, Abdulkadir Geylani’ye atfedilen bu söz...” ifadesiyle ta işin başında palavracı tavrını, cerbezeci kimliğini ortaya koymuştur.

Zira Gavs-ı Azam’ın ilgili sözleri meşhur bir kasidesinde yer almaktadır. Bu kaside, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin meşhur “Mecmuatu’l-Ahzab” adlı kitabının 560-562 sayfalarında yer almaktadır.

- İkincisi peygamberlerden başka kimsenin gaybı bilemeyeceğine delil olarak getirdikleri

“O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz. Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar.”(Cin, 72/26, 27)

ayet hakkında çok farklı yorumlar var.

- Fahruddin Razî’ye göre, bu ayetten “Allah’ın peygamberlerden başka hiç kimseye gaybını açmayacağını” anlamak, isabetli bir yaklaşım değildir. Çünkü; Araplar arasında gaybten haber vermekle meşhur olmuş Şak ve Satih adındaki iki kâhinin Peygamberimizin (asm) zuhurundan önce, onun geleceğini haber verdikleri, tevatür (kesin bilgi) derecesinde bir katiyetle bilinmektedir.(bk. Razî, ilgili ayetin tefsiri).

- Elmalılı Hamdi Yazır’a göre, “gaybını kimseye açmaz”dan maksat, Allah mutlak gaybını kesin olarak hiç kimseye açmaz, demektir.

“Ne insan, ne cin, ne melek, ne de bir başka varlık mutlak gaybı yakînen bilmez. Böyle olması, izafî gayba dair bazı bilgiler edinilebilmesine aykırı değildir.”(1).

Müştak Dede’nin Kerameti:

Müştak Dede, daha başşehir olmadan yüz sene önce, hiç yoruma gerek kalmadan, üsûlüne uygun olarak, ama ehlinin anlayacağı şekilde Ankara'nın, İstanbul gibi başşehir olacağını haber vermiştir. Bu şiir, İstanbul'da Takvimhâne-i Âmire'de, Hicri 1268 senesinde taş basma olarak basılan divanın 29. sayfasında mevcuttur:

1. Me'vâ-yı nâzenîne ki(m) "Elf" olursa "Efser" Elif=A
2. Lâbût olur o me'vâ İslambol ile hemser
3. "Nun ve Kalem" başından alınsa "Nun"u Yunus, Nun=N
4. Aldıkça harf-i diğer olur bu remz azhar.
5. Miftah-ı Sûre-i Kaf serhadd-i Kaf tâ "Kaf" Kaf=K
6. Munzam olunmak ister "Ra"yı Resul-i Peygamber Ra=R
7. Hâ-yı hû ile âhir maksud oldu zâhir Hû=H
8. Beyt-i Veliyyu'l-Ekrem Elhâc Abd-i Ekber
9. Ey Pâdişah-ı Fahham Sultan Hacı Bayram
10. Ruhundan ister ikram Müştak-ı abd-i çâker.

Bu şiirin 1, 3, 5, 6 ve 7. mısraları "elif", "nun", "kaf", "ra" ve "he" ile, yani aslî harflerle Osmanlıca yazılışa uygun olarak Ankara'yı,

* İkinci mısra, rumuzlu olarak haber verilen bu şehrin başşehir olacağını,
* Yedinci mısra, bu oluşun "Hâ-yı hû" ile yani İstiklâl Savaşı'na işaretle, gürültü ve patırtı ile vuku bulacağını,
* Birinci mısra, bunun ebced hesabı ile 341 tutan Efser'e "Elf" yani bin ilâve olunmak suretiyle 1341’de vukua geleceğini göstermektedir.
* İkinci mısrada İstanbul ile hemser = başabaş olacağı bildirilen şehrin Ankara olduğu, birinci mısradaki “Me'vâ-yı nâzenin” kelimeleriyle 8 ve 9. mısralardaki ifadelerle de açıklanmış bulunmaktadır. Zîrâ Bayram Veli'nin türbesi Ankara'dadır.

Dipnotlar:

(1) bk. Elmalılı Hamdi YAZIR, Hak Dini, Kur’an Dili, ilgili ayetin tefsiri.

  • 44. “Bazı veliler geçmişi ve geleceği çok açık bilebildikleri halde, neden geleceğe dair haberleri açıkça söylemek yerine, işaretle veriyorlar.” diye sorulan bir soruya, Bediüzzaman’ın cevabına itiraz

Kişilerin üslubu, şahsi kapasitelerinin bir yansımasıdır. Herkes kapasitesine göre konuşur. Bediüzzaman Hazretleri. “Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilemez.” manasına gelen Kur’an’ın ifadelerini şöyle anlamıştır:

“Hiç kimse bağımsız olarak, Allah’ın bildirmediği bir gayb konusunda söz sahibi değildir. Allah’ın vahiyle bildirdiği peygamberler, bu gaybı açıkça ilan etmek zorunda olmalarına mukabil, rüya ve ilham yoluyla bildirdiği veliler ise, bu gaybı açıkça ilan etmemekle yükümlüdür. Yani, onlar için -lüzum olmadığı sürece- bu gaybı başkasına açmaları yasaktır. İşte veliler bu zımni yasaktan ötürü, istikbale ait gaybi haberler verirken açıktan değil, işaret yolunu tercih ediyorlar.”(1)

Bu incelikleri kavrayamayanlar, kabahati kendilerinde aramalıdır.

Nitekim, Mutezile ve bir kısım Harici zihniyetliler dışında, Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakıyla velilerin kerametleri vardır.

“O bütün gaybı bilir. Fakat gayplarını kimseye açmaz. Ancak, bildirmeyi dilediği bir elçiye bildirir.”(Cin, 72/26-27)

mealindeki ayeti tefsir eden (bir Mutezilî olan Zemahşeri’den başka) hemen hemen bütün müfessirler, “bu ayet velilerin kerametlerinin olmadığını göstermez”demişlerdir.(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sekizinci Şua.

(2) Misal olarak bk. Razî, Beydavî, Nesefî, Hazin, Bursavî, Alusî, Kasımî, Şevkanî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri

  • 45. Müddei, Bediüzzaman’ın, Eskişehir hapishanesinin penceresinin karşısında bulunan lise mektebinin bahçesinde raks eden kızların istikbali hakkında, bir kanaatini veya ileri görüşlülüğünü tenkit etmekte ve hakaret etmektedir.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin kerametleri pek çoktur ve söyledikleri olduğu gibi çıkmıştır. Örneğin:

- Eddaî başlığı altında yazdığı bir manzum imzasında açıkça “Hicri 1379, miladi 1960 yılına kadar hayatta kalacağını, sonra öleceğini ve mezarının yıkılacağını” bildirmiş ve aynen çıkmıştır.

- Ayrıca, “Bir zaman gelecek Risale-i Nur’un serbest kalacağını, radyolar vasıtasıyla ilan edileceğini, okullarda okutulacağını, dünyaya yayılacağını” bildirmiş ve şimdi bunun doğruluğunu gözle görmekteyiz.

- Keza “Sekizinci Cumhurbaşkanı ehl-i salat olacağını” bildirmiş ve merhum Turgut Özal bu gaybi haberi hayatıyla tasdik etmiştir.

- “Rusya’daki komünizmin yıkılacağını” net olarak haber vermiş ve olduğu gibi tahakkuk etmiştir.

- “Erzincan depremini saatine varıncaya kadar haber vermiş” ve olduğu gibi çıkmıştır.

- “1971 Muhtırasını tarihi ile birlikte haber vermiş” ve olduğu gibi çıkmıştır.

“Aya gidileceğini ve aydaki durumu haber vermiş” ve olduğu gibi çıkmıştır.

Bunları daha da çoğaltmak mümkündür.

Ancak itirazcının yukarıda söz konusu ettiği Bediüzzaman Hazretlerinin;

Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim....”(1)

şeklindeki ifadeleri bir kerametten ziyade, iman şuuruyla bakan her aklıselim sahibinin yapabileceği bir değerlendirmedir. İtirazcının bunu dahi kavramaktan âciz olması, aslında kabil-i hitap olmadığının açık göstergesidir.

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Üçüncü Mesele.

  • 46. "Said Nursi gaybı kurcalamak için mushaf delme işine de kalkışmıştır. Kehf suresindeki bir noktadan, Fatır suresindeki bir yere kadar, Kur’an sayfaları delinirse, köpeğin ismi çıkıyormuş."

Bir konunun tasviri, o konunun gerçek mahiyetini değil, onu tasvir eden kişinin niyetine göre şekillenir. Farklı renklerdeki gözlükleri takanların dünyayı, eşyayı farklı renklerde gördükleri gibi, gönül gözüne takılan farklı bakışın gözlük renkleri de bakılan hususu farklı gösterir. Bu müsellem kaideye binaen denilebilir ki, Bediüzzaman Hazretleri, iman gözlüğünü takmış, Kur’an’ın mucizeliğine bakmış ve gördüğü gerçeklerden biri de Kur’an’ın kelimelerinin, ayetlerinin birbirlerine bakan birer yüzü ve gözünün olduğunu görmüştür. Dinsizliğin hâkim kılınmaya çalışıldığı bir devirde Kur’an’ın en ufak bir i’caz parıltısını bile çok büyük bir silah gibi görmüş ve bununla din düşmanlarına karşı manevi cihad etmeye çalışmıştır. Bu i’caz parıltılarından küçük de olsa mücahedesine yardım ettiği için dört elle sarıldığı bir husus da Kur’an’daki benzer kelime veya ifadelerin Kur’an’ın aynı veya farklı sayfalarında birbirine bakmasıdır.

Üstad Hazretleri bunların pek çok misallerini göstermiş, özellikle Allah lafza-i celalin, Rab ve benzeri ilahî isimlerin gösterdiği bu tevafukun ne kadar harika olduğu “Tevafuklu Kur’an” adıyla basılan Mushaflarda açıkça görülmektedir. Bu tevafuku gösteren bir misal de “Kıtmîr” kelimesidir. Bu gibi tevafukların ilmî olmaktan ziyade, ami olan insanlara bir ders olduğunu belirten Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu şöyle tekdim etmiştir:

“Kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kur'an’ın bir nevi alâmet-i i'cazı vardır. Şöyle ki:
“Hâfız Osman hattıyla ve basmasıyla olan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor. Meselâ: Sure-i Kehf'de وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ kelimesi altında yapraklar delinse; Sure-i Fâtır'daki قِطْمِيرٍ kelimesi, az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaşılacak.”(1)

Şimdi Üstad’ın bu çok hasbî fedakârlık ve , Kur’an’a hizmet aşkından başka bir emareyi taşımayan, bu hizmetini alaya alan ve “Kur’an’ın sayfalarını delme” şeklinde tasvir eden bir adamın niyetinin ne olduğu açıkça bellidir...

(1) bk. Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, On Sekizinci İşaret

  • 47. "Said Nursi’nin en çok yaptığı şeylerden biri de İslam dışı yöntem ve söylemlerini eleştirenleri Vehhabilikle ittiham etmesi olmuştur."

Emevilik ve Haricilik zihniyetinin son temsilcileri olan aşırı Vehhabilerin Hz. Ali (ra)’ye karşı tutumlarının nasıl saldırgan olduğu bilinmektedir.

- Bediüzzaman Hazretlerinin şu eşsiz iman hizmetini görmezlikten gelip, onu Şialıkla itham eden Vehhabilerin ne kadar Harici zihniyetli oldukları ortadadır.

- Bizzat matbu olan kaynaklarda yer alan Hz. Ali (ra) ve Gavs-ı Azam (ks)’ın kasidelerini uydurma olarak vasıflandırması, o çarpık zihniyetin açık göstergesidir.

- Ebced hesabı, Celcelutiye ve Gavs-ı Azam’la ilgili bilgileri daha önce vermiştik.

  • 48. "Saidi Nursi, Abdulkadir Geylani’nin, öldükten sonra, tıpkı hayattaki gibi tasarrufunun devam ettiğini iddia etmekte ve tasavvuf ehlinin kabul ettiği 'Gavsı Azam' veya 'Kutbu Azam' yakıştırmalarına o da inanmaktadır."

“Kutub: Her asırda Allah’ın rahmetinin cazibe merkezi olan bir zattır. İstimdad edenlerin imdadına koştuğu için de “Gavs” unvanını alır.”

“Kutub,Allah’ın kendi katından ledünni bir tılsım-ı azam verdiği kimsedir. Şahsiyet-i manevi itibariyle dört büyük meleğin bazı özelliklerini taşır. Madde-i hayatiye itibariyle Hz. İsrafil (as)’e, nefs-i natıkasıyla Hz. Cebrail (as)’e; kuvve-i cazibesi itibariyle Hz. Mikail (as)’e; kuvve-i dafia itibariyle de Hz. Azrail (as)’e benzer.” (1).

Meleklerine değişik işler yaptıran Allah, meleklerden daha üstün olan insanlardan da en üst seviyedeki bazı insanlara bazı işleri yaptırması yadırganacak bir şey değildir. Melekler bu işleri yaparken Allah’ın şeriki olmadıkları gibi, kutup ve gavs-ı azam gibi, unvanlarla anılan bazı büyük insanların tasarrufu da şirk sayılmaz. Zira, ne melek ne de bu insanların yaptıkları işler bir yaratma işi değildir. Bizim yaptığımız bütün işlerin yaratıcısının Allah olduğu Ehl-i sünnetin tartışılmaz akidesindendir. Onlarınki de bunlardan farksızdır. Sadece onların ve melekelerin tasarruf alanı daha geniştir.

Allah meleklere ve bir nevi melekleşmiş bu gibi insanlara bu tasarrufu vermekle, onlara mülk ve melekutundaki harika icraatını uygulamalı olarak göstermekte ve onları daha da şevkli bir tesbihat yapmaya sevk etmektedir.

Müddeinin, iddiasına gerekçe gösterdiği Neml suresi 62. ayette, müşriklerin taptığı putların hiçbir şekilde, tapanlarına yardım edemediklerine dikkat çekilmiş, böylece, ne zararları ne de faydaları olmayan nesnelere tapanlar daha akıllı olmaya davet edilmiştir. Yoksa Hz. Peygamberi (asm) vesile olarak kullanan sahabelere de müşrik demek gerekir ki, bu büyük bir bühtan ve iftira olur.

Buhari (tarihinde) ve Ebu Nüaym’in rivayet ettiğine göre, Bekr b. Vaile kabilesinin bazı fertleri -cahiliye adetleri üzerine- hac yapmak için Mekke’ye gelmişler. Hz. Peygamber (asm) onlara davasını anlattı ve onları Müslüman olmaya davet etti. Onların reisi el-Haris adındaki şahıs: “Bizimle Farsların arasında bir savaş devam etmektedir. Bu savaş bitsin, düşünürüz dediler. Sonra gidip onlar da savaşa devam ettiler. El-Haris (Hz. Muhammed’i kast ederek) sizin o adamınızın ismi neydi, diye sordu ve Muhammed olduğunu öğrenince “Allah’ım Muhammed’in yüz suyu hürmetine bizi zafere ulaştır.” diye dua edelim dedi ve öyle yaptılar. Netice itibariyle zafer kazandılar. Hz. Peygamber (asm) bu olayı duyduğunda “Onlar benimle zafer kazandılar.” diye buyurdu.

Yine adamın biri kör olan gözlerinin açılması için Hz. Peygamber (asm)’e dua etmesini rica etti. Buyurdu ki:

“Git abdest al ve iki rekat namaz kıl ve şöyle dua et:

‘Allah’ım, senin rahmet peygamberin olan elçini vesile yaparak sana yöneliyor sana yalvarıyorum. Ya Muhammed! Ben seni vesile kılarak gözümü açması için Rabbine yöneliyor, yalvarıyorum. Allah’ım! onu benim için şefaatçi kıl, beni de kendim için şefaatçi kıl.’diye yalvar.”

Gitti öyle yaptı ve gözleri açılmış olarak geri döndü.”(2)

İşte kutupların yaptıkları, velilerin yaptıkları tasarruf da bu şekilde Allah’a yalvarmak ve Allah’ın kendilerine lütfettiği şefaat haklarını kullanmaktır.

Dipnotlar:

(1) bk. Seyyid Şerif Cürcanî, et-Tarifat, I/177.

(2) bk. Nesai, Tirmizi, İbn Mace, İbn Huzeyme, Hakim.

  • 49. "Cevşen hakkında gelen rivayetler uydurmadır. Böyle bir dua yoktur, Peygamberimiz Cevşen ile değil, giydiği zırh ile korunmuştur. İslam’daki tevekkül anlayışı bunu gerektirir."

Cevşen ile ilgili gelen itirazlar, rivayetin sıhhatı ile alakalıdır. Cevşen’in içeriği ile ilgili hiç kimsenin, başta bu iddia sahipleri olmak üzere, bir itirazı söz konusu değildir. Tam aksine, kaynağını şiddetle tenkit edenler, içeriğini de o kadar takdir etmektedirler. Zira çok kapsamlı bir dua ve iltica kaynağı olup, Allah’ın bin bir ismi ile ona sığınmayı içermektedir, diyorlar.

Cevşen’in kaynağı ile ilgili iddialara cevap vermeden önce, bir hususun altını çizmekte fayda görüyoruz.

“Said Nursi Gerçeği” adlı videonun başından sonuna kadar, en çok vurgu yapılan konu, şirk konusudur. Her şey doğrudan Allah’tan istenmeli, ona yalvarmalı ve ondan korkmalıyız, denilmekte ve aksini yapanlar küfürle itham edilmektedirler.

Ancak bu zihniyet sahipleri, Cevşen konusu gündeme gelince, bir anda dönüş yaptılar ve"sebepler de var, onu unutmayalım", diye İslam’daki tevekkül anlayışını hatırlatmaya başladılar.

Hani her şey doğrudan Allah’tan istenecekti; alın size Cevşen. Bu Cevşen baştan sona, doğrudan doğruya Allah’tan istemek, ona yalvarmak, ona sığınmaktan ibarettir.

“Sizin de içeriğini takdir ettiğiniz Cevşen gibi, doğrudan Allah’tan isteme ve ona sığınma duası dururken, zırh giymeye ne gerek var.”

denince, çark etmeye başladı bu zihniyet. Hayır efendim sadece dua ve yalvarma olmaz, zırhı da giymek lazımdır, demeye başladılar. Sahih olmasa bile, “Zırhı çıkar Cevşen’i oku” rivayeti ile dalga geçmekten bile geri kalmadılar.

“Zırh, kılıç, kalkan olmadan, düşmana karşı sadece, dua ile Allah’a sığınma kitapçığı olan Cevşen ile korunmak mümkün olsaydı, Müslümanlar, her savaşta Cevşen okur ve galip gelirlerdi.”

diyerek, alaylı bir üslup seçtiler.

Bediüzzamanın, “Münafık düşmanlarımın maddi ve manevi zehirlerine karşı gerçi Cevşen duası imdadıma yetişti... diyor. Yani onu okudum, Allah’a sığındım ve iyileştim demektedir.

Her şeyi Allah’tan istemeli ve ona sığınmalı diyen, aksini yapanları şirkle suçlayan müddei, Bediüzzaman’ın yukarıdaki ifadesini tenkit ederek, sadece dua ile insan sağlığına mı kavuşurmuş demeye başlamış. İşin garip tarafı, Bediüzzamanın, “Cevşen duası ile iyileştim” ifadesini gerekçe göstererek, bunu da bir şirk olarak ileri sürmesidir.

Gerçekten bu zihniyet sahiplerini anlamak mümkün değildir.

Eğer dua ile iyileşmek şirkse, peki belgeselin başından bu yana, durmadan dile getirdiğiniz, “Her şeyi sadece Allah’tan istemeli, ona yalvarmalı ve ondan korkmalı.” iddianızı nereye koyacaksınız?

Bunların bu mantıklarına göre hareket edilirse, Fatiha suresini kabile reisine okuyup üfüren sahabeler de şirke girmiştir.

Bu iddia sahipleri, Hz. Peygamber (asm)’in şifa maksadıyla Felak ve Nas surelerini okumasına ne derler acaba?

Bu beyler, acaba Hz. Peygamber (asm)’in, -hicret ederken evini kuşatan müşriklerin gözlerini bağlamak için- Kur’an’dan yardım isteyip Yasin suresinin 8-9. ayetlerini okumasına ne buyururlar?

Acaba İslam tarihi boyunca bir vasfı “ŞİFA” olan Kur’an’ı şifa maksadıyla okumuş milyonlarca evliya, ulema ve sulehanın da şirke girdiklerini mi düşünüyorlar?

Cevşen’in muhtevası, sahih hadis kitaplarında var olan dualardan farklı olarak, Allah’ın bin bir ismiyle münacat yapılmış olmasıdır. Yoksa Cevşen’deki duaların önemli bir kısmı, -mahiyeti itibariyle- hem ayetlerde hem de sahih hadis kaynaklarında yer almaktadır.

Bin bir ismin bin bir tecellisini nazara veren bu münacatta, dünya ve ahiretle alakalı –cüzî, küllî- bin bir hakikatin mebdei ve meadı ders verildiği halde, hiçbir yerinde bir yanlış veya bir çelişkinin bulunmaması, bu münacatın harika bir özelliğidir.

Cevşen’in -bu mahiyetteki- muhtevası, gerçekten nebevî bir ufku sergilemektedir. Allah’ın bin bir ismi öyle bir şekilde zikredilmiştir ki, aralarında tam bir insicam, mükemmel bir imtizaç, harika bir in’ikasın parıltıları gözükmektedir.

Cevşen’in senedine gelince; bu dua daha çok Ehl-i beyt tarikiyle geldiği için Ehl-i sünnet tarafından fazla üzerinde durulmamıştır. Bununla beraber, Ehl-i sünnetin meşhur hadis ve tasavvuf alimlerinden Şeyh Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi Hazretleri, Cevşen duasını çok önemsemiş ve “Mecmuatu’l-Ahzab” adlı üç ciltlik eserinde ona yer vermiş, senedini ise tam olarak vermemekle beraber, adını tam tespit edemediğimiz bir kimseden başlatarak şöyle sürdürüyor:

“Cafer-i Sadık, babası (Muhammed el-Bâkır) ve dedesi (Zeynelâbidîn) vasıtasıyla Hz. Hüseyin’den, oda babası Hz. Ali’den, o da Hz. Peygamber’den rivayet etmiştir.” (1)

Buradaki sırlama ile Diyanet İslam Ansiklopedisindeki sened zinciri arasında sadece “Musa el-Kâzım” ismidir ki, Gümüşhanevi’de yoktur.

Diyanet İslam Ansiklopedisinde, Cevşenu’l-Kebir’in senedi:

“Mûsâ el-Kâzım — Ca'fer es-Sâdık— Muhammed el-Bâkır — Zeynelâbidîn — Hz. Hüseyin ve Hz. Ali tarikiyle Hz. Peygamber'e İsnat edilir.”

şeklinde belirtildikten sonra, genişçe malumat arasında şu ifadeler de dikkate değer:

“Muhtevasının güzelliği, ifadelerinin akıcılığı ve okunduğunda elde edilebilecek dünyevî ve uhrevî iyi sonuçlara dair rivayetlerin çokluğu sebebiyle olacaktır ki Cevşen-i Kebîr Türkiye'deki bazı Sünnî Müslümanlar arasında da ilgiyle karşılanmıştır. Duayı Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî, tarikata dair birçok evrâd ve ezkârı derlediği Mecmûcatü'I-Ahzâb adlı eserinde nakletmiş, daha sonra özellikle Risâle-i Nûr cemaati tarafından müstakil olarak birçok defa basılmış ve Türkçe'ye de tercümeleri yapılmıştır.” (2)

Bu konuda Bediüzzaman ise şunları söylemektedir:

“...Yeni Said'in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbânî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Gazâlî, Zeynelâbidin (r.a.) hususan Cevşenü'l-Kebîr münâcâtını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche'den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü'l-Kebîr'le daima onlara mânevî irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur'dan bize gelen meşrebi almışım.”(3).

Şimdi Bediüzzaman gibi zahirî ve batınî ilimlerle mücehhez bir müceddid “Cevşenü'l-Kebîr münâcâtını bu iki imamdan (İmam-ı Gazâlî, Zeynelâbidin) ders almışım.” dese, buna -bir Müslüman olarak- inanmamak mümkün müdür? Aksini düşünmek, Allah’ın şiddetle yasakladığı suizanna girilmiş olur.

Dipnotlar:

(1) bk. Gümüşhanevî, Mecmuatü’l-Ahzab, 1311 (telif tarihi, 1298), III/231-232.

(2) bk. DİA, VII/462, Cevşen Maddesi.

(3) bk.Emirdağ Lahikası-I, (154. Mektup)

  • 50. "Said Nursi’nin ve talebelerinin gördüklerini iddia ettiği birçok rüyaları Risalelerde yer almakta ve önem verilmektedir. Hâlbuki, rüyanın dinimizde hiçbir değeri yoktur."

Bu insafsız cahiller, rüyaların bir değer ifade etmediğine veya -ima ile de olsa- böyle rüyaların görülmesinin mümkün olmadığına dair hükmü hangi ilmî kriterlere, -en ufak bir işaret olsun- hangi ayet veya hadise dayandırıyorlar?

- Kıssaların en güzeli olan Yusuf suresi baştan sona kadar Hz. Yusuf (as)’ın rüyasını ve onun tabir ettiği rüyaların hakikatlerinden bahsetmektedir.

- Kur’an’dan sonra İslam ümmetinin en sağlam kaynak kabul ettiği Buhari ve diğer Kütüb-ü Sitte’de rüyalar için ayrı bölümler açılmıştır. Buhari “Kitabu’t-Tâbir” adlı bölümün 48. babı için “Sabah namazından sonra yapılan rüya tabirleri.” unvanını kullanmıştır. Buhari bu babın ilk hadisini Semüre b. Cündüb’den rivayet etmiş ve onun

“Hz. Peygamber (asm)’in sahabelerinden en fazla sorduğu şey: ‘Bugün kiminiz rüya görmüştür?’ şeklindeki sözü olduğu”na dair sözlerine yer vermişitir. (1)

Hz. Peygamber (asm):

“Rüya vahyin kırk altı cüzünden bir cüzdür.” buyurmuştur.

“Zaman yaklaştığında, müminin rüyası neredeyse hiç yanlış çıkmaz. En doğru sözlü olan kimsenin rüyası da en doğrudur. Rüya, nübüvvetin kırk parçasından bir parçadır." (2)

- Doğru sözlü olan müminlerin rüyaları da o nispette doğru çıkar.

“Müminin rüyası neredeyse hiç yalan çıkmaz. Dili en doğru olanın rüyası da en doğru olur.” (3).

“Kim beni rüyada görürse, muhakkak ki o beni görmüştür. Çünkü şeytan benim suretime giremez. Müminin rüyası nübüvvetin kırk parçasından bir parçadır." (4) şeklindedir.

- Hz. Enes anlatıyor: Resulullah (asm) şöyle buyurdu:

"Risalet ve nübüvvet muhakkak kesildi. Benden sonra ne resul ve ne de nebi vardır.”

Bu durum insanların gücüne gitti. Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki:

"Fakat, mübeşşirat (müjdeciler) vardır."

Orada bulunanlar dediler ki:

“Ey Allah’ın Elçisi, mübeşşirat nedir?”

Hz. Peygamber dedi ki:

“Müslüman’ın rüyasıdır ve o, peygamberliğin cüzlerinden bir cüzdür.” (5)

Kuşkusuz, İslam literatüründe “Rüyalarla amel edilmez.” diye bir kural vardır. Peki diğer yandan Allah’ın “kıssaların en güzeli” olarak nitelendirdiği Yusuf suresinin muhtevasını bir kaç rüya ve onların tevil ve tabirleri üzerine tesis etmesi, en sahih hadis kaynaklarında belirtildiği üzere, Hz. Peygamber (asm)’in rüyalara bu kadar değer vermesi ile bu kuralı nasıl bağdaştıracağız? Bu çelişki gibi görünen manzarayı şeffaf bir ilim aynasında yansıtmadan, ilmi kriterler kullanarak bu çelişki görüntüsünü ortadan kaldırmadan, meşhur olmuş “Rüyalarla amel edilmez.” ifadesini sakız gibi çiğnemenin hiçbir yararı olmaz. Çünkü, Allah rüya ile amel edileceğini göstermiş, Kur’an’dan koca bir sureyi rüyalara ayırmıştır. Onun Resulü (asm) de rüya ile amel etmiştir.

- İşte Hz. Yususf (as)’a rüya tabirlerinin öğretilmesi Allah’ın büyük bir lütfü olarak gösterilmiştir:

“Rabbin seni öylece seçecek, sana rüya tabirini öğretecek ve daha önce büyük babaların İbrâhim ile İshak’a olan nimetini tamamına erdirdiği gibi, sana ve Yâkub ailesine de nimetini kemale erdirecektir. Çünkü Rabbin her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”(Yusuf, 12/6)

- İşte Hz. Yusuf (as)’ın hapis arkadaşlarının rüyalarını tevil ve tabir etmesinin doğruluğunu Allah tasdik etmiştir:

“(Ey hapis arkadaşlarım, gelelim rüyalarınızın tabirine:) Sizden biriniz, efendisine yine şarap sunacak, öbürü ise asılacak, kuşlar da başını gagalayacak. İşte yorumunu istediğiniz iş, böylece halledilip sonuçlandırılmıştır. Onlardan kurtulacağını anladığı arkadaşına: ‘Efendine benden bahset, suçsuz olduğumu hatırlat.’ dedi. Fakat şeytan, efendisine söylemeyi ona unutturdu. Böylece Yusuf birkaç yıl daha hapishanede kaldı.”(Yusuf, 12/41-42).

- İşte Kralın rüyasını tevil ve tabir eden Hz. Yusuf (as)’ın bu tevili hem Kur’an tarafından, hem Kitab-ı Mukaddes tarafından hem de tarih tarafından onaylanmıştır:

“Yusuf: ‘Yedi sene, bildiğiniz şekilde ekin ekersiniz. Ama biçtiğinizi, yiyeceğiniz az miktar dışında, başağında bırakır, depolarsınız. Sonra, bunun peşinden yedi kurak yıl gelecek, tohumluk olarak saklayacağınız az bir miktar dışında, önce biriktirdiklerinizi yiyip tüketirsiniz. Sonra onun arkasından bir yıl gelecek ki, halk bol yağmura kavuşacak, sıkıntıdan kurtulacak, bol meyve sıkıp hayvanları sağacaklar.”(Yusuf, 12/47-49; KM, Tekvin 41. Bölüm)

- Ayrıca Hz. Peygamber (asm) de, bir arkadaşının gördüğü rüya ile amel etmiş ve on beş asırdan beri İslam’ın en büyük şiarı olarak günde beş defa minarelerden okunan Ezan-ı Muhammedi’yi ümmetine bir sünnet-i müekkede, hatta bir farz-ı kifâye şeklinde -kutsal bir görev olarak- yüklemiştir.

“Abdullah b. Zeyd (r.a) anlatıyor:

“Rasulullah (asm), halkı namaz için toplamak maksadıyla çalınmak üzere bir çan yapılmasını emrettiği zaman, ben uyurken (rüyamda) yanıma bir adam geldi. Elinde bir çan vardı. Ben: “Ey Allah’ın kulu, bu çanı bana satar mısın?” dedim. Adam: “Pekala, ama bunu ne yapacaksın?” dedi. Ben: “Bununla insanları namaza çağıracağım” dedim. Bana: “Sana bu iş için daha hayırlı bir söz göstereyim mi?” dedi. Ben de ona: “Elbette!” dedim. “Öyleyse şunu söyle!” diyerek bana (ezan) öğretti...”

Sabah olunca Rasulülah (asm)’e gelerek (rüyamda) gördüklerimi haber verdim.

Bana: “İnşallah bu hak bir rüyadır. Kalk rüyada öğrenmiş olduğunu Bilal’e öğret. O bunları söyleyerek ezan okusun. Zira onun sesi senden daha gür!” buyurdu. Ben de Bilal’le birlikte kalktım. Ona teker teker arzediyordum. O da bunları yüksek sesle söyleyerek ezan okumaya başladı. Bunu o sırada evinde olan Ömer İbnu’l-Hattab (r.a) işitmişti.

Hemen evden çıkıp ridasını çekerek geldi ve:

“Ey Allah’ın Resülü! Seni Hak ile gönderen Zat-ı Zülcelal’e yemin olsun, onun gördüğünün aynısını ben de gördüm!” dedi!..

Bunu işiten Rasulüllah (asm.) “Elhamdülillah! Şimdi bu daha sağlam oldu!” dedi.(6).

- Peki bir yandan Kur’an ve sünnet rüyalarla amel ederken, diğer yandan alimler, neden “Rüyalarla amel edilmez.” Demişlerdir?

Bunun sebebi şudur:

a. Rüyalar üç çeşittir. İki çeşidi gerçekte çıkmayacak olan türlerdir. Bunlar günlük sıkıntı veya neşeden ötürü veya daha önce etkisinde kalınmış olayların -adeta hafızada ve hayalde bir bant şeridi gibi- açılıp yeniden okunan şeylerdir ki, Kur’an’da bunlara “Edğâsu ahlâm” denilmiştir. Bu sebeple, her görülen rüya doğru değildir.

Ancak Hz. Peygamber (asm), kötü rüyanın uğursuzluğuna inanmamayı, güzel rüyaya inanmayı tavsiye etmiştir:

“Rüyanızda güzel şeyler gördüğünüzde, bilin ki o Allah’tandır; kötü bir şey gördüğünüzde ise, onun şeytandan olduğunu bilin; sağ ve sol yanlarınıza “tuh” deyip, şeytanın şerrinden Allah’a sığının (Euzu çekin)”

buyurmuştur. Çünkü, kötü gibi görünen rüyaları takıntı haline getirmek, hem sürekli bir üzüntü kaynağı, hem de Allah’a karşı suizanna sebep kılmak söz konusu olabilir.

b. Rüyalarla amel etmemek demek, İslam’ın hükümlerine ters düşen rüyalarla amel edilmez, demektir. Örneğin, bir hırsızı, bir katili rüya ile tespit edemezsiniz. Çünkü İslam’da suçlar itiraf veya şahitlerle ancak tespit edilir.

c. Zaten -peygamberlere ait olanlar hariç- rüyaların hüküm koyma diye bir fonksiyonları da yoktur. Ancak rüyaların, insanlara müjdeler vermek, onların morallerini düzeltmek ve geleceğe ait bazı gaybî haberlerin işaretlerini taşımak, bazı kötülüklerden kurtulmak veya güzel işlere muvaffak olmanın sinyallerini vermek gibi çok önemli fonksiyonları vardır. Nitekim, Resulullah (asm) şöyle buyurdu:

"Risalet ve nübüvvet muhakkak kesildi. Benden sonra ne resul ve ne de nebi vardır.”

Bu durum insanların gücüne gitti. Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki:

"Fakat, mübeşşirat (müjdeciler) vardır."

Orada bulunanlar dediler ki:

“Ey Allah’ın Elçisi, mübeşşirat nedir?”

Hz. Peygamber dedi ki:

“Müslüman’ın rüyasıdır ve o, peygamberliğin cüzlerinden bir cüzdür.”(7)

Bu hadis-i şeriften de anlaşılıyor ki, sadık rüyaların fonksiyonu vahiyden mahrum kalan insanlar için bir müjdeci olmaktır. İşte Bediüzzaman Hazretleri söz konusu rüyalarda, bu tebşiratlarına göre amel etmiş ve tamamen sünnet-i seniyeye uymuştur.

Bu arada, “Allah’tan başka kimse gaybı bilemez.” iddiasını durmadan tekrarlayan müddeinin, işine geldiğinde, gayb okuma çabasını acaba nereye koyacağız? İftira atmaya gelince bir kahin kesilen müddei, yoksa iftira ve suizan için gaybı okumayı caiz mi görmektedir?..

Müddeinin, Bediüzzaman’a iftira atarken sık sık tekrarladığı cümlelerden bir tanesini buraya alıyoruz:

“Saidi Nursi’nin saklandığı tevazu perdesi açıldığında, ortaya çıkacak olan, sadece büyük bir kibir, gurur ve bencilliktir.”

Alın size, iftira ve suizan karışımlı bir gayb okuma örneği. Unutmayalım ki, Allah müfterilere perdenin arkasını ve başkasının kalbinde geçeni göstermez. Onu olsa olsa salih ve doğru kullarına bildirir.

Dipnotlar:

(1) bk. Buharî, Kitabu’t-Tabir, 48.

(2) bk. İbn Mace, Rüya, 9.

(3) bk. bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, ilgili hadisin açıklaması.

(4) bk. Buharî, Rüya,10.

(5) bk. Tirmizî, Ru'yâ, 2/2374. Değişik ifadelerle: Buhārî, Ta’bîr, 5/9; İbn Mâce, Ta’bîru’r-Ru'yâ, 1/3896.

(6) bk. Ebu Davud, Salât, 28; Tirmizî, Salât 139, Tirmizi bu hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.

(7) bk. Tirmizî, Ru'yâ, 2/2374. Değişik ifadelerle: Buhārî, Ta’bîr, 5/9; İbn Mâce, Ta’bîru’r-Ru'yâ, 1/3896.

  • 51. "Kâinatta meydana gelen birçok olay ve hayvanların hâlleri Risale-i Nur ile ilişkilendirilmiştir."

İslam akidesine göre, kâinatta her şeyin dizgini Allah’ın elindedir, her şeyin anahtarı onun yanındadır, her şeyin yegane yaratıcısı odur. O halde kâinat çapında meydana gelen bütün olaylar Allah’ın iradesiyle olmaktadır. Allah ise, kendi emir ve yasaklarına riayet edilmesinden hoşlanır, karşı gelinmesinden ise gazaplanır. Bu kesin mantık penceresinden bakıldığı zaman, kesin olarak denilebilir ki, kâinatta, özellikle insanı ilgilendiren olayların seyrinde yegâne hâkim unsur Allah’ın hoşnutluğu ve hoşnutsuzluğudur. Allah’ın hoşnutluğu, insanlara yardımların; hoşnutsuzluğu ise bela ve musibet gelmesini gerektirir. Tarih boyunca, azgınlık yapan kavimlerin helak olması, aynı kaos ortamından peygamberlerin ve onlara iman edenlerin kurtulması bunun en açık göstergesidir.

- Bedir savaşında meleklerin sahabenin imdadına koşmaları, Uhud savaşında ise, birkaç kişinin yaptığı yanlışlarının yetmiş sahabenin canına mal olması Kur’an’la sabit olan hakikatlerdir.

“Âd ve Semûd halklarını da imha ettik. Siz ey (Mekkeliler) bunu, kalan ev harabelerinden anlıyorsunuzdur. Şeytan onlara yaptıkları kötü işleri süsledi ve onları yoldan çıkardı. Hâlbuki onlar aklı fikri yerinde, açıkgöz kimselerdi.

“Karun’u, Firavun’u ve Haman’ı da helâk ettik. Mûsa kendilerine belgelerle, mûcizelerle geldi, ama onlar o ülkede kibirlendiler, büyüklük tasladılar, fakat hükmümüzden kurtulamadılar.”

“Onlardan her birini kendi suçu sebebiyle cezaya çarptırdık. Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik, kimini korkunç bir gürültü bastırıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmedi, onlar asıl kendi kendilerine zulmettiler.”(Ankebut, 29/38-40)

mealindeki ayetlerden ve benzeri ayetlerden açıkça anlıyoruz ki, su, hava, toprak, ateş unsurları Allah’a karşı isyan edenlere -Allah’ın emriyle- hücum ederler.

- Kur’an’ın bize öğrettiği ve gözle görülen bu hakikatlerden yola çıkan her iman, izan ve insaf sahibi kolaylıkla şunu anlar, hatta görür gibi inanır ki, bu asırda en şiddetli zulümlere ve Allah’a karşı yapılan en alçak isyanlara karşı, iki tane dünya savaşı başta olmak üzere, pek çok semavî ve arazi musibetler ve belalar birer tokat olarak gelmiş ve Allah’ın hoşnutsuzluğunu ilan etmiştir.

Diğer yandan, İslam alemi dinsizliğin pençesine düştüğü bu asırda, bütün hayatını iman ve Kur’an hizmetine adamış, gerektiğinde cansiperane maddi savaşlara katılmış, milis alay komutanlığı yapmış, gerektiğinde manevi cihat yolunda hiç feragatten çekinmemiş Bediüzzaman Hazretlerinin bu tavrı, elbette Allah’ın hoşnutluğunu celp etmiştir. O halde, Bediüzzaman’la mücadele eden dinsizlerin durumu Allah’ın gazabını celpettiği gibi, Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur vasıtasıyla yaptığı iman ve Kur’an hizmetleri de Allah’ın rızasını, rahmetini ve iltifatını celp edecektir.

İşte, Bediüzzaman Hazretlerinin bu konuda söylediklerinin hepsi Kur’an’ın hakikatlerine tamamen uyan ve tarihî tekerrürün bir yansıması olarak tekrarlanan olaylar tarafından tasdik edilen gerçeğin ta kendisidir.

Gece ile gündüz bir araya gelmediği gibi, iman hizmeti ile küfür hizmeti de aynı kefede olamaz. Böyle bir düşünce Kur’an’ın pek çok ayetlerini tekzip anlamına gelir.

Taberanî (el-Evsat) bize aktarmıştır. Hz. Cabir anlatıyor: Resul-i Ekrem şöyle buyurdu:

“Hayırlı şeyleri öğreten muallim için her şey, hatta denizlerdeki balıklar da istiğfar eder/dua eder.”

Hafız Heysemî bu hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.(1).

- Taberanî’nin el-Kebir’de zikrettiği diğer bir rivayet ise şöyledir:

“Allah, melekleri, yuvalarındaki karıncalar, hatta denzideki balıklar insanlara hayrı öğreten kimseye salat ederler.”(2).

- Diğer bir rivayette -meal olarak- özetle şu ifadelere yer verilmiştir:

“Allah’ın kendisine lutfettiği ilmini sırf Allah adına, hiçbir menfaat gözetmeden, hiçbir karşılık beklemeden, insanların yararına kullanan kişi için denizin balıkları, karanın canlıları ve semanın kuşları dua edip istiğfar ederler.”(3).

- Acaba bu asırda milyonlarca insanın imanını kurtarmış veya pekiştirmiş, ortaya koyduğu İslam’ın hoşgörü ve kavl-i leyyin prensipleriyle milyonlarca insanın gönlünü fethetmiş, İslam’a ısındırmış, milyonlarca insana Kur’an’ı sevdirmiş Bediüzzaman gibi asrın müceddidi bir zat, bu hadislere mazhar olmazsa, başka kim olabilir?..

Nurs köyünün -Risale-i Nur sayesinde- dünyaca meşhur olduğu bir realitedir. Hiss-i kablelvuku denilen önsezi ise, herkes için söz konusu olduğu da bir realitedir. Acaba bu muterizler, herkes gibi Nurs köylüleri olan insanların da böyle bir hiss-i kablelvukua sahip olmalarına neden ve hangi ilmi kriterlere göre izin vermiyorlar? Elbette onların o kör hissiyatı, Nursluların hiss-i kablelvuku sahibi olmalarına engel olamaz.

Dipnotlar:

(1) bk. Mecmau’z-Zevaid, h. no: 512.

(2) bk. age., h. no: 513.

(3) bk. Kenzu’l-Ummal, X/206.

  • 52. "Said Nursi küçük çocukların, zamanında kendisine olan alakasını, ileride Risale-i Nur’la imanlarını kurtaracaklarına bağlamaktadır."

Yaşlı, yabancı, memleketinden uzak bir diyara sürgün edilmiş, devletin resmi propagandasıyla "suçlu ve tehlikeli biri" diye ilan edilmiş bir insana karşı, masum çocukların yakınlık göstermeleri, faytonla geçerken uzaktan gördükleri yere koşup -korkmadan, çekinmeden- ellerine sarılmaları, ehl-i basiret yanında elbette normal bir hadise değildir. Kuvvetli ihtimalle Bediüzzaman Hazretlerine karşı çocukların bu davranışlarını, talebeleri ve diğer köy halkı, onun büyüklüğüne ve manevi bir cazibe merkezi manasındaki kerametine hamlediyorlardı. Bunu fark eden Bediüzzaman Hazretleri her zaman yaptığı gibi, yine de kendi şahsıyla alakalı bir meziyetin olmadığını ilan etme adına,

“Bunlar benim şahsımla alakalı değil, ileride Risale-i Nur’la imanlarını kurtaracaklarını o masum gönülleriyle hissetmişler ki, Risale-i Nur’a olan minnettarlıklarını benim şahsıma gösteriyorlar.”

demiştir. Bu kadar masum bir davranışı bu kadar masum bir ifadeyle -hakikatin ta kendisi olarak- tevil etmek nerede, bu itirazcıların sivrisinek kadar kıymet-i harbiyesi olmayan yaklaşımı nerede...

Kâinatın bütün hadiselerini Evrenin Yaratıcısı’nın elinde olduğuna bütün zerreleriyle iman eden Bediüzzaman gibi bir zatın, “sadece kendi avlusunda gördüğü kar üstündeki Risale-i Nur’un eczalarındaki tevafukatı andırır bir tarzda sarı mürekkepler misüllü, o karın üstüne serpilmiş katreler ve noktaları” Risale-i Nur’a yapılacak bir saldırının sinyalleri olabilir mi, diye endişe etmesinde tenkit edilecek ne olabilir?..

  • 53. "Bardağın kırılması, sobanın patlaması ve Asa-yı Musa risalesinin Ravza-i Mütahhara’da birisi tarafından görülmesinden bile işaretler çıkarılmıştır."

Bu gibi olayların tevafuklarından manevi sinyaller anlamaya çalışmak Hz. Peygamber (a.s.m)’in sünnetidir. Nitekim Kur’an’da da bu tür işaretlerden anlayanlar övülmüştür:

“(Resulüm!) “Hayatın hakkı için onlar, kendilerini öylesine kaybetmişlerdi ki, sarhoşlukları içinde sürünüp gitmekte idiler. Güneş doğarken o korkunç ses bastırıverdi onları! Bir anda şehirlerinin üstünü altına çevirdik. Pişirilmiş çamurdan yapılmış taş yağmuruna tuttuk onları! Elbette bunda işaretten anlayanlar için alınacak nice ibretler vardır.”(Hicr, 15/72-75).

Evet, Cenab-ı Hak, kâinatı yaratıp, sonra onu kurulmuş saat gibi kendi halinde işlemeye terketmiş değildir. Bir zerre bile Onun izni olmadan hareket etmez.

"Bir yaprak bile Onun ilmi dışında yere düşmez." (En'am, 6/59)

"Hiçbir dişi O'nun bilgisi dışında hamile kalmaz ve doğurmaz." (Fatır, 35/11)

Deli dolu esiyor görülen rüzgâr, rast gele değil, Onun emrettiği şekilde eser. Bazen meltem olur yüzümüzü okşar, bazen fırtına olur, bir "azap kamçısı" olarak görev yapar. Bir sobanın patlaması, bir bardağın çatlaması da bundan müstesna değildir.

Hz. Peygamber (asm) de birçok olaydan sinyaller almaya çalışmış ve ona göre bir hatt-ı hareket çizmiştir. Bunlardan iki tane örnek verelim:

a. “Sahabeleriyle Hudeybiye’ye doğru ilerlerken, Kureyşlilerin üzerine gidilecek Seniyye tepesine vardığında biniti çöktü. İnsanlar onu kaldırmaya ve yürütmeye çalıştılarsa da kalkmamakta direndi. “Kusvâ çöktü, Kusvâ çöktü…” dediler. Hz. Peygamber (asm):

“Kusvâ çökmedi, zâten bu ona yaraşmaz. Ama fili Mekke'ye girmekten alıkoyan onu da alıkoymuştur.” buyurup, şöyle devam etti:

“Nefsim kudret elinde olan (Allah)'a yemîn ederim ki, Allah'ın emir ve yasaklarına saygılı bulundukları sürece, benden ne isterlerse bu isteklerini mutlaka kabul ederim.”

dedi ve sonra binitini zorladı ve o yerinden sıçradı.(2)

b. Yine Hudeybiye anlaşması için gelecek Kurey’ş temsilcisinin “Suheyl b. Amr” olduğunu duyunca, Süheyl kelimesinin “kolay, rahat, hafif” anlamlarından hareketle “Güzel... İşimiz kolaylaşır inşallah.” demiştir.(1)

Herhangi bir yorum, şayet yorumu yapılan konuyla münasip ise, o yorum genellikle alimler tarafından makbul görülür. Hatta rüyaların tabir ve tevillerinin doğru yapılması da rüya ile, rüyaya konu olan kişinin hayatı arasındaki münasebetin kuvvetine bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında, Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur’la ilgili güzel yorumları, güzel tefeülleri, güzel sinyaller ve işaretler algılaması, Risale-i Nur’un kendisiyle çok yakın münasebetinden ileri gelir. Üstad bunu “kuvvetli münasebet-i maneviye” tabiriyle ifade eder. Bu sebeple, Risale-i Nur’un Ravza-i Mutahhara’da görülmesini Nebi (a.s.m)’nin makbulü olarak değerlendirmesi, - iddia edildiği gibi- keyfe mayeşa bir yorum değildir. Otuz üç ayetin işaretlerine, Hz. Ali (ra) ve Hz. Gavs-ı Azam’ın beşaretlerine, -zamanın gösterdiği gibi- Allah’ın inayetine mazhar olmuş bir eserden söz ediliyor.

İşte Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur için güzel yorumlar yaparken, bu kuvvetli münasebet-i maneviyeye bakarak yapar. Yoksa, itirazcıların gözlüğüyle bakıp da rastgele bir kitap nazarıyla bakmaz ki, bu normal yorumları anormal sayılsın. Hz. Peygamber (asm)’in Kur’an’a olan saygısını her mümin az çok bilir. Ne var ki, inkârcılar Kur’an’a uydurma bir kitap nazarıyla baktıkları için onlara göre hiç de değerli değildi.

Milyonlarca insanın ve özellikle üniversite gençliğinin elinde, Kur’an’ın bu asra bakan bir tefsiri olarak okunan ve onları Kur’an’a, dolayısı ile Allah’a teslimiyete götüren Risale-i Nur Külliyatı’na saldıranlar, bu ön yargıları sebebiyle büyük bir hazine-i Kurâniye'den mahrum kalmaktadırlar...

Dipnotlar:

(1) bk. bk. Hazin Tefsiri, Fetih, 48/21-24. ayetlerin tefsiri.

(2) bk. bk. İbn Kesir, Fetih Suresi: 25-26. ayetlerin tefsiri; İbn’u-Cevzî, Fetih:1-3. ayetlerin tefsiri.

  • 54. "Said Nursi, bulutların, meydana gelen depremlerin bile Risale-i Nur ile bağlantısı olduğunu ileri sürer ve hatta bunları birer tokat olarak yorumlar."

Öncelikle, Hz. Peygamber (asm) güneşin, oğlu İbrahim’in ölümünden ötürü tutulmadığını söylemesi, daha yeni şirkten çıkmış o günkü insanlara bir tevhit dersi vermek içindir. Kâinatın hareketleri Allah’ın hikmetli iradesi doğrultusunda cereyan etmektedir. Bu nizam ve intizam, hiç kimsenin hatırı için değişikliğe uğramaz. Yani, bir peygamberin oğlu da olsa güneş tutulmaz, mesajı verilmiştir.

Ancak bu, kâinatın bu fıtrî intizamı devam ederken, onun bu hareketinin bazı duraklarında veya basamaklarında başka olaylara da bir sinyal olamayacağı anlamına gelmez. Kâinatın normal seyri esnasında bazı kozmik veya jeolojik olayların normal ontolojik görevini yaparken, başka bir takım olayların habercisi veya neticesi olduğu Kur’an ve sünnetle sabittir.

Önce Kur’an’dan örnekler verelim:

Zilzal suresi, depremin jeolojik bir hadisenin tabii bir sonucu olmadığını, aksine belirlenmiş bir zamanda, birçok hikmete mebni olarak, Allah’ın emriyle gerçekleştiğini bildirmektedir.

Diğer yandan:

“Bir zaman 'Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanmayız!' dediniz. Bunun üzerine derhal sizi yıldırım çarptı, siz de bakakaldınız.” (Bakara, 2/55)

mealindeki ayette, bir atmosfer olayı olan yıldırımın inkârcı Yahudilere çarpmasını, kozmik bir tesadüfe bağlamak elbette imanla bağdaşmaz. Burada insanların davranışları gerekçe gösterilmiştir.

Keza:

“Mûsâ ümmetinden yetmiş kişi seçti, onları alıp huzura getirdi. Gelenlerin, bu kabul şerefiyle yetinmeyip, Allah’ı açıkça görmek istemeleri üzerine, onları şiddetli bir deprem yakaladı. Mûsâ: 'Ya Rabbî! Dileseydin beni de bunları da daha önce imha ederdin. Şimdi bizi aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı helâk mi edeceksin? Bu sırf Senin bir imtihanından ibarettir. Dilediğini bu imtihanla şaşırtır, dilediğine yol gösterirsin. Sensin bizim Mevla’mız! Affet bizi, merhamet eyle! Sen affedenlerin en hayırlısısın!' dedi." (Araf, 7/155)

mealindeki ayette, depremin; Allah’ı gözleriyle görme küstahlığına yeltenenlere bir ceza olarak geldiği ifade edilmektedir.

Yine:

“Onlardan her birini kendi suçu sebebiyle cezaya çarptırdık: Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik, kimini korkunç bir gürültü bastırıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmedi, onlar asıl kendi kendilerine zulmettiler.” (Ankebut, 29/40)

mealindeki ayette hava, toprak ve su unsurlarının birer ceza biçimi olarak devreye sokulduklarına işaret edilmiştir. Aslında onlar da daha önce kasırganın, depremin, tufanın, göklerden yağan taşların felaketlere sebep olup pek çok can aldığını duymuşlardı. Fakat bunu doğanın tesadüfle işleyen tabii hareketine vermiş ve ondan ders alamamışlardı. Ancak Kur’an, o kevnî hareketlerin, kozmik ve jeolojik hadiselerin birer ilahî memur olarak hareket ettiğini bildirmektedir.

Bu ayetlerin özeti şudur:

Kâinat öyle bir şekilde düzenlenmiştir ki, bir yandan normal görevini yapmak üzere seyrüsefer ederken, diğer yandan o hareketi esnasında insanları tokatlamaya yönelik bazı icraatlar da yapar. Bu tokatlar veya uyarılar yeni bir düzenleme ile değil, normal düzenin içerisinde yer alıyor. Bunun böyle olması, imtihanın gizliliği açısından da zorunludur. Nitekim bu kuralın işlemesi sebebiyle, insanların bir kısmı deprem, kasırga, tufan , tsunami ve benzeri hadislerin uyarı ve tokatlamaya yönelik olduğunu düşünürken, diğer gafil bir kısmı ise bunu kainatın normal işleyişinin bir yan etkisi olarak görür ve başını gaflet kumuna sokmaya devam eder. Öyle anlaşılıyor ki, iddiacı, bu ikinci grup insanlar arasında yer almaktadır.

Bir hadiste özet olarak şu ifadelere yer verilmiştir:

"Hz. Mehdi için iki alamet vardır ki... Bunun birincisi, Ramazan'ın birinci gecesi Ay'ın; ikincisi de ise, Ramazanın ortasında Güneş'in tutulmasıdır." (1)

Bu hadiste ifade edilen güneş ve ayın tutulması Hz. Mehdi’nin çıkışı için bir alamet olarak değerlendirilmiştir. Demek ki, güneş ve ayın normal seyirleri içerisinde uğradıkları bir kozmik hadise, aynı zamanda önemli bir ahir zaman hadisesi olan Hz. Mehdi’nin çıkışına bir işaret sayılmıştır.

Şefkat tokatları konusunda, iddiaların sahibi, özellikle Risale-i Nur’la ilgili Kur’an hizmetini bazı olumsuz olayların meydana gelmesine sebep olacak kadar değerli görmediğini söylemek istiyor.

Buna şu bir kaç madde ile cevap vermek mümkündür:

1. Bilindiği üzere bir işin değeri o işin konusu ve gayesi ile; o işin sahibinin değeri de, yaptığı işlerin değeriyle doğru orantılıdır.

2. Risale-i Nur müellifi İslam uleması tarafından asrın eşsiz harikası manasında “Bediüzzaman” unvanına layık görülmüş bir şahsiyettir. Bu hususta zerre kadar basiret ve vicdanı olan, bu gerçeği teslim edecektir.

3. İslam alimlerinin ittifakla belirttikleri gibi, en şerefli ilim dalı Kur’an ve iman ilmidir. Bütün gayesi Kur’an ve iman hakikatlerinin akıllara ispat ve kalplere tespit etmek olan Risale-i Nur hizmetinin elbette en şerefli bir meslek olduğunda şüphe yoktur.

4. Kur’an ve imana hizmet etmeyi hayatının yegâne gayesi kabul eden ve talebelerine de aynı dersi veren Bediüzzaman’ın Kur’an nazarındaki değeri, hiç şüphesiz Kur’an’a yaptığı bu kutsi hizmetiyle eş değerdir.

5. Milyonlarca insanın şehadet ettiği gibi, Bediüzzaman Hazretleri, dinsizliğin en şiddetlendiği bir devirde, bütün alimlerin ve meşayihin sindirildiği bir dönemde, kefenini boynuna takmış, Kur’an ve iman hizmeti uğruna hayatını ortaya koymuş, hatta sadece dünyasını değil, icap ederse ahiretini de Kur’an hizmetine feda etmeye hazır olduğunu hem lisan-ı kâl hem lisan-ı hal ile dünyaya göstermiş ve ilan etmiştir.

6. Üstad’ın kendi ifadesiyle:

“Malûmdur ki bazı vakit olur, bir dakika; bir saat ve belki bir gün, belki seneler kadar ve bir saat; bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Meselâ: Bir dakikada şehid olan bir adam, bir velayet kazanır; ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.”

“İşte aynen öyle de: Risale-i Nur'a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (A.S.M.) ve şeair-i Ahmediyeye (A.S.M.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu âhir zamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiaze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden (hücumundan) mü'minlerin imanlarını kurtarması noktasından Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki: Kur'an ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh üç kerametle ona beşaret vermiş ve Gavs-ı A'zam (K.S.) kerametkârane ondan haber verip, tercümanını teşci' etmiş.”
(2)

İşte hizmetinin mahiyeti kutsi, gayesi ulvî, temel amacı rıza-yı ilahî, hedefinde iki cihan saadeti bulunan Risale-i Nur’a hizmet edenlerin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek, onların şevklerini artırmak, uhrevi mükâfatlarının peşin bir nümunesini göstermek adına Nur talebelerinin kalplerine huzur ve inşirah, akıllarına tatmin ve ferah, rızıklarına genişlik ve bereket, hayatlarına sadakat ve istikamet lutfedildiği gibi, ona muarız olan cereyanların hilelerini gösterecek -deprem, kasırga, kıtlık, sıkıntı, korku ve güvensizlik gibi- bazı sosyal, siyasal, kozmik ve jeolojik alamet ve sinyallerin gösterilmesi Kur’an sahibinin sonsuz rahmetinin bir gereğidir.

Son sözü Bediüzzaman’a bırakalım:

“ Senin gibi sinekler kadar ehemmiyeti olmayanların Risale-i Nur’a perde çekmesi muhal olmakla beraber, onun zerre kadar nüfuzunu kıramaz. Yüz binler adam onunla imanlarını kurtardıkları için, ruh u canla hürmet ederler.” (3)

Dipnotlar:

(1) bk. El-Kavlu'l-Muhtasar Fi Alamati’l-Mehdiyy-il Muntazar, s. 47.

(2) bk. Mektubat, İşarat-ı Gaybiye Hakkında Bir Takriz, s.467.

(3) bk. Tarihçe-i Hayat, Emirdağı Hayatı, s.494.

  • 55. "Said Nursi’ye göre Risaleler iman kurtarıyormuş, diğer âlimlerin eserleri ise bu konuda yetersiz kalıyormuş."

İman esaslarının ispatı konusunda Risale-i Nur ile başka eserleri mütalaa eden yüzlerce ilim ehlinin kanaati şudur ki: Risale-i Nur eserleri asrın idrakine ve anlayışına uygun olarak iman hakikatlerini bilimsel ve akli yöntemler ile açık ve ikna edici bir şekilde izah ediyor.

Bu konuda yazılan diğer eserler -kendi asırlarında/dönemlerinde aynı görevi yapmakla beraber- bu asrın idrakine hitap etmedikleri için Risaleler kadar verimli olamamıştır. Bu yaklaşım, diğer eserleri basite almak anlamına gelemez. Zira her hastalığın bir ilacı vardır. Her eser kendi döneminin hastalığını esas aldığı için, şüphesiz o dönem için daha faydalı olmaktadır. Bediüzzam’ın,

“Ben Mevlana zamanında gelseydim Mesnevi’yi yazardım, onlar da bu zamanda olsalardı Risaleler ile hizmet ederlerdi.”

anlamına gelen ifadeleri, eserlerin, zamanın ihtiyacına göre ortaya çıktığını dile getirmektedir.

“Kişinin kuvve-i aklı, eserlerinde görüldüğü” gibi; sunduğu reçetelerin doğruluğu, kullandığı üslubun gücü, serdettiği delillerin kuvveti de eserleriyle yaptığı hizmetin boyutunda görülür.

Bugün Risale-i Nur eserlerinin asrın manevi hastalıklarını tam teşhis edip tedavi etmesi, milyonlarca şuurlu gönüllerin cazibe merkezi haline gelmesi bu eserlerin asrın idrakine nasıl doğru hitap ettiğini gösteren en güzel göstergedir.

Şunu da açıkça belirtelim ki, Bediüzzaman Hazretlerinin bu ifadeleri, başka İslam eserlerini ve hizmetlerini küçük görmek değildir. Maksadı, sadece “asrın silahıyla silahlanmış”, dini ilimler yanında fen bilimlerinin kesin verilerini de göz önünde bulundurmuş, hem akla hem kalbe hitap etmiş ve Kur’an’dan ilhamını almış bir hizmet metodunun sünnete, fıtrat kanunlarına ve asrın ihtiyaçlarına tam uygun olduğunu belirtmektir. Üstad’ın şu ifadeleri bunun şahididir:

“Diyorlar: ‘Said, yanında başka kitabları bulundurmuyor. Demek onları beğenmiyor. Ve İmam-ı Gazalî'yi de (R.A.) tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına getirmiyor.’ İşte bu acib manasız sözlerle bir bulantı veriyorlar. Bu nevi hileleri yapan, perde altında ehl-i zındıkadır; fakat, safdil hocaları ve bazı sofuları vasıta yapıyorlar.”

“Buna karşı deriz ki: Hâşâ, yüz defa hâşâ!.. Risale-i Nur ve şakirdleri, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî ve beni Hazret-i Ali ile bağlayan yegâne üstadımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takib ettiği mesleği ehl-i dalaletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir. Fakat onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, erkân-ı imaniyeyi sarsmıyordu. O muhakkik ve allâme ve müçtehid zâtların asırlarına göre münazara-i ilmiyede ve diniyede istimal ettikleri silâhlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden; Risale-i Nur, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'dan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silâhları bulduğu için, o mübarek ve kudsî zâtların tezgâhlarına müracaat etmiyor. Çünki umum onların merci'leri ve menba'ları ve üstadları olan Kur'an, Risale-i Nur'a tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nuranî eserlerden de istifade etsek…’ (1)

(1) bk. Kastamonu Lahikası, (114. Mektup), s.183.

  • 56. "Risalelerde deniyor ki, 'Firavunlar, Nemrutlar Risaleleri anlasalardı, iman ederlerdi?..' ”

Bu söz her şeyden önce Bediüzzaman Hazretlerinin bir talebesine aittir. Eskiden beri hocasına, şeyhine, büyüğüne karşı mensuplarının şiddetli alakaları ve övgüleri hep müsamaha ile karşılanmıştır. Bu tür övgüler ilmin terazisiyle değil, hissiyatın ölçülerine göre değerlendirilmesi gerekir.

Burada “Firavun ve Nemrud şayet Risaleleri görselerdi hemen iman ederlerdi.” denmiyor ki, yapılan itiraz, az da olsa yerinde olsun. Burada söylenen şudur:

“Değil şimdiki zamanın zındıkları, ta belki eski ve inatçı ve bunlara müşabeheti olan Firavunlar, Nemrutlar anlasalardı, iman ederlerdi...”

Elbette anlasalardı iman ederlerdi. Eskide de onlar gerçeği anlasalardı iman ederlerdi. Cahdi küfür/bile bile inat eden kâfirler de var. Ancak Kur’an’ın da birçok yerinde “keşke bilselerdi...” gibi ifadelerden de anlıyoruz ki, inkârcıların gerçekleri kabul etmemeleri genellikle cehaletlerinden kaynaklanmaktadır. Kaldı ki, inat da bir cehalettir. Yoksa inat yüzünden cennet gibi bir hazineyi kaybetmeyi göze alan bir aklıselim olabilir mi?

Bu açıklamalarımızdan anlaşıldığı üzere, iddiacının “Allah’ın peygamberlerinin bile yola getiremediklerini, güya Risaleler iman ettirirmiş.” şeklindeki sözleri bir cerbezeden öteye geçemiyor.

  • 57. “Risalei Nur ölmüş kalplere, su gibi hayat veriyormuş. Ayrıca okuyanların kalbine de huzur ve mutluluk veriyormuş.”

Şu bir hakikattır ki, kış mevsiminde kurumuş, ölmüş yeryüzü Nisan yağmuru ile bahar mevsiminde yeniden hayat bulduğu gibi, şu ahir zaman fitnesinin soğuk kışında, tahkiki iman derslerini veren Risale-i Nur Nisan yağmuru gibi, dinsizlikle ölmüş kalpleri yeniden diriltmiş ve diriltmeye devam ediyor. Allah bu gerçeği gerçekten görmeyenlerin basiret gözlerini açtırsın; kin, nefret ve hasetten ötürü görmek istemeyenlerini de ıslah etsin ki, hakikatı görebilsinler!..

Risale-i Nur’u okuyanların kalplerinde huzur ve inşirah buldukları, Nur talebelerinin ittifak ettiği bir husustur. Bunun sebebi de şudur: Risale-i Nur iman esaslarını ders veriyor. Özellikle Allah’ı sıfatlarıyla öyle geniş anlatıyor ki, insanların tevhit konusundaki bütün vesveselerini izale ediyor ve böylece kalpleri itmi’nana kavuşturuyor. Allah’a ve ahirete şuhud derecesinde iman eden Nur talebelerinin gönülleri elbette huzur ve inşirah bulur. Kur’an’da meal olarak yer alan:

“De ki: ‘Allah dilediğini bu tür iddiaları sebebiyle saptırır. Kendisine yöneleni de hidayete erdirir. İşte onlar iman edip gönülleri Allah’ı zikretmekle, O’nu anmakla huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki, gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.’ ”(Rad, 13/27-28)

ifadesiyle bu gerçeğe işaret etmektedir.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu sözleri de bu konuda bize ışık tutmaktadır:


“Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur'un dairesine sadakatle girenlerdir.”

“Çünkü bunlar, Risale-i Nur'dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, her şeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, her şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede ettiklerinden kemal-i teslimiyet ve rıza ile, rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azab çeksinler. İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, -hadsiz tecrübelerle- Risale-i Nur'un imanî ve Kur'anî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.”
(1)

(1) bk. Kastamonu Lahikası, (84. Mektup)

  • 58. "Risale-i Nur belaları defediyormuş!.."

Sadaka, sadece para ve mal değildir. İlim, özellikle insanların imanını takviye eden ilim en büyük sadakadır. Bu zaviyen bakılacak olursa, Risale-i Nurlar büyük bir sadakadır. Çünkü, sadakanın önemi insanların ihtiyaç duyduğu maddi imkânları onlara kavuşturmaktan ileri gelir.

Risale-i Nur, insanların en büyük ihtiyacı olan dünya ve ahiret saadetini netice veren Kur’anî prensipleri ders veriyor.

Ebedi hayatın anahtarı olan "tahkiki imanı" insanların eline vermek, iki günlük midenin ihtiyacını gidermekten ne kadar üstün ise, Risale-i Nur’un tahkiki iman servetini muhtaç olanlara sadaka etmesi, diğer maddi sadakadan o kadar daha önemli ve daha faziletlidir.

  • 59. "Risale-i Nur hastalıkları da tedavi ediyormuş!.."

Hissiyatını aktaran Bediüzzaman Hazretlerinin bir talebesi, “Risale-i Nur maddi ve manevi yaraları tedavi eder.” demiş...

Risale-i Nur’un manevi hastalıkları tedavi ettiğini şeytan bile inkâr edemez. İnsanın kalbine iman nurunu yerleştiren Risale-i Nur, bu reçete ile yüzlerce farklı manevi hastalıkları tedavi ettiğine dair milyonlarca insan şahitlik yapar. Bu tedavi sayesinde dinsizlik, gaflet veya cehaletten kaynaklanan yüzlerce şüphe, vesvese, tereddüt, sıkıntı, huzursuzluk gibi manevi hastalıkların ortadan kaldırıldığını öğrenmek isteyen, istediği Nur talebesinin bilgisine başvurabilir veya kendisi böyle bir tecrübeyi deneyebilir.

Birçok maddi hastalığın manevi hastalıklara, moral çöküntüsüne, strese, bunalıma, evhama, vesveseye bağlı olarak ortaya çıktığını ve ona dayanarak devam ettiğini uzmanlar belirtiyorlar. Bu sebeple, o manevi hastalıkların tedavi edilmesi sonucu, ona dayanarak varlığını sürdüren maddi hastalıklar da ortadan kalkar. Bunun yadırganacak nesi olabilir.

  • 60. "Risale-i Nur atom bombasından bile güçlüymüş!.."

Bunu anlamamak için gerçekten kör olmak lazımdır. Çünkü, bir bombanın tesiri tahriple kendini gösterir. Tahrip ise çok kolaydır. Bir yılda yapılamayan bir bina bir anda yıkılabilir. Konuyu bu zaviyeden mukayese ettiğimiz zaman, Risale-i Nur’un yapıcı müspet tesirinin, atomun olumsuz tahripçi etkisinden neden daha fazla olduğunu kolayca anlayabiliriz. Yeter ki, ön yargıyla basiretler kör olmasın.

Kaldı ki, bir tesirin önemi ve değeri, zor işi başarmasıyla ölçülür. Atom bombası insanların aklına, iradesine kalbine hitap etmeden, sadece öldürür. Bu çok kolay bir iştir.

“Ateşli silahlar çıktı/bulundu mertlik bozuldu.”

atasözü, atom bombası ve benzeri silahların namert bir güce sahip olduğunu çok güzel seslendirmiştir. Oysa, Risale-i Nur, ateşle değil, nurla hareket ediyor. Bu nurla insanların akıllarını, kalplerini, duygularını harekete geçiriyor, onların özgür iradelerini kendi cazibe merkezine yönlendirebiliyor...

- İnsana sormadan onu namertçe öldüren atom bombası mı, yoksa insanlara soran, akıllarına danışan, gönüllerini çelen, duygularını kendine amade kılan, özgür iradelerini nurla okşayarak kendi rotasına çeken Risale-i Nur mu daha güçlüdür?

- Canları öldüren mi, dirilten mi daha güçlüdür?

- İnsanların kalbini kıran mı, onurlandıran mı daha güçlüdür?..

  • 61. "Risale-i Nur Hz. Musa (as)’ın asası gibiymiş?.."

Bir insan, iman ve şefkat mahalli olan kalbinin içinde bu kadar kin ve düşmanlığı nasıl muhafaza edebiliyor? En masum bir benzetmeyi böyle en ağır bir yoruma tabi tutmanın ne gibi bir izahı olabilir?..

Hz. Musa (as)’ın asası nereye vurulursa su çıkarırdı. Risaleler de her şeyden Allah bilgisi dediğimiz “marifetullah” bilgisi çıkarmaktadır, deniyor. Bunun böyle olduğuna binlerce şahit var. Kâinatı hallaç pamuğu gibi tel tel eleyip dokuyan Risale-i Nur, atomdan güneşe, elementten galaksilere kadar her şeyde Allah’ın varlığı ve birliğine karşı bir pencere açar. Böcekten file, sinekten gergedana, çiçekten bahara, yerden göğe, denizden atmosfere, kar taneciklerinden bulutlara kadar her yerde mübarek arılar gibi tevhit balını, peteğini yapar.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

"Katre" namındaki eserimde Kur'an'dan ilhamen takib ettiğim yol ile ehl-i nazar ve felsefenin takib ettikleri yol arasındaki fark şudur:”

“Kur'an’dan tavr-ı kalbe ilham edilen Asâ-yı Musa gibi, manevî bir asâ ihsan edilmiştir. Bu asâ ile, kitab-ı kâinatın herhangi bir zerresine vurulursa, derhal mâ-i hayat çıkar. Çünki müessir ancak eserde görünebilir. (…)”

“Kur'an ise, bize Asâ-yı Musa gibi bir hakikat vermiştir ki; nerede olsam, hattâ taş üzerinde de bulunsam, asâyı vuruyorum, mâ-i hayat fışkırıyor.(yani marifetullah bilgisi fışkırıyor)” (1)

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Katre’nin Zeyli

  • 62. "Risale-i Nur benzersiz bir esermiş!!!"

Binlerce din âlimi, fizik, kimya, astronomi, sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih uzmanının içinde bulunduğu milyonlarca insanın şehadetiyle, iman hakikatlerinin izah ve ispatı konusunda Risale-i Nur Külliyatı müstesna bir yere sahiptir. Şüphesi olan, Dokuzuncu Söz, Yirmi Üçüncü Söz, Yirmi Beşinci Söz, Yirmi Altıncı Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, Mesnevi-i Nuriye, Asa-yı Musa, Otuzuncu Sözü ve benzer diğer risaleleri okusun, sonra da vicdanına sorsun.

Binlerce ilim adamının tekziplerinden korkmayan insanların vicdanı elbette bunun dışındadır.

  • 63. "Risale-i Nur affedici imiş!.."

Güya, istikamet şehidi merhum Hasan Feyzi Efendi “Affet beni ey affı büyük, lütfu büyük Risale-i Nur!” demekle, Risale-i Nur’u –hâşâ- Allah yerine koymuştur. Böyle bir yorum, eğer cehaletten kaynaklanmıyorsa; kalbi öldüren, benzersiz bir haset ve nefretle ancak izah edilebilir.

Hâlbuki insanların Allah’tan başkasından da af dilemesi, en meşhur bir insanlık örf ve ahlakıdır. İnsanımız her gün, hata yaptığı kişilerden,"ne olur beni affet, affedersiniz, affınıza sığınırım, affetmek sana yakışır, affedici olun", demekle, -hâşâ- şirke mi girmiş oluyor?

Kaldı ki, insanların da affedebileceği Kur’an’la sabittir:

“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve evlatlarınızdan size düşman olanlar da çıkabilir. Böyle olanlara karşı dikkatli olun! Bununla beraber müsamaha eder, kusurlarına bakmaz, onları affederseniz bu da sizin için bir fazilettir. Çünkü Allah da gafûrdur, rahîmdir/affı ve ihsanı boldur. Siz kusurları bağışlarsanız O da size öyle muamele eder.”(Tegabun, 64/14).

Affın büyük-küçük meselesi ise, Allah’a karşı değil, diğer insanlara karşı bir karşılaştırma yapılarak kullanılmış bir sözdür. Bu tür sözlerin ne ifade ettiğini yedi yaşındaki çocuklar bile anlar.

  • 64. "Risale-i Nur millete ekmek gibi lazımmış!.."

Risale-i Nur, eşsiz bir üslupla, ikna edici delillerle iman dersini veriyor. Bunu görmemek için kör olmak gerekir. Allah’a ve ahirete iman eden kimseler için, iman derslerinin ekmekten daha lüzumlu olduğunu kim inkâr edebilir.

Aşağıdaki hadisler imanın her an tecdid edilmesinin gereğine işaret etmektedir:

“İman kalplerinizde -bir elbisenin eskidiği gibi- eskir. Bu sebeple, kalplerinizdeki imanınızı tecdid etmesi/yeniden tazelemesi için Allah’a dua edin.”(1).

Resulüllah (asv): “İmanınızı tecdid edip tazeleyin” deyince, “Bunun nasıl yaparız?” diye sordular. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asv): “Çokça La ilahe illellah deyin.” diye buyurdu.”(2).

Bütün dersleri başta “La ilahe illallah”ın hakikatini ders vermek olan Risale-i Nur’un su gibi ekmek gibi insanlar için lazım olduğuna bu hadisler de şahitlik etmektedir.

Dipnotlar:
(1) bk. Mecmau’z-Zevaid, h. no: 158.
(2) bk. age.

  • 65. "Risale-i Nur’daki akıl, filozofları bile şaşırtıyor muş!!!"

Bediüzzaman Hazretlerinin hayatında Risale-i Nur’u tetkik eden ve içinde filozofların da bulunduğu birçok ehl-i vukufun/bilirkişinin, Risale-i Nur’un akli ve matıki delillerine hayranlık derecesindeki ifadeleri, bu tür karalamalara izin vermez ve bu iddia sahiplerini tekzip eder. Kaldı ki, bugün dünyada yapılan yüzlerce sempozyuma katılan ve içinde fen-felsefe konusunda da uzman olan yüzlerce ilim adamının buna benzer sözleri bu iddiayı çürütmektedir.

  • 66. "Bazı Risalelerin harfleri de sırlıymış!.."

Sırlı manaların kalıpları olan lafızların ve harflerin sırlı olması kadar normal bir şey olamaz. Kur’an’ın manevi bir mücezi olan Risalelerin, İslamî hakikatlerin tılsımını, sırlarını açan ifadelerinin de sırlı olması hikmete uygun olduğu gibi, çok makuldur.

Ancak adı üstünde; sır... Sırrı ancak ehl-i esrar bilir. Zahirilik girdabına düşenlerin sırları anlamasına imkân yoktur.

  • 67. "Risale-i Nur dinsizleri imana getiriyormuş!.."

İnsanoğlunun fıtraten hakka taraftar olduğu, gerçeği bulup kabul etmenin sevdalısı olduğu bilinmektedir. Dinsiz de olsa, gerçeği gördükten sonra kabul etmemek aklın yadırgadığı bir husustur. Bu sebeple Risale-i Nur’un aklî, mantıkî delillerle ortaya koyduğu Kur’an’ın hakikatlerini hakkıyla mütalaa eden ve onun hak olduğunu kabul eden bir kimsenin iman etmemesi için hiçbir neden yoktur.

Risaleler ile imanını kurtaran binlerce insan bu tenkide hal dili ile cevap vermektedir. Kaldı ki, tenkide medar sayılan ifadeler, o kadar -kayıtlarla- açıktır ki, üzerinde itiraz parmağını uzatmak için ön yargı hastalığına yakalanmak gerekir. Bakın ifadeye:

“Her hangi bir dinsiz okusa ve tam manası ile anlasa imana geliyor.”

deniyor. Yoksa bu itirazcı her dinsizi akılsız bir deli mi sanıyor...

  • 68. "Risalelerin bir harfine dahi itiraz edilemezmiş!.."

Bu tür ifadeler, Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerine aittir. Onlar kendi hissiyatını öyle ifade ediyorlar. İslami Literatürdeki kaynakların hemen hepsinde, bazı âlimler diğer bazı âlimleri çok mübalağalı bir şekilde övmüşler ve kimse bunlara itiraz etmemiştir.

Bediüzzaman Hazretleri, “Üstadınızı (yani kendisini) la yuhtı/hatasız olduğunu düşünmek büyük bir hatadır.” dedikten sonra,.. bir talebesine ait olan, “Kimin haddi var ki, Risale-i Nur’un ...hatta bir harfine ve belki bir noktasına itirazda bulunsun.” sözlerinden dolayı Bediüzzaman’ı eleştirmek, hiç de vicdanlı bir yaklaşım değildir...

  • 69. "Risale-i Nur’a hücum edenler kefenini boynuna takmalıymış!.."

Üstad’ın talebelerinin hissiyatının tercümanı olan bu ifadeler, aslında dinsiz olanlara yöneliktir. Çünkü, Risale-i Nur’un telif edildiği dönemde insanlar âdeta iki gruba ayrılmıştı. Biri iman cereyanına giren Nur talebeleri, diğeri dinsizlik cereyanına giren İslam düşmanı zındıklar...

Aktif mücadelenin farklı iki tarafına da bu farklı iki grup öncülük ediyordu. Diğer müminler de manen dualarıyla, taraftarlıklarıyla Nur camiasının mücadelelerine destek veriyorlardı. Pasif kalan diğer dinsizler de bu aktif zındıka cereyanına destek veriyor ve Risale-i Nur hizmetine karşı müthiş bir iftira kampanyasına katılıyorlardı.

İşte böyle bir ortamda bir Nur talebesi,

“Risale-i Nur’a hücum edenler, vaktiyle kefenini boynuna takınmalı ve rezalete bürünmeli ve manevi cehenneme dünyada girmeyi göze almalı.”

şeklindeki ifadeyle, maddi gücü elinde tutan dinsizlere meydan okuyor…

Bundan daha güzeli ne olabilir ki... Din namına yapılan bu tür kahramanlıklar, tenkit edilmek yerine bilakis takdir edilmeli değil midir?..

  • 70. "Risale-i Nur yirmi senelik medrese ilmi veriyormuş!.."

Burada söz konusu edilen “medrese ilmi”nden maksat, iman esaslariyle ilgili derslerdir. Yoksa Nur risalelerinde “yirmi senlik medresenin nahiv-sarf-fıkıh dersleri”i değildir.

Bununla beraber, bugün Risale-i Nur dairesinde bulunan onlarca medrese hocası vardır. Bunların hepsi bir yılda Risale-i Nur’dan öğrendikleri iman derslerini, medresenin birkaç yılına tercih ediyorlar...

Zaten “Risale-i Nur medrese malıdır, oradan çıkmıştır.” diyor Üstad. Bu masumane ifadeden rahatsız olmanın ne mantığı olabilir?..

  • 71. "Risale-i Nur yangında koruyormuş!.."

Allah aşkına, Risale-i Nur’un yangına karşı bir şefaatçi rolünü hakkıyla yerine getirdiğine dair, bu yaşanmış olaydan daha büyük bir delil, daha açık bir burhan olabilir mi? Kur’an’ın bu asra bakan bir tefsirin içinde bulunduğu bir dükkanın yanmaması neden tenkit ediliyor, anlamak mümkün değildir.

Peygamber (asv)’in şefaatini dahi kabul etmeyen Vehhabi mezhepliler elbette böyle bir iddiayı kabul edemezler.

  • 72. "Risale-i Nur’a hücum edilince neler olurmuş?.."

“Evet, Risale-i Nur’a ilişenler tokatlar yerler, yüzer vukuat şahittir.”

İslam âlimleri, kesin bilgi yollarından biri olarak sağlam haberi kabul ederler. Yüzlerce kişinin şahitlik ettiği, yüzlerce vukuatın tasdik ettiği “Risale-i Nur’a ilişenlerin yedikleri tokatlar”ın varlığı konusunda şüphe etmek, bütün o ilim adamlarının aklıyla oynamak anlamına gelir. Bu ise akıl hastalığının alametidir.

  • 73. "Risale-i Nur’un telifi emsalsizmiş!.."

Risale-i Nur’un telifinin emsalsiz olduğuna da yüzlerce şahit vardır:

“...Te'lifinde fevkalâde sühulet ve sür'attir. Hattâ beş parça olan On Dokuzuncu Mektub iki-üç günde ve her günde üç-dört saat zarfında -mecmuu on iki saat eder- kitapsız, dağda, bağda te'lif edildi. Otuzuncu Söz hastalıklı bir zamanda, beş-altı saatte te'lif edildi. Yirmi Sekizinci Söz olan Cennet bahsi bir veya iki saatte, Süleyman'ın dere bahçesinde te'lif edildi. Ben ve Tevfik ile Süleyman, bu sür'ate hayrette kaldık. Ve hâkeza...”(1)

İfadesi, binlerce insana ilan edilmiş. Bunun doğru olmamasına imkân var mı? Hem bu ilahi inayeti ve yardımı neden kabul etmiyorsunuz? Allah’ın taksimatına rıza göstermek lazımdır. Kıskançlık ve haset, sahibine zamanla çok zarar verir. Üstad’ın ifadesi ile haset, her şeyden önce hasidi (haset edeni) yer bitirir.

(1) bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Üçüncü Mesele, Tetimme

  • 74. "Risale-i Nur’un bir harfine dokunmak büyük günahmış!.."

Bir Nur talebesinin hissiyatını bu şekilde ifade etmesini bahane ederek baştan aşağı ilmî bir eser olan Risale-i Nur’a ilişmek hangi akla hizmettir acaba?..

Kur’an’dan mülhem olan bu eserlerin hakikatlerinde asla şüphe etmediğini, onlara olan bağlılığını, onlara karşı beslediği sevgi ve saygısının derecesini ifade etme adına -biraz abartılı bir şekilde- sırf kendisinin kanaati olarak “bir harfine dokunmayı bile, azim bir günah işliyorum diye telakki ediyorum” şeklindeki, çok hasbi olan bu değerlendirmesini büyük bir suçmuş gibi lanse etmek, ancak hüsnüzandan yoksun bir ön yargının ürünü olabilir...

  • 75. "Risale-i Nur yolunda çalışıp hizmet etmek günahlara kefaretmiş!.."

Fesubhanellah!.. Bu kadar cehalet olur mu? İslam’da en küçük bir hayır işlemek günahlara kefaret olduğu Kur’an ve sünnetle sabit olduğu gibi, bu meseleyi “karibu’l-ahd” denilen yeni iman etmiş kimselerin dışında, her Müslüman biliyor.

Risale- Nur gibi doğrudan iman esaslarını ders veren bir hizmette bulunmak, günahlara kefaret olmuyor da başka ne kefaret olabilir; Allah insaf ve basiret versin!..

  • 76. "Risale-i Nur içindeki hakikatler hiçbir eserde yokmuş!.."

Böyle şahsi kanaatlere ilmen itiraz edilemez. Herkesin gönlünde bir aslan yatar. Bugün ilahiyat çevreleri dahil, değişik kesimler tarafından yazılan ve Risale-i Nur’a bir haşiye olma liyakatini bile göstermeyen birçok eser, makale, çalışma için benzer sözlerin kullanıldığı herkesin malumudur.

Bununla beraber Risale-i Nur’daki hakikatlerin ifade tarzı, ispat şekli ve kullanılan harika üslubun başka eserlerden çok farklı olduğunu milyonlarca Nur talebesi yanında, Risale-i Nur sempozyumlarına katılan yüzlerce yerli ve yabancı ilim adamının da onayladığı bir hakikattir. Bu husus çeşitli tebliğlerde yazılı olarak da dile getirilmiştir. Bu tebliğlere bakma zahmetine katlananlar bunun gerçekliğini görürler.

Tekrar edelim, bu iltifat neden sizleri bu kadar rahatsız etmiş olabilir?..

  • 77. "Risale-i Nur’un gelmesini bütün dünya bekliyormuş!.."

Her asırda bir müceddid geleceğine dair sahih hadisler vardır. Bunun bütün İslam âlemi bilir. Ahir zaman fitnesinin büyüklüğü nispetinde onun müceddidi de o kadar büyük olması gerekir. Bu sebeple, her asrın bir müceddid beklediği gibi, bu ahir zaman müceddidini de büyük bir arzu ile beklemekten daha doğal ne olabilir.

Kaldı ki, otuz üç ayetin işaretlerine, Hz. Ali (ra) ve Hz. Gavs-ı Azam’ın beşaretlerine mazhar olduğu çok kuvvetli delillerle ispat edilen bir eserin, bin yıldan beri beklendiğini söylemekten daha doğru ne olabilir. Birilerinin bunu inkâr etmeleri bu gerçeği değiştirebilir mi?

Diğer yandan, milyonlarca insanın kanaatine göre Bediüzzaman Hazretleri ahir zamanın mehdisidir. Hz. Mehdi ise, bin yıl değil, bin dört yüz yıldan beri beklenmektedir. İşte söz konusu Risale-i Nur talebesi bu kanaatini dillendirmiştir. Böyle şahsi kanaatlere karşı çıkanlar cehaletlerini ortaya koymuş olurlar. Bu kanaate katılmak mecburiyeti olmayanlar, itiraz etme hakkına da sahip değillerdir…

Bugün nice cemaat veya tarikat, kendi liderini müceddid veya mehdi görmektedir; saygı duyarız. Bu zannın dinen de hiçbir sakıncası yoktur. İşin içine yine haset girmiş olmasın mı?..

  • 78. "Risale-i Nur bir güneş, bir okyanusmuş!.."

Bu şahsi bir kanaattir. Neden birilerinde rahatsızlık uyandırıyor acaba? Nur talebelerinin bu tür övücü sözlerini eleştiriye tabi tutan kimsenin, bu eserler karşısında ilmen iflası anlamına gelir.

Risale-i Nurların, iman esaslarını, Kur’an’dan ilham alarak güneş gibi ispat etmesi, onun güneş gibi bir parıltıya sahip olduğunun göstergesidir. Bu asırda Kur’an etrafında uyandırılmak istenen binlerce şüpheyi izale eden ve materyalist düşünce akımlarını bir delinin saçması derekesine indiren bir eser, güneş değil de nedir, okyanus değil de nedir?

İşte büyük Üstad’ın dünyaya meydan okuyan gür sesi:

“...Kur'an-ı Hakîm'in kuvvetiyle sizin dinsizleriniz dâhil olduğu halde, bütün Avrupa'ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envâr-ı imaniye ile onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kal'alarını zîr ü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz feylesoflarını, hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Allah'ın tevfikiyle beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşâallah mağlub edemezler!..”(1)

(1) bk. Şualar, On Dördüncü Şua.

  • 79. "Risale-i Nur kusursuz bir kitapmış!.."

Yine aynı nakaratlar maalesef. Bir Nur talebesinin tertemiz duygularına karşı savaş açmak, Kristof Kolomb edasıyla yepyeni bir keşif yapmış gibi boy göstermek, gerçekten acınacak bir durumdur.

Kaldı ki, insanların örfünde bir eserin kusursuz olması demek, büyük çoğunlukla içinde hakikatları barındıran eser demektir. Yoksa, hiçbir kusuru yok demek değildir. Zira her mümin bilir ki, Müslüman’ın nazarında kusursuz yegâne kitap Kur’an’dır ve onun hakiki tefsiri olan sahih sünnettir. Geriye kalan tüm eserler az-çok kusurlu olabilirler.

  • 80. "Risale-i Nur Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmesini önlemiş!.."

İlgili sözler Risalelerde şöyle geçer:

“...Sure-i Ve'l-Asr işaretiyle, âhir zamanın en büyük bir hasaret-i insaniyesi olan bu İkinci Harb-i Umumîden çare-i necat ise, iman ve amel-i sâlih olmasından, Risale-i Nur'un Anadolu'nun her tarafında iman-ı tahkikîyi neşri zamanına Anadolu'nun fevkalâde olarak bu hasaret-i azîme-i harbiyeden kurtulması tam tamına tevafuku dahi tesadüfî olamaz.”(1)

Burada -görüldüğü gibi- asıl nazara verilen “iman ve salih amel”lerdir. Asr suresi her asra baktığı gibi, bu ahir zaman fitnelerinin kol gezdiği bu asra daha ziyade bakıyor. Bu surede, bütün insanların zararda olduğu, ancak iman ve salih amel işleyenlerin bundan müstesna olduğu beyan edilmektedir.

İşte Bediüzzaman Hazretleri, bu surenin bu açık ifadesine dayanarak şunu söylüyor: Risasle-i Nur’un bu asırda, Anadolu'nun her tarafında tahkiki imanı ders verip salih amelin işlenmesine vesile olduğu cihetle, Anadolu halkının bu asrın en büyük bir zarar ve hüsran sebebi olan İkinci Dünya Savaşı belasından kurtulmalarına vesile olmuştur.

Allah’ın hoşuna giden iman ve salih amelin Risale-i Nur vasıtasıyla Anadoluda intişar etmesi ile Türkiye’nin -Allah’ın gazabının bir yansıması olan- İkinci Dünya Savaşı'ndan uzak kalarak, bu zarardan kurtulmasının aynı zamana denk gelmesinin işaretiyle bu kurtuluş tesadüf değil, Allah’ın inayetinin bir cilvesidir. Bu inayetin gelmesinde ise, iman ve salih amelin intişarına vesile olan Risale-i Nur hizmetinin payı büyüktür.

(1) bk. Şualar, On Üçüncü Şua.

  • 81. "Nurcular, öldükten sonra Risale-i Nur ile hesap vereceklerini sanıyorlar!.."

Müfterinin iftiralarına maddeler halinde kısa cevap verelim:

a. “Nurcular öldükten sonra Risale-i Nur’la hesap vereceklerini sanıyorlar!..” ifadesi tam bir iftiradır. Doğrusu şudur:

Risale-i Nur talebeleri tahkiki iman dersleri sayesinde inşallah imanla kabre girecekler ve Nekir-Münker’in suallerine Risale-i Nur’la cevap verecekler. Çünkü kabirde imandan sorulur, Allah’tan ve Hz. Peygamber (asm)’den soru sorulur. Risale-i Nur’un asıl ders verdiği hususlar zaten bunlardır. Dolayısıyla bu suallere karşı daha kolay cevap verirler inşallah.

b. İddiacı “Nur şakirdlerinin Said Nursi’ye ve Risale-i Nurlara olan imanları öyle kuvvetlidir ki,..” ifadesiyle, Nur talebelerinin Bediüzzaman Hazretlerine ve Risale-i Nur’a iman etmek gibi çok çirkin bir düşünceyi ima ederek iftira etmektedir.

Doğrusu şudur: Nur talebeleri, Üstatlarından ve Risale-i Nur’dan aldıkları tahkiki iman dersiyle, çok kuvvetli bir imana sahiptirler.

c. İddiacının “Nurcular öldükten sonra meleklerin kendilerine Risale-i Nur’dan soru soracaklarını zannetmektedir...” şeklindeki sözleri ön yargıdan kaynaklanan bir düzmecedir .

Doğrusu şudur: Bediüzzaman Hazretleri, “Rabbin kimdir, peygamberin kimdir?..” şeklinde kabirde sorulan iman esaslarıyla ilgili suallere karşı, Nur talebelerinin hayatları boyunca Risale-i Nur’dan aldıkları tahkiki iman dersleri sayesinde, cevaba muktedir olacaklarını ümit ediyor ve bu konuda Allah’ın yardım etmesi için dua ediyor...

d. İddiacının “İşte Nurcular bunun gibi uydurmalara inandıklarından, Kur’an’dan çok, Risale-i Nur’u okumaktadırlar.” şeklindeki iftirası, asrın müceddidi ve onun talebelerine karşı beslediği kin ve hasedin dışa vurmasıdır.

Doğrusu şudur: Nur talebeleri, Kur’an’ın hakikatlerini eşsiz bir tarzda ortaya koyan Risale-i Nur Külliyatı’ndan aldıkları tahkiki iman dersleriyle hak ve hakikatin yolunu takip etmektedirler. Bugün yeryüzünde belki Nur talebelerinden daha fazla Kur’an okuyan başka bir cemaat yoktur. Nur talebelerinin günlük Kur’an hatimleri binleri, belki de yüz binleri geçmektedir.

Bugün cemaati içerisinde bulunanların pek çoğu, Kur’an’ı Nur dairesine girdikten sonra öğrenmiştir.

Risale-i Nur Kur’an’ın manevi bir tefsiri ve Kur’an’dan mülhem bir mucizesi olduğundan, onu okuyan Nur talebeleri zaten bu nur dersleriyle de -Kur’an’ın lafzı olmasa da- onun hakikatlerini okuyor ve müzakere ediyorlar.

Bu sebepledir ki, Nur talebeleri genellikle avamla değil -iman ve Kur’an’ın hakikatleri konusunda- hocalarla kıyaslanıyorlar. Halk onları öyle görüyor...

İftiracının,

“Kim Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim olabilir? Onlar (kıyamet gününde) Rablerine arz edilecekler, şahitler de: ‘İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir.’ diyecekler. Bilin ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerinedir!” (Hud, 11/18)

mealindeki ayetin manasını, birçoğu hayatlarını Kur’an ve iman hizmetine vakfeden Nur talebelerine tatbik etmesi, arş-ı ilahiyi titreten bir hezeyan-ı müfteriyânedir.

Biz aynı üslubu kullanamayız. Bediüzzaman, kendisini diyar diyar sürgün edenlere, zindanlara atanlara, zehirleyenlere hakkını helal etmiş ve ıslahları için dua etmiştir. Biz de bundan farklı hareket edemeyiz. Allah ıslah etsin diyoruz.

Unutmayalım, ahiret yakındır. Her şey apaçık ortaya çıkacaktır.

  • 82. "Said Nursi’ye, 'Bediüzzaman' unvanı verilmekle, onun benzersiz olduğu iddia edilmiştir!.."

Üstad Said Nursi Hazretlerine “Bediüzzaman” unvanını verenler, zamanında Şark'ın en büyük allameleridir. Said Nursi daha genç yaşlarda iken, onda gördükleri harika zekâ, ilim, irfan, feraset ve takvayı ancak “Bediüzzaman” unvanıyla ifade edebileceklerini düşünmüşler ve bu unvanı vermişler. Yoksa, ne Said Nursi ve ne de talebeleri bu unvanı kendisine vermiş değildir. Daha on beş yaşlarında iken bu unvanı âlimler vermişlerdir.

Daha sonra, otuz küsur yaşlarında iken, çok önemli bir ilim merkezi olan İstanbul’a gittiğinde, oturduğu ofisinin penceresine,

“Burada her suale cevap verilir, her müşkil halledilir ve kimseden soru sorulmaz.”

levhasını asarak, bütün ulemanın nazar-ı dikkatini çekmiş ve gelen her soruya cevap vererek iddiasını ispat etmiş eşsiz bir ilim adamına verilen “Bediüzzaman” unvanını hazmetmeyen bir kimsenin, kendini öyle çirkin bir hasede kurban etmektense, Bedüzzaman Hazretlerinin medresesinde diz çöküp, eserlerini ön yargısız bir şekilde okuyup istifade etmesi daha isabetli olmaz mı?..

Doğrusu bu iddia sahiplerini anlamakta güçlük çekiyorduk. Çünkü, başta ülkemizin ilahiyat camiasından yüzlerce akademisyen bu eserleri takdir ederek okuyor ve gençliğe şiddetle tavsiye ediyor. Diğer yandan başta Ezher Üniversitesi olmak üzere İslam dünyasında, yüzlerce âlim, bu eserlerin harikuladeliği hakkında binlerce tebliğ ve makale yazmıştır ve yazmaktadır. Bu eserler yetmişten fazla dünya diline çevrilmiş ve dünyada en çok okunan birkaç eserden biri olmuştur. Dolayısı ile bu zatı ve eserlerini takdir etmek gerekirken, birilerinin iftiralarla saldırmalarını anlayamıyorduk.

Ancak, çalışmamızın giriş kısmında da ifade ettiğimiz gibi, Bediüzzaman Hazretleri Allah’ın izni ile bu tür saldırıları ve sebeplerini daha önceden bilmiş ve Kastamonu Lahikası’nda ifade etmiştir. Şöyle ki:

“... ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah (makam sevgisi) vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbâlarının (tabilerinin) hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var…”(1)

Demek ki, asıl neden, haset ve kıskançlıkmış. Aslında bunun da çözümü çok daha kolaydır. Kaderin taksimatına razı olmak ve kısmetim bu kadarmış deyip, kanaat etmektir. Yoksa, niye benim eserlerim onunki kadar okunmuyor, niye benim arkamda bu kadar cemaat bulunmuyor diyerek düşmanlık yapmak, daha büyük bir nasipsizlik olur. Bediüzzamanın ifadesi ile, rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır.

Şu bilgileri de paylaşmakta fayda görüyoruz. Bediüzzaman diyor ki:

“Cenâb-ı Hakk’ın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ (çok cemaat toplamak) ile ve fazla muvaffakiyetle değildir. Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki bazen verilir.”

“Evet, bazen bir tek kelime sebeb-i necat
(kurtuluş vesilesi) ve medar-ı rıza (rıza sebebi) olur. Kemiyetin (sayı çokluğunun) ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı (önemsenmemeli). Çünkü bazen bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı İlâhîye medar olur.”

“Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut (sınırlı) birkaç kişiden başka ittibâ edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etbâ’ (cemaatin çokluğu) ile değildir.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Kastamonu Lahikası, 120. Mektup.

(2) bk. Lem’alar, Yirminci Lem’a.

  • 83. "Risalelerde, 'O Zat (Said Nursi) şecere-i risaletin son meyve-i münevveridir.' deniyor. Yani peygamberlik ağacının son meyvesidir Said Nursi!.."

Bediüzzamanın tavsiyesine istinaden ağzımızı bozmamak için direniyoruz. Allah’a havale edip, sabırla cevap veriyoruz. İddiacının bu cahilane, hasudane, hainane iddiasına binler nefrin olsun. Ahiretini bile bile nefs- i emmaresine feda eden bu zavallılara gerçekten acıyoruz.

Bakın şu cehalet ve ihanet dolu iftiraya:

“Said Nursi’ye peygamberlik ağacının son meyvesi demek, onu son peygamber olarak kabul etmekten başka bir şey değildir.”

İslam literatürüne birazcık vakıf olan herkes şunu çok iyi bilir ki, peygamberlik ağacının meyveleri âlimler, evliyalar, asfıyalardır. Bunların başında hadis-i şerifte her asırda geleceği müjdelenen mücedditler gelir.

Hz. Peygamber (asm)’in şu sahih hadisleri de alimlerin peygamberlik ağacının meyvesi olduklarını göstermektedir:.

“Şüphesiz ki âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü miras bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur."(1)

İşte Nur talebelerinin ilgili ifadelerinden maksatları: Üstadlarının, Hz. Peygamber (asm)’in nübüvvet ağacının meyvelerinden olan müceddidlerin en sonuncusu olduğu demektir. “Peygamber olmak” gibi bir iddiayi dillendirmek için, akıl ve izandan şuur ve vicdandan, hatta insanlıktan istifa etmek gerekir. Kin ve hasedin, insanı ne hallere getirdiğini görmek için bu örnek tek başına yeter ve artar. Allah böyle müfterilerin şerrinden cümle ümmeti Muhammedi muhafaza eylesin.

(1) bk. Buhârî, İlim 10; Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19; İbni Mâce, Mukaddime 17.

  • 84. Öğrencileri diyorlar ki: “Bediüzzaman, Risale-i Nur’un şahsı manevisi ile yalnız bir devleti değil, dünya yüzündeki milletlerin idaresi ona verilse, onları selamet ve saadet içinde idare edecek bir iktidar ve inayete maliktir.”

Burada çok şey söylenebilir. Ancak kısaca Bediüzzaman Hazretlerinin zalimlere hitaben haykırdığı şu sözlerini nazara vermekle yetineceğiz. Bu sözler yukarıdaki ifadelerin tartışmasız bir hakikat olduğunun açık göstergesidir:

“Beraetimizden sonra Denizli'de beni tarassudla taciz edenlere ve büyük âmirlerine ve polis müdürüyle müfettişlere dedim: Risale-i Nur'un kabil-i inkâr olmayan bir kerametidir ki; yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risale ve mektublarımda ve binler şakirdlerde hiçbir cereyan, hiçbir cem'iyet ile ve dâhilî ve haricî hiçbir komite ile hiçbir vesika, hiçbir alâka, dokuz ay tedkikatta bulunmamasıdır. Hiçbir fikrin ve tedbirin haddi midir ki, bu hârika vaziyeti versin.”

“Birtek adamın, birkaç senedeki mahrem esrarı meydana çıksa, elbette onu mes'ul ve mahcub edecek yirmi madde bulunacak. Madem hakikat budur; ya diyeceksiniz ki: ‘Pek hârika ve mağlub olmaz bir deha bu işi çeviriyor.’ veya diyeceksiniz: ‘Gayet inayetkârane bir hıfz-ı İlahîdir.’ Elbette böyle bir deha ile mübareze etmek hatadır, millete ve vatana büyük bir zarardır. Ve böyle bir hıfz-ı İlahî ve inayet-i Rabbaniyeye karşı gelmek; firavunane bir temerrüddür.”(1)

(1) bk. Şualar, On İkinci Şua, s.289

  • 85. “Risale-i Nur’u gaye-i hayat edinen bir Nur talebesi, yüz adam kuvvetinde olduğu ve yüz nasih kadar iman ve İslamiyet’e hizmet ettiği, ehli hakikatça musellem ve müsadakktır.”

Bediüzzaman Hazretlerinin bu kutsi Kur’an ve iman davasını bütün dünyaya taşıyan talebelerinin -eskiden dinsiz ve zındıklar tarafından verilen her türlü sıkıntı ve cezaya rağmen- bu fedakarlıkları, bu direnç ve sebatları şüphesiz imanlarının sağlamlığından gücünü alıyor.

Üstad’ın talebelerinin mahkemedeki müdafaalarını gören her vicdan sahibi bunu teslim edecektir. Numune olarak Zübeyir Ağabey'in, mahkemeye karşı söylediği uzun bir savunmasından kısa bir kaç sözünü burada dillendirmekte fayda vardır:

“Biz Risale-i Nur talebeleri; iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zalimlerin zulmüne maruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeği, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikatı istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur'aniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lütf-u İlahî biliriz.”

“Büyük bir Üstad’ın eserlerinden müstefid olmayı lütuf buyuran Cenâb-ı Hakk’a hamd ve senâlar ederim. İman, İslâmiyet dersi alarak büyük faidelere nâiliyetime sebep olan bir Üstad'a, bütün ruh u canımla medyunum. Senelerden beri sıkıntılar içerisinde eser yazarak gençliğimizi komünizm yemi olmakla ebedî haps-i münferitliğe mahkûm edilmekten kurtaran bir müstakîm Üstad için senelerce dünya hapsinde kalmaya hazırım.” (Afyon Hapsinde Mevkuf Konyalı Zübeyr Gündüzalp)(1)

(1) bk. Şualar, On Dördüncü Şua.

  • 86. "Risale-i Nur’da, Said Nursi’ye, risalelerine olan övgüler çıkarılsa, risalelerin hacmi oldukça küçülür!.."

Bu iddia o kadar soğuktur ki, cevap vermeye bile değmez. Altı bin sayfalık eserden on, on beş sayfa çıkarılsa, nasıl oluyor da, hacim oldukça küçülüyor?... İftiranın da bir ölçüsü ve haddi vardır. Allah insaf versin!..

  • 87. "O sürekli kurduğu hayal ve hikayelerle kendini üstün bir zat göstermeye çalışmıştır. Aslında bir insanda sıra dışı haller gerçekten görünse bile, bu durum onun doğru yolda olduğunu göstermez."

Milyonlarca insanın ilim ve irfanına, tevazu ve takvasına, Allah’ın rızasından başka hiçbir şeye kalbinde yer vermediğine şehadet ettiği Bediüzzaman gibi bir asrın müceddidine, bu tür iftiraları yakıştırmanın hesabı -bu dünyada olmazsa bile- ahirette elbette çok çetin olacaktır.

Yüzlerce kerametini gözle gören ve hala hayatta olan, yıllarca onun hizmetinde bulunan ve hayatlarıyla âdil, salih kimseler olduğunu kanıtlayan onlarca talebesinin, onun çok büyük bir veli olduğuna şahadet ettikleri halde, hiçbir zaman onu görmemiş ve eserlerini hiçbir zaman normal bir insan gibi okumamış, okuduklarını da sırf itiraz etmek amacıyla okuduğu için oradaki hakikatlerin güzelliklerinin kokusunu bile almamış ve -hayatları boyunca- kâfirleri, dinsizleri değil de hep İslam büyüklerini, evliyaları çürütmeyi görev saymalarının şehadetiyle açıkça fasık oldukları gözle görülen bu saldırganların, bu iftiralarının elbette basiret sahipleri yanında beş para değeri olmaz!..

  • 88. “O zaman o insaflı, adaletli zatlar bizi beraat ettirdiler, adliyenin adaletini gösterdiler.” Said Nursi’nin, tağuti sistemin mahkemelerini adaletli olarak vasıflandırıp övdüğünü görmekteyiz...

Bu yaklaşım, koyu bir cehaletten gelmiyorsa, Harici zihniyetinin klasik bir örneğidir. Hariciler, Hazreti Ali (ra), hakem seçimine rıza gösterdiği için, “Hükmü veren ancak Allah’tır.” dediler ve onu küfür ile ittiham ederek öldürülmesi gerektiğine karar verdiler.

Burada da aynı zihniyetin sözlerini görüyoruz. Hâlbuki, bunlar bilmez ki, adaletin dini yoktur. Adalet kimden gelirse gelsin adalettir. Hatta bir Müslüman hâkim, şeriat mahkemesinde zulüm yapabildiği gibi, bir gayri müslim, medeni bir mahkemede adalet edebilir. Çünkü, her zalim karar gayri İslamî olduğu gibi, her âdil karar -zımnen de olsa- İslamî bir karardır.

“Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitler olun. Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvâya en uygun hareket budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Maide, 5/ 8)

mealindeki ayette Müslümanların da -heva ve heveslerine uyarak- haksız ve adaletsiz bir karara varabileceklerini göstermektedir.

Diğer yandan, ön yargının meydana getirdiği basiret körlüğü vardır bu iddiada... Çünkü Üstad Hazretleri burada mahkemelerin değil, mahkemede bulunan ve hakkında adil karar veren hâkimlerin adaletli olduklarını belirtiyor. “O zaman o insaflı, adaletli zatlar bizi beraat ettirdiler, adliyenin adaletini gösterdiler.” ifadesi bu konuda çok açıktır.

  • 89. "Said Nursi, Amerika’nın, dünyanın en büyük devleti olduğunu ve din hakikatlerine sahip çıkıp dinsizlikle mücadele ettiğini, Müslüman devletler ile ittifak kurduğunu iddia etmektedir!.."

Peki Amerika;

a. Dünyanın en büyük devleti değil mi?

b. Paralarının üzerinde bile “Allah’a imanı” vurgulamamış mıdır?

Üstad’ın ifadesiyle,

“...Amerika'nın esbak Reis-i Cumhuru Wilson ve İngilizlerin esbak Reis-i Vükelası Loid George gibi çoklar var ki, mutaassıb birer papaz hükmünde dindar oldular.”(1).

Ayrıca, Amerika’nın resmi dini Hristiyanlıktır. Bu da “Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlarına.” sahip çıktığının göstergesi değil mi?

c. Amerika, Allah‘a inanan devletlerle ittifak kurup ateist olan komünist bloka karşı mücadele etmiyor muydu?

d. Asya ve Afrika’da Suudi, Irak, Ürdün, Bahreyn, Kuveyt, Mısır, Pakistan gibi daha birçok yeni doğmuş Müslüman devletleri okşamadı mı, hala okşamıyor mu?

e. Bugün dünyada bu saydığımız devletler Amerika’nın en iyi müttefiklerinden değil mi?

Şunu unutmamak gerekir ki, Üstad’ın burada Amerika’nın -ilerde olacağını düşündüğü-müspet tarafını nazara vererek Müslümanlara bir moral vermesi, Amerika’nın kötü ve zalim taraflarının olmadığı anlamına gelmez… Zaten bardağın dolu tarafına bakmak Üstad’ın önemli prensiplerindendir.

Bununla beraber Üstad Hazretleri, bu konuyu -Amerika’yı nazara vermek için değil- tarih boyunca başka dinlerden olanların, akıllarını kullanarak İslam dinine girdiklerine dair bir delil olarak zikretmiştir. Konuyu bağlamından kopararak cerbeze yapan iddiacının ne kadar art niyetli olduğunu görmemek için kör olmak lazımdır. İşte bağlamı:

“Hem Asr-ı Saadet'ten şimdiye kadar (hiçbir tarih bize göstermiyor ki; tekrar gibi) bir Müslüman’ın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakînî ile ve İslâmiyete tercih etmekle eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avamın delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin bu mes'elede ehemmiyeti yoktur. Dinsiz olmak da başka mes'eledir. Hâlbuki, bütün dinlerin etba'ları ise -hattâ en ziyade dinine taassub gösteren İngilizlerin ve eski Rusların- muhakeme-i akliye ile İslâmiyete dâhil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım kat'î bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar.”

Haşiye: İşte bu mezkûr davaya bir delil şudur ki: İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber, bu davaya kırk beş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur'an’ı mekteblerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı sed olmak için kabul etmeleri ve İngiliz'in mühim hatiblerinin bir kısmı Kur'an'ı İngiliz'e kabul ettirmeye taraftar çıkmaları ve Küre-i Arz'ın şimdiki en büyük devleti Amerika'nın bütün kuvvetiyle din hakikatlarına taraftar çıkması ve İslâmiyet’le Asya ve Afrika'nın saadet ve sükûnet ve musalaha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş sene evvel olan bu müddeayı isbat ediyor, kuvvetli bir şahid olur.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Yedinci Kısım, s.437.

(2) bk. Hutbe-i Şamiye, s.23, 24.

  • 90. "Said Nursi, Amerika gibi zalim bir devletin uyguladığı şeytani siyaseti anlayamamış ve Amerika’yı övmüştür…"

Bediüzzaman’ın ifadelerinin tümünü, ön yargılardan dolayı okumaz veya görmezden gelirseniz, bu yanlış zanları ortaya koyarsınız. Aşağıda orijinal ifadelerini verdiğimiz cümleleri okursanız, mesele netleşir.

Şunu da söylemeliyiz ki, Üstad günlük siyasetin boğuşmalarına bakmıyor. O, ilerde İslam’ın lehine olacağını düşündüğü cereyanlara bakıyor. Buna rağmen daha sonra İslam ve Kur’an’ın lehinde olacağını düşündüğü devletlerin ve cereyanların halihazırdaki zulümlerine ortak olmamak için onların -ilerideki müspet hareketlerinin hatırı için şimdiki menfi olan- davranışlarını tasvip etmenin büyük bir vebal olduğunu söylüyor. Şimdi Üstad’ın konuyla ilgili sözlerine bakalım:

“...Küre-i Arz'da çarpışan, mücadele eden cereyanlardan her halde birisi İslâmiyete ve Kur'ana ve Risale-i Nur'a ve mesleğimize tarafdar olacak; bu noktadan ona karşı bakmak gerektir. Bakmamak için bir-iki mektubda yazdığım sebebler çendan kalbe, akla kâfidir; fakat meraklı ve hevesli olan nefse kâfi gelmiyor diye kalbime geldi. Aynen tesbihatta ihtar edildi ki:”

“(Şimdilik o ileride İslam’a taraftar olacak cereyana bakmamanın) Ehemmiyetli sebebi ise: Bakmakta bir tarafa tarafgirlik hissi uyanır; tarafgir nazarı, tarafdar olduğu taraf cereyanın kusurunu görmez, zulmüne rıza gösterir belki alkışlar. Hâlbuki küfre rıza, küfür olduğu gibi, zulme razı olmak dahi zulümdür. Elbette zemin yüzünde bu dehşetli düelloda, semavatı ağlatacak zulümler ve tahribat oluyor; çok masum ve mazlumların hukukları kayboluyor, mahvoluyor. Mimsiz gaddar medeniyetin zalimane düsturu olan, ‘Cemaat için ferd feda edilir, milletin selâmeti için cüz'î hukuklara bakılmaz.’ diye, öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurûn-u ûlâ vahşetlerinde de emsali vuku' bulmamış. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaata feda etmez; ‘Hak, haktır; küçüğe büyüğe, aza çoğa bakılmaz.’ diye kanun-u semavî ve hakikî adalet noktasında Risale-i Nur şakirdleri gibi hakikat-ı Kur'aniye ile meşgul adamlar, zaruret olmadan lüzumsuz, yalnız hevesli bir merak için, netice itibariyle faidesi bulunan ve netice daha gelmeden evvel lüzumsuz bakmak ve zalimane tahribatlarını alkışlamak suretiyle İslâmiyet ve Kur'an lehine (ileride) hizmet edeceği (hizmet edecek olan) o cereyanın harekâtını fikren takib etmekle meşgul olmak münasib olmadığı için; nefis de, akıl ve kalbe tâbi' olup merakını bırakmış diye anladım.”
(1)

(1) bk. Kastamonu Lahikası, (104. Mektup)

  • 91. "Said Nursi, kominizme karşı, Nurcular ile misyonerlerin ittifak etmesi gerektiğini ifade etmektedir. Hâlbuki, Allah Hristiyanlar ile dost olmayı yasaklamıştır…"

Bediüzzaman Hazretlerinin semavi dinleri, özellikle Hristiyanların dindar kesimi olan misyonerlerle birlikte ateizme karşı mücadeleyi önermesi, Kur’an’ın ayetleriyle tamamen örtüşmektedir. Çünkü:

a. Kur’an’da semavi din mensupları “Ehl-i kitap” diye özel bir unvanla anılmışlardır.

b. Ehl-i kitabın müşriklerden farklı bir statüye tabi oldukları, İslam hukukunda bilinen bir husustur.

c. “Müşrik kadınlar iman etmedikçe onlarla evlenmeyin!”(Bakara, 2/221) mealindeki ayette, müşrik kadınlarla evlenmek yasaklanmıştır. Keza, müşriklerin kestikleri de yenmez. Çünkü onlar Allah’ın gayrısının adına keserler.(bk. En'am, 6/121ci ayetten bunu anlayabiliriz)

Buna mukabil,

“Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılındı. Ehl-i kitabın kestikleri ve diğer yiyecekleri size helâldir. Sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir. Namuslu, zinaya girmemiş ve gizli dostlar edinmemiş insanlar halinde yaşamanız şartıyla, müminlerden hür ve iffetli kadınlarla, sizden önceki Ehl-i kitaptan hür ve iffetli kadınlar da, mehirlerini verip nikâhladığınızda size helâldir.”(Maide, 5/5)

mealindeki ayette, Ehl-i kitabın yiyeceklerini ve kestiklerini yemenin Müslümanlara helal ve Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin caiz olduğu açıkça ifade edilmiştir.

d. Hz. İsa (as) ile Hz. Mehdi birlikte namaz kılarlar ve deccalle birlikte savaşırlar ve Hz. İsa (as) deccalı öldürecek.(Mecmau’z-Zevaid, h. no. 12525) manasına gelen hadis ve benzeri rivayetlerden anlaşıldığı üzere, Hz. İsa ile Hz. Mehdi birlikte -ahir zaman fitnesinin en büyüğü olan deccalle- mücadele edecekler. Bu fitnenin en büyüğü elbette ateizmdir. Ateizmle birlikte ortaya çıkan yüzlerce sosyal ahlaksızlık ve şirk türü de toplumlarda söz konusudur. Bunlara karşı mücadelede elbette semavi din mensuplarının sorumlulukları vardır.

Hadislerde Hz. İsa (as) ile Hz. Mehdi’den söz edilirken, elbette sadece iki şahıs olarak değil, onların temsil ettikleri din mensupları kastedilmiştir. Demek ki, bugün Müslümanların Hristiyanların dindar kısmıyla birlikte hareket etmeleri onların önemli bir görevidir. Mesele şahısların meselesi değil, zihniyet meselesidir, iman-küfür mücadelesidir.

Üstad’ın ifadesi ile;

“Şahs-ı İsa Aleyhisselâm'ın kılıncı ile maktul olan şahs-ı Deccal'ın teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı uluhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhanîleridir ki; o ruhanîler, din-i İsevî'nin hakikatını hakikat-ı İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek.”

“Hatta, Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir. Hazret-i Mehdi'ye namazda iktida eder, tâbi' olur." diye rivayeti bu ittifaka ve hakikat-ı Kur'aniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.”(1)

e.

“Ey iman edenler, Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin
dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” (Maide, 5/51)

mealindeki ayette, onların dinlerine karşı yapılan dostluk yasaklanmıştır, onların yanlış akidelerine taraftarlık yasaklanmıştır.

Yoksa bir yandan Ehl-i kitaptan bir kadınla evlenmeye izin veren İslam’ın, diğer yandan bir Müslüman’ın söz konusu hanımını sevmesine ambargo koyması mümkün mü? Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle:

“Delil kat'iyy-ül metin olduğu gibi, kat'iyy-üd delalet olmak gerektir. Hâlbuki (ilgili ayette) tevil ve ihtimalin mecali vardır. Zira nehy-i Kur'anî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa; me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy (bu yasak), Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyle ise her bir Müslüman’ın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitabdan bir haremin olsa elbette seveceksin."(2)

f.

“Sen onların dinine uymadıkça, ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar…” (Bakara, 2/120)

mealindeki ayetin hükmü, Hz. Peygamber (asm)’in zamanında olan bazı Ehl-i kitapla alakalıdır. Bazı müfessirlerin “o günkü Ehl-i kitap” (İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri) kaydını koymaları da bunun delillidir. Zaten aksini düşünmek mümkün değildir. Çünkü, gerek saadet asrında ve gerek tarih boyunca Yahudi ve özellikle Hristiyanlardan binlerce, belki milyonlarca insanın İslam’a girmesi, bu ayetin mutlak ifadesinin zımnen bazı kayıtlarla mukayyet olduğunun açık göstergesidir.

Dipnotlar:

(1) bk. Şualar, Beşinci Şua, İkinci Makam.

(2) bk. Münazarat, Sualler ve Cevaplar

  • 92. "Her tefsir, tefsir edene ait olduğuna göre, Risale-i Nur’un da Said Nursi’ye ait olması gerekmez mi? Said Nursi nasıl olur da kendi tefsiri için, 'Kur’an’ın malıdır.' diyebiliyor?"

Bütün Risale-i Nur eserlerinin üstünde “Müellifi: Bediüzzaman Said Nursi” yazması, bu yalanın yatsıdan önce söndüğünün habercisidir.

Bediüzzaman Hazretlerinin bu konuda bütün söylediklerinin özeti şudur:

“Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'aniyenin lemeatındandır. Benim hissem; yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur. Derd benimdir, deva Kur'an’ındır.”(1).

Şimdi bir bu mütevazı sözlere bakın, bir de iddiacıların okkalı yalanlarla ima ettikleri iftiralarına bakın ve kararı siz verin...

Umarız Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki şu sözlerinden, bu müfteriler de ders alıp kurtulurlar:

“İşte bu sadâlara karşı vesvese-i medeniyet olan senin medeniyetçi sözlerin, sivrisineğin vızıltısı kadar da olmuyor. Öyle ise ihtiyarıyla Kur'an'ın tılsım ve ilaçlarını terkedip senin ile dalalet yoluna gidecek, ancak senin gibi bir sarhoş lâzım ki; ya heves-i nefsî veya hırs-ı şöhret veya zındıka-i felsefe veya sefahet-i medeniyet veya derd-i maişet veya kin ve intikam veya gurur gibi bir müskiratla o derece sarhoş olmalı ki; her şeye kendini muktedir ve mâlik bilsin ve her şey benimdir desin ve kendini lâyemut tahayyül etsin.”(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Mahrem Bir Suale Cevaptır.

(2) bk. Nur'un İlk Kapısı, Üçten Sekize Kadar Olan Derslerin Özeti.

  • 93. "Kur’an vahiy eseri olduğuna göre, Said Nursi kendi kitabını nasıl Kur’an’a mal edebilir?.."

Cehalet, garabet ve ihanet kokan bu gibi iftiraların yoğunlaştığı tek nokta var. O da Risale-i Nur’un Kur’an’dan mülhem bir eser olduğu keyfiyeti... Yani Risalelerin bilgi kaynağının Kur’an olduğu gerçeği. Peki Kur’an bize, ondan istifade edelim ve onun ilmini anlayıp anlatalım diye gelmemiş mi? Din adına yazılan bir kitabın ana kaynağı Kur’an değil de ne olacak? Avrupa filozofları mı olacak?..

Risale-i Nur eserlerinin telif şartları ve keyfiyetleri, ihtiva ettiği -dinî, ilmî, fennî- pek çok değişik hakikatlerin varlığı, kısa süredeki telifleri, vicdanı bozulmamış herkesin vicdanlarını cezb edecek bir cazibeye sahip olmaları ve sahasında hiçbir eserin bulamadığı bir teveccühün varlığı gibi pek çok orijinal vasfı, Allah’ın lütuf ve inayetine mazhar ve Kur’an’dan mülhem eserler olduğunun açık göstergesidir.

  • 94. "Risalelerin olağanüstü tesiri varmış. Kim söylüyor? Bunu Said Nursi ve bir de çeşitli nedenlerle ona bağlı olanlar söylüyor. Hani ne derler: Şeyhin kerameti kendinden menkul!.."

İşi çarpıtmaya çalışırken onu da beceremiyorlar, bu evliya düşmanı müfteriler. Bakın şu maskaralığa:

“Said Nursi’nin kerameti kendinden menkul... Çünkü onu kendisi ve bir de ona bağlı olanlar söylüyor.”muş...

Behey gafiller! Hangi keramet var ki, sahibi ve onu görenlerin dışında birileri tarafından -doğrudan- nakledilmiştir? Keramet sahibinin yanında bulunmamış, dolayısıyla o kerameti görmeyenlerin böyle bir şeyi -gördüklerini iddia ederek- nakletmeleri yalan olmaz mı? Elbette ki, onu görenler söyleyecekler.

Şimdi sizin bu akıl dışı mantıksız mantığınızla düşünen birileri kalkıp da “Hz. Peygamber (asm)’in mucizeleri sadece ona bağlı olan sahabeden naklediliyor.” dese, ne cevap vereceksiniz?

Sizin bu mantığınıza göre, zat-ı alileriniz(!) dışında herkes yalancıdır. Bu tahmin size yakışmıyor değil. Çünkü her yalancı başkalarını da yalancı olarak düşünür. İftira ve yalanın da bir mantığı vardır. Zira kurnaz bir zekâ ister.

Bununla beraber, Bediüzzaman Hazretlerinin bazı kerametlerini ona karşı düşmanlık besleyen bazı savcı ve hâkimler de görmüş, bazı hapishane müdürleri de görmüş, bazı polis ve şefleri de görmüş, bazı askerler de görmüştür... Ve bunlardan bazılarının vicdanları, onları Bediüzzaman Hazretlerine bağlanmaya kadar götürmüştür.

Kaldı ki, bütün dünyaya İslam, Kur’an ve iman hakikatlerini en doğru bir üslupla ve en sağlam delillere dayanarak ispat eden Bediüzzaman Hazretlerinin -Allah’ın tevfik ve inayetini gösteren- bu harika muvaffakiyeti elbette en büyük bir kerametidir.

  • 95. "Said Nursi, ayet ve hadislerin manalarını saptırarak kendine göre bir din anlayışı kurmuş; bu dinin adı da Nurculuktur..."

Yerli yabancı binlerce din ve bilim adamının da içinde bulunduğu, milyonlarca insanın yorumlarına hayran kaldığı Risale-i Nur için bu “sapkın” tabirini kullanmak ve Onu yeni bir din olarak görmek için, vicdanını satmış, hasit bir yalancı olmak gerekir.

Kur’an’ın Allah’ın kelamı, Hz. Peygamber (asm)’in Allah’ın hak resulü olduğunu, eşsiz bir tarzda ispat etmeyi mesleğinin esası kabul eden Nurculuk hareketini “yeni bir din” olarak lanse eden kimsenin, kapkara bir vidana sahip olmasıyla ancak izah edilebilir.

“… Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim.”(1)

diyen ve bu sözünü yerine getirmek için seksen yıllık hayatında dünya zevki namına bir şey bilmeyen Bediüzzaman Hazretlerine ve onun talebelerine böyle bir şeyi yakıştıran kimsenin bu iftirasından arş-ı ilahi titrer. Umarım bu iddiacıların -nefs-i emmarelerine rağmen- onların vicdanları da bu iftiradan ötürü titremiştir?

(1) bk. Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı.

  • 96. "Nurcuların hemen hepsi, sakal yerine, Said Nursi’nin sünneti olan bıyığı tercih ederler!.."

Bugün Türkiye’de âlimi olsun şeyhi olsun, insanların büyük çoğunluğu sakalsızdır. Nurcuların da bunlar gibi sakalsız olmalarını neden “Üstatlarının sünneti” olarak vasıflandırıyorlar? Bugün Nurcular arasında hatırı sayılır bir kısım insanlar, hatta Üstad’ın bizzat kendi talebelerinin sakallı olduğu ortada iken, böyle bir hezeyan savurmanın sebebi ne olabilir? Fitne-fesattan başka ne olabilir ki?..

Ayrıca Nur talebelerinin ekseriyeti memur kesimidir. Memurlar yasa gereği sakal bırakamamaktadır.

Kaldı ki, elli yıldır bu memleketin sakala karşı alerjisi ortadadır. Nur talebelerinin okullarda, üniversitelerdeki gençlerin imanını kurtarmak gibi bir görevleri varken, acaba sakalı bırakıp hiçbir şey yapmamak mı, yoksa bir sünnet olan sakalı terk edip bir farz-ı ayin olan manevi cihat yapmak mı daha uygundur?

Kaldı ki, bu iddiacıların Hanefi mezhebine bağlı oldukları bilinmektedir. Buna rağmen bunların sünnete uygun sakal bırakmadıkları da bellidir. Zira Hanefî mezhebinin muteber bir kaynağı olan “Reddu’l-Muhtar”da “Sakalın bir tutamdan daha az bırakılmasına hiçbir âlim cevaz vermemiştir.” ifadesine yer verilmiştir.

  • 97. "Nurcular, Kur’an’ın yerine Risale-i Nur’u dolaylı Kur’an görerek baş tacı etmiş ve Kur’an’dan uzaklaşmışlardır..."

Allah’tan korkmazlığın, insanlardan utanmazlığın ifadesi olan bu tür tahrik edici iftiralara tahammül etmek gerçekten de çok zordur. Bu soruları cevaplarken, hep Allah’tan sabır ve istikamet istedik. Aksi takdirde, en ağır ve en hakaret edici ifadeleri bir bir sayardık burada. Ancak nefsimizi tatmin etmek değil amacımız, hakikatin ortaya çıkmasıdır. Zira ahirette Allah’ın hükümranlığında bu iftiraların hesabı verileceği için rahatlıyoruz. Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Zalimler için yaşasın cehennem!..” diyor, sakinleşiyoruz.

Bugün İslam dünyasında, Müslüman bir ailede doğmuş yedi yaşındaki bir çocuk dahi, hiçbir kitabın Kur’an ile kıyaslanamayacağını bilir. Bu konuda bilgisiz olanlar ya dinsiz bir çevrede yetişmiş ya da İslam’da “karibu’l-ahd” denilen sonradan Müslümanlığı kabul ettiği için, İslam’ın birçok gerçeklerini daha öğrenmemiş olanlardır. Bu açıdan bakıldığında Müslümanları, özellikle de hayatları Kur’an’ın hakikatleriyle geçen Nur talebeleri için,

“Nurcular Kur’an’ın yerine Risale-i Nur’u dolaylı Kur’an görerek baş tacı etmiş ve Kur’an’dan uzaklaşmışlardır.”

diyen kimselerin, yukarıdaki sorunlardan bir sorunu vardır. Aksi takdirde -böyle tekfir cüretinde bulunanlarda- bile bile dinini nefsine kurban etmek gibi bir aptallık söz konusudur. Zira hadisi şerifin açık hükmü ile sabittir ki, "başkasını tekfir edenin sözü ortada kalmaz, haksız ifade geri döner sahibini bulur."

  • 98. "Nurcular, Kur’an’ın anlaşılmaz olduğu iddiasından yola çıkılarak, insanları Risalelere yönlendirmişlerdir..."

Evvela, Kur’an’ın herkes tarafından anlaşılmadığının en büyük delili, binlerce tefsir kayanklarının varlığıdır. Bunu iddia edenler dahil, aklı başında herkes bilir ki, Kur’an’ı tam olarak anlamak her babayiğidin kârı değildir. Allah’ın sonsuz ilmini yansıtan, her asra bakan, her kesime hitap eden Kur’an’ın tefsire, açıklamaya ihtiyacı olmadığını söylemek için cahil değil, echel olmak bile yetmez.

Hem de Kur’an’ın tefsirsiz, herkes tarafından anlaşılamayacağı hususu bizzat Kur’an’da da söz konusu edilmiş ve bütün İslam alimleri bu konuda ittifak etmişlerdir.

"Resûlüm! De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu akıl sahipleri ancak bunları hakkıyla düşünür."(Zümer, 39/9)

mealindeki ayette insanların anlayışı ve bilgi bakımından bir olmadıkları vurgulandığı gibi,

“Hangi millete peygamber gönderdiysek, onu ancak kavminin dili ile gönderdik ki, her şeyi onlara anlatsın."(İbrahim, 14/4)

"İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik."(Nahl, 16/44)

mealindeki ayetlerde de Hz. Peygamber (asm)'e tebyin/açıklama/tefsir görevi yüklemektedir.

Şimdi İslam alimlerinin hem fikir bazında hem de pratikte “Kur’an’ı herkesin bilemeyeceğini, bu konuda muallimlere muhtaç olduklarını...” ilan etmelerine rağmen, “Sadece Nurcular böyle diyor!..” demek suretiyle, iftira-yalan bileşkesi bir uydurmanın bahanesine sığınarak, Nurcuları kötülemeye çalışmak birçok yönden bir haksızlık ve vicdansızlıktır.

  • 99. "Sonuç olarak ahirette hurafelerle, cifir hesapları ile uğraşan, tedavilik vakaların dinine sahip olanlar, kurtuluşa eremeyeceklerdir."

Hani Allah’tan başka kimse gaybı bilmezdi. Kimin kurtuluşa erip ermediğini nereden biliyorsunuz? İnsan ilkeli olur; iftira ve hakaret etmek için ilkelerinizi bile unuttunuz.

Milyonlarca nurlu mensubu olan bir Müslüman cemaat için “Kurtuluşa eremeyeceklerdir.” hükmünü vermek, hem dinen, hem imanen, hem milliyeten, hem ruhen, hem aklen, hem vicdanen hasta bir psikopat olmanın belirtileridir. Yoksa, Allah’tan hususi bir telefon hattını kurmuşçasına, oradan “kimin hak, kimin batıl üzere olduğu ve hangi hal üzere öleceği” ne dair kesin bilgi iddia edenlerin durumu ne ile izah edilebilir!.. Bu şizofren bir vaka değil de nedir!..

  • 100. Kurtuluş sadece İslam’dadır, şuculuk buculuk peşinde koşmakta değil…

Bunların foyasını meydana çıkaran ifadelerden biri de yukarıdaki sözlerdir. Bunlara göre, İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii, Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazali, Mevlana ve İmam-ı Rabbani gibi binlerce İslâm âliminin yazdığı kitapların hepsi, Kur’an’ı tahrif eden kimselerdir.

“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.”(En’am, 6/159)

mealindeki ayette tam da bu müfterilere işaret etmektedir.

İşte sahabileri öldüren Haricilerin torunlarıdır bunlar!.. Ne diyelim, Allah onları ıslah etsin!..

Son olarak deriz ki;

Gerçekte ve aydınlıkta birer iman ve Kur’an fedaisi ve İslam kahramanı olan zatları, karanlıklara mahkum etmek isteyenlerin çirkin iftiralarını bir derece deşifre edebildiysek ne mutlu bize!..

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

Gnk9406

evet hepsine katılıyorum.. Üstada dil uzatanlar iftira atanlar Cenab-ı hakdan bir sille yemeleri yakındır.. Onun gibi mübarek bir zata dil uzatanların kalplerine hidayet nsaip olsun inşallah .. Ki üstad öyle bir insan ki kimseye bela bile dilememiş..

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
birfakiradam
Allah ebeden razı olsun. Bu ve benzeri yazılanların, mesleği tenkid ve tekfir üzerine bina edilenlere hiçbir faide vermeyeceğini müteaddit tecrübelerle kanaat getirmişim. fakat şu da var ki, bu sullere maruz kalan veya bunları dinleyen insanların kalblerini tatmin ve evhamlarının izalesi için binler faidesi var. binler selam.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
hasansahin571

Allah sizlerden ebeden razi olsun! (turkce klavyem olmadigindan dolayi)

Burada affiniza siginarak eklemek istedigim: Bediuzzaman hz. leri Risale-i Nur`un asrimizin ihtiyaclarina ve idrakine gore Kuran`in 133 ayetinin tefsiri oldugunu ve kalbe gelen ilhamla yazildigini soyluyor.
Bunu kabul etmeyenlere sormak lazim; siz kendiniz boyle bir eser yazabilirmisiniz.
Haydi butun islam alimleriyle ve butun teknoloji imkanlarinizla bunu basarin.
Birakin basarmayi Bediuzzamanin isarat`ul icaz eserini okuyup anlayabilirlerse helal olsun.
Esselamun aleykum.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
hasansahin571
Bu videoyu hazirlayanlar ozellikle ilmi olmayanlari ve derin arastirmalar gerektiren mevzulari ve avamin zor anlayabildigi konularda insanlari yaniltmaya calisiyorlar. Rabbim onlarin bu cirkin islerini hayirlara tebdil eylesin!
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
fakirullah
Efendimiz(ASM)'dan sonra her yüz yılda bir Müceddid gönderileceği hadisle sabittir. İmam Gazali, İmam Rabbani, Mevlana Celaleddin(KS) Hz. cumhur-u ulemaca ve halkça kabullenilmiş müceddidlerdir. Bunlar "ortaya çıkmazlar" gönderilirler, takdir-i ezeli tavzif etmiştir. Risale-i nurun imanda ve hizmet usulündeki tecdid vazifesi ise Sikke-i Gaybiye'deki risalelerle sabittir. İnsafla okuyan anlar ve teslim olur.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
abdestan

Güzel cevaplar, bu cevaplara maşallah

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Hace Evran
Yukarıda geçen iftiralar sadece Risale-i Nur veya Bediüzzaman'a has değil.Tasavvuf erkanı olan pek çok kişi de bu saldırılardan payını alıyor.Bu lakırdıları eden kişilerin çoğu ya cahil ya da sapık fırkalara dahil.Kendi adıma herhangi bir cemaatle ilişkim olmamasına rağmen Risale-i Nur talebesi olan arkadaşlara baktığımda onların özellikle sünnet-i seniyyeye olan özenleri ve Kuran-ı Azimüşşan'a olan bağlılıkları (mecburen) bende bir takdir duygusu uyandırıyor..
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
nurcu56
Allah razı olsun, hem yazılı hem görsel cevapların verilmesi çok güzel...
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Salahattin Eyyüp

Only Øuran namı diğerle Kuraniyyun şemsiyesi anlatında ortaya çıkan bu türlü hezeyanların kaynağı sadece at gözlüğünü takmak gibidir . Sathi ve cehalet kokan bu tür sözlerin hiçbir kaynağı yoktur . risale i nur tamamen Kuranın bir manevi tefsiridir . Tefsir alanında yüksek lisans yapıyorum ve Risale gibi Kurana bakışımı genişleten ve terakki eden ikinci bir eser daha görmedim ve muttali olmadım . Yapılan bunca hizmeti "onca ve bunca " şeklinde değerlendiren bu insanlara acımamak elde değil . Gelin Kurana sarılalım iddiası altına gıybetten başka yaptıkları ikinci bir iş yoktur . kaldı ki Nur külliyatı neyi anlatıyor ki ? kuranın hizmeti değil mi ? Kim ne derse desin bu zamanda Risale okunmadan zamanın fitne ve cazibesinden kurtulmak mümkün değildir . Zira zaman ve mekanın uzaklığı Kuran ile aramıza soğukluğa neden olmuştur . risale ise bizi tekrar Kuran nuru ile tanıştırıyor .

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
kamuran

Evvela hakiki tasarruf ve kabul makamının Allah olduğunu, sebeplerin ve vesilelerin buna sadece bir bahane ve perde olduklarını iyi bileceğiz. Allah istemedikçe hiçbir şey vuku bulmaz; ne evliyalar himmet edebilir ne de melekler yardım edebilir. Üstad Hazretleri bu gerçeği şöyle ifade ediyor:

''İ'lem eyyühe'l-aziz! Velilerin himmetleri, imdatları, manevi fiilleriyle feyiz vermeleri hali veya fiili bir duadır. Hadi, Muğis, Muin, ancak Allah'tır..." mesnevi-i nuriye

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Murat Dönmez
Evet, Risale - i Nur ' a hücum edenler, vaktiyle kefenini boynuna takınmalı ve rezalete bürünmeli ve manevi cehenneme dünyada girmeyi göze almalı
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
errisale
Allah razi olsun
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
meryem21
Bence gayet doğru hepsine ama hepsine katılıyorum. üstada dilini uzatanları Allah-u teala-ya havale ediyoruz
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
hamditas

Allah'ın Hükmü İle Hükmetmeyenler
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 05-7-2010
İstanbul’da yaptığımız bir sohbetten sonra bir grup genç yanıma geldiler. Onlardan birisi:

“Hocam müsaade ederseniz bir sualimiz var” dedi. Ben de, “Buyurun” dedim.

“Biz bir haftadan beri bu derslerinizi dikkatle takip ediyoruz. Bu derslerden iman ve Kurana ait izahlarınızı, doğrusu fevkalade bulduk; dinleyen herkesi tatmin eder. Bunlara karşı hiçbir itirazımız yok. Ancak günlerdir bizim dikkatimizi çeken bir husus var ki o da şu:

“Meselenin odak noktasına hiç yanaşmadınız.”

“Ben odak noktasından ne kasttettiğinizi pek anlayamadım. Bu odak noktası nedir? Açıklayın da bileyim ben ona uzak mıyım yakın mıyım?” diye sordum.

Biraz çekingen bir tavırla:

“Efendim siz bu kâfir devlete karşı hiç bir şey demediniz.” dedi.

Ben de:

“Neye dayanarak bu hükme vardınız, hangi cesaretle siz bu ithamı yapıyorsunuz? Bu itham en evvel sizi tehlikeye götürür.” deyince, “Efendim bu iddiamı Kur’an’a dayanarak yapıyorum. Cenab-ı Hak Kuranda bir ayetinde “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen bir kimse kâfir olur.” demiyor mu?” dedi.

Ben de:

“Siz bu Ayet-i Kerimenin manasını, Kur’an’ın tefsirine bakarak mı çıkardınız? Yoksa ayete kendi anlayışınıza göre mi mana veriyorsunuz?” diye sordum.

“Efendim biz tefsirlere bakmaya lüzum görmüyoruz. Çünkü bu ayet-i kerimeyi Cenab-ı Hak açık ve sarih olarak beyan ediyor.” diye cevap verdi.

Kendisine:

“Her ilmin kendine mahsus mütehassısları vardır ve Kur’an-ı Kerîm’i izah etmekte müfessirler salahiyetlidir, o noktada onlara müracaat edilmesi lazımdır. O sahada söz sahibi onlardır.” dedim ve sordum:

“Sizin mesleğiniz nedir?”

“Doktorum.” dedi.

“Bir hasta senin yerine bir mühendise muayene olmaya kalksa olur mu? Ne dersiniz? diye sordum. O yine ısrarla:

“Ayetin manası sarih olduğundan müfessirlere müracaat etmeye lüzum görmüyoruz” dedi.

Onun bu ısrarına karşı:

“Cenab-ı Hak Kur’an’ında yalan söylemeyi, zina etmeyi, hırsızlık yapmayı helal kılmış mıdır?” diye sordum.

“Elbette hayır.” diye cevap verdi.

“Şu halde, dedim, siz hiç ömrünüzde yalan söylemediniz mi? Eğer deseniz ki söylemedim, asıl yalan bu olur. Demek ki siz de yalan söylemişsinizdir. Allah yalan söylemeyi indirmediğine onunla hükmetmediğine göre, siz kendi mantığınızla kendinizi kâfir etmiş olmuyor musunuz?” diye sordum.

O zaman tamamen sesleri kesildi. Ben de ayeti kerimenin asıl manasını açıkladım:

Ayetteki “vemenlemyahkum”, bi-l mana “vemenlemyusaddık”tır. Yani, “Allahın hükümleri ile amel etmeyen değil de, onun hükümlerini tasdik etmeyen reddeden kâfir olur. Çünkü amel etmemek başka, inkâr etmek daha başkadır. Amel etmeyen günahkar, inkâr eden ise kâfir olur.” dedim. Ayrıca daire-i itikat ayrı daire-i muamelat ayrıdır.İkisini birbirine karıştırmak yanlış olur.

Devlete gelince, Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Şeriatta yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir, yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir. Onu da ululemirlerimiz (yani devleti idare edenler) düşünsünler.” Demek ki, bizim vazifemiz, imana, irfana, ahlâka ait meseleleri öğrenip, öğretmektir. Biz de Risale-i Nur talebeleri olarak bu vazifeyi yapıyoruz. Şu halde devletin vazifesi başka, bizim vazifemiz başkadır. Devlet bazı cihetlerden hatalı olsa bile, binlerce cihetten iyiliği vardır. Allah hiçbir milleti devletsiz etmesin. Çünkü, sizin ittiham ettiğiniz, suçladığınız devlet sayesinde okullarınızda okuyorsunuz, onun birçok nimetlerinden faydalanıyorsunuz. Malımızın, canımızın emniyetini bu devlet sağlıyor.” dedim.

Sonra da onlara sordum:

“Nerede okuyorsunuz? Birisi “Hukukta okuyorum, diğeri, Edebiyat Fakültesinde okuyorum, bir diğeri de Tıp Fakültesinde okuyorum.” diye cevap verdiler. Hukukçuya:

“Sen bu küfürle ittiham ettiğin bir devletin hukukunu nasıl okuyorsun?” diye sordum. Cevap verememesi üzerine, “Ne kadar tezata düştüğünüzü anladınız mı?” diye kendilerini ikaz ettim. “Devletin yaptığı bazı yanlışlara karşı da suskun kaldığımız söylenemez.” diye ilave ettim. Bunun üzerine bana:

“Bu devlet bir zamanlar Kur’anı, şimdi de Risale-i Nurları yasak etmedi mi?” diye sordular.

Cevaben:

“Şu noktaya dikkat etmemiz lazım. Devlete karşı itaat etmemek başka, isyan etmek başkadır. Devletin dine ait meselelerdeki yasaklarına karşı itaat etmeyiz, ama devlete isyan da etmeyiz.” dedim. Sohbet sonunda memnun ve müteşekkir olduklarını ifade edip yanımdan ayrıldılar. Ben Erzurum’a dönünceye kadar derslerimize devam ettiler...

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
aynurkus

Rabbim!.. Cennet kim, cehennem kim!.. Cennet senin yakınlığın, Cehennemse uzaklığın!.. Şu halde hangi cehennem bundan daha dehşetli, hangi Cennet bundan daha cazibedar olabilir ki!.. Bu durum da söylenecek tek bir söz var, O da Efendiler Efendisi’ne ait: “İlahi! Namazlarım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm ancak ve ancak Alemlerin Rabbi içindir.”

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
aynurkus
Aslında kuluna destek veren ve müşkülünü çözen Allah’tır. Peygamber olsun, veli olsun, diğer varlıklar vasıtadan başka bir şey değildir. Bu hakikati Rasulullah (A.S.) Efendimiz şöyle ifade buyuruyor: “Asıl veren Allah’tır, ben ise verileni taksim edip yerine ulaştırmakla görevliyim.” (Buhari, Müslim) O halde bu iş kaderin sırlı işlerindendir. Demek ki Melekleri hayra, yağmuru nimete, ilacı şifaya, çalışmayı rızka; duayı da inayetine vesile etmek lutfunda bulunan Alemlerin Rabbi olduğu gibi; Alemlerin Hükm-ü Ezel’deki kaderleri takdir edilirken, bu vesileleride Rahmetine perde olarak takdir edip Levh-i Mahfuz’da ta işin başında kader defterlerine kaydeden yine ‘Mukaddir’ olan Allah’tır.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
yusufenser

Bu iddialara cevap vermek için çalışma yapayım dedim baktım Maşallah kardeşler tüm iddialara cevap yazmışlar. Burayı sonradan gördüm. Emeği geçenlerden Allah Razı Olsun.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Nur mektupları

Kuranın mükemmelliğinin mihengine vurup tefsirin mükemmelliğini bakıyoruz... yoksa tefsire kuran gibi mutlak kemal ve kusursuz diye bakmıyoruz....

 

Mutlak kemal ve kusursuz olan yanlız Allahtır

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Ahmed Yahya

[Malûm olsun ki; ben Risale-i Nur'un kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmekle Kur'an'ın hakikatlarını ve imanın rükünlerini ilân etmek ve zaaf-ı imana düşenleri onlara davet etmek ve onların kuvvetlerini ve hakkaniyetlerini göstermek istiyorum. Yoksa, hâşâ kendimi ve hiçbir cihetle beğenmediğim nefs-i emmaremi beğendirmek ve medhetmek değildir. Hem Risale-i Nur zahiren benim eserim olmak haysiyetiyle sena etmiyorum. Belki yalnız Kur'anın bir tefsiri ve Kur'andan mülhem bir tercüman-ı hakikîsi ve imanın hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hattâ bir kısım risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi, Risale-i Nur'un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim. İmam-ı Ali'nin (Radıyallahu Anh) Âyetü'l-Kübra namını verdiği Yedinci Şuâ risalesini yazmakta çok zahmet çektiğime bir mükâfat-ı âcile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medar-ı teşvik olarak bu keramet-i Celcelutiye, inayet-i İlahiye tarafından verildiğine şübhem kalmamış. Tahdis-i nimet kabîlinden bunu Sekizinci Şuâ olarak yazdım. 
Şualar - 727

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Ahmed Yahya

Risale-i Nur'dan aldıkları fevkalâde kuvve-i imaniyeye mukabil onun tercümanı olan o bîçareye -tercümanlık münasebetiyle- Nurların bazı faziletlerini hususî mektublarında ona isnad etmeleri ve hiçbir siyaset hatırlarına gelmeyerek âdete binaen, insanlar sevdiği âdi bir adama da: "Sultanımsın, velinimetimsin" demeleri nev'inden yüksek makam vermeleri ve haddinden bin derece ziyade hüsn-ü zan etmeleri ve eskiden beri üstad ve talebeler mabeyninde cari ve itiraz edilmeyen makbul bir âdet ile teşekkür manasında pek fazla medh ü sena etmeleri ve eskiden beri makbul kitabların âhirlerinde mübalağa ile medhiyeler ve takrizler yazılmasına binaen, hiçbir cihetle suç sayılabilir mi? Gerçi mübalağa itibariyle hakikata bir cihette muhaliftir; fakat kimsesiz, garib ve düşmanları pekçok ve onun yardımcılarını kaçıracak çok esbab varken, insafsız çok mu'terizlere karşı sırf yardımcılarının kuvve-i maneviyelerini takviye etmek ve kaçmaktan kurtarmak ve mübalağalı medhedenlerin şevklerini kırmamak için onların bir kısım medihlerini Nurlara çevirip bütün bütün reddetmediği halde onun bu yaşta ve kabir kapısındaki hizmet-i imaniyesini dünya cihetine çevirmeğe çalışan bazı resmî memurların ne derece haktan, kanundan, insaftan uzak düştükleri anlaşılır. Son sözüm:

لِكُلِّ مُص۪يبَةٍ اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

dur.

  Said Nursî 

Şualar 

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...