Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nurları neden yazmış? Hedefi nedir, ne için mücadele etmiştir?
Değerli Kardeşimiz;
Bu soruya en birinci muhatap, bu eserlerin sahibi olan Bediüzzaman'dır. O’na soralım ve bakalım ne cevap verecektir. Şualar adlı eserde şöyle diyor:
"Birtek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek gençleri ve Müslümanları imana dâvet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedemle inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim."(1)
Yine Şualar'da yer alan şu ifadelere bakalım:
"... Ve hususi vazifemiz de, Kur’ân’ın imanî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî haps-i münferitten kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz."(2)
Ayrıca Mektubat risalesinde de ne yapmamız ve ne için yaratıldığımız şu ifadeler ile seslendiriliyor:
"Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir."
"Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur."
"Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur."(3)
Risale-i Nurların yazılmasının sebebi ve hikmeti, maddeci ve inkârcı felsefenin yayılması ile İslam âleminin iman ve ahlak noktasından zor durumda kalmasıdır. Özellikle Komünist felsefi akım dünyanın yarısını tesiri altına alıp insanları inkârcılığa ve maddeciliğe sürüklediği bir hengâmda, Risale-i Nurlar bu inkârcı akıma karşı Anadolu'da bir set vazifesini görmüş, İslam âleminin manevî bir kalkanı olmuştur.
Risale-i Nurların en büyük vasfı, iman hakikatlerini kati ve akli deliller ile akla ve kalbe tespit ve teyit etmektir. Hususen günümüzde fazlaca inkişaf eden fen ve felsefenin, iman hakikatleri ışığında izah edilip yorumlanması büyük bir ihtiyaç haline gelmiştir. İşte Risale-i Nurlar bu ihtiyaca tam bir cevap ve tam bir reçetece hükmündedir, bu sebeple kaleme alınmıştır.
Üstad Hazretleri bu hususlara şu şekilde işaret ediyor:
"BİRİNCİ SEBEP: Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: 'Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.' "
"Birden, o halette iken, baktım ki, mühim bir zat bana âmirâne diyor ki: 'İ'câz-ı Kur'ân'ı beyan et.' "
"Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur'ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım."(Yirmi Sekizinci Mektup, Yedinci Risale)
"Biri dedi:"
"Risale-i Nur'un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?"
"Ona cevaben dediler:"
'Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor. Belki, bin seneden beri tedarik ve terâküm edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ı mü'minînin de istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur'ân'ın i'câzıyla ve geniş yaralarını Kur'ân'ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki, bu zamanda Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânın i'câz-ı mânevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.' diye uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum..."(Kastamonu Lahikası, 23. Mektup)
Bütün asırların korkup titrediği âhir zaman fitnesinin, olanca şiddetiyle hükmettiği bu dehşetli asırda, iman hizmeti gibi en ulvî bir vazifeyi Üstad Hazretleri Nur Risaleleriyle en mükemmel bir şekilde yapmıştır.
Ahir zaman fitnesinin bütün mukaddes kıymetleri tahribe başladığı dönemde, her hamiyet sahibi bir endişeye kapılmış ve bu fitneye karşı kendi çapında bir şeyler yapmak istemiştir. Bazıları, istikbalde Kur’ân’ı anlayacak kimse kalmayacak endişesiyle himmetini tefsir sahasında teksif etmiş ve kıymetli tefsirler yazmışlardır. Bir kısmı ise hadis-i şerifler üzerinde yoğun bir faaliyet göstermiştir.
Üstad Hazretleri ise, ekilen menfî tohumlara bakarak, istikbalde farzlarını bile terk edecek, hatta iman hakikatlerinde şüphe ve inkâra düşecek bir neslin geleceğinden korkmuş, bunu dert edinmiş ve her derdin dermanını veren Cenâb-ı Hak da ona Nur Risalelerinin yazılmasını ilham ve ihsan etmiştir. Nitekim Üstad Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır.” (Mektubât, Yirmi Sekizinci Mektup)
Bir ihsan-ı İlâhî olarak, bu büyük vazife Üstad Hazretlerine verilmiştir. Ancak bunun sebebini “liyakat, ilmen üstünlük, azami ihlâs” gibi sebeplere değil de kendisinin “herkesten ziyâde müflis, muhtaç ve müteellim” olmasına bağlanması, onun kulluk şuurundaki kemalinin bir nişanesi olduğu gibi, “aczdebin kuvvet gördüm.” ifadesiyle de yakından alâkalıdır. İnsan, kendisini ne kadar muhtaç, âciz ve fakir görürse, İlâhî rahmet onda o kadar fazla tecelli eder.
Dipnotlar:
(1) bk. Şualar, On Dördüncü Şua, (Başbakanlığa, Dahiliye Bakanlığına...).
(2) bk. a.g.e.,
(3) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, Mukaddime.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Allah ebeden razı olsun.