Risale-i Nur’da geçen şiirler nelerdir?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Risale-i Nur elbette bir şiir divanı değildir; mühim ve âli hakikatlar ve hikmetler içerir. Bir dersi imani ve ilmidir. Ama bunun için "kesinlikle şiir içermez" anlamına da gelmemektedir. Bazı manaların ifade edilmesi ve anlaşılmasını şiirler kolaylaştırdığından, sağlam ve hakikatli şiir belağat açısından tefsirlerde ve mühim kitaplarda kullanılır olmuşlardır.

Ayrıca burada şiirleri bir araya getirerek hem Risale-i Nur’da bir derece vukufiyet kazanmak için güzel bir çalışma olabilmektedir. Bazı beyitleri ezberlemek için de pratik olarak faydalı olacaktır.

TENBİH

"Bu Lemeat namındaki eserin sair divanlar gibi bir tarzda bir-iki mevzu ile gitmediğinin sebebi: Eski eserlerinden Hakikat Çekirdekleri namındaki kısacık vecizeleri bir derece izah etmek için, hem nesir tarzında yazılmış, hem de sair divanlar gibi hayalata, mizansız hissiyata girilmemiş olmasıdır. Baştan aşağıya mantık ile hakaik-i Kur'aniye ve imaniye olarak, yanında bulunan biraderzadesi gibi bazı talebelerine bir ders-i ilmîdir, belki bir ders-i imanî ve Kur'anîdir."

"Üstadımızın baştaki ifadesinde dediği gibi, biz de anlamışızdır ki; nazma ve şiire hiç meyli ve onlarla iştigali de yoktur. وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ sırrının bir numunesini gösteriyor." (Sözler, Lemeat)

Biz Lemeat'ı şiir olarak kabul etmedik. Onun için buraya eklemedik. Ayrıca bir cümle bile olsa, bazı ifadeleri şiir olarak kabul edip eklediklerimiz vardır. Bazı şiirvari Arabi ve Farisi fıkraları da ekledik. İnşaallah medarı istifade olur.

"Bu eser (yani Lemeat), birçok meşâgil ve Dârü'l-Hikmet'teki vazife içinde yirmi gün Ramazanda, günde iki veya ikibuçuk saat çalışmak suretiyle manzum gibi yazılmıştır. Bu kadar kısa zamanda ve manzum bir sahife on sahife kadar müşkil olduğu cihetle, birden dikkatsiz, tashihsiz böyle söylenmiş, tab'edilmiştir. Bizce Risale-i Nur hesabına bir hârikadır. Hiçbir nazımlı divan, bunun gibi tekellüfsüz, nesren okunabilir görülmüyor. İnşâallah bu eser bir zaman Risale-i Nur şakirdlerine bir nevi mesnevî olacak. Hem bu eser, kendisinden on sene sonra çıkan ve yirmiüç senede tamamlanan Risale-i Nur'un mühim eczalarına bir işaret-i gaybiye nev'inden müjdeli bir fihrist hükmündedir."

Risale-i Nur şakirdlerinden Sungur, Mehmed Feyzi, Hüsrev (bk. age.)

SÖZLER

On Yedinci Söz'de Geçen Farisi Beyitler ve Şiirler

On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı

[(Haşiye): Bu ikinci makamdaki parçalar şiire benzer, fakat şiir değiller. Kasdî nazmedilmemişler. Belki hakikatların kemal-i intizamı cihetinde, bir derece manzum suretini almışlar.]

"Bırak biçare feryadı, beladan gel tevekkül kıl!
Zira feryat, bela-ender, hata-ender beladır bil!

Bela vereni buldunsa, atâ-ender, safa-ender beladır bil!
Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.

Ger bulmazsan, bütün dünya cefa-ender, fena-ender hebadır bil!
Cihan dolu bela başında varken, ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl!

Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün.
O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Bil ey hadkâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.
Hudâbin isen, o kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde

Ger hodbin isen, helâkettir, ne yaparsan bütün eşya aleyhinde.
Demek terki gerektir her iki halde bu dünyada.

Terki demek: Huda mülkü, onun izni, onun namıyla bakmakta.
Ticaret istiyorsan ger, şu fâni ömrünü bâkiye tebdilde.

Eğer nefsine talib isen, çürüktür hem temelsiz de.
Eğer âfakı ister isen, fena damgası üstünde.

Demek değmez ki alınsa, çürük maldır hep bu çarşıda.
Öyle ise geç, iyi mallar dizilmiş arkasında..."
(Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam)

SİYAH DUTUN BİR MEYVESİ

(O mübarek dut başında Eski Said, Yeni Said lisanıyla söylemiştir.)

"Muhatabım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır.
Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kur'an namına kalbimdir.

Geçen sözler hakikattır, sakın şaşma, hududundan hazer aşma,
Ecanib fikrine sapma, dalalettir kulak asma, eder elbet seni nâdim.

Görürsün en ziyadarın, zekâvette alemdarın,
O hayretten der daim: 'Eyvah, kimden kime şekva edeyim ben dahi şaştım!'

Kur'an dedirtir ben de derim, hiç de çekinmem.
Ondan ona şekva ederim sen gibi şaşmam

Hak'tan Hakk'a feryat ederim, sen gibi aşmam,
Yerden göğe dava ederim, sen gibi kaçmam.

Ki, Kur'anda hep dava nurdan nuradır, sen gibi caymam.
Kur'andadır hak hikmet, isbat ederim, muhalif felsefeyi beş para saymam.

Furkan'dadır elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam.
Halktan Hakk'a seyran ederim, sen gibi sapmam.

Dikenli yolda tayran ederim, sen gibi basmam.
Ferşten arşa şükran ederim, sen gibi asmam.

Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.
Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.

Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı; sen gibi görmem.
Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam.

Rahmet kapısı, Nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem.
Bismillah diyerek çalıyorum,(Haşiye-1) arkama bakmam, dehşet de almam.

Elhamdülillah diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem, vahşette kalmam.
Allahu Ekber diyerek ezan-ı haşri işitip kalkacağım,(Haşiye-2) mahşer-i ekberden çekinmem, mescid-i a'zamdan çekilmem.

Lütf-u Yezdan, nur-u Kur'an, feyz-i iman sayesinde hiç üzülmem.
Durmayıp koşacağım, arş-ı Rahman zılline uçacağım, sen gibi şaşmam inşâallah."

"(Haşiye-1): Eyvah diyerek kaçmıyorum.

(Haşiye-2): İsrafil'in ezanını fecr-i haşirde işitip Allahu Ekber diyerek kalkacağım.
Salât-ı kübradan çekilmem, mecma-ı ekberden çekinmem." (Sözler, On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı)

KALBE FARİSÎ OLARAK TAHATTUR EDEN BİR MÜNACAT

هٰذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هٰكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِس۪ى

Yani bu münacat, kalbe Farisî olarak tahattur ettiğinden Farisî yazılmıştır.
Evvelce matbu olan "Hubab Risalesi" nde dercedilmişti.

يَارَبْ بَشَشْ جِهَتْ نَظَرْ م۪يكَرْدَمْ دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَم۪ى د۪يدَمْ

Ya Rab! Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihat-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım. Manen bana denildi ki: "Yetmez mi derd, derman sana."

دَرْرَاسْتْ م۪ى د۪يدَمْ كِه د۪ى رُوزْ مَزَارِ پَدَرِ مَنَسْتْ

Evet, gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım. Fakat gördüm ki dünkü gün, pederimin kabri ve geçmiş zaman, ecdadımın bir mezar-ı ekberi suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi.

Haşiye: İman, o vahşetli mezar-ı ekberi, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-ı ahbab gösterir.

وَ دَرْ چَپْ د۪يدَمْ كِه فَرْدَا قَبْرِ مَنَسْتْ

Sonra soldaki istikbale baktım. Derman bulamadım. Belki yarınki gün, benim kabrim ve istikbal ise, emsalimin ve nesl-i âtinin bir kabr-i ekberi suretinde görünüp ünsiyet değil, belki vahşet verdi.

Haşiye: İman ve huzur-u iman, o dehşetli kabr-i ekberi sevimli saadet saraylarında bir davet-i Rahmaniye gösterir.

وَ ا۪يمْرُوزْ تَابُوتِ جِسْمِ پُرْ اِضْطِرَابِ مَنَسْتْ

Soldan dahi hayır görünmediği için, hazır güne baktım. Gördüm ki: Şu gün, güya bir tabuttur. Hareket-i mezbuhanede olan cismimin cenazesini taşıyor.

Haşiye: İman, o tabutu, bir ticaretgâh ve şaşaalı bir misafirhane gösterir.

بَرْ سَرِ عُمُرْ جَنَازَءِ مَنْ اِيسْتَادَه اَسْت

İşbu cihetten dahi deva bulamadım. Sonra başımı kaldırıp, şecere-i ömrümün başına baktım.
Gördüm ki o ağacın tek meyvesi, benim cenazemdir ki, o ağacın üstünde duruyor, bana bakıyor.

Haşiye: İman, o ağacın meyvesini cenaze değil, belki ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzed olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir.

دَرْ قَدَمْ آبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَ خَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنَسْتْ

O cihetten dahi meyus olup başımı aşağıya eğdim. Baktım ki: Aşağıda ayak altında kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış gördüm. Derman değil, derdime dert kattı.

Haşiye: İman, o toprağı rahmet kapısı ve cennet salonunun perdesi olduğunu gösterir.

چُونْ دَرْ پَسْ م۪ينِگَرَمْ ب۪ينَمْ ا۪ينْ دُنْيَاءِ ب۪ى بُنْيَادْ ه۪يچْ دَرْ ه۪يچَسْتْ

Ondan dahi nazarı çevirip arkama baktım. Gördüm ki esassız, fâni bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem değil, belki vahşet ve dehşet zehirini ilâve etti.

Haşiye: İman o zulümatta yuvarlanan dünyayı, vazifesi bitmiş, manasını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücudda bırakmış mektubat-ı Samedaniye ve sahaif-i nukuş-u Sübhaniye olduğunu gösterir.

وَ دَرْ پ۪يشْ اَنْدَازَهءِ نَظَرْ م۪يكُنَمْ دَرِ قَبِرْ كُشَادَه اَسْتْ
وَ رَاهِ اَبَدْ بَدُورِ دِرَازْ بَد۪يدَارَسْتْ

Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki kabir kapısı yolumun başında açık görünüp; onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor.

Haşiye: İman, o kabir kapısını, âlem-i nur kapısı ve o yol dahi, saadet-i ebediye yolu olduğunu gösterdiğinden dertlerime hem derman, hem merhem olur.

مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَار۪ى چ۪يز۪ى ن۪يسْتْ دَرْ دَسْتْ

İşte şu altı cihette ünsiyet ve teselli değil, belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil benim elimde bir cüz'-i ihtiyarîden başka hiçbir şey yoktur ki, ona dayanıp onunla mukabele edeyim.

Haşiye: İman, o cüz'-i lâyetecezza hükmündeki cüz-i ihtiyarî yerine, gayr-ı mütenahî bir kudrete istinad etmek için bir vesika verir ve belki iman bir vesikadır.

كِه اُو جُزْءْ هَمْ عَاجِزْ هَمْ كُوتَاه و هَمْ كَمْ عَيَارَسْتْ

Halbuki o cüz-i ihtiyarî denilen silah-ı insanî hem âciz, hem kısadır. Hem ayarı noksandır. İcad edemez, kesbden başka hiçbir şey elinden gelmez.

Haşiye: İman, o cüz-i ihtiyarîyi, Allah namına istimal ettirip, her şeye karşı kâfi getirir. Bir askerin cüz'î kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi gibi.

نَه دَرْ مَاض۪ى مَجَالِ حُلُولْ نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذْ اَسْتْ

Ne geçmiş zamana hulûl edebilir, ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mazi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faidesi yoktur.

Haşiye: İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için; maziye nüfuz ve müstakbele hulûl edebilir. Çünkü kalp ve ruhun daire-i hayatı geniştir.

مَيْدَانِ اُو ا۪ينْ زَمَانِ حَالْ و يَكْ آنِ سَيَّالَسْتْ

O cüz-i ihtiyarînin meydan-ı cevelanı, kısacık şu zaman-ı hazır ve bir ân-ı seyyaldir.

بَا ا۪ينْ هَمَه فَقْرْهَا وَ ضَعْفْهَا قَلَمِ قُدْرَتِ تُو آشِكَارَه
نُوِشْتَه اَسْتْ دَرْ فِطْرَتِ مَا مَيْلِ اَبَدْ وَ اَمَلِ سَرْمَدْ

İşte şu bütün ihtiyaçlarımla ve zayıflığımla ve fakr ve aczimle beraber altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken; kalem-i kudretle sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller aşikâre bir surette yazılmıştır, mahiyetimde dercedilmiştir.

بَلْكِه هَرْ چِه هَسْتْ ، هَسْتْ

Belki dünyada ne varsa, numuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alakadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum.

ائِرَهءِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَٓائِرَهءِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْگ۪ى دَارَسْتْ

İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir.

خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ ن۪يزْ رَسَدْ
دَرْ دَسْتْ هَرْچِه ن۪يسْتْ دَرْ اِحْتِيَاجْ هَسْتْ

Hatta hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider. Orada da hacet vardır. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır. Elde bulunmayan ise hadsizdir.

دَٓائِرَهءِ اِقْتِدَارْ هَمْچُو دَٓائِرَهءِ دَسْتِ كُوتَاهْ كُوتَاهَسْتْ

Halbuki daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır.

پَسْ فَقْر و حَاجَاتِ مَا بَقَدْرِ جِهَانَسْتْ

Demek fakr ve ihtiyaçlarım, dünya kadardır.

وَ سَرْمَايَهءِ مَا هَمْ چُو جُزْءِ لَايَتَجَزَّا اَسْتْ

Sermayem ise, cüz-i lâyetecezza gibi cüz'î bir şeydir.

اِينْ جُزْءْ كُدَامْ وَ اِينْ كَٓائِنَاتِ حَاجَاتْ كُدَامَسْتْ

İşte şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsal edilen hacet nerede? Ve bu beş paralık cüz-i ihtiyarî nerede? Bununla onların mübayaasına gidilmez. Bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise başka bir çare aramak gerektir.

پَسْ دَرْ رَاهِ تُو َازْ ا۪ينْ جُزْءْ ن۪يزْ بَازْم۪ى گُذَشْتَنْ چَارَهءِ مَنْ اَسْتْ

O çare ise şudur ki o cüz-i ihtiyarîden dahi vazgeçip, irade-i İlahiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenab-ı Hakk'ın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle yapışmaktır. Ya Rab! Madem çare-i necat budur. Senin yolunda o cüz-i ihtiyarîden vazgeçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum.

تَا عِنَايَتِ تُودَسْتْگ۪يرِ مَنْ شَوَدْ رَحْمَتِ ب۪ى نِهَايَتِ تُوپَنَاهِ مَنْ اَسْتْ

Ta senin inayetin, acz ve zafıma merhameten elimi tutsun. Hem ta senin rahmetin, fakr u ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın.

آنْ كَسْ كِه بَحْرِ ب۪ى نِهَايَتِ رَحْمَتْ يَافْتْ اَسْتْ تَكْيَه نَه كُنَدْ بَرْ ا۪ينْ جُزْءِ اِخْتِيَار۪ى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَابَسْتْ

Evet, herkim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serap hükmünde olan cüz-i ihtiyarına itimat etmez; rahmeti bırakıp ona müracaat etmez...

اَيْوَاهْ ا۪ينْ زِنْدِگَان۪ى هَمْ چُو خَابَسْتْ
و۪ينْ عُمْرِ ب۪ى بُنْيَادْ هَمْ چُو بَادَسْتْ

Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider...

اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْتْ آمَالْ ب۪ى بَقَا آلَامْ بَبَقَا اَسْتْ

Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevale mahkûmdur. Süratle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta baki kalır.

بِيَا اَىْ نَفْسِ نَافَرْجَامْ وُجُودِ فَان۪ى خُودْرَا فَدَا كُنْ
خَالِقِ خُودْرَا كِه ا۪ينْ هَسْتِى وَد۪يعَه هَسْتْ

Madem hakikat böyledir; gel ey hayata çok müştak ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile ve elemler ile mübtela bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasılki yıldız böceği, kendi ışıkçığına itimat eder; gecenin hadsiz zulümatında kalır. Bal arısı, kendine güvenmediği için, gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri, Güneş'in ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan; yıldız böceği gibi olursun. Eğer sen, fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlık'ın yolunda feda etsen, bal arısı gibi olursun. Hadsiz bir nur-u vücud bulursun. Hem feda et. Çünkü şu vücud, sende vedia ve emanettir.

وَ مُلْكِ اُو وَ اُو دَادَه فَنَا كُنْ تَا بَقَا يَابَدْ
اَزْ آنْ سِرّ۪ى كِه ، نَفْىِ نَفْىْ اِثْبَاتْ اَسْتْ

Hem onun mülküdür, hem o vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et; ta beka bulsun. Çünkü nefy-i nefy, isbattır. Yani yok, yok ise; o vardır. Yok, yok olsa; var olur.

خُدَاىِ پُرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا م۪ى خَرَدْ اَزْ تُو
بَهَاىِ ب۪ى گِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِگَاهْ دَارَسْتْ

Hâlık-ı Kerim, kendi mülkünü senden satın alıyor. Cennet gibi büyük bir fiatı verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor. Kıymetini yükselttiriyor. Yine sana, hem bâki, hem mükemmel bir surette verecektir. Öyle ise, ey nefsim! Hiç durma. Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap.
Ta beş hasaretten kurtulup, beş rıbhi birden kazanasın. (Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam)

* * *

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ

لَقَدْ اَبْكَانِى نَعْىُ ‌﴿ لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ ‌﴾ مِنْ خَل۪يلِ اللّٰهِ

İbrahim Aleyhisselâm'dan sudûr ile kâinatın zeval ve ölümünü ilan eden nay-i لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ beni ağlattırdı.

فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْب۪ى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُئُونِ اللّٰهِ

Onun için kalp gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalp gözü ağladığı gibi, döktüğü her bir damlası da, o kadar hazindir, ağlattırıyor. Güya kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Farisî fıkralardır.

لِتَفْس۪يرِ كَلَامٍ مِنْ حَك۪يمٍ اَىْ نَبِىٍّ ف۪ى كَلَامِ اللّٰهِ

İşte o damlalar ise, Nebiyy-i Peygamber olan bir Hakîm-i İlahî'nin Kelamullah içinde bulunan bir kelamının bir nevi tefsiridir.

نَم۪ى زِيبَاسْتْ اُفُولْدَه گُمْ شُدَنْ مَحْبُوبْ

Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünkü zevale mahkûm, hakiki güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalp ile sevilmez ve sevilmemeli.

نَم۪ى اَرْزَدْ غُرُوبْدَه غَيْبْ شُدَنْ مَطْلُوبْ

Bir matlub ki, gurubda gaybubet etmeye mahkûmdur; kalbin alakasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye layık değildir. Nerede kaldı ki kalp ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın.

نَم۪ى خَواهَمْ فَنَادَه مَحْوْ شُدَنْ مَقْصُودْ

Bir maksud ki, fenada mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünkü fâniyim, fâni olanı istemem; neyleyeyim?

نَم۪ى خَوانَمْ زَوَالْدَه دَفْنْ شُدَنْ مَعْبُودْ

Bir mabud ki, zevalde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük derdlerime deva bulamaz. Ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevalden kendini kurtaramayan nasıl mabud olur?

عَقْلْ فَرْيَادْ م۪ى دَارَدْ نِدَاءِ ‌﴿لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ‌﴾ م۪ى زَنَدْ رُوحَمْ

Evet, zahire mübtela olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevalini görmek ile meyusane feryat eder ve baki bir mahbubu arayan ruh dahi لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ feryadını ilan ediyor.

نَم۪ى خَواهَمْ نَم۪ى خَوانَمْ نَم۪ى تَابَمْ فِرَاق۪ى

İstemem, arzu etmem, takat getirmem müfarakatı...

نَم۪ى اَرْزَدْ مَرَاقَه ا۪ينْ زَوَالْ دَرْ پَسْ تَلَاق۪ى

Der-akab zeval ile acılanan mülâkatlar, keder ve meraka değmez. İştiyaka hiç layık değildir. Çünkü zeval-i lezzet, elem olduğu gibi; zeval-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryatdır. Her birinin, bütün divan-ı eşarının ruhunu eğer sıksan, elemkârane birer feryat damlar.

اَزْ آنْ دَرْد۪ى گِر۪ينِ ‌ ﴿ لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ ‌﴾ م۪ى زَنَدْ قَلْبَمْ

İşte o zeval-âlûd mülâkatlar, o elemli mecazî muhabbetler derdinden ve belasındandır ki, kalbim İbrahimvari لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.

دَرْ ا۪ينْ فَان۪ى بَقَا خَازِى بَقَا خِيزَدْ فَنَادَنْ

Eğer şu fâni dünyada beka istiyorsan; beka, fenadan çıkıyor. Nefs-i emmare cihetiyle fena bul ki, baki olasın.

فَنَا شُدْ هَمْ فَدَا كُنْ هَمْ عَدَمْ ب۪ينْ كِه اَزْ دُنْيَا بَقَايَه رَاهْ فَنَادَنْ

Dünyaperestlik esasatı olan ahlak-ı seyyieden tecerrüd et, fâni ol! Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı, Mahbub-u Hakiki yolunda feda et. Mevcudatın ademnüma âkıbetlerini gör. Çünkü şu dünyadan bekaya giden yol, fenadan gidiyor.

فِكِرْ ف۪يزَارْ م۪ى دَارَدْ اَن۪ينِ ‌ ﴿ لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ ‌﴾ م۪ى زَنَدْ وِجْدَانْ

Esbab içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zeval-i dünyadan hayrette kalıp, me'yusane fîzâr ediyor.
Vücud-u hakiki isteyen vicdan, İbrahimvari لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ enîniyle mahbubat-ı mecaziyeden ve mevcudat-ı zâileden kat-ı alaka edip, Mevcud-u Hakikî'ye ve Mahbub-u Sermedî'ye bağlanıyor.

بِدَانْ اَىْ نَفْسِ نَادَانَمْ كِه دَرْ هَرْ فَرْدْ اَزْ فَان۪ى دُو رَاهْ هَسْتْ
بَا بَاق۪ى دُو سِرِّ جَانِ جَانَان۪ى

Ey nadan nefsim! Bil ki çendan dünya ve mevcudat fânidir. Fakat her fâni şeyde, bakiye isal eden iki yol bulabilirsin ve can-ı canan olan Mahbub-u Lâyezal'in tecelli-i cemalinden iki lem'ayı, iki
sırrı görebilirsin. An şart ki suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen...

كِه دَرْ نِعْمَتْهَا اِنْعَامْ هَسْتْ وَ پَسْ آثَارْهَا اَسْمَا بِگِيرْ مَغْزِى وَ مِيزَنْ دَرْ فَنَا آنْ قِشْرِ بِى مَعْنَا

Evet, nimet içinde inam görünür; Rahman'ın iltifatı hissedilir. Nimetten inama geçsen, Mün'im'i bulursun. Hem her eser-i Samedanî, bir mektub gibi, bir Sâni-i Zülcelal'in esmasını bildirir. Nakıştan manaya geçsen, esma yoluyla müsemmayı bulursun. Madem şu masnuat-ı fâniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et. Manasız kabuğunu kışrını, acımadan fena seyline atabilirsin.

بَل۪ى آثَارْهَا گُويَنْدْ زِاَسْمَا لَفْظِ پُرْ مَعْنَا بِخَانْ مَعْنَا وَ م۪يزَنْ دَرْ هَوَا آنْ لَفْظِ ب۪ى سَوْدَا

Evet, masnuatta hiçbir eser yok ki, çok manalı bir lafz-ı mücessem olmasın, Sâni'-i Zülcelal'in çok esmasını okutturmasın. Madem şu masnuat, elfazdır, kelimat-ı kudrettir; manalarını oku, kalbine koy. Manasız kalan elfazı, bilâ-perva zevalin havasına at. Arkalarından alakadarane bakıp meşgul olma.

عَقْلْ فَرْيَادْ م۪ى دَارَدْ غِيَاثِ ‌ ﴿ لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ ‌﴾ م۪يزَنْ اَىْ نَفْسَمْ

İşte zahirperest ve sermayesi âfakî malumattan ibaret olan akl-ı dünyevî böyle silsile-i efkârı, hiçe ve ademe incirar ettiğinden, hayretinden ve haybetinden me'yusane feryat ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Madem ufûl edenlerden ve zeval bulanlardan ruh elini çekti. Kalb dahi mecazî mahbublardan vazgeçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi. Sen dahi biçare nefsim, İbrahimvari لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ gıyasını çek, kurtul.

چِه خُوشْ گُويَدْ اُو شَيْدَا جَام۪ى عِشْقْ خُوىْ

Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmî, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak ne güzel söylemiş: يَك۪ى خَواهْ يَك۪ى خَوانْ يَك۪ى جُوىْ يَك۪ى ب۪ينْ يَك۪ى دَانْ يَك۪ى گُوىْ (Haşiye: Yalnız bu satır Mevlâna Câmî'nin kelâmıdır.) demiştir.

1. Yani: Yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor.
2. Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor.
3. Biri taleb et, başkalar layık değiller.
4. Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.
5. Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.
6. Biri söyle, ona aid olmayan sözler malayani sayılabilir.
نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَام۪ى ٭ هُوَ الْمَطْلُوبُ ٭ هُوَ الْمَحْبُوبُ ٭ هُوَ الْمَقْصُودُ ٭ هُوَ الْمَعْبُودُ
Evet, Câmî pek doğru söyledin. Hakiki mahbub, hakiki matlub, hakiki maksud, hakiki mabud; yalnız odur.

كِه لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُو بَرَابَرْ م۪يزَنَدْ عَالَمْ

Çünkü bu âlem bütün mevcudatıyla muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamatıyla zikr-i İlahinin halka-i kübrasında beraber لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُو der, vahdaniyete şehadet eder. لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ in açtığı yaraya merhem sürüyor ve alâkayı kestiği mecazî mahbublara bedel, bir Mahbub-u Lâyezalî'yi gösteriyor. (Sözler, On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı)

* * *

"Bundan yirmi beş sene kadar evvel İstanbul Boğazı’ndaki Yuşa Tepesi’nde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim: 'Yarına kadar beni bırakınız, istihare edeyim.' Sabahleyin kalbime bu iki levha hutur etti. Şiire benzer fakat şiir değiller. O mübarek hatıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhafaza edildi."

"Yirmi Üçüncü Söz’ün âhirine ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı." (bk. age.)

BİRİNCİ LEVHA

(Ehl-i gaflet dünyasının hakikatını tasvir eder levhadır.)

"Beni dünyaya çağırma Ona geldim fena gördüm.
Demâ gaflet hicab oldu Ve nur-u Hak nihan gördüm.
Bütün eşya-yı mevcudat Birer fâni muzır gördüm.
Vücud desen onu giydim Ah ademdi çok bela gördüm.
Hayat desen onu tattım Azab ender azab gördüm.
Akıl ayn-ı ikab oldu Bekayı bir bela gördüm.
Ömür ayn-ı heva oldu Kemal ayn-ı heba gördüm.
Amel ayn-ı riya oldu Emel ayn-ı elem gördüm.
Visal, nefs-i zeval oldu Devayı ayn-ı dâ' gördüm.
Bu envâr, zulümat oldu Bu ahbabı yetim gördüm.
Bu savtlar, na'y-ı mevt oldu Bu ahyayı mevat gördüm.
Ulûm, evhama kalboldu Hikemde bin sekam gördüm.
Lezzet, ayn-ı elem oldu Vücudda bin adem gördüm.
Habib desen onu buldum Ah firakta çok elem gördüm."

İKİNCİ LEVHA

(Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder levhadır.)

Demâ gaflet zeval buldu Ve nur-u Hak ayân gördüm.
Vücud, bürhan-ı Zât oldu Hayat, mir'at-ı Hak'tır gör.
Akıl, miftah-ı kenz oldu Fena, bâb-ı bekadır gör.
Kemalin lem'ası söndü Fakat, şems-i Cemal var gör.
Zeval, ayn-ı visal oldu Elem, ayn-ı lezzettir gör.
Ömür nefs-i amel oldu Ebed ayn-ı ömürdür gör.
Zalâm zarf-ı ziya oldu Bu mevtte hak hayat var gör.
Bütün eşya enis oldu Bütün asvat zikirdir gör.
Bütün zerrat-ı mevcudat Birer zâkir, müsebbih gör.
Fakrı kenz-i gına buldum Aczde tam kuvvet var gör.
Eğer Allah'ı buldunsa Bütün eşya senindir gör.
Eğer Mâlik-i Mülk'e memluk isen Onun mülkü senindir gör.
Eğer hodbin ve kendi nefsine
malik isen Bilâ-addin beladır gör,
Bilâ-haddin azabdır tad, Bilâ-gayet ağırdır gör.
Eğer hakiki abd-i hudabin isen Hududsuz bir safadır gör,
Hesabsız bir sevab var tad Nihayetsiz saadet gör... (bk. age., Birinci ve İkinci Levhalar)

"Yirmi beş sene evvel ramazanda ikindiden sonra Şeyh-i Geylanî’nin (ks) Esma-i Hüsna manzumesini okudum. Bana bir arzu geldi ki esma-i hüsna ile bir münâcat yazayım. Fakat o vakit bu kadar yazıldı. O kudsî üstadımın mübarek münâcat-ı esmaiyesine bir nazire yapmak istedim. Heyhat! Nazma istidadım yok. Yapamadım, noksan kaldı."

"Bu münâcat, Otuz Üçüncü Söz’ün Otuz Üçüncü Mektup’u olan Pencereler Risalesi’ne ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı."

هُوَ الْبَاقٖى

حَكٖيمُ الْقَضَايَا نَحْنُ فٖى قَبْضِ حُكْمِهٖ § هُوَ الْحَكَمُ الْعَدْلُ لَهُ الْاَرْضُ وَ السَّمَاءُ

عَلٖيمُ الْخَفَايَا وَ الْغُيُوبِ فٖى مُلْكِهٖ § هُوَ الْقَادِرُ الْقَيُّومُ لَهُ الْعَرْشُ وَ الثَّرَاءُ

لَطٖيفُ الْمَزَايَا وَ النُّقُوشِ فٖى صُنْعِهٖ § هُوَ الْفَاطِرُ الْوَدُودُ لَهُ الْحُسْنُ وَ الْبَهَاءُ

جَلٖيلُ الْمَرَايَا وَ الشُّؤُنِ فٖى خَلْقِهٖ § هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ لَهُ الْعِزُّ وَ الْكِبْرِيَاءُ

بَدٖيعُ الْبَرَايَا نَحْنُ مِنْ نَقْشِ صُنْعِهٖ § هُوَ الدَّائِمُ الْبَاقٖى لَهُ الْمُلْكُ وَ الْبَقَاءُ

كَرٖيمُ الْعَطَايَا نَحْنُ مِنْ رَكْبِ ضَيْفِهٖ § هُوَ الرَّزَّاقُ الْكَافٖى لَهُ الْحَمْدُ وَ الثَّنَاءُ

جَمٖيلُ الْهَدَايَا نَحْنُ مِنْ نَسْجِ عِلْمِهٖ § هُوَ الْخَالِقُ الْوَافٖى لَهُ الْجُودُ وَ الْعَطَاءُ

سَمٖيعُ الشَّكَايَا وَ الدُّعَاءِ لِخَلْقِهٖ § هُوَ الرَّاحِمُ الشَّافٖى لَهُ الشُّكْرُ وَ الثَّنَاءُ

غَفُورُ الْخَطَايَا وَ الذُّنُوبِ لِعَبْدِهٖ § هُوَ الْغَفَّارُ الرَّحٖيمُ لَهُ الْعَفْوُ وَ الرِّضَاءُ

* * *

"Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:

"Fâniyim, fâni olanı istemem.
Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim.
Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim.
Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim." (bk. age.)

* * *

BARLA YAYLASI; ÇAM, KATRAN, ARDIÇ, KARAKAVAĞIN BİR MEYVESİDİR

(Makam münasebetiyle buraya alınmış, Onbirinci Mektub'un bir parçasıdır.)

Bir vakit esaretimde dağ başında azametli çam ve katran ve ardıç ağaçlarının heybetnüma suretlerini, hayret-feza vaziyetlerini temaşa ederken pek latîf bir rüzgâr esti. O vaziyeti, pek muhteşem ve şirin velvele-âlûd bir zelzele-i raksnüma, bir tesbihat-ı cezbe-edâ suretine çevirdiğinden; eğlence temaşası, nazar-ı ibrete ve sem'-i hikmete döndü. Birden Ahmed-i Cezerî'nin Kürdçe şu fıkrası:

هَرْكَسْ بِتَمَاشَاگَهِ حُسْنَاتَه زِهَرْ جَاىْ تَشْب۪يهِ نِگَارَانْ بِجَمَالَاتَه دِنَازِنْ

hatırıma geldi. Kalbim, ibret manalarını ifade için şöyle ağladı:

يَا رَبْ هَرْ حَىْ بِتَمَاشَاگَهِ صُنْعِ تُو زِهَرْجَاىْ بَتَاز۪ى ٭ زِنِش۪يبُ اَزْ فِرَاز۪ى مَانَنْدِ دَلَّالَانْ بِنِدَاءِ بِآوَاز۪ى ٭ دَمْ دَمْ زِجَمَالِ نَقْشِ تُو دَرْ رَقْصْ بَاز۪ى ٭ زِكَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ بِگَاز۪ى ٭ زِش۪ير۪ين۪ى آوَازِ خُودْ هَىْ هَىْ دِنَاز۪ى ٭ اَزْوَىْ رَقْصَ آمَدْ جَذْبَه خَاز۪ى ٭ اَزْي۪نْ آثَارِ رَحْمَتْ يَافْتْ هَرْ حَىْ دَرْسِ تَسْب۪يحُ نَمَاز۪ى ٭ اِيسْتَادَسْتْ هَرْ يَك۪ى بَرْ سَنْگِ بَالَا سَرْفِرَاز۪ى ٭ دِرَازْ كَرْدَسْتْ دَسْتْهَارَا بَدَرْگَاهِ اِلٰهِى هَمْ چُو شَهْبَازِى ٭ بِجُنْبِيدَسْتْ زُلْفْهَارَا بَشَوْقْ اَنْگِيزِ شَهْنَاز۪ى ٭ بَبَالَا م۪يزَنَنْدْ اَزْ پَرْدَه هَاىِ هَاىِ هُوىِ عِشْقْ بَاز۪ى ٭ م۪يدِهَدْ هُوشَه گِر۪ينْهَاىِ دَرِينْهَاىِ زَوَال۪ى اَزْ حُبِّ مَجَاز۪ى ٭ بَرْ سَرِ مَحْمُودْهَا نَغْمَهَاىِ حُزْنْ اَنْگ۪يزِ اَيَاز۪ى مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَل۪ى اَزْ حُزْنْ اَنْگ۪يزِ نَوَاز۪ى ٭ رُوحَه م۪ى آيَدْ اَزُو زَمْزَمَهءِ نَازُ نِيَاز۪ى ٭ قَلْبْ م۪يخَوانَدْ اَز۪ينْ آيَاتْهَا سِرِّ تَوْح۪يدْ زِعُلُوِّ نَظْمِ اِعْجَاز۪ى ٭ نَفْسْ م۪يخَواهَدْ دَرْ ا۪ينْ وَلْوَلَهَا زَلْزَلَهَا ذَوْقِ بَاق۪ى دَرْ فَنَاىِ دُنْيَا بَاز۪ى ٭ عَقْلْ م۪يب۪ينَدْ اَز۪ينْ زَمْزَمَهَا دَمْدَمَهَا نَظْمِ خِلْقَتْ نَقْشِ حِكْمَتْ كَنْزِ رَاز۪ى ٭ آرْزُو مِيدَارَدْ هَوَا اَز۪ينْ هَمْهَمَهَا هَوْهَوَهَا مَرْگِ خُودْ دَرْ تَرْكِ اَذْوَاقِ مَجَاز۪ى ٭ خَيَالْ ب۪ينَدْ اَز۪ينْ اَشْجَارْ مَلَائِكْ رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاو۪ى بَاهَزَارَانْ نَىْ ٭ اَز۪ينْ نَيْهَا شُن۪يدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ ٭ وَرَقْهَارَا زَبَانْ دَارَنْدْ هَمَه هُو هُو ذِكْرْ آرَنْدْ بَدَرْ مَعْنَاىِ حَىُّ حَىْ ٭ چُو لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُو بَرَابَرْ م۪يزَنَدْ هَرْ شَىْ ٭ دَمَادَمْ جُويَدَنْدْ يَا حَقْ سَرَاسَرْ گُويَدَنْدْ يَا حَىْ بَرَابَرْ م۪يزَنَنْدْ اَللّٰهْ ٭ فَيَا حَىُّ يَا قَيُّومُ بِحَقِّ اِسْمِ حَىِّ قَيُّومِ ٭ حَيَات۪ى دِهْ بَاِينْ قَلْبِ پَر۪يشَانْ رَا اِسْتِقَامَتْ دِهْ بَا۪ينْ عَقْلِ مُشَوَّشْ رَا آمِينْ (bk. age., ...KARAKAVAĞIN BİR MEYVESİ)

* * *

"Bir vakit Barla’da, Çam Dağında, yüksek bir mevkide, gecede semanın yüzüne baktım. Gelecek fıkralar birden hutur etti. Yıldızların lisan-ı hâl ile konuşmalarını hayalen işittim gibi bu yazıldı. Nazım ve şiir bilmediğim için, şiir kaidesine girmedi. Tahattur olduğu gibi yazılmış. Dördüncü Mektup ile Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfının âhirinden alınmıştır."

YILDIZLARI KONUŞTURAN BİR YILDIZNAME

Dinle de yıldızları şu hutbe-i şirinine
Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
"Bir Kadîr-i Zülcelal'in haşmet-i Sultanına

Birer bürhan-ı nur-efşanız vücud-u Sâni'a
Hem vahdete, hem kudrete şahidleriz biz.

Şu zeminin yüzünü yaldızlayan
Nâzenin mu'cizatı çün melek seyranına.

Bu semanın arza bakan, cennete dikkat eden
Binler müdakkik gözleriz biz."
(Haşiye)

(Haşiye): Yani cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezraacığı olan zeminin yüzünde hadsiz mu'cizat-ı kudret teşhir edildiğinden; semavat âlemindeki melaikeler o mu'cizatı, o hârikaları temaşa ettikleri gibi, ecram-ı semaviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi, güya melaikeler gibi zemin yüzündeki nâzenin masnuatı gördükçe cennet âlemine bakıyorlar. O muvakkat hârikaları bâki bir surette cennette dahi müşahede ediyorlar gibi bir zemine, bir cennete bakıyorlar. Yani o iki âleme nezaretleri var demektir.

Tûbâ-i hilkatten semavat şıkkına, hep kehkeşan ağsanına
Bir Cemil-i Zülcelal'in, dest-i hikmetle takılmış pek güzel meyveleriyiz biz.

Şu semavat ehline birer mescid-i seyyar, birer hane-i devvar, birer ulvî âşiyane,
Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar, birer tayyareleriz biz.

Bir Kadîr-i Zülkemal'in, bir Hakîm-i Zülcelal'in birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i san'at-ı hâlıkane,
Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.

Böyle yüz bin dil ile yüz bin bürhan gösteririz, işittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz.

Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız. Müsebbihiz, zikrederiz abîdane.
Kehkeşanın halka-i kübrasına mensub birer meczublarız biz."
dediklerini hayalen dinledim. (bk. age., Yıldızları Konuşturan Bir Yıldıznama)

* * *

ON SEKİZİNCİ SÖZ

(FİRKATLİ VE GURBETLİ BİR ESARETTE, FECİR VAKTİNDE AĞLAYAN BİR KALBİN AĞLAYAN AĞLAMALARIDIR)

"Seherlerde eser bâd-i tecelli
Uyan ey gözlerim vakt-i seherde.

İnayet hah zidergâh-ı İlahî
Seherdir ehl-i zenbin tövbegâhı.

Uyan ey kalbim vakt-i fecirde
Bikün tövbe, bicû gufran zidergâh-ı İlahî."

سَحَرْ حَشْر۪يسْتْ دَرُو هُشْيَارْ دَرْ تَسْب۪يحْ هَمَه شَىْ
بَخَوابِ غَفْلَتْ سَرْسَمْ نَفْسَمْ حَتَّى كَىْ
عُمْرْ عَصْر۪يسْتْ سَفَرْ بَاقَبْرْ م۪ى بَايَدْ زِهَرْ حَىْ
بِبَرْخ۪يزْ نَمَاز۪ى چُو نِيَاز۪ى گُو بِكُنْ آوَاز۪ى چُونْ نَىْ
بَگُو يَا رَبْ پَش۪يمَانَمْ خَج۪يلَمْ شَرْمْسَارَمْ اَزْ گُنَاهْ ب۪ى شُمَارَمْ پَر۪يشَانَمْ ذَل۪يلَمْ اَشْكْ بَارَمْ اَزْ حَيَاتْ ب۪ى قَرَارَمْ
غَر۪يبَمْ ب۪ى كَسَمْ ضَع۪يفَمْ نَاتُوَانَمْ عَل۪يلَمْ عَاجِزَمْ اِخْتِيَارَمْ ب۪ى اِخْتِيَارَمْ اَلْاَمَانْ گُويَمْ عَفُوْ جُويَمْ مَدَدْ خَواهَمْ زِدَرْگَاهَتْ اِلٰه۪ى
(bk. age. On Sekizinci Söz, Firkatli ve Gurbetli Bir Esarette)

* * *

ON DOKUZUNCU SÖZ

وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَت۪ى
٭ وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَت۪ى بِمُحَمَّدٍ ع.ص.م

٭ “Ben sözlerimle Muhammed’i (asm) övmüş olmadım; aslında sözlerimi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmla övmüş ve güzelleştirmiş oldum.” (İmam Rabbânî, Mektubat, 1:58). (bk. age., On Dokuzuncu Söz)

* * *

YİRMİ İKİNCİ SÖZ

"Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında...
Tevhid ve celal ister ki; esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden..." (bk. age., Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Birinci Lem'a)

* * *

نَعَمْ يَكْف۪ى لِكُلِّ شَيْءٍ شَيْءٌ عَنْ كُلِّ شَيْءٍ وَ لَا يَكْف۪ى عَنْهُ كُلُّ شَيْءٍ وَ لَوْ لِشَيْءٍ وَاحِدٍ

كَمَا اَنَّ ف۪ى كُلِّ ذَرَّةٍ شَاهِدَانِ عَلٰى اَنَّهُ وَاجِبٌ وَاحِدٌ كَذٰلِكَ ف۪ى كُلِّ حَىٍّ لَهُ اٰيَتَانِ عَلٰى اَنَّهُ اَحَدٌ صَمَد
(bk. age., İkinci Makam, Dördüncü Lem'a)

* * *

لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ بَرَابَرْ م۪يزَنَدْ عَالَمْ (bk. age., On İkinci Lem'a)

* * *

YİRMİ BEŞİNCİ SÖZ

Elde Kur'an gibi bir mu'cize-i bâki varken,
Başka burhan aramak aklıma zaid görünür.
Elde Kur'an gibi bir burhan-ı hakikat varken,
Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir? (Sözler, Yirmi Beşinci Söz)

* * *

قَدْ يُنْكِرُ الْمَرْءُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ ٭
وَ يُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَاءِ مِنْ سَقَمٍ

"Bazen insan, göz hastalığından dolayı güneş ışığını inkâr eder.
Ağız da hastalıktan dolayı bazen suyun tadını alamaz." (Şualar, On Birinci Şua, Onuncu Mesele / Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Üçüncü Şule)

* * *

YİRMİ YEDİNCİ SÖZ

Mevlâna Câmî'nin dediği gibi derim:

يَا رَسُولَ اللّٰهِ چِه بَاشَدْ چُونْ سَگِ اَصْحَابِ كَهْفْ
دَاخِلِ جَنَّتْ شَوَمْ دَرْ زُمْرَهءِ اَصْحَابِ تُو
اُو رَوَدْ دَرْ جَنَّتْ مَنْ دَرْ جَهَنَّمْ كَىْ رَوَاسْتْ
اُو سَگِ اَصْحَابِ كَهْفْ مَنْ سَگِ اَصْحَابِ تُو

"Yâ Resulallah, nasıl olur ki Ashab-ı Kehfin köpeği, senin ashabınla beraber cennete girsin? O cennette, ben cehennemde revâ mıdır bu? O Kehf Ashabının köpeği, ben senin ashabının..." (bk. age., Yirmi Yedinci Söz'ün Zeyli)

* * *

دَرْ طَر۪يقِ نَقْشِبَنْدِى لَازِمْ آمَدْ چَارْ تَرْكْ تَرْكِ دُنْيَا تَرْكِ عُقْبٰى تَرْكِ هَسْت۪ى تَرْكِ تَرْكْ

Yani, "Tarik-i Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım: Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakiki yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir." Demek hakiki marifetullah ve kemâlât-ı insaniye terk-i mâsivâ ile olur. (bk. age.)

* * *

YİRMİ SEKİNCİ SÖZ

"İdrak-i maâlî bu küçük akla gerekmez.
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez." (bk. age. Yirmi Sekizinci Söz)

* * *

OTUZ İKİNCİ SÖZ

حَتّٰى كَاَنَّ الشَّجَرَ الْمُزَهَّرَةَ ٭ قَص۪يدَةٌ مَنْظُومَةٌ مُحَرَّرَةٌ
وَ تُنْشِدُ لِلْفَاطِرِ الْمَدَائِحَ الْمُبَهَّرَةَ ٭ اَوْ فَتَحَتْ بِكَثْرَةٍ عُيُونُهَا الْمُبَصَّرَةَ
لِتُنْظِرَ للِصَّانِعِ الْعَجَائِبَ الْمُنَشَّرَةَ ٭ اَوْ زَيَّنَتْ لِع۪يدِهَا اَعْضَائَهَا الْمُخَضَّرَةَ
لِيَشْهَدَ سُلْطَانُهَا اٰثَارَهُ الْمُنَوَّرَةَ ٭ وَ تُشْهِرَ فِى الْمَحْضَرَةِ مُرَصَّعَاتِ الْجَوْهَرِ
وَ تُعْلِنَ لِلْبَشَرِ حِكْمَةَ خَلْقِ الشَّجَرِ ٭ بِكَنْزِهَا الْمُدَخَّرِ مِنْ جُودِ رَبِّ الثَّمَرِ
سُبْحَانَهُ مَا اَحْسَنَ اِحْسَانَهُ ٭ مَا اَزْيَنَ بُرْهَانَهُ مَا اَبْيَنَ تِبْيَانَهُ

خَيَالْ ب۪ينَدْ اَز۪ينْ اَشْجَارْ مَلَائِكْ رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاو۪ى بَا هَزَارَانْ نَىْ ..
اَز۪ينْ نَيْهَا شُن۪يدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ
وَرَقْهَارَا زَبَانْ دَارَنْدْ هَمَه هُو هُو ذِكْرْ آرَنْدْ بَدَرْ مَعْنَاىِ حَىُّ حَىْ
چُو لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُو بَرَابَرْ م۪يزَنَدْ هَرْشَىْ ..دَمَا
دَمْ جُويَدَنْدْ يَا حَقْ سَرَاسَرْ گُويَدَنْدْ يَا حَىْ بَرَابَرْ م۪يزَنَنْدْ اَللّٰهْ
وَ نَزَّلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً مُبَارَكًا

Arabî fıkranın tercümesi:

"Yani, güya çiçek açmış herbir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasidedir ki, o kaside Fâtır-ı Zülcelâlin medâyih-i bâhiresini inşad edip, şairane lisan-ı hâl ile söylüyor."

"Veyahut o çiçek açmış herbir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış, tâ Sâni-i Zülcelâlin neşir ve teşhir olunan acaib-i san’atını bir iki gözle değil, belki binler gözlerle baksın, tâ ehl-i dikkati öyle baktırsın. ..." (bk. age., Otuz İkinci Söz, Birinci Mevkıf)

* * *

Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine
Hâme-i zerrîn-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.

Kalmamış bir nokta-i muzlim, çeşm-i dil erbabına
Sanki âyâtın Huda, nur ile tahrir eylemiş.

Bak, ne mu'ciz-i hikmet, iz'anrubâ-yı kâinat;
Bak, ne âlî bir temaşadır feza-yı kâinat;

Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,
Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
Bir Kadîr-i Zülcelal'in haşmet-i sultanına

Birer bürhan-ı nur-efşanız vücub-u Sâni'a, hem vahdete, hem kudrete şahidleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nâzenin mu'cizatı çün melek seyranına
Bu semanın arza bakan, cennete dikkat eden, binler müdakkik gözleriz biz.
Tûbâ-yı hilkatten semavat şıkkına, hep kehkeşan ağsanına
Bir Cemil-i Zülcelal'in dest-i hikmetiyle takılmış, binler güzel meyveleriz biz.
Şu semavat ehline birer mescid-i seyyar, birer hane-i devvar, birer ulvî âşiyane,
Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar, birer tayyareyiz biz.
Bir Kadîr-i Zülkemal'in, bir Hakîm-i Zülcelal'in, birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i san'at-ı Hâlıkane,
Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüz bin dil ile yüz bin bürhan gösteririz, işittiririz insan olan insana.

Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,
Hem işitmez sözümüzü,
Hak söyleyen âyetleriz biz.

Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız, müsebbihiz abîdane,
Zikrederiz, Kehkeşanın halka-i kübrasına mensub birer meczublarız biz...
(bk. age., Otuz İkinci Söz, Birinci Mevkıf Sonu)

* * *

نَعَمْ فَالْاَثْمَارُ وَالْبُذُورُ مُعْجِزَاتُ الْحِكْمَةِ خَوَارِقُ الصَّنْعَةِ هَدَايَاءُ الرَّحْمَةِ بَرَاه۪ينُ الْوَحْدَةِ بَشَائِرُ لُطْفِهِ فِى دَارِ الْاٰخِرَةِ شَوَاهِدُ صَادِقَةٌ بِاَنَّ خَلَّاقَهَا لِكُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ كُلُّ الْاَثْمَارِ وَالْبُذُورِ مَرَايَاءُ الْوَحْدَةِ فِى اَطْرَافِ الْكَثْرَةِ اِشَارَاتُ الْقَدَرِ رُمُوزَاتُ الْقُدْرَةِ بِاَنَّ تَاكَ الْكَثْرَةَ مِنْ مَنْبَعِ الْوَحْدَةِ تَصْدُرُ شَاهِدَةً لِوَحْدَةِ الْفَاطِرِ فِى الصُّنْعِ وَالتَّصْو۪يرِ ثُمَّ اِلَى الْوَحْدَةِ تَنْتَه۪ى ذَاكِرَةً لِحِكْمَةِ الْقَادِرِ فِى الْخَلْقِ وَالتَّدْب۪يرِ وَكَذَاهُنَّ تَلْو۪يحَاتُ الْحِكْمَةِ بِاَنَّ صَانِعَ الْكُلِّ بِكُلِّيَّةِ النَّظَرِ اِلَى الْجُزْئِىِّ يَنْظُرُ ثُمَّ اِلٰى جُزْئِهِ اِذْ اِنْ كَانَ ثَمَرًا فَهُوَ الْمَقْصُودُ الْاَظْهَرُ مِنْ خَلْقِ هٰذَا الشَّجَرِ فَالْبَشَرُ ثَمَرٌ لِهٰذِهِ الْكَائِنَاتِ فَهُوَ الْمَطْلُوبُ الْاَظْهَرُ لِخَالِقِ الْمَوْجُودَاتِ وَالْقَلْبُ كَالنَّوَاةِ فَهُوَ الْمِرْاٰةُ الْاَنْوَرُ لِصَانِعِ الْكَائِنَاتِ مِنْ هٰذِهِ الْحِكْمَةِ صَارَ الْاِنْسَانُ الْاَصْغَرُ ف۪ى هٰذِهِ الْمَخْلُوقَاتِ هُوَ الْمَدَارُ الْاَظْهَرُ لِلنَّشْرِ وَالْمَحْشَرِ فِى هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتِ وَالتَّخْر۪يبِ وَالتَّبْد۪يلِ لِهٰذِهِ الْكَائِنَاتِ

Bu Arabî fıkranın mebdei şudur:

فَسُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ حَد۪يقَةَ اَرْضِهِ مَشْهَرَ صَنْعَتِهِ مَحْشَرَ حِكْمَتِهِ مَظْهَرَ قُدْرَتِهِ مَزْهَرَ رَحْمَتِهِ مَزْرَعَ جَنَّتِهِ مَمَرَّ الْمَخْلُوقَاتِ مَس۪يلَ الْمَوْجُودَاتِ مَك۪يلَ الْمَصْنُوعَاتِ فَمُزَيَّنُ الْحَيْوَانَاتِ مُنَقَّشُ الطُّيُورَاتِ مُثَمَّرُ الشَّجَرَاتِ مُزَهَّرُ النَّبَاتَاتِ مُعْجِزَاتُ عِلْمِهِ خَوَارِقُ صُنْعِهِ هَدَايَاءُ جُودِهِ بَشَائِرُ لُطْفِهِ تَبَسُّمُ الْاَزْهَارِ مِنْ زِينَةِ الْاَثْمَارِ تَسَجُّعُ الْاَطْيَارِ فِى نَسْمَةِ الْاَسْحَارِ تَهَزُّجُ الْاَمْطَارِ عَلٰى خُدُودِ الْاَزْهَارِ تَرَحُّمُ الْوَالِدَاتِ عَلَى الْاَطْفَالِ الصِّغَارِ تَعَرُّفُ وَدُودٍ تَوَدُّدُ رَحْمٰنٍ تَرَحُّمُ حَنَّانٍ تَحَنُّنُ مَنَّانٍ لِلْجِنِّ وَ الْاِنْسَانِ وَ الرُّوحِ وَ الْحَيْوَانِ وَ الْمَلَكِ وَ الْجَانِّ

İşte bu Arabî tefekkürün kısa bir meâli şudur ki:

Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar, hikmet-i Rabbâniyenin birer mu’cizesi, san’at-ı İlâhiyenin birer harikası, rahmet-i İlâhiyenin birer hediyesi, vahdet-i İlâhiyenin birer burhan-ı maddîsi, âhirette eltâf-ı İlâhiyenin birer müjdecisi, kudretinin ihatasına ve ilminin şümulüne birer şahid-i sadık oldukları gibi, şunlar, âlem-i kesretin aktârında ve şu ağaç gibi tekessür etmiş bir nevi âlemin etrafında vahdet âyineleridirler. (...) (bk. age., İkinci Mevkıf, İkinci Maksat)

* * *

نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْاٰتِ زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ تَجَلِّى الدَّائِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلَازِمِ مِنْ اَظْهَرِ الظَّوَاهِرِ اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ مُلْكَ الْمَظَاهِرِ مِنْ اَفْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ لِلْاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ لِلْبَاقِى الْوَدُودِ

"Evet, âyinelerin fâniliği ve mevcudatın zevâliyle beraber tecelliyâtın ve füyuzâtın devam etmesi, bütün zuhurattan daha zâhir bir surette, onlarda görünen cemâlin mazharlara ait olmadığına delâlet eder ve en fasih bir lisanla ve en vâzıh bir burhanla gösterir ki, o tecelliyat, Vâcibü’l-Vücudun ve Bâkî-i Vedûdun mücerred cemâlinin ve mazharlar üzerinde daimî yenilenen ihsânâtının cilveleridir." (bk. age., İkinci Mevkıf, İkinci Maksat)

* * *

İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, “Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir.” demişler. Onlardan birisi demiş:

فَلَكْ مَسْتْ مَلَكْ مَسْتْ نُجُومْ مَسْتْ سَمٰوَاتْ مَسْتْ شَمْسْ مَسْتْ قَمَرْ مَسْتْ زَم۪ينْ مَسْتْ عَنَاصِرْ مَسْتْ نَبَاتْ مَسْتْ شَجَرْ مَسْتْ بَشَرْ مَسْتْ سَرَاسَرْ ذ۪ى حَيَاتْ مَسْتْ هَمَه ذَرَّاتِ مَوْجُودَاتْ بَرَابَرْ مَسْتْ دَرْمَسْتَسْتْ

(Meali: Felek mest, melek mest, yıldızlar mest, gökler mest. Bütün canlılar baştan başa mest. Güneş mest, kamer mest, zemin mest, unsurlar mest, nebat mest, ağaçlar mest, beşer mest. Bütün varlıkların zerreleri beraber ve iç içe mesttirler.)

Yani muhabbet-i İlahiyenin tecellisinde ve o şarab-ı muhabbetten herkes istidadına göre mesttir. (bk. age.)

* * *

لَيْتَ الشَّبَابَةَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرُهُ بِمَا فَعَلَ الْمَش۪يبُ

"Yani keşke gençliğim bir gün dönse idi; ihtiyarlık benim başıma neler getirdiğini şekva ederek haber verecektim." (bk. age., Üçüncü Mevkıf)

* * *

اَصْدَقُ الْكَلَامِ وَاَبْلَغُ النِّظَامِ كَلَامُ اللّٰهِ الْمَلِكِ الْعَز۪يزِ الْعَلَّامِ

(Meali: Sözün en doğrusu ve nazmın en beliği, bütün mülkün hakikî Mâliki olan, kudreti herşeye galip bulunan ve ilmi herşeyi kuşatan Allah’ın kelâmıdır.) (bk. age.)

* * *

OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ

YİRMİNCİ PENCER(HAŞİYE)

فَسُبْحَانَ الَّذ۪ى بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ ٭ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ ٭ وَ اَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً ‌ فَاَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَ مَٓا اَنْتُمْ لَهُ بِخَازِن۪ينَ

HAŞİYE: Şu Yirminci Pencerenin hakikati, bir zaman Arabî bir surette şöyle kalbe gelmişti:

تَلَئْلُاءُ الضِّيَٓاءِ مِنْ تَنْو۪يرِكَ تَشْه۪يرِكَ ٭ تَمَوُّجُ الْاِعْصَارِ مِنْ تَصْر۪يفِكَ تَوْظ۪يفِكَ
سُبْحَانَكَ مَا اَعْظَمَ سُلْطَانَكَ ٭ تَفَجُّرُ الْاَنْهَارِ مِنْ تَدْخ۪يرِكَ تَسْخ۪يرِكَ
تَزَيُّنُ الْاَحْجَارِ مِنْ تَدْب۪يرِكَ تَصْو۪يرِكَ ٭ سُبْحَانَكَ مَا اَبْدَعَ حِكْمَتَكَ
تَبَسُّمُ الْاَزْهَارِ مِنْ تَزْي۪ينِكَ تَحْس۪ينِكَ ٭ تَبَرُّجُ الْاَثْمَارِ مِنْ اِنْعَامِكَ اِكْرَامِكَ
سُبْحَانَكَ مَا اَحْسَنَ صَنْعَتَكَ ٭ تَسَجُّعُ الْاَطْيَارِ مِنْ اِنْطَاقِكَ اِرْفَاقِكَ
تَهَزُّجُ الْاَمْطَارِ مِنْ اِنْزَالِكَ اِفْضَالِكَ ٭ سُبْحَانَكَ مَا اَوْسَعَ رَحْمَتَكَ ٭ تَحَرُّكُ الْاَقْمَارِ مِنْ تَقْد۪يرِكَ تَدْب۪يرِكَ تَدْو۪يرِكَ تَنْو۪يرِكَ
٭ سُبْحَانَكَ مَا اَنْوَرَ بُرْهَانَكَ مَا اَبْهَرَ سُلْطَانَكَ

(Meali: Işığın parıldaması senin nurlandırman ve teşhir etmendendir. Fırtınanın dalgalanması senin yönlendirmen ve görevlendirmendendir. Sen her noksandan münezzehsin; ne büyüktür saltanatın! Nehirlerin fışkırması senin depolayıp emre boyun eğdirmendendir. Taşların süsleri senin tedbirin ve şekillendirmendendir. Sen her noksandan münezzehsin; ne eşsizdir senin hikmetin! Çiçeklerin tebessümüsenin süsleyip güzelleştirmendendir. Meyvelerin süslenmesi senin in’âmın ve ikramındandır. Sen her noksandan münezzehsin; ne güzeldir senin san’atın! Kuşların cıvıldaşması senin konuşturman ve yakınlaştırmandandır. Damlaların şıpıltısı senin indirmen ve fazlındandır. Sen her noksandan münezzehsin; ne geniştir senin rahmetin! Ayların seyretmesi senin takdirin ve tedbirinle, senin döndürmen ve aydınlatmandandır. Sen her noksandan münezzehsin; ne aydınlatıcıdır delilin, ne engindir saltanatın!) (age. Otuz Üçüncü Söz, Yirminci Pencere)

* * *

LEMEÂT

İFADE-İ MERAM

HAŞİYE : Hatta, tarihi نَجْمُ اَدَبٍ وُلِدَ لِهِلاَلَىْ رَمَضَانَ çıkmış. Yani, “Ramazan’ın iki hilâlinden doğmuş bir edep yıldızıdır.” (1337 eder.)

EDDÂÎ

1Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde,
Said'den yetmiş dokuz emvat2 bâ-âsam âlâma.

Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş.
Beraber ağlıyor3 hüsran-ı İslâm'a.

Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla
Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.

Yakînim var ki: İstikbal semavatı, zemin-i Asya
Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm'a.

Zira yemin-i yümn-ü imandır
Verir emni eman ile enama...

1 : Bu kıt’a onun imzasıdır.
2 : Her senede iki defa cisim tazelendiği için, iki Said ölmüş demektir. Hem bu sene Said yetmiş dokuz senesindedir. Her bir senede bir Said ölmüş demektir ki, bu tarihe kadar Said yaşayacak.
3 : Yirmi sene sonraki bu şimdiki hali, hiss-i kablelvuku ile hissetmiş. (bk. age. Lemeât)

* * *

اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ السُّفَهَاءُ بِالْهَوَسَاتِ ٭ اِذًا تَرَجَّلَ النِّسَاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَاتِ

(Meali: Sefih erkekler hevesâtına uyarak kadınlaştığında; nâşize kadınlar da hayasızlıkla erkekleşir. (bk. age.)

* * *

اِنَّ الْاِنْسَانَ كَصُورَةِ ‌ ﴿يٰسٓ‌﴾ كُتِبَتْ ف۪يهَا سُورَةُ ‌ ﴿يٰسٓ‌﴾ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَ

(Meali: Muhakkak ki insan, içinde Yâsin Sûresi yazılmış bir Yâsin kelimesinin çizimi gibidir. Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde bulunan Allah'ın şanı ne yücedir.) (bk. age.)

* * *

اُولَاشْمَازْ دَسْتِ أَدَبِ غَرْبَ هَوَسْبَارِ هَوَاكَارِ دَهَادَارِ دَأْبِ أَدَبْ أَبَدْ مُدَّتْ قُرْآنِ ضِيَابَارِ شِفَاكَارِ هُدَادَارْ

(Meali: Batının heva ve hevese dayalı dehasından kaynaklanan edebiyatı, Kur'ân'ın sonsuza kadar ışık ve şifa saçan hidayet verici ve saf edeb olan edebiyatına ulaşmaz.) (bk. age.)

* * *

اِنَّ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَومًا مَا
وَ اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِالْاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ اَيْضًا يَوْمًا مَا

Yani Avrupa bir İslâm Devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa Devletine hamiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır. (Sözler, Konferans)

* * *

Hatta dünyaca meşhur Arab edibleri "Eğer firak olmasa idi, ölüm ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi." manasında لَوْلَا مُفَارَقَةُ الْاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمَنَايَا اِلٰى اَرْوَاحِنَا سُبُلًا demişlerdir. (bk. age.)

* * *

Her bir âyeti, birer asâ-yı Musa gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. وَ ف۪ى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰٓى اَنَّهُ وَاحِدٌ [“Her bir şeyde, onun bir olduğuna delâlet eden bir belge (delil) vardır.” (İbnü’l-Mu’tez’in bir şiirinden alınmıştır. İbn-i Kesîr, Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm, 1:24)] düsturunu her şeye okutturuyor. (bk. age.)

* * *

MEKTUBAT

ALTINCI MEKTUP

Kalbim feryat ile dedi:

Yâ Rab! Garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvanem, alîlem, âcizem, ihtiyarem,

Bî-ihtiyarem, el-aman gûyem, afv cûyem, meded hâhem zidergâhet İlahî! (Mektubat, Altıncı Mektup)

* * *

Bırak bîçare feryadı, beladan kıl tevekkül. Zira feryat bela-ender, hata-ender beladır bil.

Bela vereni buldunsa eğer; safa-ender, vefa-ender, atâ-ender beladır bil.

Madem öyle, bırak şekvayı şükret, çün belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.

Ger bulmazsan, bütün dünya cefa-ender, fena-ender, heba-ender beladır bil.

Cihan dolu bela başında varken ne bağırırsın küçücük bir beladan, gel tevekkül kıl.

Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün; o güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Hem üstadlarımdan Mevlâna Celaleddin'in nefsine dediği gibi dedim:

اُوگُفْتْ اَلَسْتُ و تُو گُفْت۪ى بَلٰى شُكْرِ بَلٰى چ۪يسْتْ كَش۪يدَنْ بَلَا سِرِّ بَلَا چ۪يسْتْ كِه يَعْن۪ى مَنَمْ حَلْقَه زَنِ دَرْگَهِ فَقْر و فَنَا

O vakit nefsim dahi: "Evet evet... acz ve tevekkül ile fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ وَ الْاِسْلَامِ dedi.

Meşhur Hikem-i Atâiye'nin şu fıkrası:

مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ ٭ وَ مَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدَهُ

Yani "Cenab-ı Hakk'ı bulan, neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden, neyi kazanır?"

Yani "Onu bulan her şeyi bulur; Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına bela bulur."

“Acaba yazılan Sözler kâfi midir, noksanı var mı? Yani vazifem bitmiş midir? Tâ ki rahat-ı kalple kendimi nurlu, zevkli hakiki bir gurbete atıp, dünyayı unutup, Mevlâna Celaleddin'in dediği gibi

دَان۪ى سَمَاعِ چِه بُوَدْ ب۪ى خُودْ شُدَنْ زِهَسْت۪ى
اَنْدَرْ فَنَاىِ مُطْلَقْ ذَوْقِ بَقَا چَش۪يدَنْ

(Meali: Semâ'ın ne olduğunu bilir misin? O, şahsi varlıktan vazgeçip; mutlak yokluk içinde bekâyı zevk etmektir.)

deyip ulvi bir gurbeti arayabilir miyim?” diye sizi o sualler ile tasdi’ etmiştim. (bk. age.)

* * *

ON ÜÇÜNCÜ MEKTUP

وَ نَحْنُ اُنَاسٌ لَا تَوَسُّطَ بَيْنَنَا ٭ لَنَا الصَّدْرُ دُونَ الْعَالَم۪ينَ اَوِ الْقَبْرُ

(Meali: Öyle insanlarız ki, bir orta seviyemiz yoktur. Ya her şeyin üstünde ya da kabirde oluruz.) (bk. age., On Üçüncü Mektup)

* * *

ON BEŞİNCİ MEKTUP

Hazret-i Yakub Aleyhisselâm'ın verdiği cevab ile cevab veririz.(Haşiye) Yani Hazret-i Yakup'tan sorulmuş ki, "Ne için Mısır'dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de yakınında bulunan Kenan Kuyusundaki Yusuf'u görmedin?" Cevaben demiş ki, "Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazen görünür, bazen saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz."

HAŞİYE:

زِ مِصْرَشْ بُوىِ پ۪يرَاهَنْ شِن۪يد۪ى
چِرَا دَرْ چَاهِ كَنْعَانَشْ نَد۪يد۪ى
بَگُفْتْ اَحْوَالِ مَا بَرْقِ جِهَانَسْتْ
دَم۪ى پَيْدَا و د۪يگَرْ دَمْ نِهَانَسْتْ
گَه۪ى بَرْ طَارُمِ اَعْلٰى نِش۪ينَمْ
گَه۪ى بَرْ پُشْتِ پَاىِ خُودْ نَب۪ينَمْ

(Sâdi-i Şirâzî’nin Gülistan’ından alınmış bir şiirdir.) (bk. age., On Beşinci Mektup)

* * *

Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zat-ı muhakkik Kürtçe demiş ki ژِى شَرِّ صَحَابَانْ مَكَه قَالُ وق۪يلْ لَوْ رَا جَنَّت۪ينَه قَاتِلُ و هَمْ قَت۪يلْ Yani sahabelerin muharebesinde kıyl ü kal etme. Çünkü hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i cennettirler. (bk. age.)

* * *

ON ALTINCI MEKTUP

Beşinci Mesele: Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir Müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır. Hem madem لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.(bk. age., On Altıncı Mektup)

* * *

Takdir-i Huda, kuvvet-i bâzu ile dönmez.
Bir şem'a ki, Mevlâ yaka, üflemekle sönmez.

(...)

Fena ve fâni bir adamın, güzel ve bâki şöyle bir sözü var:

Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa;
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.

Ben de derim:

Ehl-i dünyanın hükmü var, şevketi var, kuvveti varsa;
Kur'anın feyziyle, hâdiminde de:
Şaşırmaz ilmi, susmaz sözü vardır;
Yanılmaz kalbi, sönmez nuru vardır.

(...)

Eski Said olsaydı Antere gibi diyecekti:

مَاءُ الْحَيَاةِ بِذِلَّةٍ كَجَهَنَّمَ ٭ وَ جَهَنَّمُ بِالْعِزِّ فَخْرُ مَنْزِل۪ى

(Meali: Zilletle ele geçen ab-ı hayat, tıpkı cehennem gibidir. * İzzetle cehennem ise, medar-ı iftihar bir menzilim olur.) (bk. age., On Altıncı Mektup'un Zeyli)

* * *

ON DOKUZUNCU MEKTUP

ON ALTINCI İŞARET

İKİNCİ KISIM:

Yemen padişahlarından Tübba' isminde bir melik, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın evsafını eski kitablarda görmüş, iman etmiş. Şöyle bir şiirini ilân etmiş:

شَهِدْتُ عَلٰى اَحْمَدَ اَنَّهُ رَسُولٌ مِنَ اللّٰهِ بَارِى النَّسَمِ
فَلَوْ مُدَّ عُمْر۪ى اِلٰى عُمْرِهِ لَكُنْتُ وَز۪يرًا لَهُ وَابْنَ عَمٍّ

Yani "Ben Ahmed'in (asm) risaletini tasdik ediyorum. Ben onun zamanına yetişseydim, ona vezir ve ammizade olurdum." Yani, Ali gibi ona fedai bir hâdim olurdum.

(...)

İşte şu zât da, bi'set-i Nebevîden evvel risalet-i Ahmediyeyi şu şiirle ilân ediyor:

اَرْسَلَ ف۪ينَا اَحْمَدَ خَيْرَ نَبِىٍّ قَدْ بُعِثَ ٭ صَلّٰى عَلَيْهِ اللّٰهُ مَا عَجَّ لَهُ رَكْبٌ وَ حُثَّ

(Gönderilenlerin ve peygamberlerin en hayırlısı olarak Ahmed'i (asm) bize gönderdi. Kafileler onun için yollara düştükçe ve bu teşvik edildikçe Allah ona rahmet eylesin.)

(...)

Üçüncüsü: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ecdadından olan Kâ’b İbn-i Lüeyy, nübüvvet-i Ahmediyeyi (asm) ilham eseri olarak şöyle ilan etmiş:

عَلٰى غَفْلَةٍ يَاْتِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ فَيُخْبِرُ اَخْبَارًا صَدُوقًا خَبٖيرُهَا

Yani “Füc’eten, Muhammedü’n-Nebi gelecek, doğru haberleri verecek.”

Dördüncüsü: Yemen padişahlarından Seyf İbn-i Zîyezen, kütüb-ü sâbıkada Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın evsafını görmüş; iman etmiş, müştak olmuş idi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ceddi Abdülmuttalib, Yemen’e kafile-i Kureyş ile gittiği zaman, Seyf İbn-i Zîyezen onları çağırmış. Onlara demiş ki:

اِذَا وُلِدَ بِتِهَامَةَ وَلَدٌ بَيْنَ كَتْفَيْهِ شَامَةٌ كَانَتْ لَهُ الْاِمَامَةُ وَاِنَّكَ يَا عَبْدَ الْمُطَّلِبِ لَجَدُّهُ

Yani “Hicaz’da bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasında hâtem gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak!” Sonra gizli Abdülmuttalib’i çağırmış “O çocuğun ceddi de sensin.” diye kerametkârane, bi’setten evvel haber vermiş.

Beşincisi: Varaka İbn-i Nevfel (Hatice-i Kübra’nın ammizadelerinden) bidayet-i vahiyde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm telaş etmiş. Hatice-i Kübra o hâdiseyi, meşhur Varaka İbn-i Nevfel’e hikâye etmiş. Varaka demiş: “Onu bana gönder.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Varaka’nın yanına gitmiş, mebde-i vahiydeki vaziyeti hikâye etmiş. Varaka demiş: بَشِّرْ يَا مُحَمَّدُ اِنّٖى اَشْهَدُ اَنَّكَ اَنْتَ النَّبِىُّ الْمُنْتَظَرُ وَبَشَّرَ بِكَ عٖيسٰى

Yani “Telaş etme, o halet vahiydir. Sana müjde! İntizar edilen Nebi sensin! İsa seninle müjde vermiş.” (bk. age., On Altıncı İşaret, İkinci Kısım)

* * *

... Osman bidayette gelmiş, iman etmiş. İşte o Sa'd, o vakıayı böyle bir şiir ile söylüyor:

هَدَى اللّٰهُ عُثْمَانًا بِقَوْل۪ى اِلَى الَّت۪ى بِهَا رُشْدُهُ وَ اللّٰهُ يَهْدِى اِلَى الْحَقِّ

(Meali: Allah, Osman'a, ona söylediğim bir sözle hidâyet nasip etti. Hakka eriştiren ancak Allah'tır.)

Zeyyab İbnü'l-Haris'e hâtif-i cinnî böyle bağırmış, onun ve başkasının sebeb-i İslâmı olmuş:

يَا ذَيَابُ يَا ذَيَابُ اِسْمَعِ الْعَجَبَ الْعُجَابَ
بُعِثَ مُحَمَّدٌ بِالْكِتَابِ يَدْعُو بِمَكَّةَ فَلَا يُجَابُ

Yine bir hâtif-i cinnî, Sâmia İbn-i Karreti'l-Gatafanî'ye böyle bağırmış, bazılarını imana getirmiştir:

جَاءَ الْحَقُّ فَسَطَعَ وَ دُمِّرَ بَاطِلٌ فَانْقَمَعَ

Bu hâtiflerin beşaretleri ve haber vermeleri pek meşhurdur ve çoktur.

Hem nasıl kâhinler, hâtifler haber vermişler; öyle de sanemler dahi ve sanemlere kesilen kurbanlar dahi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın risaletini haber vermişler.

Ezcümle, kıssa-i meşhuredendir ki Mâzen kabilesinin sanemi bağırıp demiş: هٰذَا النَّبِىُّ الْمُرْسَلُ جَٓاءَ بِالْحَقِّ الْمُنْزَلِ
diyerek, risalet-i Ahmediyeyi (asm) haber vermiş.

Hem Abbas İbn-i Mirdas'ın sebeb-i İslâmiyeti olan meşhur vakıa şudur ki: Dımar namında bir sanemi varmış; o sanem, bir gün böyle bir ses vermiş:

اَوْدٰى ضِمَارُ وَكَانَ يُعْبَدُ مُدَّةً قَبْلَ الْبَيَانِ مِنَ النَّبِىِّ مُحَمَّدٍ

Yani "Muhammed gelmeden evvel bana ibadet ediliyordu, şimdi Muhammed'in beyanı gelmiş; daha o dalalet olamaz."

Hazret-i Ömer, İslâmiyetten evvel saneme kesilen bir kurbandan böyle işitmiş:

يَا اٰلَ الذَّب۪يحِ اَمْرٌ نَج۪يحٌ رَجُلٌ فَص۪يحٌ يَقُولُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ

İşte bu numuneler gibi çok vakıalar var, mevsuk kitaplar kabul edip nakletmişler. (bk. age.)

* * *

YİRMİNCİ MEKTUP

لَهُ الْمُلْكُ لِاَنَّ ذَاكَ الْعَالَمَ الْكَب۪يرَ كَهٰذَا الْعَالَمِ الصَّغ۪يرِ ٭
مَصْنُوعَا قُدْرَتِهِ مَكْتُوبَا قَدَرِهِ ٭
اِبْدَاعُهُ لِذَاكَ صَيَّرَهُ مَسْجِدًا ٭
ا۪يجَادُهُ لِهٰذَا صَيَّرَهُ سَاجِدًا اِنْشَٓاؤُهُ لِذَاكَ صَيَّرَ ذَاكَ مِلْكًا ٭
ا۪يجَادُهُ لِهٰذَا صَيَّرَهُ مَمْلُوكًا٭
٭ صَنْعَتُهُ ف۪ى ذَاكَ تَظَاهَرَتْ كِتَابًا
٭ صِبْغَتُهُ ف۪ى هٰذَا تَزَاهَرَتْ خِطَابًا ٭
قُدْرَتُهُ ف۪ى ذَاكَ تُظْهِرُ حِشْمَتَهُ
٭ رَحْمَتُهُ ف۪ى هٰذَا تُنَظِّمُ نِعْمَتَهُ ٭
حِشْمَتُهُ ف۪ى ذَاكَ تَشْهَدُ هُوَ الْوَاحِدُ ٭
نِعْمَتُهُ ف۪ى هٰذَا تُعْلِنُ هُوَ الْاَحَدُ ٭
سِكَّتُهُ ف۪ى ذَاكَ فِى الْكُلِّ وَالْاَجْزَٓاءِ
٭ خَاتَمُهُ فِى هٰذَا فِى الْجِسْمِ وَ الْاَعْضَٓاءِ
(bk. age., Yirminci Mektup, İkinci Makam, Dördüncü Kelime)

* * *

YİRMİ İKİNCİ MEKTUP

BİRİNCİ MEBHAS

وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَل۪يلَةٌ ٭ وَلٰكِنَّ عَيْنَ السُّخْطِ تُبْدِى الْمَسَاوِيَا

(Meali: Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. * Kem göz ise çirkinlikleri gösterir.)

(...)

اِذَا اَنْتَ اَكْرَمْتَ الْكَر۪يمَ مَلَكْتَهُ ٭ وَ اِنْ اَنْتَ اَكْرَمْتَ اللَّئ۪يمَ تَمَرَّدًا (Meali: İyi ve izzetli birine iyilik edersen, onu elde edersin. Kötü birine iyilik edersen, o daha da azar.) hükmünce; mü'minin şe'ni, kerim olmaktır.
Mektubat (RNK) - 284

(...)

Kaderi tenkid eden başını örse vurur, kırar.
Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

(...)

دُنْيَا نَه مَتَاعِيسْت۪ى كِه اَرْزَدْ بَنِزَاع۪ى Yani "Dünya öyle bir meta' değil ki, bir nizâa değsin." Çünkü fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir...

Hem demiş:

آسَايِشِ دُو گ۪يت۪ى تَفْس۪يرِ اِينْ دُو حَرْفَسْتْ بَادُوسِتَانْ مُرُوَّتْ بَادُشْمَنَانْ مُدَارَا

Yani "İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârane muaşeret ve düşmanlarına sulhkârane muamele etmektir." (bk. age., Yirmi İkinci Mektup, Birinci Mebhas)

* * *

YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEKTUP

Senin levhanda gördüğün ikinci parçanın sahih sureti şudur ki ben başımın üstünde onu bir levha-i hikmet olarak ta’lik etmişim. Her sabah ve akşam ona bakarım, dersimi alırım:

Dost istersen Allah yeter. Evet, o dost ise her şey dosttur.

Yârân istersen Kur’an yeter. Evet, ondaki enbiya ve melaike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder.

Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden, iktisat eder; iktisat eden, bereket bulur.

Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendini beğenen, belayı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen, safayı bulur, rahmete gider.

Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddi çalışır. (Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup, Yedinci Sualiniz)

* * *

YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUP

Ey insan-ı müşteki! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...(Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam)

* * *

... Bu hakikate işaret eden şu hakikatli şiire bak:

Kitab-ı âlemin yaprakları enva-ı nâma’dud
Huruf ile kelimatı dahi efrad-ı nâmahdud
Yazılmış destgâh-ı Levh-i Mahfuz-u hakikatte
Mücessem lafz-ı manidardır âlemde her mevcud.

تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا مِنَ الْمَلَاِ الْاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَائِلُ (bk. age., Dördüncü Remiz)

* * *

وَهٰذِهِ الْمَوْجُودَاتُ الْجَلِيَّةُ مَظَاهِرُ سَيَّالَةٌ وَمَرَايَا جَوَّالَةٌ لِتَجَدُّدِ تَجَلِّيَاتِ اَنْوَارِ ا۪يجَادِهِ سُبْحَانَهُ بِتَبَدُّلِ التَّعَيُّنَاتِ الْاِعْتِبَارِيَّةِ ٭
اَوَّلًا : مَعَ اِسْتِحْفَاظِ الْمَعَانِى الْجَم۪يلَةِ وَالْهُوِيَّاتِ الْمِثَالِيَّةِ ٭
وَثَانِيًا : مَعَ اِنْتَاجِ الْحَقَائِقِ الْغَيْبِيَّةِ وَالنُّسُوجِ اللَّوْحِيَّةِ ٭
وَثَالِثًا : مَعَ نَشْرِ الثَّمَرَاتِ الْاُخْرَوِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ
وَرَابِعًا : مَعَ اِعْلَانِ التَّسْب۪يحَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَ اِظْهَارِ الْمُقْتَضَيَاتِ الْاَسْمَٓائِيَّةِ ٭
وَخَامِسًا : لِظُهُورِ الشُّؤُنَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَالْمَشَاهِدِ الْعِلْمِيَّةِ
(bk. age., İkinci Makam)

* * *

Elhasıl: Bir Şâir-i Mısrî'nin tarzında deriz:

Derya olunca nefes
Parelenince kafes
Tâ kesilince bu ses
Çağırırım: Yâ Hak! Yâ Mevcud! Yâ Hayy! Yâ Mabud!
Yâ Hakîm!Yâ Maksud!Yâ Rahîm!Yâ Vedud!.. (bk. age., İkinci Makam, Beşinci İşaret)

* * *

اَگَرْ نَه خَواه۪ى دَادْ ، نَه دَاد۪ى خَواهْ denildiği gibi: Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi. (bk. age., Yirmi Dördüncü Mektup'un Birinci Zeyli)

* * *

YİRMİ ALTINCI MEKTUP

Sa'dî-i Şirazî'nin dediği gibi:

دَرْ نَظَرِ هُوشِيَارْ هَرْ وَرَق۪ى دَفْتَر۪يسْتْ اَزْ مَعْرِفَتِ كِرْدِگَارْ

Her şeyde Cenab-ı Hakk'ın marifetine bir pencere açar. (bk. age., Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas)

* * *

Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sa'dî-i Şirazî gibi derler:

مُحَالَسْتْ سَعْد۪ى بَرَاهِ نَجَاتْ ٭ ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ پَىِ مُصْطَفٰى

[Ey Sâdî! Mustafa'nın (asm) izinde gitmeden, kurtuluş yolunda zafer kazanmak muhaldir.]

(...)

Hem كُلُّ الطُّرُقِ مَسْدُودٌ اِلَّا الْمِنْهَاجَ الْمُحَمَّدِىَّ [Hz. Muhammed'in (asm) yolundan başka bütün yollar kapalıdır.] demişler. (bk. age.)

* * *

YİRMİ SEKİZİNCİ MEKTUP

نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ مَنْ ٭ غُلَامِ شَمْسَمْ اَزْ شَمْسْ م۪ى گُويَمْ خَبَرْ

[Ben ne geceyim, ne de geceye kulluk ederim.* Ben bir hakikat güneşinin hâdimiyim ki, size ondan haber getiriyorum. (İmam-ı Rabbânî, Mektubat, 130. Mektup)]

آنْ خَيَالَاتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ ٭ عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ

(Evliyaya tuzak olan hayaller, ilahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir.)(Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî) (Yirmi Sekizinci Mektup, Birinci Risale...)

* * *

Gavs-ı A'zam olan Şeyh-i Geylanî Radıyallahu Anh'ın "Fütuhu'l-Gayb" namındaki kitabıyla tefe'ül etti.
Tefe'ülde şu çıktı: اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَب۪يبًا يُدَاو۪ى قَلْبَكَ (Sen dârü’l-hikmettesin; önce, kalbini tedavi edecek bir tabip ara.) (bk. age., Üçüncü Risale...)

* * *

Muin-i zalimîn dünyada erbab-ı denâettir.
Köpektir zevk alan, sayyad-ı bîinsafa hizmetten. (bk. age., Dördüncü Risale...)

* * *

Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:
Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz... (bk. age., Beşinci Risale...)

* * *

وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَت۪ى٭ وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَت۪ى بِمُحَمَّدٍ
düsturuyla derim ki:
وَ مَا مَدَحْتُ الْقُرْاٰنَ بِكَلِمَات۪ى٭ وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَات۪ى بِالْقُرْاٰنِ

yani: "Kur'anın hakaik-i i'cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim; belki Kur'anın güzel hakikatları, benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi." (bk. age., Yedinci Risale...)

* * *

Sözler’in tebyizinde kıymettar hizmeti sebkat eden muallim Ahmed Galib’in fıkrasıdır.

"Elde Kur'an gibi bürhan-ı hakikat varken
Münkiri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir."

Sözün özdür ey can, tekellüf değil
Ledün ilminin zübde-i pâkidir.

Bu, sümmettedarik tasannuf değil
Bu bir hikmet-i nur-u irfandır.

Ki ehva ve lağv ve tefelsüf değil
Müzekkî-i nefs ve musaffi-i ruh.

Mürebbi-i dildir, tasavvuf değil
O Sözler bütün marifet şemsidir.

Sözüm doğrudur, bir teellüf değil
İçin nurudur, lafza akseylemiş.

Bir-iki satırda teradüf değil
Mutabık lafızlar birbirine.

Bu aslâ tasannu', tesadüf değil
Dizilmiş nizamla bütün harfleri.

Tevafuktur, aslâ tehalüf değil
Bu bir cilve-i sırr-ı i'cazdır.

Ki Kur'andandır, tecevvüf değil
Bu hüsn-ü tesadüf güzeldir güzel.

Bu bâbda ne dense tezauf değil
Said-i Bedîüzzaman-ı Nursî.

Beyanı bedî'dir, taattuf değil
Teselliye ermemiş elinde kalem.

Eder arz-ı dîdar, taharrüf değil
İsabet buna savb-ı Hak'tan gelir.

Bu kasdî değildir, tasarruf değil
Bunu görmeyen bed nazarlar için.

Telehhüf derim ben, teessüf değil
Ki var manevî hayretim galiben.

Beyanım bu yolda tazarruf değil
Tevafuk, sözünde ona çok mudur.

Tefevvuk, onun için teşerrüf değil
Çok işde Hak onu muvaffak ede
Tevafuk, makam-ı tevakkuf değil!

Ahmed Galib
(Rahmetullahi Aleyh)

* * *

Merhum Binbaşı Asım Bey’in Fıkrasıdır.

Kasem ederim, doğrudur sözü özüyle beraber
Bu hakikatı kabul ve tasdik etmeyen bed-mayeler.

Kalır dalalet ve vâdi-i hüsranda nice seneler
Bunları irşad edip kurtarmaktır hüner.

Hidayet erişse eğer, o vakit boyun eğer
Cümlenin ıslahını niyaz edip Hâlık'a yalvaralım.

Hep envâr-ı Kur'aniye olan Sözler'i okuyup anlatalım
Bu yolda bizler de feyz alıp dilşâd olalım.

Fenayı bekaya tebdilde rıza-yı Bâri'ye kavuşalım
Sad-hezar tahsine layık bîbaha fıkra-i Galib.

Bu hakikatları söylemekle olur şübhesiz galib.

Binbaşı Asım
(Rahmetullahi Aleyh)
(bk. age., Yedinci Risale Sonu)

* * *

Fakat ecdad-ı Nebi'den Kâ'b İbn-i Lüeyy'in meşhur ve sarih ve tansis tarzındaki bu şiiri ki:

عَلٰى غَفْلَةٍ يَاْتِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ ٭ فَيُخْبِرُ اَخْبَارًا صَدُوقًا خَب۪يرُهَا

(Füc'eten Muhammedü'n-Nebi gelecek, doğru haberleri verecek.)

demesi, mu'cizekârane ve nübüvvetdarane bir söze benzer. (bk. age., Sekizinci Risale)

* * *

YİRMİ DOKUZUNCU MEKTUP

مُحَالَسْتْ سَعْد۪ى بَرَاهِ صَفَا ٭ ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ پَىِ مُصْطَفٰى

Yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen muhaldir ki; hakiki envâr-ı hakikata vâsıl olabilsin. (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Dokuzuncu Kısım /Telvihat-ı Tis'a)

* * *

HAKİKAT ÇEKİRDEKLERİ

اِذَا وَازَنْتَ بَيْنَ حَوَاسِّ حُوَيْنَةٍ خُرْدَب۪ينِيَّةٍ وَحَوَاسِّ الْاِنْسَانِ تَرٰى سِرًّا عَج۪يبًا اِنَّ الْاِنْسَانَ كَصُورَةِ يٰسٓ كُتِبَ ف۪يهَا سُورَةُ يٰسٓ

(Hurdebinî bir hayvanın hasseleri insanın hasseleriyle muvazene edildiğinde, acip bir sır görürsün. İnsan, içinde Yâsin Sûresi yazılmış bir Yâsin gibidir.) (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 107)

* * *

Gönüller Fâtihi Büyük Üstada

Nuruyla bütün gönlümü fetheyleyen üstad
Gönlüm seni, kudsî heyecanlarla eder yâd.

İlhamıma can geldi beraet haberinle
Mü'minleri şâdeyleyen ulvî zaferinle.

Sıyrıldı ufuklardan o kasvetli bulutlar
Göklerde melekler, bu büyük bayramı kutlar.

Milyonların imanını kurtardı cihadın
Par-par yanar imanlı gönüllerdeki yâdın.

Coşturmada imanları, binlerle vecizen
Tarihini kudsî heyecanlarla süzerken.

İlhamımı mestetti tecella-yı cemalin
"Fâtih" gibi rehberleri andırmada halin.

Dağlar gibi sarsılmadın, en korkulu günlerde
Her ânı ölümler dolu tazyikin önünde.

Dünyalara dehşet salıyor sendeki iman
Sarsılmayan imanına düşman bile hayran.

Rehber sana zira "Yüce Peygamberimiz"dir
Ölmez eserin: Gençliğe gösterdiğin izdir.

Kur'an-ı Kerim'in ezelî feyzine erdin
İnsanlığa, iman ve kemal dersini verdin.

Ey başlara Cennetlerin ufkundan inen tâc
Âlem senin irfanına, irşadına muhtaç.

Derya gibi nurlar taşıyor her eserinden
"Allah"a giden Nurcuların rehberisin sen.

Milyonları derya gibi coşturmada "Sözler"
Cennetteki âlemleri seyretmede gözler.

Hikmet dolu her cümlede, Kur'andaki nur var
Her lem'ada, binbir güneşin huzmesi çağlar.

"Nur yolcusu" insanlığa örnek olacaktır
Kudsî heyecanlarla, gönüller dolacaktır.

Mefkûresi, günden güne erdikçe kemale
Gark olmada iç âlemi, en tatlı visale.

Coştukça denizler gibi kalbindeki iman
Bin ders-i hakikat veriyor ruhuna Kur'an.

Âzadedir İslâmı saran tehlikelerden
Davası temiz çünkü siyasî lekelerden.

Her hamlesinin kuvve-i kudsiyesi vardır
Vicdanları mesteyleyen ulvî sesi vardır.

Aşkın ezelî sırrına erdikçe gönüller
Yer yer donatır ufkunu sevda dolu renkler.

Bir ülkeyi baştan başa fetheyledin ey Nur
Nurun olacaktır, bütün insanlığa düstur.

Kur'an seni teyid ediyor mu'cizelerle
Ey şanlı gönül fâtihi hiç durmadan ilerle.

Tarih-i hayatın doludur hârikalarla
Hiç sönmeden âlemde güneşler gibi parla.

Manzume-i Şemsiyeyi temsil ediyorsun
Heybetli fezalarda hız almış gidiyorsun.

İmanlı nesiller seni takibedecektir
Yıllarca, asırlarca peşinden gidecektir.

Tarihi aşarken sen o iman dolu hızla
Milyonları aşmış bütün evlâdlarınızla.

Birden açılır ruhuma esrarlı bir âlem
Vasfeyleyemez aşkımı, şiirimdeki nâlem!

Ali Ulvî
(Mektubat, Gönüller Sultanu Büyük Üstad'a)

* * *

Hakikat Işıkları

Herkes bilmez gökte ne var
Görür onu göz sahibi.
Parıldıyor güneş kadar
Hakikatı umman gibi.

İster gönül elbet huzur
Âhir demde etmiş zuhur
Âlemlere doğmuş o nur
Gökten inen ferman gibi.

Ferdiyeti elhak ayân
Odur gönüllere sultan
Var mı bilmem ulu bürhan
Bu Bedîüzzaman gibi.

Lisanından saçılır nur
Cinnî okur, insan okur
Hûr-u Cennet işte bu "Nur"
Gönüllerde canan gibi.

Âhirzaman esrarını
İhbar-ı gayb envârını
Attı âlem ekdarını
Doğdu şems-i tâbân gibi.

Semavattan rahmet indi
Akan göz yaşları dindi
Küfr ü dalal yıldı, sindi
Görünmeyen şeytan gibi.

Söndü hain faaliyet
Yıkıldı o deccaliyet
Halâs buldu İslâmiyet
Tahta çıkan hakan gibi.

Ey yâreli şîr-i jiyan
Bu hâb-ı gafletten uyan
Âlemlere devr-i ümran
Asr-ı nüzul-ü Furkan gibi.

İklimlerde iman yeli
Eser, gönüller neş'eli
Öpsem, o gül kokan eli
O bülbül-ü handan gibi.

Âdemoğlu necat arar
Hak daveti Nurlarda var
Ey şehriyar-ı şehriyar
Sensin bize sultan gibi.

Arşa çıkan feryadımız
Alındı şimdi dâdımız
O sevgili üstadımız
Gönülde Süleyman gibi.

Ey ekmel-i âhirzaman
Sensin mahbub-u Müstean
Feda sana bu cism ü can
Hak yolunda kurban gibi.

Said'i beklerdi yıllar
Sensin gönülde muntazar
Peygamberim vermiş haber
Olma bize pinhan gibi.

Perdelenmişse zuhurun
Gizlenmez haşmetli nurun
Gölgesi olmaz ki nurun
Firdevs'teki canan gibi.

Ey hatib-i devr-i zaman
Sürur buldu kevn ü mekân
Seni bekler gizli ayân
Hep hastalar Lokman gibi.

Nur yolunun kurbanıyız
Kehkeşan'ın sâmânıyız
O ateşin dumanıyız
Ateş yanan külhan gibi.

Rânâ rengin güle benzer
Revh üfürür, kokun eser
Ufkumuzda oldun seher
Tam ağaran bir tan gibi.

Ey cilvesi zahir rahmet
Bâri bizlere imdad et
Kulun olmak diler elbet
Bahçenizde fidan gibi.

Pes gönlümüz hep daim pes
Ey ağlayan, feryadı kes
Boş geçmesin hiçbir nefes
"ALLAH bes, gayrı heves."

Mehmed KAYALAR
(Mektubat, Hakikat Işıkları)

* * *

LEMALAR

ÜÇÜNCÜ LEM'A

Meşhur böyle bir söz var ki: سِنَةُ الْفِرَاقِ سَنَةٌ وَ سَنَةُ الْوِصَالِ سِنَةٌ yani "Firakın bir sâniyesi, bir sene kadar uzundur ve visalin bir senesi, bir sâniye kadar kısadır."

(...)

O sözden daha meşhur şu söz var:

اَرْضُ الْفَلَاتِ مَعَ الْاَعْدَاءِ فِنْجَانٌ سَمُّ الْخِيَاطِ مَعَ الْاَحْبَابِ مَيْدَانٌ

(Meali: Düşmanla beraber sahrâ, bir fincan kadar dar; ahbapla beraber iğne deliği, bir meydan kadar geniştir.) (bk. İbnü’l-Cevzî, el-Müdhiş: 1:385; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ: 2:246.). (Lem'alar, Üçüncü Lem'a, Üçüncü Nükte)

* * *

ON ÜÇÜNCÜ LEM'A

وَ عَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَل۪يلَةٌ sırrıyla, nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. (bk. age., On Üçüncü Lem'a, On Üçüncü İşaret)

* * *

ON YEDİNCİ LEM'A

طُوبٰى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ Yani "Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez."
(bk. age., On Yedinci Lem'a, On Üçüncü Nota)

İşte bir zât bu ihlaslı muhabbeti böyle tabir etmiş: وَ مَا اَنَا بِالْبَاغ۪ى عَلَى الْحُبِّ رِشْوَةً ضَع۪يفٌ هَوًى يُبْغٰى عَلَيْهِ ثَوَابٌ
Yani "Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum." (bk. age.)

* * *

ON DOKUZUNCU LEM'A

جَمَعْتُ الطِّبَّ فِى الْبَيْتَيْنِ جَمْعًا
وَ حُسْنُ الْقَوْلِ ف۪ى قَصْرِ الْكَلَامِ
فَقَلِّلْ اِنْ اَكَلْتَ وَ بَعْدَ اَكْلٍ تَجَنَّبْ وَ الشِّفَٓاءُ فِى الْاِنْهِضَامِ
وَ لَيْسَ عَلَى النُّفُوسِ اَشَدُّ حَالًا مِنْ اِدْخَالِ الطَّعَامِ عَلَى الطَّعَامِ

Yani "İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır: Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir." (bk. age., On Dokuzuncu Lem'a, Yedinci Nükte)

* * *

YİRMİ İKİNCİ LEM'A

... halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün:

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hürriyet;
Çalış idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

Sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:

Ne mümkün zulm ile bîdâd ile, imha-yı hakikat;
Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

Veyahut:

Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imha-yı fazilet;
Çalış vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten.
(bk. age., Yirmi İkinci Lem'a, İkinci İşaret)

* * *

YİRMİ ÜÇÜNCÜ LEM'A

Elhasıl, tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsiz tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye sahibi ise ancak bir sanat olabilir, Sâni’ olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir, hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; kādir olamaz. Mistardır, masdar olamaz. (bk. age., Yirmi Üçüncü Lem'a, Üçüncü Kelime)

* * *

YİRMİ ALTINCI LEM'A

Niyazi-i Mısrî'nin,

Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber.

dediği gibi, ... Yine Niyazi-i Mısrî gibi dedim ki:

Dil bekası, Hak fenası istedi mülk-ü tenim,
Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber!
(bk. age., Yirmi Altıncı Lem'a, Üçüncü Rica)

(...)

... Niyazi-i Mısrî gibi feryat eyleyerek dedim:

Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,
Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.
Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenha garib,
Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran bîhaber.
(bk. age., Dördüncü Rica)

(...)

...Fuzulî-i Bağdadî gibi, müfarakat eden dostları düşünerek enîn edip:

Vaslını yâdeyledikçe ağlarım,
Tâ nefes var ise kuru cismimde feryat eylerim.
(bk. age., Beşinci Rica)

(...)

لَيْتَ الشَّبَابَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ الْمَش۪يبُ

Yani "Keşke gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazîn haller getirdiğini ona şekva edip söyleyecektim."

Evet, bu zat gibi gençliğin mahiyetini bilmeyen ihtiyarlar, gençliklerini düşünüp teessüf ve tahassürle ağlıyorlar. (bk. age., Sekizinci Rica)

(...)

غَر۪يبَمْ ب۪ى كَسَمْ ضَع۪يفَمْ نَاتُوَانَمْ اَلْاَمَانْ گُويَمْ عَفُوْ جُويَمْ مَدَدْ خَواهَمْ زِدَرْگَاهَتْ اِلٰه۪ى

(Garibim, kimsesizim, zayıfım, güçsüzüm, imdât derim. Affını, yardımını dilerim dergâhından, ey Allah’ım!)

Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim:

Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,
Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!

diye, dostları arıyordu. (bk. age., Dokuzuncu Rica)

(...)

لَوْلَا مُفَارَقَةُ الْاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمَنَايَا اِلٰٓى اَرْوَاحِنَا سُبُلًا

Yani: "Eğer dostlardan müfarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki gelsin alsın." Demek en ziyade insanı öldüren, ahbabdan müfarakattır.

(...)

Rivayet-i hadîste vardır ki; her sabah bir melaike çağırıyor:

لِدُوا لِلْمَوْتِ وَابْنُوا لِلْخَرَابِ yani "Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yapıyorsunuz." diyor. (bk. age., On Üçüncü Rica)

* * *

YİRMİ SEKİZİNCİ LEM'A

قَالَ مُحْيِى الدّ۪ينِ : تَحْرُمُ مُطَالَعَةُ كُتُبِنَا عَلٰى مَنْ لَيْسَ مِنَّا

Yani "Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür." (Lem'alar, Yirmi Sekizinci Lem'a, İkinci Nükte)

(...)

Tarafgirane ve Risale-i Nur'a rakibane söylenen sözlere mukabildir.

Ger medhetmekse tefahurla kendinizi maksadın
Risale-i Nur'un en sönük yıldızının peykisiniz
Zinhar seyyare zannetme kardeşim, Risale-i Nur'un
Arz değil, Âfitab dahi peykidir onun.

Pek yakında parlayacaktır âlemde Risale-i Nur
Sönmez, belki gizlenir, zira nurun alâ nur
Bir nur ki, bahr-i hakikat ve mahz-ı hidayettir o
مَنْ اَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِىِّ وَ مَنِ اهْتَدٰى yı oku.
Hak'tan olmaz şikayet, belki maksad hikâyet.

Şer'in üzere giderken Hakk'a malûm
Risale-i Nur'a ki, eylemiştim hem de hizmet
Risale-i Nur ki, Aliyyü'l-Murtaza ve Gavs-ı A'zam
Celcelutiye'de ve bazı kasaidde etmişler işaret.

Risale-i Nur ki, urvetü'l-vüska, lenfisam
Temessük etmiştim zira, hem hidayet ve ayn-ı hakikat
Koydular bizleri ki, orada durmuştu Yusuf Aleyhisselâm
Hem de beraberimizde idi Hazret-i Üstad.

Halil İbrahim
(bk. age. Yirmi Üçüncü Nükte)

* * *

ŞUALAR

İKİNCİ ŞUA

Ve Mevlâna Celaleddin'in dediği gibi, آنْ خَيَالَات۪ى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ ٭ عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ
(Evliyaya tuzak olan hayaller, İlahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir.)
sırrıyla bir âyine-i cemal-i İlahî olur. (Şualar, İkinci Şua, Birinci Makam)

(...)

... Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazalî demiş: لَيْسَ فِى الْاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ Yani: "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî' daha güzel yoktur." (bk. age., Üçüncü Makam)

* * *

YEDİNCİ ŞUA

Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine!
Hâme-i zerrîn-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.

Kalmamış bir nokta-yı muzlim çeşm-i dil erbabına,
Sanki âyâtın Huda, nur ile tahrir eylemiş.

Kitab-ı âlemin evrakıdır eb'ad-ı nâmahdud,
Sutûr-u hâdisat-ı dehrdir âsâr-ı nâma'dud.

Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatta
Mücessem lafz-ı manidardır, âlemde her mevcud.

Hem bil ki:

چُو لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ بَرَابَرْ م۪يزَنَنْدْ هَرْشَىْ دَمَادَمْ جُويَدَنْدْ يَا حَقْ سَرَاسَرْ گُويَدَنْدْ يَا حَىْ نَعَمْ وَ ف۪ى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ

(Meali: Bir baştan diğer başa her şey, her zaman Lâilâhe İllallah zikrini ilân ediyor ve Yâ Hak, Yâ Hay diye haykırıyorlar.) (bk. age., Yedinci Şua, İkinci Bab)

* * *

ON BİRİNCİ ŞUA

Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve ehadiyet isterler ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden. (On Birinci Şua, On Birinci Mesele)

* * *

اَلدَّاعٖى

(*)Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Said'den altmış dokuz emvat(**) bâ-âsam âlâma
Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş
Beraber ağlıyor(***) hüsran-ı İslâm'a.
Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla
Revanım sâha-i ukba-yı ferdâma.
Yakînim var ki istikbal semavatı, zemin-i Asya
Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm'a.
Zira yemin-i yümn-ü imandır
Verir emni eman ile enama...
---
* Bu kıta, onun imzasıdır.
** Her senede iki defa cisim tazelendiği için iki Said ölmüş demektir. Hem bu sene Said yetmiş dokuz senesindedir. Her bir senede bir Said ölmüş demektir ki bu tarihe kadar Said yaşayacak.
*** Yirmi sene sonraki bu şimdiki hali, hiss-i kable’l-vuku ile hissetmiş. (bk. Şualar Sonu; Sözler, Lemeât)

* * *

SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ

... Süleyman Rüsdü'nün Bir Fıkrasıdır

Allah rahmet etsin ve kabri pür-nur olsun, Topal Şükrü Efendi namında ehl-i kalp ve Isparta’nın bir medar-ı fahri olan zatın kerametkârane buraca meşhur bir şiirini gördüm, getirip arkadaşlarıma gösterdim. Dedim: Bu zat bu dalaletli zamanımızdan bahsettiği gibi bir fıkrası da Harb-i Umumî’den bahsediyor gibi görünüyor. Çünkü bu şiirinde diyor:

“Âferin çarha ki çattırdı kuduzu kuduza.”

Yani bütün dünya kâfirlerini birbirine musallat ettirdi. Ve iki satır sonra yine diyor:

“Sûk-i asr içre bütün dâd ü sited, küfr ü dalal
Müşteri kalmadı, din indi ucuzdan ucuza.”

Yani o asrın çarşısında alışveriş dinsizlik elinde olacak, dinsizlik hükmedecek, din gayet ucuza düşecek ve İslâm’ın şeairi gizlenecek. Sonra diyor:

“Şükriyâ bilmezem esrar-ı gaybdan amma
Ya ileri ya geri, takrib ederim üç otuza.”

Kendi tefsir ediyor, yani otuz üçe. Şiddetli kafiyesini müraat için otuz üç yerine “üç otuz” demiştir. Hem Harb-i Umumî’ye işaret ettiği fıkrasıyla “Dinsizlik düsturları, kanunları, o asır çarşısında hükmettiği…” fıkrasının ortasında şöyle diyor:

“Eriş ey avn-i şeriat(Hâşiye 1) eriş ey muhyiddin!
Elem-i rîş-i(Hâşiye 2) cefa sineden erişti öze.”

Şimdi benim kanaatim geliyor ki bu zat, otuz üç senesinden sonra Risale-i Nur’u Isparta’nın imdadına çağırıyor. “Ey avn-i Şeriat! Ey Muhyiddin yetiş!” diyor. Yani vefatından takriben otuz üç sene sonra şeriata ve dinin şeairine, Isparta’ya yetişecek bir nuru çağırıyor. Cenab-ı Hak duasını kabul etmiş ki vefatından otuz kırk sene sonra Risale-i Nur o vazifeyi görmüş.

---

HAŞİYE-1 : Şeriat cifirle dokuz yüz seksen eder. Risaleti’n-Nur dahi النور ’daki lâm aslı lâm olsa, cifirle dokuz yüz yetmiş sekiz edip iki farkla tevafuk eder.
HAŞİYE-2 : Riş: Ceriha, yara demektir.

Talebeniz ve hizmetkârınız
Süleyman Rüşdü
(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Parlak Fıkralar...)

* * *

SEKİZİNCİ ŞUA

Ümmi Sinan Divanı'ndan

Derim ki yardımcım Allah,
Şefaatçım Resulullah.
Ki burhanım kitabullah,
Budur bendeki hak söz.

Senin kapında kul çoktur,
Hesabı, haddi hiç yoktur.
Ve lâkin bir dahi yoktur.
Sinan-ı Ümmî gibi nur söz. (bk. age., Sekizinci Lem'a)

(...)

MÜHİM BİR İHBAR-I GAYBİ

"Mecmuatü'l-Ahzab"ın birinci cildinin beşyüzaltmışikinci sahifesinde, beş satırla şu zamanda hizmet-i Kur'aniyedeki heyete ve başında bulunan Üstadımıza beş vecihle bakıyor ve gösteriyor. İşte o beş satır şudur:

تَوَسَّلْ بِنَا ف۪ى كُلِّ هَوْلٍ وَشِدَّةٍ ٭ اَغ۪يثُكَ فِى الْاَشْيَٓاءِ دَهْرًا بِهِمَّت۪ى
اَنَا لِمُر۪يد۪ى حَافِظًا مَا يَخَافُهُ ٭ وَاَحْرُسُهُ ف۪ى كُلِّ شَرٍّ وَ فِتْنَةٍ
مُر۪يد۪ى اِذَا مَا كَانَ شَرْقًا وَ مَغْرِبًا ٭ اَغِثْهُ اِذَا مَا سَارَ ف۪ى اَىِّ بَلْدَةٍ
فَيَا مُنْشِدًا نَظْم۪ى فَقُلْهُ وَلَا تَخَفْ ٭ فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ
وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّٰهِ مُخْلِصًا ٭ تَع۪يشُ سَع۪يدًا صَادِقًا بِمُحَبَّت۪ى

Beşinci satırdan sonra gelen hâtime-i kaside:

وَ جَدّ۪ى رَسُولُ اللّٰهِ اَعْن۪ى مُحَمَّدًا ٭ اَنَا عَبْدُ الْقَادِرِ دَامَ عِزّ۪ى وَ رِفْعَت۪ى

(Meali: Ahir zamanın fitnelerine yetişip düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap. Allah’ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceğim. Doğuda, batıda ve hangi belde de olursa olsun, o fitne ve bela asrının her şer ve fitnesinden, Allah’ın izniyle ve havl-i kuvvetiyle onun koruyucusuyum. Ey benim şiirimi, meslek ve meşrebimi ve mücahedelerimi dile getiren müridim, “Sözler”ini söylemekten korkma. Muhakkak ki sen, inâyet gözüyle gözetilip korunmaktasın. Zamanın Abdülkâdir’i ol. Muhabbetimde sâdık olduğundan ve ihlâsa çalıştığından, geçiminde dahi ismin gibi mesud olasın.) (bk. age.)

(...)

Cem'-i kutbiyet ve ferdiyet ve gavsiyet
İle üç sütun üzerine durur
Râyet-i ulviyet-i şeyh-i hakkanîdir hitab-ı Abdülkadir
İlham-ı Huda, kitab-ı Abdülkadir
Bâzü'l-eşheb ferd-i ferîd-i deveran
Gavs-ı A'zam Cenab-ı Abdülkadir.

Said Nursî
(bk. age.)

(...)

Latif Bir Tefeül

Şeyh Sa'dî-i Şirazî'nin "Bostan"ından Sözler hakkında ben, Hâfız Hâlid, Galib, Süleyman niyet edip açtık. Tefe'ül bu çıktı:

نِگَرْ تَا گُلِسْتَان مَعْنَا شُگُفْت ٭ بَرُو ه۪يچْ بُلْبُلْ چُن۪ينْ خُوشْ نَگُفْت
عَجَبْ گَرْ بِم۪يرَدْ چُنِينْ بُلْبُلِى ٭ كِه اَزْ اُسْتُخَوانَشْ نَرُويَدْ گُل۪ى

Meali:Yani "Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiçbir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki, böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın."

(...)

Ezcümle, o kasidenin arkasında "Mecmuatü'l-Ahzab"ın 563'üncü sahifesinde, yine o malûm müridinden bahsediyor ve beytinde diyor ki:

فَمُر۪يد۪ى اِذَا دَعَان۪ى بِشَرْقٍ اَوْ بِغَرْبٍ اَوْ غَارٍ فِى بَحْرِ طَام۪ى اَغِثْهُ

"Garbda beni çağırdığı vakit, onun imdadına yetişeceğim." Evet doğrudur. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sekizinci Lem'a)

(...)

وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَت۪ى٭ وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَت۪ى بِمُحَمَّدٍ fehvasınca ben de derim:

وَ مَا مَدَحْتُ رِسَالَةَ النُّورِ بِمَقَالَت۪ى ٭ وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَت۪ى بِرِسَالَةِ النُّورِ

(Meali:Ben sözlerimle Risale-i Nur’u övmüş olmadım; aslında sözlerimi Risale-i Nur’la övmüş ve güzelleştirmiş oldum.(bk. age., Halil İbrahim'in Fıkrasıdır)

* * *

Risale-i Nur'un Has Şakirdlerinden Muallim Hasan Feyzi'nin ... Kasidesidir

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

يُر۪يدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِه۪ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

Ahmed yaratılmış o büyük Nur-u Ehad'den
Her zerrede nurdur, o ezelden hem ebedde

Bir nur ki odur hem yüce hem lâyetenahî
Ol Fahr-i Cihan Hazret-i Mahbub-u İlahî

Parlattı cihanı bu güzel Nur-u Muhammed (asm)
Halkolmasa, olmaz idi bir zerre ve bir ferd

Ol nuru ânın, her yeri her zerreyi sarmış
Baştan başa her dem bu kesif zulmeti yarmış

Bir nur ki odur sade ve hem lâyetezelzel
Âri ve berî cümleden üstün ve mükemmel

Bir nur ki bütün zerrede o nümayan
Bir nur ki verir kalblere hem aşk ile iman

Bir nur ki eğer olmasa ol nur hele bir an
Baştan başa zulmette kalır hem de bu ekvan

Bir nur ki değil öyle muhat, hem dahi mahsur
Bir nur ki eder kalbi de pür-nur, çeşmi de pür-nur
Bir lem'adır andan, şu büyük şems ve kamerler

Hep işte o nurdan bu acaib koca âlem
Halk oldu o nurdan yine Cennet'le Cehennem

Şek yok ki o nurdur okunan Hazret-i Kur'an
Ol nur-u ezel hem sebeb-i hilkat-i insan

Her şeye odur mebde' ve asıl ve esas hem
Ondan görünür nev'-i beşer böyle mükerrem

Bir zerre değil, bahr-i muhit o bahr-i münirden
Hem nasıl beşer hiç kalıyor hepsi de birden

Şek yok ki cihan, katre-i nurundan o nurun
Şek yok ki bu can, zerre-i nurundan o nurun

Sönsün diye üflense, o derya gibi kaynar
Söndürmeğe hem kimde aceb zerre mecal var

Söndürmeğe kalkmıştı asırlar dolu küffar
Kahreyledi her hepsini ol Hazret-i Kahhar

Hep sönmüş asırlar, yanıyor sönmeden ol
Tarihe sorun, kimdir o nur, hem kim imiş menfur

Alnında yanan Nur-u Muhammed'di Halil'in
Yetmezdi gücü, bakmağa her çeşm-i alîlin

Görseydi Resul'ün o güzel nurunu, Nemrud
Yakmazdı o dem, nârını ol kâfir-i matrud

Bir sivrisinek öldürüyor o şah-ı cihanı (!)
Atmıştı Halil'i ateşe çünkü o câni

Bir perde açıp söyledi Hak gizli kelâmdan
Ol ateşe bahseyledi hem berd ü selâmdan

"Dostum ve Resulüm yüce İbrahim'i ey nâr
At âdetini, yakma bugün, sen onu zinhar!"

Bir gizli hitab geldi de ol dem yine Hak'tan
Bir abd-i mükerrem dahi kurtuldu bıçaktan

Ol nurdan için Yunus'u hıfzeyledi ol hut
Ol nur ile kahreyledi hem kavmini ol Lut

Ol hüsn-ü cemal, eyledi âlemleri hayran
Nerden onu bulmuş, acaba Yusuf-u Ken'an

Hikmet nedir, ol derdlere sabreyledi Eyyüb
Hem sırrı nedir, Yusuf için ağladı Ya'kub

Öldükçe dirildikçe neden duymadı bir his
Ol namlı nebi, şanlı şehid Hazret-i Cercis

Hasretle neden ağladılar Âdem ve Havva
Kimdendi bu yıllarca süren koskoca dava

Hem âh, neden terkedilip Ravza-i Cennet
Bir dâr-ı karar oldu neden âlem-i mihnet

Nur şehri olan Tûr'da o dem Hazret-i Musa
Esrar-ı kelâm hep çözülüp buldu tecella

Bir parça Zebur'dan okusa Hazret-i Davud
Başlardı hemen sanki büyük mahşer-i mev'ud

Bilmem ki neden, yel ve sular hep onu dinler
Bilmem ki neden, hep işiten âh! diye inler

Mahluku bütün kendine râmetti Süleyman
Nerdendi bu kuvvet, ona kimdendi bu ferman

Yellerle uçan şanlı büyük taht-ı mukaddes
Esrar-ı ezelden o da duymuş yine bir ses

Ol hangi acib sır ki, çıkar göklere İsa
Kimdir çekilen çarmıha, kimdir yine Yuda

Nur derdi için tahtını terkeyledi Edhem
Bir başkasının tahtı olur derdine merhem

Çok şahs-ı veli, nur ile hem etti kanaat
Çok şahs-ı denî, nur ile hem buldu keramet

Her hepsi de pervanesi, üftadesi nurun
Her hepsi muamma, gücü yetmez bu şuurun

Şak etti Kamer, Fahr-i Beşer, ol yüce Server
Her yerde ve her anda onun nuru muzaffer

Kur'andı kavli, nurdu yolu, ümmeti mutlu
Ümmet olanın kalbi bütün nur ile doldu

Çekmezdi keder, ol sözü cevher, özü kevser
Ol Sure-i Kevser, dedi a'dasına "ebter!"

Ol Şems-i Ezel'den kaçınan ol kuru başlar
Gayya-i Cehennem'de bütün yakmış ateşler

Bitmişti nefes, çıkmadı ses, bıktı da herkes
Ol nura varıp baş eğerek hep dediler pes

İdraki olan kafile ayrıldı Kureyş'ten
Feyz almak için doğmuş olan şanlı güneşten

Ol kevser-i Ahmed'den içip her biri tas tas
Olmuştu o gün sanki mücella birer elmas

Ol başlara taç, derde ilâç, mürşid-i âlem
Eylerdi nazar bunlara nuruyla demâdem

Bunlardı o a'dayı boğan bir alay arslan
Hak uğruna, nur uğruna olmuş çoğu kurban

Bunlardan o gün ehl-i nifak cümle kaçardı
Müşrik ise, ol aklı anın kalmaz uçardı

Bunlardı o Peygamberin ashabı ve âli
Dünyada ve ukbada da hem şanları âlî

Tavsif ediyor bunları hep şöylece Kur'an:
Sulh vakti koyun, kavgada kükrek birer arslan

Hep yüzleri pâk, sözleri hak, yolları haktı
Merkebleri yeller gibi Düldül'dü, Burak'tı

Bir cezbe-i "Yâ Hayy!" ile seller gibi aktı
A'daya varıp her biri şimşek gibi çaktı

Bunlardı o gün halka-i tevhidi kuranlar
Bunlardı o gün baltalayıp küfrü kıranlar

Bunlardı mübarek yüce cem'iyet-i şûra
Bunlardı o nurdan dizilen halka-i kübra

Bunlardı alan Suriye, Irak, ülke-i Kisra
Bunlarla ziyadar o karanlık koca sahra

Bunlardı veren hasta, alîl gözlere bir fer
Bunlardı o tarihe geçen şanlı gazanfer

Her hepsi de bir zerre-i nuru o Habib'in
Her an görünür gözlere ondan nice yüzbin

Nur altına girmiş bulunan türlü cemaat
Hem buldu beka, hem de bütün gördü adalet

Derhal açılıp gökyüzü hem parladı ol nurdan gelen Risalei'n-Nur
Hallak-ı Rahîm eyledi mahlukunu mesrur

Zulmet dağılıp başladı bir yepyeni gündüz
Bir neş'e duyup sustu biraz ağlayan o göz

Bir dem bile düşmezken onun âhı dilinden
Kurtuldu, yazık dertli beşer derdin elinden

Ol taze güneş, ülkeye serptikçe ışıklar
Hep şâd olacak, şevk bulacak kalbi kırıklar

Her kalbe sürur, her göze nur doldu bu günden
Bir müjde verir sanki o bir şanlı düğünden

Arz eyleyelim ol yüce Allah'a şükürler
Kalkar bu kahr, cehl ü dalal, şirk ü küfürler

Ol nur-u Hüda saldı ziya, kalbe safa hem
Gösterdi beka, göçtü fena, buldu vefa hem

Çıkmıştı şakî, geldi nakî gördü adavet
Eylerdi nefiy, oldu hafî nur-u hidayet

Fışkırdı Risale-i Nur, ufuktan nur-u Risalet
Ol nur-u Risalet verecek emn ü adalet

Allah'a şükür, kalkmada hep cümle karanlık
Allah'a şükür, dolmada hep kalbe ferahlık

Allah'a şükür, işte bugün perde açıldı
Âlemlere artık yine bir neş'e saçıldı

Artık bu sönük canlara can üfledi canan
Artık bu gönül derdine ol eyledi derman

Bir fasl-ı bahar başladı illerde bu günden
Bir sohbet-i gül başladı dillerde bu günden

Benden bana ben gitmek için Risale-i Nur diye koştum
Nur derdine düştüm de denizler gibi coştum

Bir zerrecik olsun bulayım der de ararken
Düştüm yine derya gibi bir nura bugün ben

Verdim ona ben gönlümü baştan başa artık
Maşukum odur şimdi benim, ben ona âşık

Ol nur-u ezel hem kararan kalblere lâyık
Ol nurdan alır feyzini hem cümle halâyık

Kahreyledi ol zulmeti Risale-i Nur'a akanlar
Nur kahrına uğrar, ona hasmane bakanlar

Küfrün bütün alayı hücum etse de ey nur
Etmez seni dûr, kendi olur belki de makhur

Sensin yine hazır, yine sensin bize nâzır
Ey nur-u Rahîm, ey ebedî bir cilve-i kudret-i Fâtır

Bir neş'e duyurdun imanla sırr-ı ezelden
Bir müjde getirdin bize ol namlı güzelden

Madem ki içirdin bize ol âb-ı hayattan
Bir zerre kadar kalmadı havf şimdi memattan

Hasret yaşadık nuruna yıllarca bütün biz
Masum ve alîl, türlü bela çekti sebebsiz

Yıllarca akan, kan dolu gözyaşları dinsin
Zalim yere batsın, o zulüm bir yere sinsin

Yıllarca, asırlarca bu nurun yine yansın
Öksüz ve yetim, dul ve alîl hepsi de kansın

Ey nur gülü, nur çehreni öpsem dudağından
Kalb bahçesinin kalbine diksem budağından

Her dem kokarak hem o güzel rayihasından
Çıksam yine ben âlem-i fâni tasasından

Nur güllerin açsın, yine miskler gibi tütsün
Sinemde bu can bülbülü tevhid ile ötsün

Sensin bize bir neş'e veren ol gül-ü hâlis
Sensin bize hem cümleden a'lâ, dahi muhlis

Ey Nur-u Risalet'ten gelen bir bürhan-ı Kur'an
Ey sırr-ı Furkan'dan çıkan hüccet-i iman

Sendin bize matlub, yine sendin bize mev'ud
Sayende bugün herkes olur zinde ve mes'ud

Her an seni bekler ve sayıklardı bu dünya
Hak kendini gösterdi, bugün bitti o rü'ya

Bin üçyüz senedir toprağa dönmüş nice milyar
Mü'min ve muvahhid seni gözlerdi hep ey yâr

Her hepsi de senden yana söylerdi kelâmı
Her hepsi de her an sana eylerdi selâmı

Nur çehreni açsan, atarak perdeyi yüzden
Söyler bana ruhum yine مَا ازْدَدْتُ يَق۪ينًا

Vallah, ezelden bunu ben eyledim ezber
Risalei'n-Nur'dur vallah o son müceddid-i ekber

Yüzlerce sened, hem nice yüzlerce işaret
Eyler bu mukaddes koca davaya şehadet

En başta gelen şahid-i adl Hazret-i Kur'an
Göstermiş ayânen otuzüç yerde o bürhan

يَا مُدْرِكًا nin kalbine gömmüş Esedullah
Çok sır ki, bilenler oluyor hep sana âgâh

كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ demiş ol pîr-i muazzam
Binlerce veli hem yine yapmış buna bin zam

Mu'cizdir o söz, haktır o öz, görmedi her göz
Artık bu muammaları gel sen bize bir çöz

Altıncı Söz'ün aldı bütün fiil ü sıfâtı
Verdim de arındım ona hem zât u hayatı

Müflis ve fakir bekliyorum şimdi kapında
Tevhide eriştir beni, gel varını sun da

Ben ben diye, yazdımsa da sensin yine ol ben
Hiçten ne çıkar, hem bana benlik yine senden

Affet beni ey afvı büyük, lütfu büyük Risalei'n-Nur
Bir dem bile hem eyleme senden beni ya Rabbena mehcur

Nur aşkına, Hak aşkına, dost aşkına ey nur
Nurunla ve sırrınla bugün kıl bizi mesrur

Ey Nur-u Ezel'den gelen Nur-u Muhammed (asm)
Ey sırr-ı imandan gelen nur-u müebbed

Binlerce yetimin duyulan âhını bir kes
Sarsar o büyük arşı da vallah bu çıkan ses

Vallah cemilsin, yeter artık bu celalin
Göster bize ey Nur-u Muhammed, bir kerre cemalin

Dergâhını aç, et bize ihsan, yine ey nur-u Risalet
Biz dertli kuluz, kıl bize derman, yine ey nur-u hakikat

Emmare olan nefsimizin emrine uyduk
Ver bizlere sen nur ile îkan, yine ey Nur-u Kur'an

Hırs ateşi sönsün de gönül gülşene dönsün
Saç nurunu, hem feyzini her an, yine ey nur-u iman

Sen nur-u Bedî', Nur-u Rahîm'sin bize lütfet
Hep isteğimiz aşk ile iman, yine ey Nur-u İlahî

Dinin çekilip, dev gibi saldırmada vahşet
Rahm et, bizi garketmeye tufan, yine ey Nur-u Rahmanî

Pür-nura boyansın bütün âfâkı cihanın
Her yerde okunsun da bu Kur'an, yine ey Nur-u Sübhanî

Mahbubuna uyduk, hepimiz ümmeti olduk
Ağlatma yeter, et bizi handan, yine Ey Nur-u Rabbanî

Ol Ravza-i Pâk-i Ahmed'i (asm) göster bize bir dem
Artık olalım hep ona kurban, yine Ey Nur-u Samedanî

İslâm'a zafer ver, bizi kurtar, bizi güldür
A'damızı et hâk ile yeksan, yine ey Nur-u Furkanî

Her belde-i İslâm ile, olsun bu yeşil yurd
Tâ haşre kadar cennet-i canan, yine ey Nur-u imanî

Ol Fahr-i Cihan, Âl-i Abâ hakkı için hem ya Rab
Hıfzet bizi âfât u beladan ya Nure'l-Envâr bihakkı ismike'n-Nur! (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Parlak Fıkralar, Hasan Feyzi'nin Kasidesi)

* * *
Zekâi'nin Bir Manzumesi

Bu nur eser, tefsiridir o semavî kitabın,
İlân eder hakikatı, emr-i hakkı bildirir.
İsyanlara, zulümlere maruz olan cihanın
Bu asırda gözyaşını, nur saçarak dindirir.

Bu eserdir muzdarib gönüllere teselli,
Bu kararsız âlemin her buhranında nur saçar.
Bu eserdir her zulmette selâmet rehberi,
Ehl-i iman bu sayede bu eserle hür yaşar.

Masumlara bir öğüttür, gençlerin de rehberi
Her mazluma "Ağlama" der, "Güleceksin yarın sen!"
Tesellisi çok yücedir, ibretlidir dersleri,
Beli bükük ihtiyara müjde verir derinden.

Bu Nur eser, her bilginin, her mü'minin sertâcı,
Derdlilerin dermanıdır, her münkiri tokatlar.
Şirklerin hem hêdimidir, hem her kaygı ilâcı,
Zındık zalim ilişirse başına volkan patlar.

Bu eserdir insanları dehşetlerden dûr eden,
Kudret eli hâmisidir, hayret-efza hükmü var.
Muannidler teslim olur, hükmüne mağrur iken,
Her serseri feylesofu meftun eden nuru var.

Ey güç yetmez, dehşet veren haletlerden ağlayan,
Fânilere aldanarak kırıldıkça bağırma.
Ey zâilden, âcizlerden meded umup bağlanan,
Gir bu Nurun âlemine, fânileri çağırma.

Ayıl artık, gaflet sarhoşluğundan durma uyan,
Hevesatın bir ejderhadır kalbini kemirecek.
Yarın mes'ud olacaktır yoklukta Hakk'ı bulan,
Nura ver nakd-i ömrü, yarın sana verilecek,
Huzuruna uhrâda ihtişamlar serilecek...

Risale-i Nur'un kusurlu hâdimi
Zekâi
(Sikke-i Tasdik-i Gaybi / Emirdağ Lahikası-I, 62. Mektup)

* * *

MERHUM HASAN FEYZİ’NİN RİSALE-İ NUR HAKKINDAKİ MANZUMESİ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ

Âyetinin veraset-i Ahmediye (asm) cihetinde, mana-yı işarî noktasında, bu asırda o Rahmeten li’l-âlemîn’in bir âyinesi ve hakikat-i Kur’aniyenin bir hakiki tefsiri olan Risale-i Nur, o küllî rahmetin bir cilvesi, bir numunesi olmasından hakikat-i Muhammediyenin (asm) bir kısım evsafını, mana-yı mecazî ile cüz’î bir vârisine verilebilir diye bu parlak kasideye ilişmedim. Yalnız hakikat-i Ahmediye (asm) ile âyinesinin farkına işareten bazı kelimeler ilâve edildi.

Said Nursî

Huzur bulur bugün seninle âlem
Ey bu asırda rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur
Sürur bulur bugün seninle âdem
Ey bir rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Bu hasta gönüller çoktan perişan
Varsa sende eğer Lokman'dan nişan
Bir şifa sun, gel ey mahbub-u zîşan
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Gelmez mi sonu bu uzun hecenin
Geçmez mi gamı bu yaslı gecenin
Zâri arttı, sabrı bitti nicenin
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Fahr-i Âlem, Arş'tan bu yere indi
Şah-ı Velayet gelip Düldül'e bindi
Zülfikar'a bugün artık Nur dendi
Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Yolumuz, bu Nur'un bu nurlu yolu
Olduk hepimiz o Nur'un bir kulu
Nur yolunda yürüyen hem ne mutlu
Ey numune-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Nurs'un nur çıkan nurlu dağında
Bülbül öter bahçesinde bağında
Tozu olsak onun pâk ayağında
Ey rahmet-i âlem cilvesi Risaletü'n-Nur

Derdlere dermansın, mahbub-u cansın
Hem câmi'ü'l-esma vel-Kur'ansın
Hem de Nur-u Hak'tan bize ihsansın
Ey bir rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Bu âlemde madde değil, bir özsün
Her zerreden bakan bütün bir gözsün
Kâinatı hayran eden bütün bir yüzsün
Ey misal-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Aslı evvelisin balın, şekerin
Deryasısın cümle ilmin, hünerin
Gelmedi cihana böyle eser benzerin
Ey mir'at-ı rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Sen, aylardan, güneşlerden üstünsün
Nihayetsiz, sonu gelmez bütünsün
Nur cemalin bütün bütün görünsün
Ey mazhar-ı rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Boyun büküp acı acı melerdik
Gözyaşını kanlar ile silerdik
Görsek diye seni Hak'tan dilerdik
Ey bir temsil-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Çünkü sensin bu asırda Rahmetenlilâlemîn'in cilvesi
Çünkü sensin şimdi Şefîu'l-Müznibîn'in vârisi
Ağisnâ ya Gıyase'l-Müstagîsîn, bir duası
Ey şu'le-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Şifa bulsun şimdi biraz yaramız
Revaç bulsun geçmez olan paramız
Saç nurunu, aka dönsün karamız
Ey ziya-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Cürmümüzle külhan gibi pür-nârız
Derd elinden hem her gün zâr u zârız
Afvet bizi madem sana hep yârız
Ey nur-u rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Meylimiz yok yalancı bir dünyaya
Son verdik biz bid'alara, riyaya
Kapılmayız öyle kuru hülyaya
Ey bir hakikat-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Yok bizde cem'iyet kurma hülyası
Yok başka bir yola gitme sevdası
Olduk ancak Nur'un derdli şeydası
Ey derdlilere rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Yollarda bıraktık geçtik dervişi
Attık gönüllerden öyle teşvişi
Kâfi bu parlayan nurun güneşi
Ey ma'kes-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Geçmişiz hep medihlerden senadan
Yüz çevirdik servetlerden gınadan
Nur isteriz, geçmeden bu fenadan
Ey bu asırda rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Nur elinden içeli biz şarabı
Çevirmişiz tatlılığa azabı
Bir mahbubun biz de olduk türabı
Ey bize rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Âşıkların arşa çıkan feryadı
Ağlatıyor o pâk ruhlu ecdadı
Allah için eyle bize imdadı
Ey muhtaçlara rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Gökler saldı bela, yer verdi bela
Sarstı âfâkı bir acı vaveylâ
Rahmet et âleme ey Nur-u Mevlâ
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Bir yanda sel var, bir yanda kan akar
Bu bela ateşi âlemi yakar
Ağlayan bu beşer hep sana bakar
Ey numune-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Çevrildi ateşle bu koca dünya
Bir Cehennem gibi kaynadı derya
Yetiş imdada ey şah-ı evliya
Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Her yangını senin nurun söndürür
Her bir yeri bir gülşene senin nurun döndürür
Deccal'ı da bir gün gelir elbette öldürür
Ey nur-u rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Zındıkaya, küfre karşı saldırdın
Gönüllerden kederleri kaldırdın
Bizi nurun deryasına daldırdın
Ey biçarelere rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Kaldıramaz sana aslâ kimse el
Bağlıyoruz bizler sana candan bel
Dünyalara sensin ümid ve emel
Ey ziya-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Sen ordu kurmazsın erle, uşakla
Savaşmazsın öyle topla, bıçakla
Nurunla şu asrı tutup kucakla
Ey şimdi rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Bitsin de bu korkunç tufan-ı şedid
Açılsın yepyeni bir devr-i mes'ud
Onsekiz bin âlem eylesin hep îd
Ey ehl-i Kur'ana rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Geliyor şu karşıdan gerçi bir zulmet
Fakat sensin bugün atâ-yı rahmet
Boğacaksın onu nurunla elbet
Ey bir rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Kızıl ejder yuvamıza girmesin
Zehirli eli yakamıza ermesin
Karşı durup nurun fırsat vermesin
Ey seyf-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Kara duman üstümüzden dağılsın
Kızıl alev sönüp âlem ayılsın
Bu zaferin haşre kadar anılsın
Ey zülfikar-ı rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

O soydandır nice canlar yakanlar
O soydandır evler barklar yıkanlar
O soydandır sana kinle bakanlar
Ey hüccet-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Masumların kanlarını içerler
Ebu Cehl'i, Nemrudları geçerler
Ölümlerden ölümleri seçerler
Ey şimdi bir rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Bir mikrop ki, ciğerleri dişliyor
Kanımızla kendisini besliyor
Temiz yurdu telvis edip pisliyor
Ey bir eczahane-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Gazilerin, fatihlerin konağı
Seyyidlerin, serverlerin otağı
Bu vatandır, şehidlerin yatağı
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

O şehidin ala dönmüş kefeni
Miskler kokar, güle benzer bedeni
Öper melekler de nurlu na'şını
Ey numune-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Kur'an diyor ölmemiştir, diridir
Her birisi Hakk'ın arslan eridir
Türbeleri yürekleri titretir
Ey âyine-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Armağansın çünkü asil millete
Düşmeyelim bir gün bile zillete
Götür bizi şanlı büyük devlete
Ey misal-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Eyleyeler nurun ile hep savlet
Zaferlerle şanlar bulur bu millet
Şarka, garba ziya salsın bu devlet
Ey bizlere rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur

Nurdan kanadın, hem sağlam kolun var
Nurdan senin Hakk'a giden yolun var
Kabul et bir kemter Feyzi kulun var
Ey bu asırda rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur!

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Üstadım, Efendim Hazretleri!

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ âyetinin nurlarından, Nur’un sayesinde alabildiğim bir zerreyi bu şekilde yazdım ve huzur-u irfanınıza sundum. Kabulünü rica ederim. Selâmlarımızı sunar ve mübarek ellerinizi öperiz efendimiz.

Biçare talebeniz
Hasan Feyzi
(bk. age., Tarihçe-i Hayat, Emirdağ Hayatı)

* * *

Halil İbrahim'in Manzumesidir

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَٓائِمًا

Zerremizi fart-ı şefkatinle şems-i envârına düşürdün,
Cehlimizle enaniyetimizi diyar-ı irfanına düşürdün.
Maden-i nühasımızı pota-i Furkan'a düşürdün,
Hayfâ ki, o potada zünnar-ı inkârımızı düşürdün.

Saray-ı Kâ'be-i ulyâya erip tûl-ü emelimizi düşürdün,
Makam-ı nur-u tevhide varıp hâb-ı hayalimizi düşürdün
Haremgâh-ı İlahîde süveyda hücresine yükümüzü düşürdün,
Heyet-i suretinin derûnundaki manaya gönlümüzü düşürdün.

Tâ ezel sabahında vahdet nağmesini işittin,
Leyla-yı zaman Kays ile bir demde görüştün.
Dost ikliminin lâlesinin bağlarına eriştin,
Vahdet-i sâki midadını سَقٰيهُمْ kevserine düşürdün.

Olmasaydın ey Risale-i Nur bize sen armağan;
Çâh-ı masiva, nefs-i tağutla bel'ederdi bizi heman.
Dalaletten geçemez, küfür benliğinde kalırdık üryan,
Hamden Lillah katremizi bahr-i envârına düşürdün.

Sendeki esrar-ı Hak سَوْفَ تَرٰين۪ى yi söylesem,
Gül vechindeki Lahut benini şerh u beyan eylesem.
Nur-u Huda, mü'mine hedâ, dalalete seyf-i hemta mı desem;
Zülfikar ve Asâ-yı Musa ile münkirleri girdaba düşürdün.

Aşina-yı bezm-i Hak'tır Risale-i Nur talebeleri;
Nur-u Yezdan, Feyz-i Kur'andır cümlesinin rehberi.
Bu âciz nâtüvan onların bir hakir kemteri,
Halil İbrahim'e "hâk-i der-i âl-i abâ" tam düşürdün.

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى
Duanıza çok muhtaç, günahkâr kardeşiniz
Hâk-i der-i Âl-i Abâ
(bk. age.)

* * *

TARİHÇE-İ HAYAT

ÖN SÖZ

Tarihe şerefler veren erler anılırken
Yükselmede ruh en geniş âlemlere yerden
Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden
Geçmiş gibi Cennet'teki gül bahçelerinden... (Tarihçe-i Hayat, Ön Söz)

(...)

büyük ve eski bir Arab şâirinin bir beytiyle, çok derin bir hakikatı ifade ettiğini öğrendim:

"Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak, Cenab-ı Hakk'a zor gelmez..." (bk. age.)

(...)

Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse
İnsan da, o imandaki son sırra ererse
En azgın ölümler ona zincir vuramazlar
Volkan gibi coşkun akıyor durduramazlar...

Rabbimden iner azmine kuvvet veren ilham
Peygamber'i rü'yada görür belki her akşam
Hep nur onun iman dolu kalbindeki mihrab
Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtab.

Kar, kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz
Mevsim bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz
Cennet'teki âlemleri dünyada görür de
Mahvolsa eğilmez sıradağlar gibi derde.

En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa
Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa
Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez
Ruhundaki imanla yanan meş'ale sönmez.

Kalbinde yanardağ gibi, iman ne mukaddes
Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:
Ey yolcu! Şafaklar sökecek durma, ilerle
Zulmetlere kan ağlatacak meşalelerle.

Yıldızlara bas, çık yüce âlemlere yüksel
İnsanlığı kurtarmaya Cennet'ten inen el!.. (bk. age.)

(...)

Allah'tır onun yârı, mürebbisi, velisi
Andıkça bütün nur oluyor duygusu, hissi
Yükselmededir marifet iklimine her an
Bambaşka ufuklar açıyor ruhuna Kur'an
Kur'an ona yâdettiriyor "Bezm-i Elest"i
Âşık, o tecellinin ezelden beri mesti... (bk. age.)

(...)

Vazife başında ve cihad meydanında iken şu mısralar, lisan-ı halidir:

Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi
Sinsi düşmanlara hâşâ satamam benliğimi
Benliğimden uzak olmaktır esaret bence
Böyle bir zillete düşmek ne hazîn işkence.

Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her ânım
Dest-i kudretle yapılmış kal'adır imanım
Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşâdım
Görmek ister beni Cennet'te şehid ecdadım.

Ruhum oldukça müebbed, ebedîdir ömrüm
En büyük vuslata, Allah'a çıkan yoldur ölüm.(bk. age.)

(...)

Merhum Ziya Paşa, şu:

Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.

beyti ile nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikati ifade etmiştir.(bk. age.)

(...)

Yalnız yanık bir şâirimizin:

Hüsn olur kim, seyrederken ihtiyar elden gider. (bk. age.)

"Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular,
Kur'ana her zaman beşerin ihtiyacı var."

(Ali Ulvî Kurucu, Tarihçe-i Hayat, Ön Söz)

* * *

İLK HAYATI

Bedîüzzaman orada iken, Cem'ül-Cevami' kitabını, günde bir-iki saat iştigal etmek üzere bir haftada hıfzetti. Bunun üzerine Molla Fethullah şu kelâmı söyliyerek kitabın üzerine yazdı:

قَدْ جَمَعَ ف۪ى حِفْظِهِ جَمْعُ الْجَوَامِعِ جَم۪يعَهُ ف۪ى جُمْعَةٍ
(Meali: Cem’ü’l-Cevâmi’ kitabının tamamını bir Cuma’da hıfzında cem etmiştir. (Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı)

* * *

...Buna karşı Bedîüzzaman'ın verdiği cevap şu oldu:

اِنَّ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِالْاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

Yani "Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak.
Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak."
(bk. age.)

* * *

اِذًا مَحَاسِنِى اللَّات۪ى اَدَلُّ بِهَا كَانَتْ ذُنُوب۪ى فَقُلْ ل۪ى كَيْفَ اَعْتَذِرُ

Yani: Medar-ı iftiharım olan mehasinim, şimdi günah sayılıyor.
Artık nasıl itizar edeyim, mütehayyirim. (Divan-ı Harb-i Örfi)

* * *

... Sultan Selim'dir ki, demiş:

İhtilaf u tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hatta bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a'dayı def'e çaremiz
İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni...

Yavuz Sultan Selim
(bk. age., Yedinci Cinayet; Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı)

* * *

Muarradır feza-yı feyzimiz şeyn-i temennadan
Bize dâd-ı ezeldir, zîrden bâlâdan istiğna
Çekildik neşve-i ümidden, tûl-i emellerden
Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı leyladan istiğna... (bk. age.; Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı, s. 79)

(...)

İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez.
Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz.
Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. (Münazarat; Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı, s. 81

* * *

"Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tufan olsun."

Veyahut وَاِنْ مِتُّ عَطْشًا فَلَا نَزَلَ الْقَطْرُ olan kelime-i hamka ve seciye-i avrâ', himmetimizin elini tutmuş rehberlik ediyor.

(...)

وَالْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا deyip, Nur'un ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.

(...)

فَعَلَيْكُمْ بِالتَّدَارُكِ لِمَا ضَيَّعْتُمْ فِى الصَّيْفِ (Vakit geçmiş değil, eskiden kaybettiklerinizi şimdi tadârik edin.) İşte şimdi hizmet vaktidir. (Münazarat; Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı, s. 88)

* * *

مَنْ كَانَ هِمَّتُهُ نَفْسَهُ فَلَيْسَ مِنَ الْاِنْسَانِ لِاَنَّهُ مَدَنِىٌّ بِالطَّبْعِ

Yani, kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü insanın fıtratı medenîdir.

(...)

اَنْ لَا يُذَلِّلَ وَ لَا يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّٰهِ لَا يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ
وَ لَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ ٭ نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ

Yani, iman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek.

Allah'a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz.

Birbirinizi -Allah'tan başka- kendinize Rab yapmayınız!.. Yani Allah'ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder.

Evet, hürriyet-i şer'iye; Cenab-ı Hakk'ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hâssasıdır.
(Hutbe-i Şamiye, Altıncı Kelime; Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı, s. 101)

* * *

EMİRDAĞ HAYATI

Bugünde Mele-i A'lânın arzda medar-ı süruru
Bugünde sekene-i arzın Mele-i A'lâda medar-ı iftiharı
Bugünde Habibullah'ın medar-ı nazarı
Bugünde müslümanlığın sertacı

Bugünde hak tarîklerin şahı
Bugünde hakikatların imamı
Hem bugünde Mahbub-u Huda
Hem bugünde allâme-i asır

Hem bugünde zulmetin nuru
Hem bütün günlerde serdar-ı hidayet
Hem Molla Saidü'n-Nursî
Hem Bedîüzzaman el-Fahrüddevranî...

Hüsrev
(Tarihçe-i Hayat, Emirdağ Hayatı)

(...)

Merhum Hasan Feyzi, Nurlardan aldığı hakikat dersini, Nurlara işaret ederek güzel tanzim etmiş. Lâhika’ya girsin.

Said Nursî

Güzel oku! Her zerrede coşkun birer mana var
Derd ehline bu manada canlar sunan eda var
Vermek için parlaklığı, gamlı gönül evine
Bir bak hele, her cilâdan üstün olan cilâ var

Derin, güzel düşünce ile incelersen bunu sen
Zaîflemiş ruhlar için dağlar gibi gıda var
Hem dilersen, tükenmeyen sermaye-i serveti
Aç gözünü Nurlara bak, işte sana tufan gibi gına var

Beni tanı, yürü kulum yürü diye bizlere
Her nefeste şefkat ile Rabbimizden nida var
Duymuş isen bu nidayı her zerrenin dilinden
Müjde olsun, artık sana Cennet denen safa var

Uzaklara bakma! "Nurlara bak, yürü!" âlem onun âyinesi
Görmez misin, her yüzünde aynı renkte ziya var
Bir güneştir her zerrede cilve yapıp parlayan
Bilmez misin, sende dahi o edadan eda var

Eller açıp yürü bugün kana kana Risale-i Nur'dan ışık al
Aşka uyan, nura kanan her zerrede reha var
Hüner değil; dostu düşman, yârı ağyar eylemek
Yâdı biliş yapasın ki, ancak dostta vefa var

Hünerdir ki; yaprak atlas, toprak elmas olmalı
Çünkü bir bak, ne yaprakta ne toprakta beka var
Kısa görüp denizleri damlalara çevirme
Hakikatta, her damlada gizli birer derya var

Damla iken aslın senin, dağı taşı aşarsın
Hem gökleri keşfedersin, sende ey nur, böyle deha var
Bir noktayı bir cihan yap, o cihana hâkim ol
Zira senin bir noktanda, güneş kadar zekâ var

Her zerrenin Kâbesidir kalbi, yine kendine
Dikkat eyle, her birinde yine ancak hüda var
Sakın Feyzi!. Sen gözünü Hak yüzünden ayırma
Hakkı gören gerçeklere, hakkı kadar atâ var.

(Denizli Kahramanı Merhum)
Hasan Feyzi

HAZRETİNİZE BURADAN AYRILIK SÖYLEMİŞTİM

Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak
Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak
Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm
Çünkü hicran dolu kalbim yine hicran olacak.

Yine göç var diye mecnuna haber verme sakın
Yine matem, yine zâri, yine efgan olacak
Açılan ol gül-ü tevhid, sararıp solsa gerek
Kapanıp Kâ'be-i irfan, yine viran olacak

Haber aldım ki yarın yâd olacakmış bize yâr
Ne büyük yâre ki, kimler buna derman olacak
Bu büyük derd-i elemden kime şekva edeyim
İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak.

O şifa-bahş olan envârını sen çeksen eğer
Bana kim nur verecek, kim bana Lokman olacak
O temiz pak nefesin, âb-ı hayatı bu çölün
Onu dûr etme ki her ferd ona reyyan olacak.

Hele ol nur-u şerifin kime değmişse eğer
Küçücük zerre de olsa, meh-i tâbân olacak.
O lütufkâr, o keremkâr eli öptükçe, benim
Bu küçük kalb-i hazînim yine handan olacak.

Bâb-ı feyzinden ırak olmayı aslâ çekemem
Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak
Nazarın erse garib başıma ey nur-u Huda
Bugün artık bu hakir bendede umman olacak.

Bu anasır, yüzüne her ne kadar çekse hicab
Yine haksın, buna şahid yine Kur'an olacak
Kab-ı Kavseyn'den alıp dersimi bildim ki ayân
O güzel nur-u bedî', manevî sultan olacak.

Sakınıp, Feyzi-i biçareye bahs açma bugün
Yeni baştan yine şeyda, yine giryan olacak.
...

Biçare Talebeniz
Hasan Feyzi
(Tarihçe-i Hayat, Emirdağ Hayatı)

* * *

ISPARTA HAYATI

Hakikat şâiri Mehmed Âkif:

O nuru gönder İlahî asırlar oldu yeter!
Bunaldı milletin âfâkı bir sabah ister.

(...)

Dinim İslâm, kitabım Kur'an, imanım haktır.
Bu uğurda can vermek, ebedî yaşamaktır. (bk. age., Isparta Hayat)

* * *

TAHLİLLER

İmanlı nesiller seni takib edecektir,
Yıllarca, asırlarca peşinden gidecektir... (bk. Tahliller)

(...)

"Zeban-i yâr-i men Türkî ve men Türkî nemîdânem,
Çe hûşbûde eğer bûde zebaneş der dehanem. (Tarihçe-i Hayat, Risale-i Nur ve Hariç Memleketler)

* * *

MUHAKEMAT

جُمْلَه شٖيرَانِ جِهَانْ بَسْتَۀِ اٖينْ سِلْسِلَه اَنْد

رُوبَه اَزْ حٖيلَه چِه سَانْ بِگُسَلَدْ اٖينْ سِلْسِلَه رَا

(Meali: Cihanın bütün arslanlarının bağlandıkları bir zinciri hileci bir tilkinin koparmasına imkân var mıdır?) (Muhakemat, Kitaba Giriş)

* * *

İKİNCİ MAKALE (UNSURRU'L- BELAGAT)

يُنَاج۪ينِىَ الْاِخْلَافُ مِنْ تَحْتِ مَطْلِهِ * وَ تَخْتَصِمُ الْاٰمَالُ وَ الْيَاْسُ ف۪ى صَدْر۪ى

Yani: "Mumatala-i hak perdesi altında hulfü'l-va'd benimle konuşuyor..."

(...)

Veyahut yerin yağmur ile muaşaka ve şekvasını dinle! İşte:

تَشَكَّى الْاَرْضُ غَيْبَتَهُ اِلَيْهِ وَ تَرْشَفُ مَائَهُ رَشْفَ الرُّضَابِ

Yani: Yağmurun geç gelmesini ona teşekki eder. Mahbubun ağız suyu gibi suyunu emer.

Acaba yeri Mecnun, sehabı Leyla haletlerinde bu şiir sana tahyil etmiyor mu? (bk. age., İkinci Mesele)

(...)

Eğer tereddüt ile senin hayalin hastalığı var ise Kaside-i Bür’iyye’den olan

وَاسْتَفْرِغِ الدَّمْعَ مِنْ عَيْنٍ قَدِ اْمَتَلَاتْ § مِنَ الْمَحَارِمِ وَالْزَمْ حِمْيَةَ النَّدَمِ

(Meali: Haramla dolmuş olan gözlerinden gözyaşı akıt ve pişmanlık perhizine sarıl.)

olan bîmarhaneye git, gör! Nasıl hekim-i Busayrî, istifrağla ve nedametin perhiziyle sana reçete yazar.(bk. age., Üçüncü Mesele)

(...)

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُش۪يرُ

(Meali: İbarelerimiz ayrı ayrı ise de, senin hüsnün birdir. Hepsi de o hüsne işaret ediyorlar.) düsturuna timsal olmaktır. (bk. age., Dördüncü Mesele)

* * *

Al, kapıları aç... İşte:

قَالَتْ كَبِرْتَ وَشِبْتَ قُلْتُ لَهَا * هٰذَا غُباَرُ وَقَايِعِ الدَّهْرِ

Yani: Dedi: "İhtiyar oldun." Dedim: "Değildir; belki mesaib-i dehrin gürültüsünden ayakları altında çıkıp sakalıma konmuş bir beyaz gubardır."

Hem de:

وَلَا يُرَوِّعْكِ ا۪يمَاضُ الْقَت۪يرِ بِهِ * فَاِنَّ ذَاكَ ابْتِسَامُ الرَّاْىِ وَالْاَدَبِ

Yani: Sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. Zira nur-u mütecessim gibi dimağdan erimiş sakaldan mecra bulup kendini gösteren fikir ve edebin tebessümüdür.

Hem de:

وَعَيْنُكَ قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَب۪يبَةٍ * فَلَمْ تَنْتَبِهْ اِلَّا بِصُبْحِ مَش۪يبٍ

Yani: Gece gibi gençlikte gözün nevm-i gaflette dalmış, ancak subh-misal olan sakalın beyazıyla uyanabildi.

Hem de:

وَكَاَنَّمَا لَطَمَ الصَّبَاحُ جَب۪ينَهُ * فَاقْتَصَّ مِنْهُ وَخَاضَ ف۪ى اَحْشَائِهِ

Yani: Ciriti istemek yolunda, sabah, atımın yüzüne yed-i beyzasıyla bir tokat vurdu. Atım dahi kısasını almak için tayyar olan subha erişti, yere vurdu, içinde dört ayağıyla gezindi. Demek atım çal'dır.

Hem de:

كَاَنَّ قَلْب۪ى وُشَاحَاهَا اِذَا خَطَرَتْ * وَقَلْبَهَا قُلْبُهَا فِى الصَّمْتِ وَالْخَرَسِ

Yani: Kalbim maşukumun kemeri gibi hareket ve hışhış etmekte; onun kalbi ise onun bileziği gibi sükûn ve sükûttadır. Demek beli ince, bileği kalın olduğu gibi; kalbim müştak, onun kalbi müstağnidir. Demek hüsün ve aşkı ve istiğnayı ve iştiyakı bir taş ile vurmuştur.

Hem de:

وَاَلْقٰى بِصَحْرَاءِ الْغَب۪يطِ بَعَاعَهُ * نُزُولَ الْيَمَانِىِّ ذِى الْعِيَابِ الْمُحَمَّلِ

Yani: Tacir-i Yemenî gibi yağmurdan gelen sel, yüklerini, eskallerini gabît sahrasına attı...

Hem de:

غَارَ الْوَفَاءُ وَفَاضَ الْغَدْرُ وَانْفَرَجَتْ * مَسَافَةُ الْخُلْفِ بَيْنَ الْقَوْلِ وَالْعَمَلِ

Yani: Vefa, gavr-ı in'idama çekildi, tufan-ı gadr feverana başladı. Kavl ve amel ortasında uzun bir mesafe açıldı..." (bk. age., Beşinci Mesele)

* * *

İşte bak kaç tabakatta bildiğin manadan başka ne kadar maânî başlarını çıkarıp görünüyor. Eğer korkmuyorsan İbn-i Farıd'ın veya Ebu Tayyib'in gözlerinden müdhiş olan vicdanlarına bak. Ve vicdanın tercümanı olan

غَرَسْتُ بِاللَّحْظِ وَرْدًا فَوْقَ وَجْنَتِهَا حَقٌّ لِطَرْفِى اَنْ يَجْنِىَ الَّذ۪ى غَرَسَا

Hem de فَلِلْعَيْنِ وَالْاَحْشَاءِ اَوَّلَ هَلْ اَتٰى تَلَاعَائِدِىَ الْاٰسِى وَ ثَالِثَ تَبَّتِ
Hem de صَدٌّ حَمَا ظَمَائ۪ى لُمَاكَ لِمَاذَا وَ هَوَاكَ قَلْب۪ى صَارَ مِنْهُ جُذَاذًا
Hem de حُشَاىَ عَلٰى جَمْرٍ ذَكِىٍّ مِنَ الْغَضَا وَ عَيْنَاىَ ف۪ى رَوْضٍ مِنَ الْحُسْنِ تَرْتَعُ

gör ve dinle ki, çendan gözleri cennette tenezzüh eder, fakat vicdanlarındaki cehennem tazip eder...(bk. age., Altıncı Mesele)

* * *

فَانْظُرْ اِلٰى كَلَامِ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ فَبِاَىِّ اٰيَاتِ رَبِّكَ لَا تَتَجَلّٰى هٰذِهِ الْحَق۪يقَةُ فَوَيْلٌ ح۪ينَئِذٍ لِلظَّاهِرِيّ۪ينَ الَّذ۪ينَ يَحْمِلُونَ مَا لَا يَفْهَمُونَ عَلَى التَّكْرَارِ

(Meali: Kur'ân'ı öğreten Rahmân'ın kelâmına bir bak: Rabbinin âyetlerinden hangi biri var ki, bu hakikat onda tecellî etmesin? Yazıklar olsun o zahirperestlere ki, anlamadıkları şeyi tekrara hamlederler.)

(...)

فَانْظُرْ اِلٰى قِصَّةِ مُوسٰى فَاِنَّهَا اَجْدٰى مِنْ تَفَار۪يقِ الْعَصَا اَخَذَهَا الْقُرْاٰنُ بِيَدِهَا الْبَيْضَاءِ فَخَرَّتْ سَحَرَةُ الْبَيَانِ سَاجِد۪ينَ لِبَلَاغَتِهِ

Evet, kıssa-i Musa meşhur darb-ı meseldeki tefariku'l-asâdan daha nâfi'dir. Nasıl o asâ ne kadar parçalansa yine bir işe yarar. Kıssa-i Musa dahi öyledir. Bu hâsiyetine binaendir ki, Kur'an yed-i beyza-i mu'cizü'l-beyaniyle o kıssayı aldı. Ve suver-i müteaddidede gösterdi. Her bir ciheti hüsn-ü istimal etti. (Muhakemat, İkinci Makale, Dokuzuncu Mesele)

* * *

ÜÇÜNCÜ MAKALE (UNSURU'L-AKİDE)

كَلَّا وَاللّٰهِ اَيْنَ الثَّرٰى مِنَ الثُّرَيَّا وَ اَيْنَ الضِّيَاءُ السَّاطِعُ مِنَ الظُّلْمَةِ الطَّامِسَةِ

(Allah'a yemin olsun ki hayır. Serâ nerede, Süreyyâ nerede? Her şeyi gösteren ışık nerede, her şeyi örtüp saklayan zulmet nerede?)

(...)

آنْ خَيَالَات۪ى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْت * عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْت

(Evliyaya tuzak olan hayaller, ilâhî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir.)

(...)

حَق۪يقَةُ الْمَرْءِ لَيْسَ الْمَرْءُ يُدْرِكُهَا فَكَيْفَ كَيْفِيَّةُ الْجَبَّارِ ذِى الْقِدَمِ * هُوَ الَّذ۪ى اَبْدَعَ الْاَشْيَٓاءَ وَ اَنْشَاَهَا فَكَيْفَ يُدْرِكُهُ مُسْتَحْدَثُ النَّسَمِ

(İnsan, kendi hakikatini dahi idrak etmekten âciz iken, her şeyden önce var olan ve her şeyi ceberutiyet-i mutlaka ile hükmü altında tutan Zâtı nasıl idrak edebilir? O Cebbâr-ı Zîkıdem ki, her şeyi ilk olarak yoktan yaratmış ve inşa etmiştir; sonradan var olup can bulanlar Onu nasıl idrak etsin?) Muhakemat (RNK) - 100

Kitab-ı âlemin evrakıdır eb'ad-ı nâmahdud
Sutûr-u kâinat-ı dehrdir a'sar-ı nâma'dud
Basılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatta
Mücessem lafz-ı manidardır âlemde her mevcud.

Hoca Tahsin
(Muhakemat, Üçüncü Makale, Birinci Maksat)

* * *

وَالَّذ۪ى قَصَّ عَلَيْهِ الْقِصَصَ لِلْحِصَصِ وَسَيَّرَ رُوحَهُ ف۪ى اَعْمَاقِ الْمَاض۪ى وَ ف۪ى شَوَاهِقِ الْمُسْتَقْبَلِ فَكَشَفَ لَهُ الْاَسْرَارَ مِنْ زَوَايَا الْوَاقِعَاتِ اِنَّ نَظَرَهُ النَّقَّادَ اَدَقُّ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ عَلَيْهِ وَ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ عَلَى النَّاسِ

(Ona bu kıssaları hikâye ederek ruhunu mâzinin derinliklerinde ve istikbalin şahikalarında gezdiren ve hadisatın karanlık köşelerindeki esrar perdesini Onun için kaldırana yemin olsun ki, Onun keskin gözü kendisini şaşırtmayacak kadar dikkatli, Onun hak olan mesleği ise insanları aldatmaktan uzaktır.)
(bk. age., İkinci Maksat, İkinci Meslek)

* * *

وَالَّذ۪ى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ الْمُعْجِزَ اِنَّ نَظَرَ الْبَش۪يرِ النَّذ۪يرِ وَ بَص۪يرَتَهُ النَّقَّادَةَ اَدَقُّ وَ اَجَلُّ وَ اَجْلٰى وَ اَنْفَذُ مِنْ اَنْ يَلْتَبِسَ اَوْ يَشْتَبِهَ عَلَيْهِ الْحَق۪يقَةُ بِالْخَيَالِ وَاِنَّ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى وَ اَعْلٰى وَ اَنْزَهُ وَ اَرْفَعُ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ اَوْ يُغَالِطَ عَلَى النَّاسِ

(Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı öğretene and olsun ki, Beşîr ve Nezîr olan Zât'ın bakışı ve herşeyi inceden inceye tetkik eden basireti, hakikati hayale karıştırmak veya benzetmekten yüce, dakik ve parlaktır; hak olan mesleği ise, insanları aldatmak veya yanıltmaktan müstağni, münezzeh ve yücedir.) (bk. age., Dördüncü Meslek)

* * *

KÜÇÜK BİRADERİM ABDÜLMECİD’İN TAKRİZİDİR

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

أحمده تعالى حمدًا بلا حدّ، وأصلي على رسوله سيدنا محمد وعلى اٰله وصحبه سالكي الطريق الأسدّ.

(...)

ويحق أن يقال في تأليفه
بديع النسج والاسداء انشا ٭ من التعييب والتّغْيير حاشا
كتابًا باللٓالي قد توشا ٭ أناسي النصوص قد تحشّا
مرىٔ الصدق والحق المبين ٭ ويومي للكنوز تحت غين
ولذي الدين والٔاحباب زين ٭ كما للقالي والحساد شين
يمزق عن وجوه الحق مينا ٭ يعمّى لذوي الالحاد عينًا
محك للنحول من نقول ٭ وقيد للعقول من فحول
جدير بالتقلّد في نحور ٭ محافظة الحدود والثغور
خليق بالتقلد في العناق ٭ لضرب الفرق في رأس النفاق
على الطرف متى يُسطر سُطُر ٭ ه لا يعشاه طول الدهر عور
على القلب بان تكتب أحرى ٭ وأن تجعل مكان الحبر تبرًا
صغير الجرم تبرى المثال ٭ كمرقاةٍ الى أوج الكمال
كثير الرموز والمعنى دقيق ٭ وعن دركه ذو الطعن سحيق
هلال الشكّ معناه فحدد ٭ بكحل ضدّه العين فراود
و اني لا يكون ذا كذا كا ٭ ويختصم بكتفيه السماكا
وقد أنشاه رازيّ الٔاوان ٭ مجيد للبديع في الزمان
وذا العصر به يعلو وسام ٭ لذا التأليف تاريخ تمام

Bu kitap hakkında şöyle söylenmeyi hak etmiştir.

1. Bu kitap, dokuması ve örgüsü, eşi benzeri olmayan bir inşadır.
Ayıplanma ve kusurlu olma ihtimalinden uzaktır.
2. İncilerle süslü, en iyi metinlerle dolu, noksanlardan arınmış bir kitaptır.
3. O, doğru olanları, hakikatleri açıkça gösterir. Ve sık ağaçlar altında gizli hazinelere işaret eder.
4. Dindarların ve dostların süsü, koğuculuk yapanların (lâf taşıyanların) ve hased edenlerin (çekememezlik yapan, kıskananların) da ayıbıdır.
5. Hakikatlerin yüzündeki tüm yalan ve iftiraları parçalar, mülhidlerin (dinsizlerin, kafirlerin) gözlerini kör eder.
6. Doğru bilgileri uydurma hikâyelerden ayıran bir mihenk, yüksek âlimlerin akıllarını hataya düşmekten koruyan bir bağdır.
7. Gerdanlık gibi boyna takılmaya layıktır.
Hudutları ve düşmanların giriş yerlerinin muhafızıdır.
8. Nifakın başının ortasına vurup yarmak için kuşanmaya, gerdanlık gibi boyna takılmaya layıktır.
9. Onun satırları bir defa göze göründü mü, o göze ebediyen körlük gelmez.
10. O, senin onu kalbinin üzerine mürekkep yerine altınla yazmana lâyıktır.
11. Hacmi küçük ama eşsizdir. Kemalin zirvesine ulaştıran bir merdivendir.
12. Remizleri çok, mânâları pek ince ve derindir. Ona dil uzatan, onu anlamaktan pek uzaktır.
13. Onun mânâsı "şek günü"nün hilali gibidir. Keskin ve derin nazarla ona bak! Sürme ile gözünü keskinleştir de öyle o mânâlara dal!
14. Bu, nasıl böyle olmasın ki, çünkü çıkıp herkese meydan okuyor.
15. En güzel biçimde zamanın Râzî'si onu inşâ etti, yazdı. Zamanın şereflisi Bediüzzaman yazdı, te'lif etti.
16. Bu asrın rütbesi onunla yükselir. Bunun te'lifinin tam tarihi budur.

Abdülmecid
(Asar-ı Bediiyye, Muhakemat, Küçük Biraderim Abdülmecid'in Takrizidir)

* * *

İŞARATÜ'L-İ'CAZ

هُوَ الْمِسْكُ مَا كَرَّرْتَهُ يَتَضَوَّعُ

(O misk gibidir, karıştırıldıkça kokususu yayılır, parlar.) (İşaratü'l-İ'caz, Bakara Suresi, Giriş)

* * *

... şu şiiri lisan-ı halleriyle temessül ediyorlar:

عِبَارَاتُنَاشَتّٰى وَحُسْنُكَوَاحِدٌ * وَكُلٌّاِلٰى ذَاكَالْجَمَالِيُشٖيرُ

Yani “İbarelerimiz ayrı ayrı ise de hüsnün birdir. Hepsi de o hüsne işaret ediyorlar.”

(...)

Ve lisan-ı haliyle şu şiiri okur:

وَ كَمْ مِنْ عَٓائِبٍ قَوْلًا صَحِيحًا وَ اٰفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّق۪يمِ

Yani: Kur'anda ta'yib edilecek hiçbir nokta yoktur. Kur'an gibi sahih kavilleri ta'yib etmek, ancak fehimlerin sekametinden ileri geliyor. (bk. age., İkinci Ayet)

* * *

وَ كَمْ مِنْ عَٓائِبٍ قَوْلًا صَح۪يحًا ٭ وَ اٰفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّق۪يمِ

(Sağlam sözleri kötüleyen nice kişiler vardır ki, onların âfetleri hasta anlayışlarından ileri gelir.)

Şairin dediği gibi fehimleri hasta olduğundan, sağlam sözleri ta’yib ediyorlar veya ayı gibi elleri üzüm salkımına yetişemediğinden, ekşidir diyorlar... (bk. age., 23-24. Ayetler)

* * *

Evet bir şâirin dediği gibi, لَوْ كُلُّ كَلْبٍ عَوٰى اَلْقَمْتَهُ حَجَرًا ٭ لَمْ يَبْقَ ف۪ى هٰذِهِ الْكُرَةِ اَحْجَارُ her üren kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz. (bk. age.)

* * *

İbn-i Abbas لَيْسَ فِى الْجَنَّةِ اِلَّا اَسْمَٓائُهَا ("Cennet'te, yalnız isimleri vardır.") cümlesiyle işaret etmiştir.
(bk. age., 25. Ayet)

* * *

MESNEVİ-İ NURİYE

HUBÂB

Kur’ân-ı Hakîm’in Ummanından

خُدَاىِ پُرْ كَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْ رَا م۪ى خَرَدْ اَزْ تُو بَرَاىِ تُو نِگَهْ دَارَدْ بَهَاىِ ب۪ى گِرَانْ دَادَه

(Hâlık-ı Kerim, kendi mülkünü senden satın alıyor, cennet gibi büyük bir fiyat veriyor. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor, kıymetini yükselttiriyor. Yine sana hem bakî hem mükemmel bir surette verecektir.) (Mesnevi-i Nuriye, Hubab)

* * *

رَاجِعْهُمَا تَرٰى اَمْرًا عَظ۪يمًا غَفَلَ عَنْهُ النَّاسُ

(O ikisine müracaat et; orada insanların gaflet ettikleri büyük bir hakikat bulacaksın.) (bk. age.)

* * *

Zeylü’l-Hubab

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Öyle bir Allah'a hamd, medh ü senalar ederiz ki, şu âlem-i kebir onun icadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlem de onun ibdaıdır...

Biri inşası, diğeri binasıdır.
Biri san'atı, diğeri sıbgasıdır.
Biri nakşı, diğeri zînetidir.
Biri rahmeti, diğeri nimetidir.
Biri kudreti, diğeri hikmetidir.
Biri azameti, diğeri rububiyetidir.
Biri mahluku, diğeri masnuudur.
Biri mülkü, diğeri memluküdür.
Biri mescidi, diğeri abdidir. (bk. age., Zeylü'l-Hubab)

* * *

HABBE

حَبَّه م۪ى گُويَدْ

مَنْ شَاخِ دِرَخْتَمْ پُرْ اَزْ مَيْوَهءِ تَوْح۪يدْ يَكْ شَبْنَمَمْ اَزْ يَمْ پُرْ اَزْ لُؤْلُؤِ تَمْج۪يدْ

(Habbe diyor ki: Ben tevhid meyveleriyle yüklü bir ağacın dalıyım. Tevhid incileriyle dolu bir denizin damlasıyım.) (bk. age. HABBE)

(...)

İ’lem eyyühe’l-aziz! “Geceye benzeyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuş idi. Ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım” mealinde olan

وَعَيْنِى قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَبِيبَتِى - وَلَمْ تَنْتَبِهْ اِلاَّ بِصُبْحِ مَشِيبِ

(Geceye benzeyen gençliğim zamanında gözlerim uyudu. Ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım.)
şiirin şümulüne dahilim.(bk. age.)

* * *

NOKTA

الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا وَ اَيْنَ الضِّيَاءُ السَّاطِعُ مِنَ الظُّلْمَةِ الطَّامِسَةِ

(Serâ nerede, Süreyyâ nerede? Her şeyi gösteren ışık nerede, herşeyi örtüp saklayan zulmet nerede?)

(...)

آنْ خَيَالَاتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ ٭ عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ

(Evliyaya tuzak olan hayaller, ilâhî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir, yansımalarıdır.)

تَفَكَّرُوا ف۪ٓى اٰلَٓاءِ اللّٰهِ وَ لَا تَفَكَّرُوا ف۪ى ذَاتِه۪ فَاِنَّكُمْ لَنْ تَقْدِرُوا ٭ حَق۪يقَةُ الْمَرْءِ لَيْسَ الْمَرْءُ يُدْرِكُهَا فَكَيْفَ كَيْفِيَّةُ الْجَبَّارِ ذِى الْقِدَمِ ٭ هُوَ الَّذ۪ٓى اَبْدَعَ الْاَشْيَاءَ وَ اَنْشَاَهَا فَكَيْفَ يُدْرِكُهُ مُسْتَحْدَثُ النَّسَمِ

(İnsan, kendi hakikatini dahi idrak etmekten âciz iken, herşeyden önce var olan ve herşeyi ceberutiyet-i mutlaka ile hükmü altında tutan Zâtı nasıl idrak edebilir? O Cebbâr-ı Zîkıdem ki, herşeyi ilk olarak yoktan yaratmış ve inşa etmiştir; sonradan var olup can bulanlar Onu nasıl idrak etsin?) (bk. age.,Nokta, Tenvir)

* * *

MÜNDERECÂT HAKKINDA

Bu Mesnevî-i Nuriye’deki risalelerin isimleri Reşhalar, Katre, Hubab, Habbe şeklinde gidiyor. Eğer Katre risalesinin âhirinde merhum Şeyh Safvet Efendinin yazdığı gibi, herbir risaleye bir takriz yazılsaydı, o merhumun “Bu bir katre değil, bir bahrdır” dediği gibi biz de derdik:

"O bir lem'a değil, bir şemstir.
O bir reşha değil, bir bahrdır.
O bir zühre değil, bir cinandır.
O bir hubab değil, bir ummandır." (bk. age., Nokta)

* * *

Meded ey kafile-salar-ı rusül huz biyedî,
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi
İntisabım sanadır işte dilimde senedi:
Lâ ilahe illallah Muhammedün Resulullah. (Badıllı trc. Mesnevi-i Nuriye, Nokta)

* * *

BARLA LAHİKASI

Hulusi Bey'in Fıkrasıdır

Hâtem-i İ’caz, hizmet-i Kur’an’daki kıymettar kardeşlerimi tanıttırdı. Ve şu güzel nurlu beyti hatırlattı:

Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim,
Mir'at-ı Muhammed'den, Allah görünür daim.

Ve şu fıkrayı söylettirdi:

Âyinedir bu hâtem, herkes sıdk ile hâdim,
Mir'at-ı Üstaddan, Kur'an'dır görünen daim. (Barla Lahikası, 89. Mektup)

Binbaşı Asım Bey'in Risaletü’n-Nur Sözleri Hakkında Temsil Ettiği Bir Fıkrasıdır

Münezzehtir şuunattan, hep ilham-ı İlahîdir,
Okurken nur alır vicdan, sutûr-u bîtenahîdir,
Riyadan, kibirden, her maâsiden münezzehtir,
Kelâm-ı Lâyezalî'den gelen, bir nur-u müferrihtir.

Nasıl bir vecd içinde anladım bilsen, bu âsârı,
Bu, âyetler gibi nuranî ve lahutî bu efkârı,
Meâsir mi eser mi münceli yoksa müesser mi?
İlahî bir "sürâ"dan berk uran, hayretfeza sır mı?

Anılmaz, anlatılmaz, sırr-ı vahdetten haberlerdir.
Sen ey gafil beşer bil nefsini, gör ki, ne şeylerdir.
Bütün kevn vâlih ü hayran düşündükçe ser-encamın
Kerîm hayretle, hürmetle anar namın, büyük namın. Âsım (bk. age., 90. Mektup) - 89)

* * *

Ahmed Galib’in Sözler Hakkında Bir Fıkrasıdır

Âdem-i ilm-i hakikattır sözün,
Tercüman-ı kenz-i vahdettir sözün.

Hazret-i Hak'tan atâ-yı mahzdır,
Neş'e-i Şît-i hüviyettir sözün.

Ders-i hikmetten bütün ulvî beyan,
Misl-i İdris, pür-hikmettir sözün.

Mevc-i tufan-ı dalaletten siper,
Keştî-i Nuh-u selâmettir sözün.

Sarsar-ı ilhaddan inkaz eden,
Şu'le-i Hûd-u hidayettir sözün.

Tezkiyetbahş-ı kulûb-ü mü'minîn,
Sâlihdar-ı emanettir sözün.

Vahdetin esrarını ilân eden,
Ol Halil-veş asl-ı millettir sözün.

Bahş-ı zemzem eyler, ehl-i hayrata,
İsmail-i feyz-i hürmettir sözün.

Mahz-ı tahkiktir, hayalâttan alâ,
Sırr-ı İshak-ı hakikattır sözün.

Zümre-i Tağut'u hep berbad eder,
Lut gibi rükn-ü salabettir sözün.

Hep kelâmullah-ı nâtık şerhidir.
Kenz-i i'caz-ı risalettir sözün.

Din-i Hakkın neşr ü tamimi için,
Fazl-ı İsrail-i kudrettir sözün.

Hak cemaliyle kemalin gösteren,
Hüsn-ü Yusuf'tan işarettir sözün.

Yokluk içre, varlığa kaim olan,
Sabr-ı Eyyüb-ü metanettir sözün.

Mülhid firavunları gark eyleyen,
Tûr-u Musa-i şeriattır sözün.

Serteser mizan-ı hikmetle rasîn,
Çün Şuâyb-ı emn ü adalettir sözün.

Ehl-i idlâli eden zîr ü zeber,
Sanki Harun-u fesahattır sözün.

Asker-i Calut-u küfrü mahveder,
Savt-ı Davud-u hilafettir sözün.

Marifet-i takva ve hikmet mülküne,
Bir Süleyman-ı emarettir sözün.

Hasılı dertlilere derman eder,
Dest-i Lokman-ı hazakattir sözün.

Ba's-ü ba'de'l-mevte kaim hüccetin,
Çûn Üzeyr mazhariyettir sözün.

Söz değil, özdür bütün tibyanınız,
Vech-i Hakka hep işarettir sözün.

Lübb-ü lüb marifettir mâ-hasal,
Yüzyüze hakka itaattir sözün.

Ehl-i şevke âb-ı hayat bahşeden,
Hıdr-ı bahreyn-i velayettir sözün.

Bâr-ı sıkletten ukûlü kurtaran,
Nur-u İlyas-ı riyazettir sözün.

Kulluğun efdalini izhar eden,
Zülkifl-i ibadettir sözün.

Sed çeker kâfir olan ye'cüclere,
Çünkü Zülkarneyn-i kudrettir sözün.

Sırr-ı tesbihatı telkin eyleyen,
Misl-i Yunus gavvas-ı hakikattır sözün.

Rahmet-i Rahman'ı hep tezkâr eder,
Hamd-i Zekeriyya-yı rahmettir sözün.

Tâb ile şerh-i kitab-ı Hak eder,
İlm-i Yahya-i verasettir sözün.

Mürdeyi ihya, körü bîna eder,
Nefha-i İsa-yı fıtrattır sözün.

Müjdepeyma-yı kulûb-ü ehl-i hak,
Mâhî-i târîk-i fetrettir sözün.

Ahmed'in mi'racını eyler beyan,
Şerh-i ahkâm-ı nübüvvettir sözün.

Hak Teâlâ daima pür-nur ede,
Çünkü irfan-ı saadettir sözün.

Şân-ı Üstadda ne dersen Galiba,
Az ki, bir iman-ı hayrettir sözün.

Ahmed Galib

* * *

Ahmed Galib’in Sözler Hakkındaki Arabî Fıkrasıdır

مُق۪يمُ السُّنَّةِ بِالْاِجْتِهَادِ ٭ قِوَامُ الدّ۪ينِ ف۪ى يَوْمِ الْفَسَادِ
سَلَلْتَ السَّيْفَ عَلَى الَّذ۪ينَ ضَلُّوا ٭ عَنِ الْحَقِّ وَ هُمْ اَهْلُ الْعِنَادِ
بَيَانُكَ كَانَ صَمْصَامًا شَد۪يدًا ٭ عَلٰى اَهْلِ الضَّلَالَةِ وَ الْاِرْتِدَادِ
وَ نَادَيْتَ الْجَوَانِبَ هَلْ اَجَابُوا ٭ اِلٰى نَهْجِ الْحَق۪يقَةِ وَ السَّدَادِ
اَجَابَ اَهْلُ قَلْبٍ طَائِع۪ينَ ٭ وَ تَهْتَزُّ الْقُلُوبُ بِالْوَدَادِ
لَانْتَ دَعَوْتَهُمْ سِرًّا وَ جَهْرًا ٭ لَقَدْ جَاؤُكَ مِنْ اَقْصَى الْبِلَادِ
فَمَا اسْتَغْنَوْا عَنِ الْاٰيَاتِ طُرًّا ٭ لِاَنَّهُمْ اَتَوْكَ بِاِعْتِمَادٍ
رَاَوْ ف۪ى نُطْقِكُمْ نُورًا جَلِيًّا ٭ فَيَوْمًا بَعْدَ يَوْمٍ مُسْتَزَادٌ
فَتَحْتَ عَلَيْهِمْ اَبْوَابًا كَث۪يرًا ٭ مِنْ اَقْسَامِ الْعُلُومِ بِالرَّشَادِ
جَزَاكَ اللّٰهُ مِنْ خَيْرٍ كَث۪يرٍ ٭ وَ اَعْطَاكَ الصَّفَا فِى كُلِّ وَادٍ
وَ يَحْفَظُ قَلْبَكُمْ مِنْ كُلِّ هَمٍّ ٭ وَ اٰثَارَكَ مِنْ طَوْرِ الْكَسَادِ
يُرَوِّجُ نُطْقَكُمْ ف۪ى سُوقِ حِكْمَةٍ ٭ بِاَنْوَارٍ اِلٰى يَوْمِ التَّنَادِ
اَلَا لَا تَرْتَعِبْ عَنْ دَعْوَةِ النَّاسِ ٭ فَبَشِّرْ قَلْبَهُمْ وَ اللّٰهُ هَاد۪ى
(bk. age., Barla Lahikası, 101. Mektup)

* * *

Nasuhîzade Şeyh Mehmed Efendinin Fıkrasıdır

Bülbül-i Bağistan-ı Kur’ân, Üstad-ı Ekremim, Efendim Hazretleri;

... Bir ay sonra Burdur’u teşrifle, bazı yevm sohbet-i irfâniyenizde bulunup ruhlarımıza gıda bahşolundu. Şu tulûatımı arza ictisar ediyorum:

Halka-i hakikatta devrandadır ol mübarek Üstad,
Kavuşturdular ruhunu, ervah-ı Enbiyaya ânın,

Mest-i müstağrak olup hayrettedir ol mübarek Üstad,
Mübarek Kur'an'ın dellâlısın dediler âna.

Sözleri cândır, onu tutmayan ruhsuzdur heman,
Bütün söylediği nur-u hikmettir ânın.

Mi'rac-ı ruhanîde devrandadır ol mübarek Üstad,
Kalbim içre feyz-i Nur'un görmüşem heman.

İçi umman-ı vahdette, dışı sahra-yı kesrette görünür Üstad,
Dünyada, uhrada refik olalım âna.

Umarım Mevlâm ihsan eder biz âciz kullarına
Nasuhizade Mehmed, söyledi heman bu sırları
Hazine-i Kur'an'ın bir miftahıdır Hazret-i Üstad.

Nasuhizade Şeyh Mehmed
(bk. age., 115. Mektup)

* * *

Hulusi Bey'in Fıkrasıdır

"İdrak-i maâlî, bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez!" (bk. age., 123. Mektup)

* * *

Osman Nuri’nin Bir Fıkrasıdır.

Kitapların en büyüğüsün Kelâm-ı Kadîm,
Hak kanunların anasısın Kur'an-ı Azîm,
Kudsî tarihlerin nur babasısın Kelâm-ı Kadîm,
Sen dinimizin bekçisisin Kur'an-ı Azîm.

Dört İlahî kitabın anası, yalnız sensin,
İftihar eder seninle bütün din-i İslâm,
Sensiz yaşamak isteyen kalbler gebersin,
Sen hakikatın ilk ve son güneşisin.

Her varlığın üstünde, sönmeyecek güneşsin,
Bütün gizli ve aşikârın miftahı sensin,
Seni tanımayan ve tâbi' olmayan, her yerde
Sahibinin gazabına uğrasın, gebersin.

Hükmün muhakkak kıyamete kadar bâkidir,
Sana inanmayanlar âdi, zelil, kâfirdir,
Sen her varlığın üstünde doğan güneşsin,
Seni istemeyenler dünyada Cehennem'e göçsün.

Hâşâ! Seni beğenmeyen ve yanlış diyenlerin,
Dilleri kesilsin, yere batsın.
Sana hor bakmak isteyenleri, Allah kahretsin,
Sen hakikatın ilk ve son güneşisin.

Osman Nuri
(bk. age., 148. Mektup)

* * *

Osman Nuri’nin Bir Fıkrasıdır.

KUR'AN-I AZÎM

Bir kelimeni, milyonlar defa tekrar okusam
İlk başladığım lezzeti, daima duyarım.
Sen İslâm ocaklarının sönmez bir lem'asısın
Sen o misilsiz zâtın, emsalsiz kelâmısın

Rabbin en sevgili Resulüne kısmet olan
Değerli binbir çeşit isbatlı kelâmısın.
Hangi kitab var ki, asırlarca böyle hürmetle okunsun
Nasıl bir nankör var ki, gelsin sana dokunsun

Hâşâ, sana inanmayanlar kâfirse bile
Gelsin onun dellâlının yanına otursun.
O dellâldan alınca ders-i ilhamı
Lanetler eder, inkâr ettiğine Kur'an'ı

İlmin en derin hocası, bürhanı
Zelil eder, karşısında seni tanımayanı.
Kudsî kitabın çok ünlü, onun dellâlı üstadım Said
Gönül ister ki, o ayarda bulunsun binler Said.

Aynı günün sabahı okuduğum, büyük ve kudsî kitabımız olan Kur'an-ı Azîmüşşan'dan aldığım nurlu ilham-ı İlahîden, dolayısıyla güneş gibi kuvvetli olan risale-i âliyelerinizin âcizde bıraktığı derin his ve tesirlerden doğmuştur.

Osman Nuri
(bk. age., 163. Mektup)

* * *

Hulusi'nin Fıkrasıdır

Hulusi bak gaybî ihbarnameye
Gör üstadım neler izhar eylemiş
Kitab-ı Sinan'dan edip tefe'ül
Hakka ki keramet ibraz eylemiş

"Ümmi Alîm"le "Sinan-ı Ümmi"de
Hesab-ı ebced'le var mutabakat
Görünür bakılınca bu tarîkle
Esma-i Üstad'la tam münasebet

Hakkıyla hâdimü'l-Kur'an'dır
Üstad İsbata kâfidir bu muvafakat
Hayretbahş esrara vâkıftır bu zât
İhvana deriz haber-i beşaret

Sekiz yüz sene evvelinden görmüş
Hâdimü'l-Furkan Bedîüzzaman'ı
Habib-i Huda hem de Gavs-ı A'zam
Sultan-ı evliya Şah-ı Geylanî

Büyük bir hüsn-ü zan ile Üstadın
Seni Kur'an hâdimi eder add
Kapan secde-i şükre, de Hulusi:
İlahî ente Rabbî ve ene'l-abd

Bu âciz kulunu muvaffak eyle
Hizmet-i Kur'an'la şerefyâb eyle
Hizbü'l-Kur'an'dan ayırma tâ ebed
Bu âsi kuluna merhamet eyle

Üstadım Said Nursî'den ol razı
Bi-hürmeti Habibike'r-Raziyy-il Marzî
Evliya sultanı Abdülkadir'in
Himmetin eksiltme bizden İlahî

İhbarname-i gaybın izharının
Gönül istedi yazmak tarihini
Yüz bin hamd ü şükret Hakk'a
Hulusi sana üstaddır Molla Said Nursî.

Uhrevî kardeşiniz
Hulusi
(bk. age., 178. Mektup)

* * *

...Bu nurlu tefekkür, bana büyük bir ümit bahşetti. Muallim Cudî’nin kasidesindeki şu mısraı da derhatır ettirdi.

Cem etti kabâil ve şuûbu
Mevlâya muhabbeti müsellem
Bir kıbleye bağlandı kulûbu
Sallâllahü aleyhi ve sellem. (bk. age., 203. Mektup)

* * *

21 ramazan-ı şerif

(Abdülmecid’e yazılan mektubu, senin mektubunun içine koydum, ona gönderiniz.)

(Biraderlerine Yazdıkları Mektuptan.)

Eğer ahval-i ruhiyemi anlamak istersen, gelecek şu iki fıkra tercümandır. Bir şairin dediği gibi derim:

(Ney) gibi her dem ki geçmiş ömrümü yâd eylerim.
Tâ nefes var ise kuru cismimde feryat eylerim.

Bir ticaret kılmadım, nakd-i ömür oldu heba,
Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenha garib,
Dîde giryan, sine biryan, akıl hayran, bîhaber.

Evet, geçmiş ömrü israf ettik, zayi ettik. Çok mübarek zatlar, ahbaplar kaybettik, yalnız kaldım. O mübareklerle beraber âhirete çalışmadım. (bk. age., 245. Mektup)

* * *

...Mevlâna Câmî'nin Divanıyla kardeşlerimle tefe'ül ettik. Dedik: Ya Câmî! Bu hurufat-ı Kur'aniyeye dair beyan ettiğimiz nüktelere ne dersin? Bir Fatiha okuyup falı açtık. İşte başta fal şu geldi:

جَام۪ى اَزْ خَطِّ خُوشَشْ پَاكْ مَكُنْ لَوْحِ ضَم۪يرْ
ك۪ينْ نَه حَرْف۪يسْتْ كِه اَزْ صَفْحَهءِ اِدْرَاكْ رَوَدْ

Yani, "Bu huruf öyle harf değildir ki, akıl ve idrak sahifesinden gitsin. Öyle kudsî harf, öyle güzel şirin hatt, daima kalbimin sahifelerinde yazılmalı, silinmemeli." (bk. age., 259. Mektup)

* * *

Bir zât def'-i beliyyat için istişfâ اِسْتِشْفَاءْ ve istişfâ' اِسْتِشْفَاعْ için böyle demiş:

ل۪ى خَمْسَةٌ اُطْف۪ى بِهَا نَارَ الْوَبَٓاءِ الْحَاطِمَةِ
اَلْمُصْطَفٰى وَ الْمُرْتَضٰى وَابْنَاهُمَا وَ الْفَاطِمَة

[Bende beş şey vardır ki, onlarla vebâ ateşinin yangınını söndürürüm: Mustafa (asm), Murtazâ (Ali r.a.), onun iki oğlu (Hasan ve Hüseyin (r.anhüma) ve Fâtıma (r.anha).] (bk. age., 267. Mektup)

* * *

(Galib'in Farisî Fıkrası. Keramat-ı Gavsiye Münasebetiyle Yazmış.)

كِيسْتَمْ مَنْ چُو يَكِى عَاجِز و بِى تَاب و زَبُونْ ٭ دِلْ حَزِينْ سِينَه پُرْ آلَام و سَرَمْ مَسْتِ جُنُونْ
اَزْ غَمِ فِرْقَتِ دِلْدَارْ بَسِى پُويَنْدَمْ ٭ كَسْ نَمِى بُودْ دِلِ زَارِ مَرَا رَاهْنُمُونْ
سَالْهَا دَرْ اَلَمِ هَجْرْ پَرِيشَانْ بُودَمْ ٭ نَه يَكِى يَارِ مُوَافِقْ نَه يَكِى جَامِ سُكُونْ
رَاهِ بِهْبُودِىءِ مَنْ گُمْ شُدَه بُودْ آنْ بَآنْ ٭ دَرْ سَرَمْ شَوْقِ جُنُونْ بُودْ شَب و رُوزْ فُزُونْ
عَاقِبَتْ دَسْتِ قَضَا هَادِئِ بِهْبُودَمْ شُدْ ٭ هِمَّتِ زُمْرَهءِ مَرْدَانِ خُدَا جِلْوَه نُمُونْ
چِه نَوَازِشْ كِه: دِلَمْ يَافْتَه دَرْ سَايَهءِ پِيرْ ٭ شُدَمْ اَلْحَاصِلْ اَزْ دَوْلَت و لُطْفَشْ مَاْمُونْ
بَخْتِ نَاسَازِ مَرَا سَازِىءِ اِقْبَالْ رَسِيدْ ٭ دِلِ بِيچَارَهءِ مَنْ شُدْ زِفُيُوضَشْ مَمْنُونْ
نِيسْتْ عَجَبْ خَاكِ سِيَهْ لَعْل شَوَدْ دَرْ پِيشَشْ ٭ نُورِ حَقَّسْتْ هَمَانْ اِينْ نَه فِسَانَه نَه فُسُونْ
دَرْ زَمِينِ اَهْلِ حَقْ اَنْوَارِ تَجَلَّاىِ خُدَاسْتْ ٭ پِيشِشَانْ مَاضِى و آتِى هَمَه يَكْ نُقْطَهءِ نُونْ
آنْچِه مَاضِيسْتْ بِخَوانَنْد بَدِلْ هَمْچُو كِتَابْ ٭ حَال و آتِى هَمَه يَكْ شِيوَه شَوَدْ كُفّ و كُمُونْ
دِلِ شَانْ آيِينَهءِ آيَتِ لَوْحِ مَحْفُوظْ ٭ زَانْ سَبَبْ نِهَانْ اَزْدِلِ شَانْ كُنْ فَيَكُونْ
آنْچِه دِيدَنْد و بِگُويَنْدْ خُدَا آمُوزَدْ ٭ آلَت و قُدْرَتِ حَقَّنْدْ مُكَمَّلْ مَوْزُونْ
هَانْ دَرْ نُسْخَهءِ تَوْرَاتْ ثَنَاىِ مَحْمُودْ ٭ هَانْ دَرْ لَوْحِ زَبُورْ وَصْفِ مَسِيحَا اَفْزُونْ
وَصْفِ اَصْحَابِ مُحَمَّدْ هَمَه دَرْ اِنْجِيلَسْتْ ٭ اِينْ چِه بِينِشْ هَمَه اَزْ وَحْىِ خُدَاىِ بِيچُونْ
بَازْ دَرْ اَهْلِ وَلَايَتْ تُو بِينِى اِينْ رَازْ ٭ دَادَه اَزْ خَبَرِ آتِى پَيَامِ مَقْرُونْ
خَبَرِ گُلْشَنِى مِى دَادْ جَلَالِ رُومِى ٭ شَيْخِ اَكْبَرْ خَبَرِ مِصْرِى دِهَدْ اَمْرِ يَكُونْ
اَحْمَدِ جَامْ دِهَدْ اَزْ اَحْمَدِ فَارُوقِى خَبَرْ ٭ مَنْ كُدَامَشْ بِشُمَارَمْ كِه زِاَعْدَادْ فُزُونْ
هَرْ يَكِى گُفْتَه خَبَرْ رَمْز و اِشَارَتْ كَرْدَنْدْ ٭ پِيشِيَانْ اَزْ پَسِيَانْ دَادَه نِشَانِ سَيَكُونْ
بَاخُصُوصْ مَرْدِ خُدَا حَضْرَتِ عَبْدُ الْقَادِرْ ٭ غَوْثِ اَعْظَمْ قُطْبِ دَائِرَهءِ كُنْ فَيَكُونْ
پَسْ اِشَارَتْ دِهَدْ ازْحَالَتِ آتِىِ جِهَانْ ٭ هَرْ چِه دِيدَسْتْ بِگُفْتَسْتْ بَيَانِ مَسْنُونْ
گُفْت دَرْ نَظْمِ تَجَلَّى كِه شَوَمْ حِرْزِ مُرِيدْ ٭ اَزْشَرّ و فِتْنَه نِگَهْبَانِ مُرِيدَمْ مَاْمُونْ
كَرْدَه اَزْ فِتْنَهءِ جَنگِيز و هُلَاگُو اِخْبَارْ ٭ بِنْگَرَدْ لِيكْ رُمُوزِ سُخَنَشْ تَا بِكُنُونْ
خَبَرِ فِتْنَهءِ اِينْ دَوْرِ زِنُطْقَشْ پَيْدَا ٭ يَافْتَه اَزْ رَمْزِ اُو اَرْبَابِ يَقِينْ سَرْ فُزُونْ
فِتْنَهءِ دَوْرِ كُنُونْ چُونْكِه زِحَدْ اَفْزُونَسْتْ ٭ زِشِرَارِ شَرّ و فِتْنَه شُدَه جَيْحُونِ هَامُونْ
اَهْلِ دَانِشْ هَمَه سَرْ جَيْبِ قَبَا مِيكَرْدَنْدْ ٭ عَرْصَهءِ دِينْ زِمَرْدَانْ شُدَه خَالِى مَشْحُونْ
دِيدَهءِ دَهْرْ نَدِيدَسْتْ بَدِينْ دَغْدَغَه هِيچْ ٭ مِى رَوَدْ رُودِ فِرَاتْ خَلْق هَمَه تَشْنَه نُمُونْ
دَرْ هَمَه هِيچْ عَصْر فِتْنَهءِ اِينْ دَوْر نَبُودْ ٭ اَكْثَرِ خَلْق شُدَه حَالِ زَمَانْرَا مَفْتُونْ
مُلْحِدَانْ رُوزُ شَبْ اِيجَادِ فِتَنْ مِى كَرْدَنْدْ ٭ زَهْرِ خَنْد نَكُنَدْ بَلْكِه بِگِرْيَدْ مَجْنُونْ
بَرْ بَدِينْ فِتْنَه و شَرْ حَضْرَتِ اُسْتَادِ سَعِيدْ ٭ جَبْهَه بِگِرِفْتْ خُوشَا مَرْدِ سَعَادَتْمَقْرُونْ
تِيغِ سَرْتِيزْ شُدَه دَرْ كَفِ اُو چُونْكِه قَلَمْ كِلْكِ اُو زُمْرَهءِ اِلْحَادْ هَمَه كَرْدَه زَبُونْ
هَيْبَتِ دِينْ زِگُفْتَارِ خُوشَشْ پَيْدَا شُدْ ٭ هَرْكِه اِينْ نُورْ نَبِينَدْ شَوَدْ اِذْعَانَشْ دُونْ
كِلْكِ اُسْتَادْ اَزْ لَدُنْ بَسْطِ حَقَائِقْ مِيكَرْدْ ٭ تَا اَبَدْ اَزْ فَيْضِ عَيَانَشْ هَمَه جَانْ نُورِ عُيُونْ
‌ـ(لَا تَخَفْ قُلْهُ‌ـ) بِفَرْمُودْ مَگَرْ حَضْرَتِ غَوْثْ ٭ دَرْحَقِّ حَضْرَتِ اُسْتَادْ شَوَدْ اَصْلِ مُتُونْ
حَبَّذَا رَمْزِ كِه گُفْتْ حَضْرَتِ عَبْدُ الْقَادِرْ ٭ نِعْمَ ذَا نُطْقِ كِه كَرْدَسْتْ سَعِيدْ سَعْدِ نُمُونْ
آنْ كِه دِيدَسْتْ پَسَنْدَسْت بَيَانْ مِى كَرْدَسْتْ ٭ حَقْ پَسَنْدَسْت شَوَدْ تَشْنَهءِ فَيْضَشْ اَفْزُونْ
بَعْد زِينْ غَالِبِ بِيچَارَه دُعَا مِى گُويِيمْ ٭ بَادْ رَاضِى زِسَعِيدْ ذَاتِ خُدَاىِ بِيچُونْ
هِمَّتَشْ عَالِى و فَيْضَشْ هَمَه اَعْلَا بَادَا ٭ بِدِهَدْ حَضْرَتِ حَقْ نَشْئَهءِ غَيْرِ مَمْنُونْ
تَا فَلَكْ دَائِر و اِينْ اَرْض هَمِى شُدْ سَائِرْ عَظَّمَ اللّٰهُ لَهُ الْاَجْرَ وَ قَرَّتْهُ عُيُونْ

غَالِبْ
(bk. age., 269. Mektup)

* * *

(Abdurrahman Tahsin'in Fıkrasıdır)

Rûz sâim, leyl kaim,
Çû makam-ı âşıkan
Leyle-i nısf-ı Regaib,
Târik-i dünya ve tâib.

Naşir-i Risale-i Nur,
Bedîüzzaman muhibb-i Bâz-ı Geylan.
Ey ferîd-i asrı'z-zaman
Sensin hakîm-i kalbân.

Fakir Talebeniz
Abdurrahman Tahsin
(bk. age., 283. Mektup)

* * *

Bir gün zalimlere dedirir Hazret-i Mevla,

تَاللّٰهِ لَقَدْ اٰثَرَكَ اللّٰهُ عَلَيْنَا

Risale-i Nur Şakirdlerinden
İhsan Sırrı
(bk. age., 287. Mektup)

* * *

Küçük Hüsrev Mehmed Feyzi’nin Bir Fıkrasıdır.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ

Kıymetdar Üstadım, Efendim!

Çeşm-i im'anımla kıldım Risale-i Nur'a nazar,
Yoktur imkân yaza mislin efrad-ı beşer.

Bu ne elfaz, bu ne mana, bu ne üslûb-u hasen,
Okudukça münceli olmakta daim bir hüsün.

Bârekellah ey mukaddes Nur-u Hüda,
Sendedir envâr-ı tevfik-i İlahî ruşenâ.

Âfitabın nuru zâildir, bu nur ammâ verir,
Subh-u mahşerde uyûn-u mü'minîne incilâ.

Her harfi şem'a-i feyz-i İlahî cilveger,
Zevk alır baktıkça insan, bütün eşyadan geçer.

Eyliyor talim-i iman-ı tahkikî cümle âleme,
Kim okur sıdkla, iner feyz-i Rahman kalbine.

Halleder tılsım-ı kâinatı, her harfi dünya değer,
İlm-i nâfi'dir, yazılır ecr-i cezîl, tâ kıyamet bîkeder.

Hasılı, bilcümle meknuzat-ı hikmetperverin,
Her biridir ehline, bir âfitab-ı Haknüma.

İlahî bihakkı Esmaike'l-Hüsna,
Tâ kıyamet münteşir olsun, uyûn-u ehl-i Hak bulsun cilâ.

Ey müellif-i Risale-i Nur, ger edersin iftihar becâdır,
Gıbta ederse cümle ihvanın sana, çok sezadır.

Çünkü eyledin iman-ı tahkika bir memer,
Elde ettin şaheserle zuhr-i yevmi'l-mefer.

Bilirim değilsin enbiyadan bir nebi,(Haşiye)
Lâkin elinde nedir bu nur-u mu'teber?

Feyziyâ sen etme tatvil-i kelâm,
Eyler elbet ehl-i irfan, arz-ı tahsin-i eser.

(Haşiye): Mevlâna Câmî, Mevlâna Celaleddin-i Rumî hakkında demiş:
مَن چِه گُويَمْ دَرْ وَصْفِ آنْ عَال۪ى جَنَابْ ٭ ن۪يسْتْ پَيْغَمْبَرْ وَل۪ى دَارَدْ كِتَابْ
Câmî'nin bu fıkrasının mealine işaret etmek istiyorum.

Fakir Talebeniz
Küçük Hüsrev Mehmed Feyzi
(Barla Lahikası, 288. Mektup)

* * *

EMİRDAĞ LAHİKASI

İşte bunun için şimdi çektiği bütün zahmetler rahmet, yaptığı hizmetler hikmet olmuş. Celali yüzünden cemalini de gösterip âlem, bir gülzar-ı kemal bulmuştur.

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azap,
Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

Niyazi-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek katreyi umman, âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylemiştir.

(...)

Âb-ı rûy-i Habib-i Ekrem için
Kerbelâ'da revan olan dem için
Şeb-i firkatte ağlayan göz için
Râh-ı aşkında sürünen yüz için.

Risale-i Nur’a ve Üstada ve İslâm’a zafer ver yâ Rabbî! Âmin!

Ey Risale-i Nur! Seni söndürmek isteyen bedbahtların necm-i istikbali sönsün. İzzet ve ikbali ve şan ü şerefi aksine dönsün. Sen sönmez ve ölmez bir nursun.

Boyun bâlâ, gözün şehlâ, gören mecnun seni leyla
Sözün ferşte, gözün Arş'ta, gönül meftun sana cânâ
Nikabın nur, nigâhın nur, kitabın nur senin ey nur
Bağın Nursî, huyun munis, özün idris ferd-i yekta
Açılmış gül, öter bülbül, yüzünde var zarif bir tül
Yazılmış üstüne nurdan قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰى
Sana canın feda etmez mi senden hem görenler hak
Sözün hak, hem özün hak, hem mesleğin hak, hem makamın Kâ'be-tül Ulyâ.
يُر۪يدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِه۪ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
...

Duanıza Muhtaç Talebeniz
Hasan Feyzi
(Emirdağ Lahikası-I, 51. Mektup)

* * *

RİSALE-İ NUR

Mazhar-ı esma u sıfât-ı Bedîüzzaman'dır bu
Mev'ûd-u risaletten bizlere fazl-ı ihsandır bu
Kenz-i mahfîde muhit-i mekteb-i irfandır bu
Hava-i zulmette işrak eden şems-i tâbândır bu

Mişkât-ı misbahtan menşur-u hakikat-i Kur'andır bu
Mevsim-i a'sarda yekta bir gülistandır bu
İrşad-ı feth-i keşifte serencam-ı hidayettir bu
Sefine-i necatta sırr-ı menzile vusule kaptandır bu

Leyle-i zulmet-i cehilde nur-u çırağ-ı Yezdan'dır bu
Gamgin gönüllerde behçet-i ferahfeza-yı şâdümandır bu
Şems-i Kur'andan akseden nur-u irfandır bu
Sultanü'l-eser ve zübdetü'l-meâni tefsir-i Furkan'dır bu

Şeref-i Ehl-i Beyt ve teşci-i Gavs-ı A'zam'dır bu
Etba-i Ehl-i Sünnet ve iklim-i marifette sultandır bu
Maden-i marifet ve ibraz-ı şefkatte ümmü'l-enamdır bu
Cism-i velayette evliyaya ruhfeza-yı candır bu

Kevkeb-i muhakkikînde mü'minlere atâ-yı Sübhan'dır bu
Vahdet-i mevcud ve râhının semasında kehkeşandır bu
İlm ü marifet bahrinde dürr-i yekta-yı mercandır bu
İlm ü hakikatta şu'ledar mâhitab-ı âhirzamandır bu

Müstağrak-ı envâr-ı safada gelen bahardandır bu
Teslim-i rıza ve nezahet-i istiğnada aynı iz'andır bu
Risale-i Nur talebelerine hakikat-i kıble-i imandır bu!..

Halil İbrahim (rh.)

* * *

RİSALE-İ NUR

Bu Nur eser tefsiridir o semavî kitabın
İlân eder hakikatı, emr-i hakkı bildirir
İsyanlara, zulümlere maruz olan cihanın
Bu asırda gözyaşını nur saçarak dindirir.

Bu eserdir muzdarib gönüllere teselli
Bu kararsız âlemin her buhranında nur saçar
Bu eserdir her zulmette selâmetin rehberi
Ehl-i iman bu sayede, bu eserle hür yaşar...

Masumlara bir öğüttür, gençlerin de rehberi
Her mazluma "Ağlama" der, güleceksin yarın sen
Tesellisi çok yücedir, ibretlidir dersleri
Beli bükük ihtiyara müjde verir derinden!

Bu eserdir insanları dehşetlerden dûr eden
Kudret eli hâmisidir, hayret-feza hükmü var
Muannidler teslim olur hükmüne mağrur iken
Her serseri feylesofu meftun eden nuru var!

Bu nur eser her bilginin, her mü'minin sertacı
Derdlilerin dermanıdır, her münkiri tokatlar
Şirklerin hem hêdimidir, hem her kaygu ilâcı
Zındık, zalim ilişirse başında volkan patlar!

Ey güç yetmez dehşet veren haletlerden ağlayan
Fânilere aldanarak kırıldıkça bağırma
Ey zâilden, âcizlerden meded umup bağlanan
Gir bu Nur'un âlemine, fânileri çağırma...

Ayıl artık gaflet sarhoşluğundan, durma uyan
Hevesatın bir ejderdir, kalbini kemirecek
Yarın mes'ud olacaktır yoklukta Hakk'ı bulan
Nur'a ver nakd-i ömrü, yarın sana verilecek
Huzuruna uhrada ihtişamlar serilecek.

Risale-i Nur'un Kusurlu Hâdimi
Zekâi
(Emirdağ Lahikası-I, 61. Mektup)

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...