"Beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar..." İzah eder misiniz?
- Beş on dakika az değil mi, buradaki şereften kasıt nedir?
Değerli Kardeşimiz;
Bazı şartlar küçük amelleri büyük yapar, bazı şartlar da büyük amelleri küçük yapar. Bazı şartlar vardır küçük günahları büyük yapar, bazı şartlar da büyük günahları küçültür, nazar-ı affa ulaştırır.
Ağır şartlarda ve meşakkatli bir vasatta küçük bir ibadet, büyük sevaplar kazandırır. Harpte ve soğukta bir askerin bir dakika nöbeti ya da şehid olması, cennet ve velayet makamını kazandırıyor. Rahat bir vasatta ibadet eden bir abidin bir senelik ibadeti, o askerin bir saatine karşılık gelmiyor.
Aynı şekilde şartların rahat ve geniş olduğu bir vasatta yapılan çok büyük ibadetler, meşakkat içinde yapılan amellerle kıyaslandığı zaman küçülür. Onun bir senesi bunun bir saatine denk gelir. Yani ibadetleri ve amelleri kıymetli yapan veya yapmayan şey, şartlar ve ahvaldir.
"Kim ümmetimin fesada girdiği bir ortamda sünnetime temessük ederse, yüz şehit sevabı kazanır." (Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394)
Hadisi, bu manaya işaret eder. Bazen olur ki şartlar ağırlaştığı için, bir sünneti işlemek, şehadet kadar makam kazandırır.
Eski zamanlarda iman ve ibadetler umumi olduğu için, vera’ ve zühd gibi mefhumlar öne çıkmıştır. Allah katında kıymet kazanmak için seviyenin üzerine çıkmak gerekiyor ki, o zamanlarda bu ancak vera’ ve zahidane bir hayat ile mümkündü. Şimdilerde günahlar rahatla işlendiği için, yani şartlar ibadet ve takva noktasından zorlaştığı için, az bir amel, eski zamanlarda işlenen çok amele bedel bir duruma gelmiştir. Onun için bu zamanda farzları yapan, büyük günahları terk eden bid’atlara taraftar olmayan tahkikî iman sahipleri, eski zamandaki evliyaların mesabesindedir, demek hata olmaz.
Bazen olur ki, küçük bir günah büyük bir günah gibi insanı esfel-i safiline atar. İbadet ve takvanın umumî olduğu şartlar içinde küçük bir günah aynı ibadette olduğu gibi ehemmiyet kesb eder, büyük bir günah sınıfına geçer. Zira ahval ve şartlar günaha girmeye müsait olmadığı halde işlenen günah ile muhit günaha girmeye müsait olduğu zaman işlenen günah aynı derecede değildir. Eski zamanda işlenen küçük bir günah belki bu zamanda işlenen büyük bir günaha bedeldir. Zira şartlar ve muhit insan üzerinde müsbet veya menfi olarak çok büyük bir baskı teşkil ediyor. Cenab-ı Hakkın ahirette kullarına yapacağı muamele işlenen günahların dehşet-engiz şartlarına göre olacaktır. Yanlış anlaşılmasın, şartlar ve muhit günaha müsait diye günahları serbestçe işlemek demek değildir.
Meselâ; Hazret-i Osman (ra) Medine döneminde Müslümanların çok sıkıntı çektiği ve fakir olduğu bir esnada, bir su kuyusunu satın alıp Müslümanlara bahşetmesi cennetle müjdelenmesine sebep olmuştur. Şayet bu bahşetme işi Müslümanların güçlü ve bolluk zamanında olsaydı aynı dereceyi ve sevabı yakalayamazdı. Zira şartlar genişlemiş, herkes birçok hayır yapmaya başlamış, bahşetme sıradan bir iş haline gelmiştir.
Aynı şekilde şartların çok zor, sıkıntılı olduğu bir dönemde insan basit bir vazifeyi terk etse çok büyük zulüm ve günah işlemiş olur. Zira zamanın ve şartların çetin olması o basit işi çok mühim ve büyük yapıyor. Mesela herkesin açlıktan kırıldığı ya da çok zor şartlar altında hayatını idame ettirdiği bir durumda, birisi normal zamanlarda sıradan olan bir ziyafet verse çok büyük vebale ve günaha girmiş olur.
Netice olarak, eski zamanda işlenen basit bir günah insanı helake götürebileceği gibi, şimdi bu zamanda işlenen az bir amel de insanı yüksek makamlara ulaştırabilir. Bunun sebebi ise asrın dehşetli olması, günahların her taraftan sel gibi hücum etmesi, şartların amel ve günah üzerindeki tesiridir. Öyle ise bu zamanda farzları yapan, büyük günahları terk eden kurtulur inşaallah. Bunun dışında ne yapılsa kârdır ve sağlam bir iman iktiza eder. Risale-i Nurlarla beş on dakika meşgul olmanın keyfiyet ve yüksekliği bu sırdan dolayıdır.
Risale-i Nurları okumak elzemdir. Zira iman ve marifete ait birer mücevherat hazinesi olan Risale-i Nurlar, akılları, ruhları ve fikirleri tenvir eder, vicdanları ziyalandırır, kalplere ve gönüllere feyyaz nurlar, âli hisler ve tatlı zevkler bahşeder. İnsan bu eserleri mütalaa ettikçe, kalbinde, fikrinde ve ruhunda marifet nurları letafetli goncalar gibi açılır. Bu eserler, hayat kadar kıymetli, cevher kadar parlak ve değerli, ruh kadar ulvi, bahar kadar neşeli, seher kadar bereketli ve sevimli, baldan daha tatlı ve zevklidir. Bu ulvi hakikatlerin her bir kelimesi ayrı ayrı birer barika-i hikmettir. Risale-i Nur bütün ümitlerin kat kat fevkinde umumi bir teveccühe mazhar oldu, hiç bir milletin tahammül edemeyeceği katmerli cehalet bulutlarını izale etti, bahar güneşi gibi insanların feyiz ve bereketine vesile oldu, ilim, irfan ve marifet sahasında büyük bir teceddüd yaptı, ulvi tekâmül kapılarını açıp, onları zulmetten nura, cehaletten, feyiz ve marifete çıkardı. Risale-i Nur sayesinde söndürülmeye çalışılan çırağ-ı umudu yeniden ışıklanmaya başladı.
Medrese ve tekkeler kapatılınca Cenab-ı Hak lütuf ve kereminden Risale-i Nur gibi bir eser nasib etti. Eskiden Arapça, Kur’an, hadis, kelam ve fıkıh gibi dersler müderrisler tarafından okutulurdu. Burada tedrisat görenler ise on beş yıl okutulduktan sonra ancak alî ilimlere çıkılabilirdi. Zaten o medreselerde herkes de okuyamazdı. İşte kapatılan o medrese ve tekkelere bedel, Risale-i Nur öyle bir mektep ve medrese oldu ki, her kesimden, her meslek grubundan talebesi var. Bu hizmet sadece belli bir yaş grubuna münhasır değildir. Çocuklar, gençler, ihtiyarlar, hanımlar, mütefekkirler, araştırmacılar, ilim adamları bu mektebin birer talebesidirler. Bu eserleri okuyan herkes istidat ve kabiliyeti nisbetinde ondan hisse alır, kalbine ve ruhuna nakşeder ve imanını inkişaf ettirir. Üstad Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:
“Evet Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi, on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zât tecrübeleriyle şehadet ederler.” (Kastamonu Lahikası)
Ahir zamanın inkârcı ve gafletli şartlarındaki az bir amel ve az bir ilim meşguliyeti, eski zamanlardaki iman ve huşu dönemlerindeki çok amel ve ilim ile meşguliyete denk gelebilir. Çünkü iki dönem arasındaki şartlar çok farklı.
Şeref burada unvan manasında kullanılıyor. Yani "Günde beş on dakika Risale-i Nur ile meşgul olan birisi ilim talebe unvanını kazanabilir" denilmek isteniyor. Diğer bir manası da "ilim talebesi olmanın kıymetini kazanır" demektir.
BEŞ ON DAKİKA DAHİ OLSA...
Risale-i Nur Külliyatı’nın okunmasına iki yönden bakmak gerekiyor: Birincisi iman-ı tahkikî yolunda ilerleme, ikincisi iman ve Kur’ân hizmetine daha fazla iştirak etme.
Şunu hemen ifade edelim ki, okumak ve hizmet etmek birbiriyle çok yakından alakalıdır. Birincinin zaafa uğraması hâlinde ikinci şıkkın sürekliliği kaybolur; bir müddet sonra o da terke uğrar. Yani, “Hizmet ediyorum.” diye şahsî okumalarını sekteye uğratan, ibadetlerinde noksanlıklar baş gösteren kişilerin hizmetleri devamlılık arz etmez, geçici bir süre parlamanın ardından gerileme ve sönme baş gösterir.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zâriyat, 56) âyet-i kerîmesindeki “ibadet” lafzına birçok tefsir âlimi gibi Üstad’ımız da “marifet” mânası vermiştir. Buna göre cinler ve insanlar iman ve marifet için yaratılmışlardır.
Marifetullah sonsuz bir sahadır. Allah’ın Zât’ı bilinemeyeceğine göre O’nun marifetinde terakki etmenin en sağlam ve kısa yolu, İlâhî isimlerin ve sıfatların tecelligâhı olan mahlukat âlemini Allah namına tefekkür etmekten geçiyor.
Bu noktada önümüze iki yol açılıyor: Birisi, bu tefekkürü şahsî kabiliyetimiz ve ilmimizle yapmamız. Diğeri, aynı vazifeyi Üstad’ın eserlerini okuyarak, o derslerden istifade ile yerine getirmemiz.
Buna göre, Risale-i Nur’u okumanın bir yönü, bu tefekkürümüzü Üstad’ın nazarıyla yapmamızdır.
Fen sahasında mütehassıs ilim adamlarını dinliyoruz. Her biri kâinat kitabının bir bölümünü inceliyor, önceki ilim adamlarının ortaya koydukları bilgilere yenilerini eklemeye çalışıyor ve hepsi “Bu sahada alınacak daha çok yolumuz var.” diyorlar. Demek ki, Allah’ın bir mahlûkunu bile hakkıyla tanımanın sonu yok. Allah’ın ilim ve hikmetinin bir tek tecellisini anlamanın sonu olmazsa, bütün sıfatları sonsuz ve mutlak, bütün esmâsı nihayet kemâlde olan Allah’ın marifetinde ne kadar yol alınsa yine az olacağı açıkça anlaşılmaz mı?
Üstad’ımızdan bir tespit ve bir müjde:
“Kat'î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur'dadır. Evet on beş sene yerine, on beş haftada Risale-i Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye îsal eder.” (Kastamonu Lahikası)
Nurlar’ı okumanın ikinci cephesi, iman ve Kur’ân hizmetinde daha çok çalışmak ve bu hakikatleri muhtaç gönüllere ulaştırmak için daha fazla gayret göstermektir.
İnsan, Nurlar’ı okudukça, ruhunda bu hakikatleri başkalarına da ulaştırma arzusu uyanıyor. Okuma azaldığında yahut terk edildiğinde insanın akıl ve hayal dünyası başka şeylere yöneliyor ve idealinde sapmalar baş göstermekle dünya meseleleri ön plana çıkıyor.
Bir Nur talebesi, Nur hizmetinin dört esasından birisi olan “şefkat” gereğince bu hakikatleri ve bu ilaçları başka muhtaçlara da ulaştırmakla mükelleftir. “Komşusu aç iken kendi tok olan bizden değildir.” (Yani, kâmil mü’min olamaz.) hadîs-i şerîfine bu nazarla baktığımızda, çevremizin iman hakikatlerine, ibadete ve Kur’ân ahlâkına son derece muhtaç nice insanlarla adeta kaynaştığını görür, kendilerine ulaşmanın ve onları kurtarmanın yollarını ararız.
Sözün burasında, şu hususu da ehemmiyetle hatırlayalım:
“Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine belâların def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belâyı def’ediyor, onun intişarı ve okunması küllî bir sadaka nev’inde semavî ve arzî belâların def’ine çok emareler ve hadiselerle tebeyyün etmiş.” (Emirdağ Lâhikası, 1)
Bir insanın ruhu bedeninden ne kadar üstün ise, bir muhtacın kalbini tatmin etmek de midesini doyurmaktan o kadar önemlidir. Kişinin maddî ihtiyaçlarına yardımcı olmak sadaka olursa, muhtaç gönüllere iman hakikatlerini ulaştırmanın ne kadar büyük bir sadaka olduğu rahatlıkla anlaşılır.
Nurlar’ı okumanın, bir başka ciheti de Nur talebelerinin şahs-ı mânevîsinden hasıl olan yekûn sevaba ve nura sahip olmaktır.
Bilindiği gibi, bölünme madde için geçerlidir; nur ve nuranîlerde bölünme olmaz. Okunan bir Fatiha milyonlarca kişiye bağışlansa hepsine aynen ulaşır.
Şu var ki, aynı tecelliden herkesin istifadesi bir değildir. Aynalar büyüdükçe ve parladıkça, edinilen fayda da artar. İşte aynamızı büyüten ve parlatan sebepleri Üstad Hazretleri şöyle dile getiriyor:
“Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle o ulvî ve küllî ubûdiyete sahib olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta, sadakatta çalışmak gerektir.” Kastamonu Lahikası
Bu unsurların hepsi Risale-i Nur’un okunmasıyla yakından alakalıdır.
Fizikî bir kaidedir: İnsan bir cismin yanında ve yakınında ise onu olduğu gibi görebilir ve bilebilir; uzaklaştığı cisimler ise nazarında küçülürler. Bu fizikî hâdise hizmet için de aynen geçerlidir. Hizmetin içinde ve yakınında bulunanlar onun ehemmiyetini daha iyi kavrar, azametini daha iyi anlarlar. Hizmet ve okuma terk edildikçe iman hizmetinin mâna ve ehemmiyeti de nazarlardan saklanmaya başlar. Bu ise çok büyük bir tehlikedir. Konuya Üstadımızın şu ifadeleriyle son verelim:
“Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risâle-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risâlesi’nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar.” (Emirdağ Lahikası)
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar