Risale-i Nur Külliyatı, bildiğimiz normal tefsirlere benzemiyor; nasıl bir tefsir olduğunu açıklar mısınız?
Değerli Kardeşimiz;
Risale-i Nur, Kur’an'ın manevî bir tefsiridir. Üstadımız bu asın dertlerine deva olacak, şüphe ve tereddütlerini giderecek, bu fitne asrındaki insanlarının imanlarını tahkiki yapıp onları sefahatten ibadete yönlendirecek bir eser telif etme ihtiyacını ruhunun derinliklerinde hissetmiş ve Hizbü'l-Kur’an'da cem ettiği imana dair ayetlerin manalarını asrın idrakine uygun olarak, delillerle, misallerle, temsilî hikayelerle izah etmiş, o ayetlerin mana ve maksadını ruhlara hâkim kılacak harika bir külliyatın telifine, ihsan-ı İlahi olarak, muvaffak olmuştur.
Bildiğiniz gibi, Üstadımız İşatü’l-İ’caz tefsirini Birinci Cihan Harbinde, harp esnasında yazmaya başlamıştı. Bu tefsir bildiğimiz tefsirler kabilinden olmakla birlikte Üstad'ın özlediği bir tefsire kaynaklık yapmak üzere kaleme alınmıştı. Üstad bu özlemini şöyle dile getirir:
"Kur'an'ın ince manalarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecelli eden hakikatlarının tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkikîn-i ülemadan yüksek bir heyetin tedkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tedkikatından geçmesi lâzımdır ki, umumî bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniye husule gelsin ve icma-ı millet hücceti elde edebilsin." (1)
Fakat zaman her şeyi değiştirmiş, Kur’an'dan olabildiğine uzak bir nesil yetiştirilmeye çalışılmış ve Üstadımız da bu nesle yeni bir tarz ile yaklaşmanın lüzumunu çok iyi tespit etmiş ve Rabbine iltica ederek kendisine bir yol ihsan edilmesini dilemiştir.
"… Bizim uğrumuzda mücahede edenlere elbete yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle beraberdir."(Ankebût, 29/69)
Ayetinin haber verdiği gibi, Allah’ın kendilerine yol gösterdiği bahtiyar insanlar kafilesinin bu asırdaki büyük ferdi olarak böyle bir ihsana mazhar olmuştur. Böyle yapmayıp ta bildiğimiz türden bir tefsir yazsaydı, asrın hasta insanları o tefsiri okumanın ve anlamanın çok ötelerinde bulunduklarından o kıymetli eser, sadece iman ve ibadet ehli bir zümrenin ilmini artırmakla kalacak, asrın manevî cihadını o eserle yapması mümkün olmayacaktı.
Ahir zaman fitnesinin bütün mukaddes kıymetleri tahribe başladığı dönemde, her hamiyet sahibi bir endişeye kapılmış ve bu fitneye karşı kendi çapında bir şeyler yapmak istemiştir. Bazıları, istikbalde Kur’ân’ı anlayacak kimse kalmayacak endişesiyle himmetini tefsir sahasında teksif etmiş ve kıymetli tefsirler yazmışlardır. Bir kısmı ise hadis-i şerifler üzerinde yoğun bir faaliyet göstermiştir.
“Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır” (Mektubât, Yirmi Sekizinci Mektup) buyuran Üstad Hazretleri ise, ekilen menfî tohumlara bakarak, istikbalde farzlarını bile terk edecek, hatta iman hakikatlerinde şüphe ve inkâra düşecek bir neslin geleceğinden korkmuş, bunu dert edinmiş ve her derdin dermanını veren Cenâb-ı Hak da ona Nur Risalelerinin yazılmasını ilham ve ihsan etmiştir.
"Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelal, Kur'an-ı Kerim'in en parlak mazhar-ı i'cazından olan temsilâtından bir şu'lesini; acz u za'fıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur'ana ait yazılarıma ihsan etti. Felillahilhamd sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes'eleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu." (2)
Evet, Kur’an’ın manevî bir tefsiri olan Risale-i Nurdaki ulvi hakikatler, iman, marifet, ahlak, edep ve irfan sahasında büyük fütuhatlar yapmış, başta Arapça ve İngilizce olmak üzere elliden fazla dile çevrilmiş ve hamiyetli ve gayretli insanlar tarafından Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya kıtalarına kadar ulaştırılmıştır.
Medrese ve tekkeler kapatılınca Cenab-ı Hak lütuf ve kereminden Risale-i Nur gibi bir eser nasip etti. Eskiden Arapça, Kur’an, hadis, kelam ve fıkıh gibi dersler müderrisler tarafından okutulurdu. Burada tedrisat görenler ise on beş yıl okutulduktan sonra ancak alî ilimlere çıkılabilirdi. Zaten o medreselerde herkes de okuyamazdı. İşte kapatılan o medrese ve tekkelere bedel, Risale-i Nur öyle bir mektep ve medrese oldu ki, her kesimden, her meslek grubundan talebesi var. Bu hizmet sadece belli bir yaş grubuna münhasır değildir. Çocuklar, gençler, ihtiyarlar, hanımlar, mütefekkirler, araştırmacılar, ilim adamları bu mektebin birer talebesidirler. Bu eserleri okuyan herkes istidat ve kabiliyeti nisbetinde ondan bir hisse alır, kalbine ve ruhuna nakşeder.
Üstad Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:
“Evet Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi, on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zât tecrübeleriyle şehadet ederler.”(Kastamonu Lahikası)
“Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet Kur'andan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum.”(Mesnevi-i Nuriye)
Risale-i Nur’daki bütün hakikatler bu asırdaki insanların fıtratına uygun, fevkalade orijinal ve mükemmeldir. Risale-i Nur’un mevzuları gibi, o mevzuları meydana getiren cümleler ve kelimeler de gayet mükemmel ve orijinaldir. Onlar hiçbir kitaptan alınmamış ve doğrudan doğruya Üstadın kalbine Kur’an’dan ilham edilmiştir.
Nitekim Üstadımız da bu hakikatı şöyle ifade etmektedir:
“Risalet-ün-Nur sair te’lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Te’lif olduğu vakit hiçbir kitab müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’ânîden ve âyâtınınnücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.” (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Birinci Şua)
Bu hizmet bir mekâna, belirli bir merkeze ve bir şahsa bağlı değildir. Bu hizmet bütün dünyayı içine alacak şekilde çok geniştir. Bu dersleri okuyanların hepsi talebe ve şakirttir. Bu talebelik ise bir ömür boyu devam etmektedir. Üstadımız bu zamanın “şahs-ı maneviye” zamanı olduğunu ifade ediyor.
Dipnotlar:
(1) bk. İşarâtü'l-İ’caz, İfadetü'l-Meram.
(2) bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Mahrem Bir Suale Cevaptır.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü