"Ehl-i tarîkat ve hakîkat gibi huzur-u dâimî kazanmak için kâinatı, ya nefyetmek veya unutmak ve hâtıra getirmemek değil, belki kâinat kadar geniş..." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Hem kâinatı baştan başa âyineler hükmünde tecelliyât-ı esmâya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey huzura mâni olmuyor. Ehl-i tarikat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için kâinatı ya nefyetmek veya unutmak ve hatıra getirmemek değil, belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve daimî kâinat vüs’atinde bir ubudiyet dairesini açtığını gördüm."(1)

Vahdet-i Vücud:Lâ mevcude illâ hu” cümlesinde ifadesini bulan, bütün masivayı inkâr edip, sadece Allah’ın varlığına hasr-ı nazar eden bir tasavvuf meşrebidir. Yani Vahdet namına kesreti, Allah namına kâinatı inkâr etme mesleğidir. Vahdet-i Vücud mesleğinde; Allah’a hasr-ı nazar etmek hükmettiği için, İbn-i Arabî bütün dikkat ve nazarını Allah’ın Zât’ına tevcih ediyor.

Vahdet-i Vücud; Allah’ın varlığı ve birliğinde bir istiğrak halidir. Yani Allah’ın varlığından başka varlıkları yok saymak ve inkâr etmek halidir. Allah’tan başka mevcut yoktur, varlık sadece Allah’a ait bir durumdur demektir. Bu fikre göre masiva ve mahlûkat diye bir şey yoktur, sadece Allah vardır.

Üstad Hazretleri, vahdetü’l-vücûd meşrebini şu veciz cümlelerle hülasa ediyor:

“Tevhidde istiğraktır. Ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir.”

Tevhid Allah’ı bir bilmektir. İstiğrak, manevî sarhoşluk hali, gark olmak, boğulmak demektir.

Tevhidde istiğrak, Allah’ın varlığından başka bütün hakikatlerle alakasını kesmek, sadece tevhidin zevkiyle zevklenmek, onda gark olmaktır.

Mahlûkatın kudreti ve kuvveti olduğu gibi, hayatı, ilmi, iradesi, görmesi, işitmesi de Allah’ın onlara birer ihsanıdır. Kimsenin hiçbir sıfatı zatî değildir, hepsi emanettir, hepsi ikramdır ve hepsi mahlûktur.

Üstad Hazretleri vahdet-i kudret için şu açıklamayı getiriyor:

Lâ müessire fil kevni illallah” yani varlık âleminde Allah’tan başka kimsede tesir ve yaratma kudreti yoktur.

Bir padişahın altın dağıttığı muhtaç insanların hiçbiri, o altının hakiki sahibi değildir, ama o altın yok da değildir. Vardır ama onun değildir.

İşte Allah’ın, canlı-cansız bütün varlıklara ihsan ettiği varlık altınları da bunun gibidir. Yaratılan her şey vardır, ama bu varlık onun kendi malı değildir. Allah’ın Hâlık, Bâri, Mûcid gibi isimlerinin tecellileridir.

İstiğrak halinde, bütün altınlar inkâr edilir, sahve yani uyanıklık halinde ise altınlar kabul edilir, ama hepsinin padişahtan olduğu bilinir.

İstiğrak haline giren bir kimsede durum biraz farklılık gösterir. O, vahdet-i kudreti şöyle anlar:

Kudret ancak Allah’ındır; O’nun kudretinden başka kudret yoktur. O’nun kudretinden başka kudret olmayınca, başka kudret sahiplerinin de olmayacağına bir kapı açılmış olur. Nitekim sonunda bütün varlıkların inkâr edilmesiyle “Lâ mevcûde illa hu” denilir ve Allah’ın varlığından başka her varlık yokluğa atılır.

Vahdet-i vücud meşrebinde olanlar Allah’ın varlığına nazarlarını o kadar hasretmişler ki, varlık denilince sadece vacib olan Allah’ın varlığını bilmişler, mümkinatı varlık olarak görmemişlerdir. Sadece bir vücûdu yâni vacib vücûdu görmüş ve bunun neticesi olarak sadece bir mevcudu yâni Allah’ın varlığını bilmişlerdir. Sebeplere bağlanan bir kişinin bu makama dair söz söylemesi Üstad'ın ifadesiyle “haddini tecavüz”dür.

Bu meslekte gidenleri böyle bir tarza sevk eden sebep ise, kesret ve eşyanın Allah’a olan huzuruna mâni olmasıdır. Huzuru yani, Allah’ın huzurunda olduğu hissini kazanmak için eşyanın ve kâinatın mevcudatını yok sayıyorlar. Nazarlarını sadece Allah’ın varlığına teksif ediyorlar. Hatta Allah’ın varlığında öyle fani oluyorlar ki, O’nun diğer isim ve sıfatlarını bile akıllarına getirmiyorlar. Tabiî bu tarz meslek, kalbî ve hissîdir; aklın mizanlarıyla tartılmaz. Şayet aklen ve muhakeme ederek bu tarzı müdafaa etse, mes’ul olur.

Allah’ın varlığının dışında isim ve sıfatlarının tecellilerini kabul etmemek gibi tehlikeli bir durum ortaya çıkıyor. Sadece Allah’ın varlığında fani olmak, diğer isim ve sıfatlarını okumamak, kâmil bir imanı vermiyor. Arzı, semâyı, cennet ve cehennemi, melekleri ve ruhaniyatı, arşı ve kürsîyi, kısacası bütün varlık âlemini birlikte düşündüğümüzde bütün bu kesret âleminin aynı İlâhî sıfatlarla yaratıldıklarını müşahede ederiz. Sonsuz eşya yedi sıfatta tevhid eder. Hepsi aynı irade ile aynı kudret ile vücud bulmuşlardır. Bu yedi sıfat ise aynı Zât’ın sıfatlarıdırlar. İlim başkasının da irade başkasının olamaz. Bu noktaya geldiğimizde, karşımızda kelime-i tevhidi buluruz: Lâ İlâhe illâllah...

"Allah’tan başka hiçbir şey yoktur." hükmü, belki tevhidde bir istiğraktır, yani Allah’ın Zât’ında kaybolmak ve onda fena bulmak halidir, yoksa ilmî bir şey değildir. Şayet bu manevî hali, ilmî bir surete çevirmeye çalışırsak, işin içinden diğer rükünleri inkâr mânası çıkar. Bu sebeple “La mevcuda illa hû” demek, sadece manevî ve halî bir durumun dar ve kısır bir ifadesidir, ilmî ve aklî bir hakikat değildir.

Hâlbuki Ehl-i sünnet, “eşyanın hakikati sabittir”, diyerek mahlûkatın vücudunu kabul etmişler. Ehl-i Sünnet, Allah’ın dışında, eşyanın ve mahlûkatın da varlığını kabul etmiştir. Vahdet-i vücud, manevî yol kat’ etme esnasında bir cezbe ve sarhoşluktur; muhakeme ve aklın iptalidir.

Allah’ın varlığının şiddetinden, diğer varlıkların zayıf vücutlarını fark edemiyor ve yoktur, diyorlar. Bu meslek, akıldan ziyade, halî ve kalbî bir meslektir. Onun için aklın mikyası ile tartılamaz. Bunu anlamayan bazı zahirî âlimler, İbn-i Arabî hazretlerini tekfir etmişlerdir.

Sadece Cenab-ı Hakk’ın varlığını kabul edip, eşyanın varlığını kabul etmemek, ehl-i Sünnetin mühim bir kaidesi olan; “Eşyanın hakikati sabittir” hükmünü ihlaldir. Bu noktada vahdet-i vücud mesleği hak olan Ehl-i Sünnetin görüşüne muhaliftir.

Ehl-i hakikat “Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir” demişlerdir. Yani, bütün varlıkların hakikatleri İlâhî isimlere dayanır. Bir meyveye baktığımızda onun şekli Musavvir isminin, renkleri Mülevvin isminin, güzelliği Müzeyyin isminin, yaratılması Hâlık isminin, insanlara rızık olması Rezzak isminin tecellisiyledir. Bu tecelliler olmasa o meyve yok olur. İşte, istiğrak halinde, meyvedeki bu tecelliler kalbi kamaştırır ve meyve ortadan kaybolur, sadece esmâ kalır. Sonra kalp, bu isimlerin müsemması olan Allah’a teveccüh etmekle meyvenin varlığı inkâr edilir. Ehl-i hakikat ise son noktaya kadar, onlara iştirak ederler. Ancak meyveyi inkâr etmezler, “Meyve vardır, ama ne varlığı, ne rengi, ne de diğer hususiyetleri onun kendi malı, kendi hüneri değildir. Hepsi Allah’ın yaratmasıyla, esmâsını tecelli ettirmesiyledir.” derler.

İbn-i Arabî gibi zatlar bu mânaları düşünmeden, sadece Allah’ın varlık mertebesini düşünüp cezbeye gelerek, “O’ndan başka mevcut yoktur” demişler. Yoksa cezbesiz, aklî ve muhakeme tarzında söyleseler dalalet olur.

Bunların durumu, güneş ışığının içinde gözü kamaşan bir adamın sair zayıf ışıkları fark edememesi gibidir. İbn-i Arabî Hazretleri Allah’ın varlık güneşinden gözü kamaştığı için, sair zayıf varlıkları görememiştir. Bundan dolayı da, “Allah’tan başka mevcut yok”, demiştir. Ama kendine geldiği zaman, yani gözündeki kamaşma gittiği zaman, sair varlıkları kabul etmiştir. Bu sebepten dolayı Ehl-i sünnet âlimleri İbn-i Arabi’yi mazur saymışlardır.

İşte bu meslekte insan kendi varlığını ve benliğini Allah’ın varlığı karşısında ne kadar zayıf ve yok sayabilirse, o derece parlak ve güzel bir makama ulaşır. Bir insanın fikir odasına muhtelif ışık hüzmeleri giriyorsa, burada bir ışığa kuvvet vermenin tek yolu, diğer ışıkları söndürmek ya da zayıf hale getirmek ile mümkündür. Öyle ise bu mesleğe göre insanın âleminde Allah’ın varlığını galip ve kuvvetli kılması, ancak diğer varlıkları yok sayması ya da zayıflatması ile mümkündür. Diğer varlıklar sahneden ne kadar çekilirse, Allah’ın varlığı insanın zihin aynasında o derece parlar denmek isteniyor.

Kalbi Allah sevgisi ile dolu olmayan ve maddeciliğe müptela olan birisi vahdet-i vücuttan dem vurursa, kâinat ve madde namına Allah’ı inkâr eder. Felsefedeki panteizm ve monizm ekolünün iddia ettiği gibi, “varlık tektir, lakin varlık sadece şu âleme münhasırdır” deyip, Allah’ın ezelî ve ebedî vücudunu inkâr eder. Bu zaman insanları böyle birçok hastalıklara müptela olduğu için, vahdet-i vücuttan dem vuramaz. Zira madde sevgisi iliklerine işlemiş bu zaman insanlarının, maddeyi tamamı ile inkâr edip, sadece Allah’a hasrı nazar etmesi çok zor bir durumdur.

Bu fikre girmenin iki mühim sebebi vardır. Birisi, mahlûkat ve masivanın huzuru bozmasıdır. Yani nazarını Allah’a tevcih etmiş olan bu Allah dostları, masiva ve mahlûkatı bu tevcihe bir engel görmüşler. Bu sebepten dolayı huzura zarar gelmemesi için masivayı inkâr etmişler. Bir bakıma, Allah namına kâinatı feda etmişler.

Diğer sebep ise, iman hakikatlerinin sair rükünlerini aklen ve ihata olarak idrak edememekten gelen bir saik ile mümkün varlık âleminden kaçınıp, Vacib olan Vücuda, yani Allah’ın ezelî ve ebedî varlığına sığınmışlar. İbn-i Sina’nın haşir konusunda, "akıl burada gitmez" dediği gibi, bu zatlar da kalp merkezli bir meslekte gittikleri için, imanın sair rükünlerinde aklen gidemedikleri için, kendilerini ezelî varlıkta eritmişler.

Vahdet-i Şuhud: Allah’tan başka her şeyi unutmak ve sadece O’nun varlığına hasr-ı nazar etmektir. Masiva ve kâinatı tamamı ile inkâr etmek yerine, unutmak ve görmezlikten gelmek tarzı ile huzur-u İlahiyi temin etmektir. Bu meşreb, eşyanın vücudunu inkâr etmedikleri için, vahdet-i vücutta olduğu gibi, mahzurlu ve tehlikeli yönleri yoktur. Bu yüzden, bu meslek diğerine nisbetle daha sağlam ve riski olmayan bir meslektir.

Eski zamanda gemilerde kürek cezaları vardı. Esirler geminin kürek odasına konulur ve unutulurdu. Aynı şekilde vahdet-i şuhud da masiva ve kâinatı nisyan odasına kilitleyip, Allah ile kul arasına girmesini önlemektir. Yani Allah’ı unutturacak her şeyi unutmak ile cezalandırmaktır. Bu meslek belki risksizdir, lakin bu maddeci asırda tatbiki zordur.

Bir de her şeyde ve her mevcutta Allah’a açılan marifet pencerelerini görüp, o pencereden bakarak hakiki tevhid ve hakiki huzuru elde eden tevhid-i hakiki mesleği olan sahabe mesleği vardır ki, bu iki meslekten de daha yüksek ve daha nuranîdir. Hiçbir tehlikesi ve zorluğu olmayan bir meslektir. Bu meslekte ne mevcudatın inkâr edilmesi ne de unutulması söz konusudur. Bilakis her şeyde tecelli eden isim ve sıfatlar vasıtası ile hakiki huzuru kazanmak manası vardır. Risale-i Nur mesleği de bu minval üzere gidiyor. Risale-i Nurların tahkikî imanı ders veren bütün tefekkürî dersleri diğer iki meslekten de üstün ve tesirlidir. Her şeyin üstünde Allah’ın varlığını gösterip ispat ederek tam huzuru ve marifeti kazandırıyor.

(1) bk. Kastamonu Lâhikası, 147. mektup.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 3.256
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...